Etiket arşivi: Ömer Okçu

İşte İslamiyete ihanet eden dindar Müslüman tipi!!

Müslüman’ın kalitesi maddî meselelerde anlaşılır…
Bir şahıs ibadetlerine dikkat etse amma imkânı olduğu halde borcunu ödemese, İslamiyet’e ihanet etmiş olur.

Çünkü alacaklı der ki, “Kıldığı namazdan bana ne! Sakalla, tespihle milleti aldatıyorlar…” İslamiyet’e yapılan bu hakaretin sorumlusu, maddi meselelerde gayri ciddi davranan ve bencil olan şahıstır.

Yıllar evvel, başka bir şehirde yaşayan, ilmine çok güvendiğim, dindar olduğuna gerçekten çok inandığım bir arkadaş yanıma geldi, dedi ki: “Ağabey işlerim kötü gidiyor. Zor durumdayım. Nasıl düzlüğe çıkacağım bilemiyorum. Allah’tan korkmasam intihar edeceğim.”

O arkadaş, benim nazarımda kıymetli bir şahıstı. Dedim ki: “Üzülme. Memleketine gidince küçük bir dükkân kirala. Buradan sana kitap göndereyim. Kitapçılık yap.” Tabii sevindi, dua etti. Bir süre sonra dükkânı tuttu, ben de kitapları gönderdim. Üç ay geçti, arkadaş kitapların parasını göndermiyor. Beş ay geçti, kitapların parası gelmiyor… Kalkıp yanına gittim, dedim ki: “Arkadaş, ben sana zor gününde yardım ettim, sen bana borcunu ödemiyorsun, beni zor duruma düşürüyorsun!” Dedi ki: “Hakkını helal et. Araba aldığım için sana ödeme yapamadım.” “Yahu arkadaş” dedim, “Sen arabada gezeceksin diye, bana niye bu kötülüğü yapıyorsun? Sen her vakit camide namaz kılarsın. Şimdi ben o camiye gelip, ‘Bu adam benim dostumdur. Ona güvenip borç verdim amma o beni dolandırdı.’ desem hoşuna gider mi?” Arkadaş, başını önüne eğdi…

Hz. Ömer (ra), bir kişinin bir adamı övdüğünü duyunca, “Onunla yolculuk ettin mi?” diye sormuş. Adam, “Hayır” demiş. “Onunla alışveriş yaptın mı?” diye sormuş. Adam buna da, “Hayır” deyince Hz. Ömer (ra) buyurmuş ki: “Allah’a yemin ederim ki senin onu tanıdığını zannetmiyorum.” Ben de bu kıssadaki gibi, tanıdığımı zannettiğim kaç arkadaşımı maddi meseleler yüzünden kaybettim; sayısını bilmiyorum…

Ormandaki ağaçlar ağustos sıcağında birbirlerine gölge yaparak çevrelerindeki ağaçları korurlar. Fırtınada omuz omuza verirler, rüzgâr bir tek ağacı söküp atamaz. Sel gelirse, ağaçlar sel suyunu parçalar. Güven duygusu devam ederse Müslümanlar böylesi bir ormana benzer. Yaratan tek olduğu için yaratıklar arasında benzerlik vardır. Allah’ın koyduğu kanunlar umumidir. Bu kanunları anlamak için kâinat kitabını okumak lazım…

Bana göre borcunu ödemeyen adam öyle bir hale düşer ki, kırda tek başına kalmış yalnız bir ağaca döner. Güneş onu yakar, rüzgâr dallarını kırar, seller devirir. Bunca yıllık tecrübelerime dayanarak bir gözlemimi paylaşayım; insan maddi meselelerde gerçek kimliğini ortaya koyar! Para ve makam, insanın iki sırlı düğmesidir. Bu düğmelere bastı mı, manevi bir röntgen onun gerçek âlemini gösterir. Parada, makamda ve malda Müslüman’ca hareket etmeyenler, İslamiyet’i tarumar etmek isteyenlerdir.

Mahir İz Hocam derdi ki: “Hakk’a insanı en çok yaklaştıran malî ibadetlerdir.” Zekât vermek malî ibadet olduğu gibi, maddi meselelerde hassasiyetle davranmak da malî ibadettir.

Zaman gazetesi

Beğenilmek uğruna, Allah’a isyan ettiğimiz oluyor mu?

İhlasın özü bir işi Allah rızası için yapmaktır. İnsanın duyguları çeşitli olduğu için beklentileri de çeşitlidir. Belki onlarca beklentisini bir kenara iterek yalnız ve yalnız Allah rızası için ibadet edecek.

Allah’a kul olmak isteyen Müslüman, şartlar ne olursa olsun Allah’a itaat edecektir. Yapması gereken işin gelir-giderini, zarar-faydasını hesap etmeyecek, “Allah böyle emretti, ben de böyle yapacağım! Gerisi ne olursa olsun.” diyecektir. İşte böyle düşünülürse, her Müslüman bulunduğu yerde tuba ağacı olur. Meyveleriyle, yani Allah için attığı her adımla bulunduğu ortamda herkese örnek olur, İslamiyet’i sevdirir. İslamiyet’e ayna tutabilmek ve İslam’ı temsil edebilmek en yüce mertebedir.

Zerre kadar ihlaslı amel, batmanlarla ihlassız amelden üstündür. Fethullah Gülen Hocamın buyurduğu gibi; “Amel bir cesetse, ihlas onun ruhudur.” Yani ihlasla yapılmayan amelin bir kıymeti yoktur…

İhlasla yapılan her iş devam eder, bereketli olur. Bu şuurla çalışan insan yorgunluk, bıkkınlık hissetmez. Hissetse de o badireleri atlatır. Çevresindekilere küsmez, beklentilerini sıfırlar ve kendini reklam etme sevdasına düşmez. Şimdiye kadar pek çok kişiyle müşterek çalışmalarım oldu. Münakaşa ve ihtilaflara en çok sebebiyet verenlerin, kendini göstermek sevdasına düşenlerin sivrilmeleri olduğunu gördüm. Bir arkadaşa, “Şu işi şöyle yapsan daha iyi olur.” dediğimizde bile canı sıkılıyor, “Ben biliyorum!” diyor. Çünkü insanda kendini beğendirme, üstün olduğunu gösterme, insanları yönetme duygusu vardır. Belki uzun tecrübelerin ve kemalatın sonunda bu halden vazgeçebilir…

İnsanların ekserisi beğenilmek ister. Bunun için herkesin hoşuna gidecek şeyler yaparlar. Mesela modaya uyup kendini halka beğendirmeye uğraşır. Halk, Hakk’a isyan etmişse, o da bu isyana katılır. Hem Allah der, hem de beğenilmek uğruna Allah’a isyan eder. O’nun emirlerini dinlemez, cemiyetin isteklerine ayak uydurmaya çalışır. Çoğu kere evler, halkın istediği gibi döşenir. Komşuda, akrabada olan eşyalara imrenilir. İhtiyaç olanı değil, süs eşyasını almak için olur olmaz borçlara girilir. Bazen din feda edilir; karşılığında mal-mülk alınır. Bunun tek sebebi, kendini beğendirmektir…

Sokaklar, kendini beğendirmek isteyen insanlarla doludur… Kıymetsiz kişilere, kendimizi beğendirmek isteriz. Takdir ve tebriklerinden memnun oluruz. Alkışlarını en büyük hediye olarak kabul ederiz. Başkalarının onayını alınca, dünyalar bizim olur. Fakat “Allah bu halime ne diyor, Allah bu halimden memnun mu?” Bunu çok kere düşünmeyiz…

Şimdi şu yaşımda düşünüyorum da; 80 senelik ömrümde Allah için bir şey yaptımsa o bana yeter. Yapmadımsa, kimi memnun etmeye uğraştıysam onu da memnun edemeden ahirete gideceğim… Çünkü mesele çok net; Peygamber Efendimiz (sas) buyurmuş ki: “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur.”

Zaman

Ömer Okçu (Hekimoğlu İsmail) Ağabeyime (Şiir)

Kitap yazan elini ver bana öpeyim,

Seni seviyorum, nasıl tarif edeyim,

Ben sana hayranımdır başka ne diyeyim.

Kalbimden severim nasıl bildireyim.

Muharrirlerin gülü Ömer Ağabeyim,

 

hekimogluDevr-i felek kalemine fren vuramadı,

Hakikat neşrini kimse durduramadı,

Hiç bir menfi sende dikiş tutturamadı,

O elmas kalemini kimse kıramadı.

Muharrirlerin gülü Ömer Ağabeyim,

 

Maneviyata bakan hoş yazılarınla,

Kalemle buluşlar yapan kazılarınla,

Fen, felsefe, tarih ve edebiyatınla,

Bize yol gösterdin örnek hitabetınla.

Muharrirlerin gülü Ömer Ağabeyim,

 

Okçusun, amma okun hiç kan akıtmıyor,

Müslümanları topluyor hiç dağıtmıyor,

Dargınları barıştırıyor darıltmıyor,

Projektör gibi Nur’larla yol gösteriyor.

Muharrirlerin gülü Ömer Ağabeyim,

 

Kalpleri ilaçladın Lokman Hekim gibi,

Değil “Hekimin Oğlu” belki kendi gibi,

Kaleminden nur akıyor gelmiyor dibi,

Bilginizden alıyor kimin var nasibi.

Muharrirlerin gülü Ömer Ağabeyim,

 

Cemaatlerin kalbini fethedebildin,

Merak ediyorum nasıl becerebildin,

Müstesna bir metotla ilerleyebildin,

Bol Nurlu tiryakları, önümüze serdin.

Muharrirlerin gülü Ömer Ağabeyim,

 

İnsanlara mefkureler yayabildin sen,

İnancını yaşadın sana hayranım ben,

Vatanın her sathında sendin nutuk çeken,

Pak ve temiz yaşadın asla yoktur leken.

Muharrirlerin gülü Ömer Ağabeyim,

 

Nurlu gıdalardan sen süt yaptın bize

Kaleminden akıyor mana kalbimize,

Yazın durmasın diye duacıyım size,

Çünkü çok kişiyi çıkarabildin düze.

Muharrirlerin gülü Ömer Ağabeyim,

 

Derdim derdin gibidir, ama kalemim yok,

Maddiyata gark olanlara gözümdür tok,

Hak dinin hadimlerini ben severim çok,

Hele seni ki ektiklerin salıyor kök.

Muharrirlerin gülü Ömer Ağabeyim,

 

Dünya bağında sen doldurabildin sepet,

Kutsi gayeyle yaşadın ne büyük servet,

İnsanlığın kemaline tırmandın elbet,

Bu herkese nasip olmayacaktır evet.

Muharrirlerin gülü Ömer Ağabeyim,

 

Şükür, derdimi yazan biri var sen gibi,

Bereket, herkes değil kalemsiz ben gibi,

Allah bize verdi Üstad gibi, sen gibi,

Sözleriniz düşmana zehirli ok gibi.

Muharrirlerin gülü Ömer Ağabeyim,

 

Neşr-i hak yolunda bin bârekâllah sana,

Bize dedin ki manadan olunuz yana,

Durmayın Nur okuyun, içiniz tâ kana,

Bizler için katlandın helal olsun sana.

Muharrirlerin gülü Ömer Ağabeyim,

 

Rabbim bol afiyet ihsan eylesin size,

Hayatın boyunca sen gayret verdin bize,

Eğri yollardan çoğunu çıkardın düze,

Çok müşkülün hallini öğrettin naçize.

Muharrirlerin gülü Ömer Ağabeyim,

 

Gece gündüz hiç durmadan reçete yazdın,

Nice paslı kafaları elmasla kazdın,

Yazınızdan faydalanır erkek ve kadın,

Ahiret’te yerin olsun “Cennetül-Adın”.

Şüphesiz Olacaktır İnşaAllahurrahman.

 

Sizi çok seven Abdülkadir Haktanır. (10 12 200)

www.NurNet.Org / www.AlbNur.com

 

Hekimoğlu İsmail, Mustafa Sungur Ağabeyi anlattı!

Kendi ifadesiyle “Derdini Seven” biri o. Öyle de yaşıyor. İyi güne, kötü güne, hastalığa-sağlığa şükreden tam bir teslim, tevekkül ve tefekkür abidesi. Ömer Okçu. Nam-ı diğer Hekimoğlu İsmail. Geçen hafta Rahmet-i Rahman’a kavuşan Mustafa Sungur Ağabeyi anlattı.

Türkiye’nin şükür ve tefekkür ufuklu mümtaz aydınlarından Hekimoğlu İsmail şimdi 90 yaşında. Hasta haliyle bile boş durmuyor. Hayatın dertlerinden ve hastalıklardan şikayet edenlere de sitem ediyor.

Hekimoğlu İsmail evlilikte eşler arasındaki anlaşmazlığın enaniyetten kaynaklandığını söylerken, Ümmeti Muhammed’in dağanık halinin de fotoğrafını çekiyor.

Kaynak: samanyoluhaber.com

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu) İle “Said Nursi”den “Necip Fazıl”a…

TAKDİM

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu), 1932 yılında Erzincan’da, okuma yazma bilmeyen bir anne babanın çocuğu olarak, kitab bulunmayan bir evde dünyaya gelir. Yıllar sonra dedesinin ismi olan Hekimoğlu İsmail mahlasıyla yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı eseri satış rekorları kıracak, eserin sinema uyarlaması ise kapalı gişe oynayacaktır.

İlkokulu bitirdiğinde, ileride geçim sıkıntısı çekmemek arzusuyla memur olmak ister ve bunun için, maddî sıkıntılar içinde ortaokula gider; bir yandan okurken, diğer yandan da fizikî güç gerektiren işlerde çalışmaktadır. Ortaokulu bitirdiği dönemde, gördüğü bir ilân üzerine astsubay olmaya karar verir. Olur da.

Yıl 1950. Bir ikindi vakti Süleymaniye Camii’ne girer. Cemaat iki kişidir. Biri o, diğeri imam. Hoca efendi “haydi kametle” der. Peki kamet nasıl getirilir? Hayatının işte bu safhasında, okumaya ve her şeyi araştırmaya başlar. “Serdengeçti“, derken “Büyük Doğu” ile tanışır. İlk yazılarını Babaeski’de tek odalı bir evde yazar ve mesleğinin nezaketine nazaran, büyük bir cesaretle Üstad Necib Fazıl’a yollar. Görev yaptığı dönemde füze eğitimi için Amerika’ya gönderilir. Türk Hava Kuvvetleri’nden 1972 yılında emekli olur.

1967 yılında yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı romanı sebebiyle defalarca gözaltına alınır ve bir bölümü gönüldaşlarımızla birlikte aynı koğuşta olmak üzere bir müddet de hapis yatar. Pek çok gazete ve dergide yazılar yazmış, yurtiçi ve yurtdışında sayısız konferanslar vermiş, bu süreçte 40’dan fazla esere imzasını atmıştır. Hâlen Zaman gazetesindeki köşesinde yazmaktadır.

Ömer Okçu ağabey, beynine giden damarlarda yaşanan tıkanıklık sebebiyle geçtiğimiz yıllarda felç geçirmiş olup, uzunca bir süredir de tedavi görmekte. Bu kıymetli röportaj için teşekkür etmek, duyduğumuz şükran hissini ifade etmekte âciz kalacaktır. Kendilerine âcil şifalar ve hayırlı uzun ömürler diliyoruz.

Röportaj: Hayreddin Soykan

***

Ömer ağabey, geçirdiğiniz ve hâlen de süren ağır rahatsızlığınıza rağmen, dâvânın ve müminlerin istifadesi söz konusu olan yerde, üstelik son haddiyle mazur olduğunuz hâlde bile nefse bahane tanımayıcı bir vazife aşkıyla röportaj teklifimizi kabul etmeniz, bizleri ziyadesiyle mütehassis ve mahcub etti. Bu heyecanınız, “20’lik ihtiyarlar ve 70’lik delikanlılar” tesbitinin ne derece isabet arzettiğine dair canlı bir şahitlik kıymeti teşkil etti bizim için. Dilerseniz, sohbetimize bu noktadan başlayalım. Bir müslümanın sahib olması gereken “vazife aşkı” hasletiyle ilgili olarak bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Bediüzzaman şöyle buyuruyor: “Der tarık-ı acz-i mendi lazım amed çar çiz; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!..”

Yani, “Ben aciz, siz acizlere yolumu şöyle çizerim; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, Allah’a karşı aczinizi fakrınızı bilin. Şevk-i mutlak, her durumda çalışın. Şükr-ü mutlak, her halinize şükredin.”

Bediüzzaman 80 yaşındayken, dağın tepesinde ağacın üstüne çıkmış, oturmuş, Risale-i Nurları okuyor, tashih ediyordu. Yani “ihtiyarladım, hastalandım, çalışamam” yok!..

Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri hastalanmıştı. Onu ziyarete gittim. Yere serili bir yatağın üzerinde yorganı sırtına almış, hocam oturuyor… Klasik bir soru, “nasılsınız” diye sordum. Buyurdu ki, “Şu tefsiri bitirip ölmeyi diliyorum Allah’tan...” Gerçekten Allah onun duasını kabul etti. On ciltlik tefsirini tamamladı ve vefat etti.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Zeyrek’te otururdu, biz akın akın oraya giderdik. Onun huzurunda oturmak bize şevk verirdi. “Tövbe edin, ‘Allah’ deyin.” derdi. Acayip bir şeydi onun hayatı… Günahların sel gibi aktığı bir devirde o, büyük bir kaya gibi, günah selinin önüne geçti, gelen çöplükler o kayada yeşerdi… Gezmek yok, tozmak yok, maaş yok, para yok. Kapıdan çıkınca hemen öldürülebilirdi amma o onlarla alâkadar olmazdı. Teslim olmuştu, ne olursa olsun…

Rahmetli Hulusi Yahyagil ağabey… 1928 Dersim hareketinde bölük komutanıydı. Demek ki yaşı 91, 92’ydi ben gördüğümde. Yürüyemiyordu. Onu kucaklar derse götürürlerdi. Ders bitince yine kucaklar eve getirirlerdi. Sorulan sorulara cevap verir, ilmi konuları açıklardı. Hulusi ağabey, içimizde bir abide gibi dururdu.

Yaşar Tunagür hocam; Allah rahmet eylesin, ömrünün sonuna kadar aklını ve kültürünü İslam’a hizmette kullandı. Kısacası hayatını İslam’a vakfetti.

Necip Fazıl, benim şeyhimdi… “Geceler bizim!” diye haykırır, sabahlara kadar vazifesi uğruna çalışırdı.

Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,

Aradım bir ömür, arkadaşımı.

Ölsem dikecek yok mezar taşımı;

Halime ben bile hayret ederim.

Yarış atı besleyecek kadar zenginken, öldüğünde mezar taşı diktirecekleri bir parası yoktu. Malını, mülkünü, canını Allah için harcadı…

Biz böyle mübarek insanların yaşayışına hayran olduk…

Onlardan öğrendiğimiz şuydu: Yılgınlık, ümitsizlik ve bahaneler, Müslüman’ın semtine uğrayamaz.

Genç bilebilse, ihtiyar yapabilse” hikmeti, malûmunuz. Bu bahiste sizlerin tecrübe ve değerlendirmeleri bizler için son derece kıymetli. Genel bir çerçeve dâhilinde, nelere dikkat etmemizi tavsiye edersiniz?

İsterseniz Asr-ı Saadet’e gidelim. Sahabenin az olduğu devirleri düşünelim. Her tarafı müşrikler doldurmuşken, bir avuç sahabenin durumunu hayal edelim. Bunlardan biri diyebilir ki: “Ben bir insanım. Benim cürmüm ne ki hükmüm ne olsun? Koskoca dünyada İslamiyet’i yayma dâvâsını nasıl güdebilirim?” Ama böyle dememişler. Onlar, “mademki ben Müslüman’ım, öyleyse İslamiyet’i öğrenmeliyim ve yaşamalıyım” diyerek, tek başlarına da kalsalar, İslamiyet’i öğrenmek ve anlamak gayesiyle yaşamışlar. Allah’ın rızasını bunda aramışlar, bu gaye onların hayatını doldurmuş.

Her genç ben ne olacağım demelidir. Ve bir hedef tayin etmelidir. Futbol oyununda gol kelimesinin mânâsı, hedeftir. Yani o oyunda hedef olduğu için oyuncular koşuyor. Hedef olmasa hiçbiri koşmaz. İşte insanın da hayatında hedefler olmalıdır. Mesela gençlik yıllarımda “ben sefil perişan olmayacağım” diye kendi kendime konuşurdum. Bu sebeple gençler kahveye giderken ben derse gittim. Amacım oraya gidenlerden farklı olmaktı. Kendi kendime İngilizce, Osmanlıca öğrendim. Kitaplar okudum, kitapları anlamaya çalıştım. Çünkü benim bir hedefim vardı.

Gençlere tavsiyem, gelecekteki hayatlarını daha iyi şartlarda yaşamak istiyorlarsa bugünden hazırlansınlar. Maddî güç olmadan, hizmet de olmaz. Önce eğitim veya sanat üzerinde durmalı ki ekonomik bir sıkıntı yaşamasın. Ayrıca ilim ve irfan için eğitim almalı…

80 Yıllık ömrümde neler gördüm, neler geçirdim… Bir gence ilk tavsiyem şu: Mutlaka alimlerin yanında, yakınında ol. Onların derslerine, sohbetlerine katıl. Bugünün gençleri alimlerin dizinin dibinde oturacak, başka türlü olmaz.

Mevlana Şemseddin Muhammed Rucî Hazretlerine atfen, hepimizin kulağına küpe bir hikmet şöyle: “Şu halk ne garip şeydir! Yarın olsa da bir iş işlesem diye bir lâf eder. Bilmez ki, bugün, dünün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın bir şey işleyebilsin“. Aynı şekilde, “Erteleyenler, yarıncılar helâk oldu” meâlindeki hadis-i şerîf de malûmumuz. Maddî-manevî kabiliyetlerimizi daha fazla ertelemeden geliştirmemiz ve vazifelerimizi tam vaktinde aşk ve şevkle yapabilmemiz noktasında bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Mesela elimizde bir fidan var. “Ya hu yarın dikerim ben bunu.” diyor adam… Yarına kadar da fidanın kökleri hava alır, kurur. Adam “yarın” fidanı dikince de fidan yeşermiyor. Aynen öyle de, “yarın ben iyi insan olacağım diyen, bugün kötü adamdır.” Niye bugün değil de yarın? “Yarın iyi olacağım” diyoruz; bu emri veren benim! Hayatımızı Kur’an ölçüsünde yaşamaya bugünden başlayacağız. Tren zamanında kalkar, uçak zamanında havalanır, geç kalan yetişemez… Güneş mesaisine bir dakika bile gecikmiyor. Fırtınalar, takvimin söylediği zamanda kopuyor, çiçekler, vakti gelir gelmez açıyor… Bu ilahî nizamın dışına çıkıp, “ vazifeyi sonra yaparım” diyen, gemiyi kaçırır…

Hayat bir imtihan, malûmunuz. Türlü dertle, belâyla ve hastalıkla beraber, muhtelif imkânsızlıklarla da boğuşmak durumunda kalıyoruz. Bir günümüz bollukla geçerken diğer günümüz darlıkla, bir günümüz sıhhatle geçerken diğer günümüz rahatsızlıkla, bir günümüz izzetle geçerken diğer günümüz zilletle, bir günümüz gönül ferahlığıyla geçerken diğer günümüz üzüntüyle geçiyor. Böyle olunca, gönlümüzce bir şeyler yapabileceğimiz o saat bir türlü gelmiyor sanki. Peki, bu dert ve mazeretleri ileri sürmekte hakikaten mazur muyuz sizce?

1950 yılında bir rüya gördüm. Trende gidiyorum. Dediler ki: “Bediüzzaman Said Nursi de, bu trende seyahat ediyor.”

Hemen fırladım, Bediüzzaman’ın yanına gitmeye koyuldum. Üçüncü mevki bir kompartımanda sekiz kişi oturmuş, pencerenin dibinde de Bediüzzaman Hazretleri vardı. Ben içeri girip, Üstad’ın elini öpmek istedim. Fakat kapının önündeki adam hemen ayağa kalktı, beni göğüsleyerek dışarı çıkardı:

Sen kimsin?” dedi. Ben de,

Risale-i Nur dağıtıyorum” diye cevap verdim.

Bu sözümü duyan Bediüzzaman, dışarı çıktı. Koridorda onunla karşı karşıya geldik. Bediüzzaman’ın elini tuttum, öpmeye başladım. İki defa öptüm. Bu sırada Bediüzzaman gayet sinirli bir şekilde bağırdı:

Elimi öp, şekeri öpme!”

Dikkat ettim, Bediüzzaman’ın avucunun içi şeker doluydu. Ben de iki defa bu şekerleri öpmüşüm. Üçüncüsünde Bediüzzaman’ın elini öptüm ve uyandım…

Rüyayı kendim tabir ettim: Şimdi ben bu hizmetin şekerleme tarafındayım fakat çileli zamanlar da gelecek

Nitekim öyle oldu…

Mahkemelerde, hapishanelerde, karakollarda dolaştırıldım. Allah’ın lütfuyla tahkikî iman derslerinden geri kalmadım.

Şu anda hasta yatıyorum. Ameliyat oldum. Hastalık, Allah’ın gönderdiği bir hediyedir. Çünkü hastalığı veren Allah’tır. Allah’ın yarattıklarında kötülük yoktur.

Hastanede yatarken dedim ki, “hani insan Ankara’ya gider gelir ya, ben de ahirete gittim geldim. Ahirete gidip gelmenin yorgunluğunu hissediyorum…”

Türlü derde deva buldum ben elimle çok zaman,

Kimse bilmez bir tabibe ben de muhtacım şimdi.

Durgun sular, akıntı olmadığında bulanır, rüzgâr esmese hava kirlenir. Hayat bir bütündür. Sağlık hastalıkla, iyilikler musibetlerle çalkalanır. İnsan bazen dünya hayatına o kadar dalıyor ki, ölüm aklına bile gelmiyor. Çevresindeki insanlara ölümü yakıştırıyor fakat ölümün bir gün kendi kapısını çalacağını düşünmüyor. Hastalıklar, musibetler burada devreye giriyor, “Ey insan, ölüm var, ahiret var, aklını başına al” diyor. Geçen zaman geri gelmiyor. Ömrünün sınırlı olduğu gerçeğini unutuyor insan. Şimdi ben dönüp maziye bakıyorum, ömrüm bir kuş tüyü gibi uçup gitmiş. Sanki bir gün bile yaşamamışım…

Üstad Necip Fazıl diyor ki,

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük…

İnsan böyle… Yandıkça gelişir.

Bir sırrımı ifşa edeyim… Ne zaman ki Amerika’dan getirdiğim buzdolabını ve teybi hizmete verdim, ondan sonra bende inkişaf başladı… Yani müridi demiş “Şeyhim himmet.” Şeyh demiş “Evladım hizmet…”

Eskiler der ki, “Yok olmayan var olamaz.” Seksen yıllık ömrümde, çeşit çeşit dertler gördüm, sonuç: Minyeli Abdullah…

Koca bir ömrü İslam dâvâsını tebliğe vakfeden, her vesileyle yazan ve gerek sohbet gerek konferans dairesinde insanımızla fikir ve tecrübelerini paylaşan, hatta bu uğurda bir bölümünü gönüldaşlarımızla birlikte geçirmek üzere cezaevinde de yatan bir büyüğümüz olarak, bir dâvâ, bir ideal adamının tesirli olması bakımından en başta dikkat etmesi gereken husus, sizce söyledikleri veya yazdıkları mıdır, yoksa başka bazı hasletleri mi?

Osman Yüksel Serdengeçti, dâvâ adamını şöyle açıklamıştı:

Sofraya yürür gibi, sehpaya gitmeyenler dâvâ adamı değildir.” Hanımı, hapis yattığı yıllarda, çocuğunu tedavi ettirecek para bulamadığı için depresyona girip ayrıldı. Ankara’da Denizciler Caddesi’ndeki dükkânını şöyle tarif ediyor: “Kömürlüğü ömürlük yaptık, yeryüzünden iki buçuk metre aşağıdayız. Ölüm bile bizim için yükseliş olacaktır.” Küçücük bir dükkânda yaşıyordu. Tuvalet ihtiyacı için, caminin tuvaletine giderdi.

İnsan hayatına sığmayacak işler yapan insanlar var… Eski bir binanın taş duvarında, taşların arasından bir filiz çıkıyor ve çiçek açıyor. Bu çiçek, içinde bulunduğu şartları hiçe sayıyor. “Bu duvarda toprak yok, su yok, güneş, rüzgâr beni hırpalar” demiyor. Çiçek, şartlara meydan okuyarak yeşeriyor. Lisan-ı hâl ile diyor ki: “Allah bana ‘yeşer’ dedi, ben de yeşerdim. Sonuç ve şartlar ne olursa olsun…” İşte dâvâ adamı budur!

Yazı yazmak kolay, tesir etmek zordur.

İslamiyet, ölçü ve ahenk dinidir. Ölçü ve ahenk ise “güzel“i ortaya koyar. Güzel yaşanmış bir hayat, aynı zamanda bir eserdir. Hiçbir nazım ve nesir, güzel yaşanan bir hayat kadar güzel ve tesirli değildir.

Peygamber Efendimiz’in hayatı en üstün ve en tesirli bir eserdir. Öyle ki; O’nun biyografisi bile yaşadığı hayatın gölgesidir. Sahabe, “anam babam sana feda olsun” diyor, o kadar hayran bırakmış kendine…

Bir arkadaşım, Amerikalıya demişti ki; “Size İslamiyet’i anlatayım mı?” Amerikalı da dedi ki; “Ben senin hayatını beğenmiyorum ki dinini anlatasın! Bu konuda seni dinlemek istemiyorum. Sen, bira içmeyen Amerikalılara benziyorsun!” Gerçekten o arkadaşın ahlâkı çok bozuktu. Şaka yapacağım, milleti güldüreceğim diye kötü şeyler anlatırdı.

Sonuçta bir Hıristiyan, Müslüman’ı beğenmedi.

İnandığı gibi yaşamak, belagatin en tesirlisidir. Dikkat edin, İslam büyükleri, susabildikleri kadar susmuşlar, sadece İslamiyet’i yaşamışlar.

Harf inkılâbından sonra Kur’an yazısını okuyamaz olduk. Risale-i Nur’lar da eskimez yazıyla yazılıyordu. Kitapları aldım, okuyamadım. Okuyanları dinleyemedim. Anlayamıyordum Risale-i Nur’ları… Fakat Bediüzzaman’ı ziyarete gittim, onun fakir yaşayışını gördüm, çok hoşuma gitti. Hayatını anlatan ağabeyleri dinledim, kitaplar okudum, O’nu çok beğendim. Yani ben Risale-i Nur’ları okuyarak değil, Bediüzzaman’ın yaşayışının tesirinde kalarak Nur talebesi oldum. ALLAH demenin yasak olduğu devirlerde ALLAH deyişine, elinde zengin olma imkânları varken, fakirane yaşamasına hayran kalarak bağlandım ona…

Zübeyir ağabeyi, Bayram ağabeyi, Hüsrev ağabeyi, Tahir ağabeyi düşündükçe diyorum ki; “Bu hayatlara nasıl hayran olmazsın!”

Onlar, dünyaya önem vermedikleri için önemli oldular!

Allah razı olsun Ömer ağabey, size çok teşekkür ediyor, tekrar geçmiş olsun diyor, Allah’tan hayırlı, sıhhatli, bereketli uzun ömürler diliyoruz.