Etiket arşivi: ömer özcan

Abdulmuhsin Alev (Konevi) ağabey kimdir?

Abdulmuhsin Alev (Konevi) ağabey kimdir?

Abdulmuhsin Alev Ağabeyin babası Bulgar göçmenidir. 1931 Konya doğumludur. 1946’da Risale-i Nur ve Üstad Bediüzzaman Hazretleriyle tanışmasıyla faal bir nur talebesi olarak Risale-i Nur Hizmetinde bulundu. Gençlik Rehberi ve Asa-yı Musa eserlerini okuması ve Nur’un cazibesiyle kendisini Risale-i Nur Hizmet saflarıda buldu. İstanbul üniversitesinde Felsefe bölümüne girmdi daha sonra Sosyoloji ve Psikoloji bölümleriyle üniversite tahsilini tamamladı. Daha sonra Berlin Üniversitesinde İnşaat Mühendisliği bölümünde eğitim gördü.

Tarihçe-i Hayatta mektubu bulunan Abdulmuhsin Ağabey, 1951 senesinde Ahmet Aytimur Ağabeyle beraber Gençlik Rehberinin baskısını yaptılar. 1952 senesinde Gençlik Rehberi Mahkemesi açıldı. Bu sebeple üstad Bediüzzaman hazretleri de otuz seneden sonra istanbul’a geldi.

Abdulmuhsin ağabey bu mahkemede maznun değil tanık olarak ifade verdi ve mahkeme üç celsede bereatla neticelendi.

Üstad Bediüzzaman hazretlerinin 1952-3 senelerinde istanbuldayken yakınında hizmet eden genç isimler arasındaydı Abdulmuhsin Ağabey.

Kendi parasıyla daktilo alarak ısparta’ya üstadımıza giderek eserleri yeni yazı olarak daktilo etti. Almış olduğu daktiloyla üstadın yolunu tutmuşken trenle yola koyuldu Abdulmusin Ağabey. Yolda abdulmuhsin Ağabeyden süpelenen kimseler ilk durakta inzibata şikayet etmeye karar verirler. Trenin bozulması ve uzun süre yapılmamasından sıkılan bu kimseler trenden inmesiyle bu şikayet iptal oldu ve daktilo da kurtulmuş oldu. Tiryak, Elhüccet-üz-Zehra, Otuzuncu Söz gibi eserler daktilo edildi bu sayede. Tabiki teksir dönemi hizmetinde de faal olarak hizmetleri oldu. Avrupa’ya gittiğinde de oradaki hizmetleri neticesinde matbaa kurulur ve Tevafuklu Kur’an-ı Kerim de orada tab edildi. Bazı risaleler de orada basılıp Türkiye’ye gelmiştir. Avrupa Nur Hizmetinin çekirdeğini serpiştirenlerin arasında Abdulmuhsin ağabeyin yeri yadsınamaz.

İstanbul’da Zübeyir Ağabeyimizin nezaretinde açılan Kirazlı Mescit 46 medrese-i nuriyesinin ilk müdavim ve çilekeşlerindendir. 1954 senesinde Almanya’ya göç etti ve ondan sonra bir defa Türkiye’ye geldi. Orada faal olarak hizmete devam etti. Bu sırada soyadını da KONEVİ olarak resmen değiştirdi. Artık o Abdulmuhsin KONEVİ olmuştu.

Kendisine tarikata girmesini teklif eden bir zata ‘Ben, tarikatın en yüksek mertebesinde olmaktansa Risale-i Nurun en geride kalan, Kur’an-ı Kerim’e hizmet eden bir talebe kalmayı tercih ederim!’ diyerek cevap vermiştir.

Abdulmuhsin Ağabeyin üstad ile görüşmelerinde üstaddan naklettiği veciz ifadelerden bazıları;

  • Gençlik Rehberi, içindeki hüve nüktesi için toplatıldı.
  • Hayatımın en yüksek gayesi; Kur’ana, imana Risale-i Nur ile hizmet etmektir. Bunu hayatımın gayesi olarak biliyorum ve o şekilde hareket edeceğim. (Meslek-i Nuriyeye sadakat yemini ettiriyor üstad)
  • Allah, kainatıı, insanı nasıl yarattığına dair bize hesap vermeye mecbur değildir. Bize okuyun diyor. Kainat kitabını okumak ‘oku’ emrine uymaktır. Bu şekilde Kur’an, emriyle bizi ilimleri araştırmaya teşvik ediyor. İlimler de bu şekilde inkişaf ediyor.
  • Biz aynı ağacın meyveleriyiz. Aramızda ayrılık gayrılık yok aynı yere gidiyoruz. (Büyük Doğucular için söylenmiş)
  • Risale-i Nur külliyatının meşrebi ittifaktır. İhtilaf meşrebi değildir ve yeri yoktur.
  • Kardeşim! Şimdi hürmet zamanı değil hizmet zamanıdır.
  • İntihar etmek günahtır. İntihar eden büyük katil olur.
  • Bu nevruz bayramından, bu köpeklerin bile hisse vardır. Bahar mahlukatın bayramıdır.
  • Sultan Abdulhamid milyon Müslümanın halifesiydi. Ben ona veli nazarıyla bakıyorum.
  • Kürtler, Türkiye’de, Suriye’de, Irak’ta, İran’da çeşitli memleketlerde dağınık olmalarından dolayı, eğer İsslam milliyetini esas alırlarsa İttihad-ı İslama sebep olacaklar.

Üstadımızın yakınlarında hizmet etmek bahtiyarlığına eren Abdulmuhsin Ağabey, Almanya-Berlin’de münzevi olarak hayatını ikame etmiştir. Nur talebelerine ise vasiyet niteliğinde şunları ’Risale-i Nur’u devamlı okumak, sadece okumak değil oradaki hakikatlerin tatbikatına çalışmak’ şeklinde tavsiye etti.

19 Kasım 2019’da dar-ı bekaya irtihal eyledi. Bugün her bir nur talebesi Abdulmuhsin ve emsali gibi mazide hizmet etmiş olan ağabeylerimizi rahmetle yad etmek ve okuduklarına onları da şerik etmek ve hayır dualarında ismen hatırlamakla yükümlüdür.

Allah rahmet eylesin. Ruhuna El-Fatiha

* * *

Tarihçe-i Hayattaki Mektubu . .

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik, çok sevgili Üstadımız Hazretleri!

Risale-i Nur’u himmet ve dualarınızla, dikkat ve tefekkürle okudukça, bu muazzam eser külliyatının tılsım-ı kâinatın muammasını keşf ve halleden bir keşşaf olduğunu, hal ve istikbalin bir mürşid-i ekberi ve bir rehber-i a’zamı olduğunu, yine dua ve himmetinizle idrak ediyoruz. Evet Üstadımız Hazretleri! Risale-i Nur’u okuyan her idrak sahibi anlıyor ki; Risale-i Nur gerek bu asrın, gerekse önümüzdeki asrın beşeriyetini fikir karanlıklarından kurtarıp, tenvir ve irşad edecektir.

Risale-i Nur yalnız bu vatan ve millet için değil, âlem-i İslâm ve bütün beşeriyetin ihtiyacına cevab verecek bir külliyat olarak te’lif edilmiştir. Bugün tarihte hiç görülmemiş bir fecaat ve felâket içerisinde çırpınan beşeriyet için, halaskâr olarak Risale-i Nur’a sarılmaktan ve ne bahasına olursa olsun, Risale-i Nur’un nuranî ve parlak eczalarını elde edip dikkat ve tefekkürle okumaktan başka bir kurtuluş çaresi yoktur. Risale-i Nur’u okuyan herkes, bu hakikatı idrak etmiş ve etmektedir. Eğer biz muktedir olsak; bu hakikatı, kâinata nâzır bir mahalle çıkıp, bütün kâinata ilân edeceğiz. Fakat madem ki buna muvaffak olamıyoruz ve mademki Risale-i Nur’un cihanşümul kıymetini bu derece Üstadımızın himmetiyle idrak etmişiz; şu halde o nur ve feyiz hazinesi, irfan ve kemalât menbaı olan Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile boş geçirmeden, mütemadi ve devamlı bir şekilde her gün ve her saat okuyacağız ve bu uğurda geceli gündüzlü çalışacağız inşâallah. Fakat her an bütün işlerimizde olduğu gibi, bunda da büyük Üstadımızın dua ve himmetiyle muvaffak olabileceğiz.

Hem şu hakikat zahir ve bahirdir ki: Bir kimse allâme dahi olsa, Risale-i Nur’un ve müellifinin talebesidir. Risale-i Nur’u okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse, kendisini aldatan enaniyetine boyun eğip, Risale-i Nur Külliyatını okumazsa, büyük bir mahrumiyete düçar olur. Fakat biz idrak ettiğimiz bu muazzam hakikat karşısında, beşeriyetin halaskârı ve milyarlarca insanların fevkinde olan bir memur-u Rabbanîye nasıl minnetdar ve medyun olduğumuzu tarif edemiyoruz. Yine dua ve himmetinizle idrak etmişiz ki; Kur’an-ı Kerim’in bir mu’cize-i maneviyesi olan hârika Risale-i Nur Külliyatının bir satırından ettiğimiz istifadenin, bir mikdar-ı mukabilini dahi ödemeye gücümüz yetişmez. Bunun için ancak Cenab-ı Hakk’a şöyle yalvarmağa karar verdik:

“Yâ Rab! Bizi ebedî haps-i münferidden kurtarıp bâki ve sermedî bir âlemin saadetine nail edecek bir hakaik hazinesinin anahtarını Risale-i Nur gibi nazîrsiz bir eseriyle bahşeden sevgili ve müşfik Üstadımızı, zalimlerin ve düşmanların sû’-i kasdlarından muhafaza eyle, Kur’an ve iman hizmetinde daima muvaffak eyle. Ona sıhhat ve âfiyetler, uzun ömürler ihsan eyle!” diye dua ediyoruz.

Evet, Üstadımız Hazretleri! Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle okumak nimet-i uzmasına nail olan biz bir kısım üniversite gençliği, bir hüsn-ü zan veya bir tahmin ile değil, tahkikî ve tedkikî bir surette, sarsılmaz ve sarsılmayacak olan ilmelyakîn bir kuvvet-i imaniye ile inanıyoruz ki; zemin yüzünün bu asra kadar görmediği bir vahşet ve dehşetin sebebi olan dinsizlik ve ilhadı, Bedîüzzaman ortadan kaldırmağa inayet-i Hak ile muvaffak olacaktır.

Bizim bu kanaatımız, safdilane veya tahminle değildir; ilmî ve delile müstenid bir tahkik iledir. Bunun için, muarız olan dahi bu hakikatı kalben tasdik edecektir. Dua ve şefkat buyurun, Kur’an ve iman hizmetinde fedai olalım. Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile kaybetmeden okuyalım, yazalım, ihlas-ı tâmme muvaffak olalım.

Üniversite Nur Talebeleri namına

Abdülmuhsin

Tarihçe-i Hayat ( 641 – 642 )

* * *

Üstad 5 Mart 1952 son mahkeme günü, yine genç mekteblilerle halk tabakalarından müteşekkil binlerce kendisini sevenlerin arasında mahkeme salonuna girdi. Mahkeme salonundaki izdihamın geçen defaki gibi mahkemenin devamına mani’ olacak dereceye varmaması için, müteaddid polis müfrezeleri Adliye binasının merdivenlerini ve koridorları muhafaza altına almışlar, geçitleri kapamışlardı. Bununla beraber, mahkeme salonu kapılara kadar hıncahınç dolmuştu.

Mahkeme başladı. Şahid olarak Gençlik Rehberi’ni bastıran üniversite talebesi dinlendi. İfadesinde: Şark ve garbın eserlerini okuduğunu, sonra Risale-i Nur eline geçtiğini; bu eserlerden aklı, fikri, ruhu ve kalbi son derece müstefid bulunduğunu, irade ve ahlâkı üzerinde mühim tesirler yaptığını; Gençlik Rehberi’nin, gençlerin iman ve ahlâkını temin ve muhafaza yolunda büyük tesiri olması dolayısıyla, bir hizmet-i vataniye yapmak emeliyle bastırdığını, suç mahiyetini haiz bir şey görmediğini söylemiştir.

Tarihçe-i Hayat ( 649 )

* * *

Abdulmuhsin Ağabeyin tab ettiği Gençlik Rehberi

Gençlik Rehberi Mahkeme Safahatından

Gençlik Rehberi Mahkemsinde Abdulmusin Ağabeyin müdafaası:

Gençlik Rehberi adlı risale dinî propagandaya âlet etme mahiyetinde görülmedi.

“Gençlik Rehberi” isimli risalesi ile dinî propaganda yapmaktan sanık, seksen beş yaşında Sait Nursî’nin son duruşması dün Birinci Ağır Ceza Mahkemesinde yapılmıştır. Bundan evvelki duruşmalardaki izdihamı önlemek maksadiyle, duruşma saatinden önce, İkinci Şube Müdür Muavini Nusret Özdemir riyasetinde inzibat tedbirleri alınmış ve salon polis kordonu ile kuşatılıp, meraklı bir grup muhakemeyi kordon dışından takib etmiştir.

Mahkeme heyeti yerini aldıktan sonra ilk olarak “Gençlik Rehberi” isimli risaleyi Tecelli Matbaasında bastıran Edebiyat Fakültesi Felsefe Şubesi 6’ncı sömestr talebesinden Muhsin Alev dinlendi ve şunları şöyledi:

“— Sait Nursî hocayı Afyon’da yapılan bir muhakemeden tanırım. Onun “Gençlik Rehberi”ni okudum. Bu eser benim ahlâkım ve iradem üzerinde büyük tesirler yarattı. Bu tesirden arkadaşlarım da istifade etsin diye risaleyi bastırmayı düşündüm. Kitabın basılmasında kanunî bir mahzur olup olmadığını tanıdığım avukatlara sordum. Mahzurlu olmadığını söylediler. Hattâ risaleyi basan Tecelli Matbaasının sahibi Salih’e de “izin almak lâzım mı?” diye sordum. “Basılsın, sonra resmî makamlara birer adet yollarız” dedi. 200 liraya 2000 adet basmayı kabul etti. Ben de aldığım risaleleri birer liradan sattım.”

Reis, Muhsin Alev’e eski yazı bilip bilmediğini sordu. 21 yaşında olduğunu söyleyen Muhsin, “küçük yaştanberi arap harfleri ile okuyup yazmayı öğrendim” dedi. Sözlerine devam eden Muhsin Alev, şunları ilâve etti:

“— Kitablar basıldıktan bir müddet sonra birgün oturduğum eve bir kiracı geldi. Adının Ramazan olduğunu öğrendiğim bu kiracı, sanat mektebi mezunu olup, Büyük Doğu mecmuasında çalışıyordu. Kendisine “Gençlik Rehberi”nden bahsettim, odamdaki bütün kitablarımı da onun odasına naklettim. Her akşam Ramazan‘ın odasında ders çalışıyordum.

Bir gün eve, zabıta memurları geldi. Ramazan‘ın odasını aramak için ellerinde savcılıkta kâğıt vardı. Odayı aradılar. Benim getirdiğim 50 adet Gençlik Rehberini de alıp götürdüler. Sonra öğrendim ki, Ramazan’ı “Gençlik Rehberi” yüzünden takib ediyorlarmış. Kitabları bastıran benim. İddia edildiği gibi kitabları bastırmak için matbaaya, Emin ve Mehmet isminde iki şahısla gitmedim.”

Muhsin Alev‘in hazırlık tahkikatındaki ifadesi de okundu. İfadede de birer formalık 500 adet Münacâat‘dan bahsediliyordu. Reis bunların mahiyetini sordu. Muhsin Alev şöyle cevab verdi:

“— Babamdan gelen paraları biriktirip, bu eseri bastırdım. “Gençlik Rehberi” ile beraber ikisini 125 kuruşa veriyordum. Münacâat’tan elimizde mevcut kalmamıştır. Ramazan‘ın odasından alıp götürülen Gençlik Rehberleri’nden birinin içinde bir tane var zannediyorum.”

Adı geçen Ramazan‘ın ifadesi okundu. Ramazan bu ifadesinde şöyle söylüyordu: “Evimde bulunan eserler bana ait değildir. Ben Sait Nursî’nin eserlerini okumadım. Muhsin bize gelip okurdu.”

Bundan sonra Sait Nursî hoca ayağa kalkarak salonda hiç kimsenin anlıyamadığı, Osmanlıca ıstılahlarla yazılmış bir kâğıttan müdafasını okudu.

Daha sonra savcı söz aldı ve adresleri bulunamıyan Emin ile Mehmet‘in şehadetlerinden feragat edilmesini talep ederek:

“Gençlik Rehberi” adlı eserin müellifi her ne kadar Sait Nursî hoca ise de, adı geçen eserin Tecelli Matbaasında bastıranın ve satanın Muhsin Alev olduğu ortaya çıkmıştır. Bu eserin basılıp satılmasından haberi olmayan Sait Nursî hocanın beraatini isterim” dedi.

Müdafaaya geçildi. Hocayı iki avukat müdafaa ediyordu. Avukatlardan biri söz alarak, “Gençlik Rehberi” hakkında raporu veren ehli vukufu tenkide başladı. Müdafi, ehli vukufu “kaş yapayım derken göz çıkartan” olarak tavsif etti. Sözlerinin bir yerinde ilâhi ilhamdan bahsetti ve ilhamdan nasibi olmayınları odun parçası olarak vasıflandırdı. Bu söz üzerine Reis avukata, “Şimdi siz, kaş yapayım derken göz çıkartıyorsunuz” diye mukabelede bulundu.

Tam bu sırada Sait Nursî Hoca “öğle namazına ne kadar vakit var?” diye sordu. Muhakemeyi takibedenler arasından biri “1,5 saat var hocam” diye bağırdı.

İkinci müdafii fazla bir şey söylemiyeceğini tebarüz ettikten sonra “Ben bu işi bu muhakemeye sevkeden zihniyetle mücadele etmek isterdim, bugün bunu yapmıyacağım,” dedi.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynaklar:
Ağabeyler Anlatıyor – 7 / Ömer Özcan
SorularlaRisale.com

Kaynak: RisaleHaber

 

www.NurNet.org

Müsbet Hareket Mektubunun Yazılması

İkinci ziyaretim, ilk ziyaretimden altı ay sonra, 1960 senesinin başlarında oldu. Üstad’ımız bundan 2,5 ay kadar sonra vefat etti.

Bu ziyaretim Emirdağ Lahikası’nın en sonundaki mektubun yazılması anında olmuştu. Bu mektup, Ankara Ulus’ta bulunan Beyrut Palas Oteli’nde yazıldı. İşte o sırada, yazıldığı anda Üstad’ın yanında idim. Mektup şöyle başlar:

Umum Nur Talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir.

Aziz kardeşlerim!

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değil¬dir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz… (devamını okumak için tıklayınız.)” diye devam eden, oldukça etkili uzunca bir mektuptur.

O zaman Ankara’da askerdim. Yedek subaylığım bitti ve çekilen kuram Manisa’ya çıktı. Ben evliydim. Diyarbakır’da olan evimi de Manisa’ya getirmeye karar vermiştim. Diyarbakır’a giderken önce Üstad’a uğrayayım dedim. Ve doğruca Isparta’ya gittim.

Karlı bir gündü. Bir otele indim. Bir gazetede “Bediüzzaman Ankara da” diye bir haber gördüm. Orada bir terzi vardı, onu buldum beni Üstad’ın evine doğru götürürken, oradan geçmekte olan Tâhirî Ağabey’i gösterdi. Bak “Tâhirî Ağabey geçiyor” dedi.

Tâhirî Ağabey, velayeti büyük bir zattı. Beni görünce “Kardeşim seni gökte ararken yerde bulduk” dedi. “Buyurun ağabey” dedim. Üstad Ankara’dadır. Bir emanet götürecek birini arıyorduk, onu Üstada sen götür” dedi. “Siz emaneti terziye bırakın, ben götürürüm” dedim. Hakikaten bırakmışlar. Emaneti aldım. Emanet, bir bohçaydı; içinde yumuşak bir şeyler vardı. Muhtemelen çamaşır gibi şeylerdi.

O kış günü Isparta’ya gelmişken Hüsrev Ağabey’i de ziyaret edecektim: heyecandan unuttum.

Trenle yalnız gittim Ankara. Kompartımanımda bir polisin beni takip ettiğini fark ettim. Başımda Mehmet Kayalar ağabeyin takkesi vardı. Onun takkesi değişiktir. Sarık vazifesini de görecek şekilde dikilmiştir.

Ankara garında iner inmez doğruca medreseye gittim. Medrese Ulus’ta, Murat Lokantasının üstüydü o zaman. Belki 500 kişi vardı içeride. Kayalar Ağabey kürsüde oturmuş ders okuyordu. Beni görünce şaşırdı. Kalktı, kucakladı. Ben, “Emanet getirdim. Buyurun” dedim. Kayalar Ağabey üç defa öptü, başına götürdü ve Said Özdemir Ağabey’e verdi. O da dolaba koydu. Kayalar ağabey dersten sonra oteline gitti. Biz cemaatle oturduk akşama kadar oradaydık.

Sonra öğrendim ki Üstad Hazretleri Diyarbakır’da bulunan Mehmet Kayalar’a ‘Acilen gel” diye bir telgraf çekmiş. Yani Kayalar Ağabeyi hususi olarak çağırmış Ankara’ya. Bu arada Üstad’ın İstanbul’a gittiğini duyduk. Gitmeden Mehmet Kayalar Ağabeyle biraz görüşmüş, “İstanbul’a gidiyorum, bekle döneceğim” demiş. Biz de Üstadı bekliyorduk.

Gece, saat tahminen 00.30 gibiydi. Beyrut Oteli’nin önünde Üstad’ı bekliyorduk. Etraf tenha idi, pek fazla kimse yoktu. Birden “Üstad geliyor!” dediler. Nereden geldi bilmiyorum; aniden mahşerî bir kalabalık çıktı ortaya. O kalabalığın nereden geldiğini hâlâ çözmüş değilim.

Üstad çok şatafatlı geldi. Hani kortejle, eskortla liderleri karşılıyorlar ya, sanki onun gibi… Üstad’ın arabasının etrafında motosikletler, ışıklı arabalar vardı. Bütün bunlar çok ihtişamlı geldi bana. Ancak birazdan anladık ki bunlar Üstad’ı kontrol ve takip için görevlendirilen emniyet kuvvetleri imiş.

Üstad’ın arabası otelin önünde bir ileri bir geri yaptı hızla, “tak” diye tam önümde durdu. Etraf gazeteci kaynıyordu. Ben hemen arabaya yaslandım. Üstad’ı görmeyi başardım. Hemen şemsiyeler açıldı. O halde bile Üstad’ın elinde Cevşen olduğunu fark ettim. Arabadan inerken kapattı. O patırtının farkında değildi sanki. Said Özdemir, Üstad’ın koluna girdi, otele çıkardılar. Polisler içeri kimseyi sokmuyordu. Said Özdemir beni tanıdığı için polise “bizdendir” diye işaret etti ve beni de içeri aldırdı. İçeri girmesine girdim, ama yine Üstad’ı göremedim.

BU DERS MEHMET’İN DERSİDİR

Sabahleyin, namazdan sonra Kayalar Ağabey ve diğer yakın talebeleri, toplam 13 kişi vardı. Bu 13 kişinin hepsini tanımıyordum. Hatırımda kaldığı kadarıyla Mehmet Kayalar, Zübeyir, Sungur, Said Özdemir Ağabeyler vardı. Onların içinde ben de vardım.

Üstad, ayakları yerde, karyolasının üzerinde oturuyordu. Mehmet Kayalar’ın iskemlesini karşısına çektirdi. Kayalar Ağabeyin dizleri Üstad Hazretleri’nin dizlerine değiyordu. Bizler de yanda sıralanmış oturuyorduk, iki-üç kişi ellerinde kâğıt kalem Üstad ne derse anında yazıp kaydediyordu. Üstad bir ara bize baktı ve “Bu ders Mehmet’in dersidir. Bunda asla enaniyet yoktur” dedi. Üç kere “Bunda asla enaniyet yoktur” diye tekrar etti. Sonra birden, “Bırak kardeşim, cehennemi onlar doldursun!” dedi. Üstad konuştukça oradaki talebeler mütemadiyen yazıyorlardı. Toplantı böyle devam etti. Sonra biz dağıldık.

Bu hâdiseden benim anladığım, Üstad Hazretleri, Mehmet Kayalar’ı cemaate tanıtmak için bu toplantıyı yapmıştı. Yalnız ondan sonra Sungur Ağabey, Kayalar Ağabeyin odasına girdi. “Ağabey elini öpeceğim. Şimdiye kadar seni anlayamamışız. Üstad’ın bu dersinden sonra anladık” dedi.

Üstad Hazretleri, bu hadiseden üç ay kadar sonra Urfa’da vefat etti. Allah onun hizmetinden bizleri ayırmasın, âmin.

İrfan Haspolatlı’nın hatıratıdır….

Ömer Özcan / Ağabeyler Anlatıyor 3

Said Nursi’nin Mezarını Ben Buldum!

Hürriyet yazarı Yalçın Bayer ve Haber Türk yazarı Murat Bardakçı bugünkü köşelerinde Said Nursi’nin naaşının Urfa’dan kaçırıldıktan sonra denize atıldığını ileri sürdüler. Ancak Said Nursi’nin talebeleri bu iddianın doğru olmadığını çeşitli defalar dile getirdiler.

Urfa’dan sonra Isparta mesarlığına defnedilen Said Nursi’nin naaşı tevafuk eseri bulunur ve oradan başka yere defnedilir. Isparta’daki mesarı bulan Mustafa Pestil o anları “Ağabeyler Anlatıyor” kitaplarının yazarı Ömer Özcan‘a anlattı.

Mustafa Pestil’le görüşmesini Risale Haber’le paylaşan Ömer Özcan, naaşın denize atılmasının da gerçek dışı bir iddia olduğunu söyledi.

İşte Mustafa Pestil’in Said Nursi’nin mezarını bulması ve sonrasında yaşanan gelişmeleri anlattığı sözleri:

Malum, Üstad’ın, mezarının bilinmemesi için vasiyeti vardır. Senirkentli Ali İhsan Tola’nın da bulunduğu bir sırada, “Talebelerimden 12 kişi benim mezarımı bilse zarar vermez” diyor Üstad. Üstad’ın saçları 10 santim kadar uzunmuş ve saçlarına kına yakarmış. Bu vaziyette iken, Urfa yolculuğuna çıkıyor. Orada vefat ediyor. Biz burada Isparta’dayız. Rahmetli Tahiri Mutlu Ağabey var burada. Biz Üstad’ın vefatını geç haber aldık, o yüzden gidemedik. Üstad’ı Urfa’ya defnediyorlar. Yolda giderken Üstad bir talebesine, ‘Beni Hz. İbrahim (a.s.) çağırdı’ diyor.

“60 ihtilâlinde başta Türkeş olarak karar alıyorlar; Üstad’ın kardeşi Abdülmecit’i alarak, kabrini tahta bir tabuta koyup, galvanizli sac’a koyup lehimliyorlar. Boşlukları da kaba talaşla dolduruyorlar. Geceleyin uçakla götürüyorlar, ama Abdülmecit de bilmiyor nereye gittiklerini; fakat ‘Bir gölün üstünden geçtik, bir demir kapıdan geçip oraya defnettik’ diyor; ama muhit neresi, bilinmiyor. Bu böyle kaldı. Sonra polisler
orada nöbet beklediler, ama niçin beklediler bilinmiyor, ama mezarlık tespit edilmişti.

Derken Isparta’da olduğu anlaşılmaya başlandı, ama tam kesinlik kazanmadı. Böyle dokuz sene geçti aradan. Dokuz sene zarfında herkes kendi kafasına göre ‘Acaba burada mı?’ diye aramalar yapıyor. Galvanizli sacla gömüldüğü belli ya… Bu yüzden Rüştü Ağabey, ‘Şişle bile aradım ağabey!’ dedi.

Bir gün Sav’a derse gitmiştik, orada bu konu açıldı. Herkes bir şey söylüyordu. Ben de dedim: ‘Allah’ın izniyle Üstad’ı ben bulacağım.’ Öyle dedim orada o zaman. Sonra benim yeğenimin bir çocuğu doğdu; sonra öldü! Çocuğu yıkadık, koyduk taksiye… Kış günü, çok soğuk… Gittik mezarlığa. Yalnız benimle gidenler bu işleri bilmiyorlardı; ağabeyim de var, ama bu işlerden haberdar değildi. Mezar yeri için karar verdim, ‘Şurayı eşin’ dedim. Bana o anda, kazma vurulunca sanki Üstad’ın başına vurmuşlar gibi bir his geldi… Diz çöktüm, Yâsin okumaya başladım.

Ben Yâsin okurken benim amcaoğlu, ‘Amca burada bir sac çıktı; bu ne olabilir?’ dedi. Ben hemen anladım tabii… ‘Hastahanelerde ölenleri böyle yaparlar, getirirler, böyle gömerler’ dedim. Biraz ilerisini kazdık, çocuğu gömdük. ‘Siz haydi gidin bakalım’ dedim diğerlerine. Onlar gittiler.

Eştim baktım, galvanizli sac ve lehimli… ‘Tamam!’ dedim. Ama içini daha bilmiyorum… Sonra küreğin ucuyla kanırttım, o lehimleri söktüm. Üstad’ın kafası önüme çıktı. Pırıl pırıl… Üstad’ın saçları kınalı; bir şey olmamış gibi, hiç bozulmamış… Üstad, sarığı başından hiç çıkarmazdı, o yüzden her tarafı tamam, tanıdım; fakat saçlarını bilemedim.
Neyse kapattım üstünü, örttüm.

Kimseye bir şey diyemiyordum, çünkü Üstad’a karşı bir yanlışlık olur diye korkuyordum. Sonra Bozanönü’nde Şaban’a sordum, başkasına sordum. Tarif ediyorlar; fakat bir tanesi bile ‘Üstad’ın saçları kınalıdır’ demiyordu. Bir hafta uğraştım, ama demiyorum kimseye. Hiç kimse kınalı demiyor. Allah, Allah! Ezener vardı mesela, o da diyemiyor kınalı diye. Hepsi, her şey tamam, ‘kınalı’ deseler iş bitecek. Sonra Senirkent’e Ali İhsan Tola Ağabeye gittim, ona sordum. ‘Üstad’ın saçları nasıldır?’ diye. ‘Üstad’ın saçları 10 santim uzunluktadır ve kınalıdır’ dedi. Babasına rahmet, düğüm çözülmüştü şimdi!

Bir de tersine koymuşlar tabutu, geceleyin ayaklar kıbleye gelmiş. Fıkıha göre araştırdık, tabutun kıbleye dönmesi lazım geliyordu. Ama tek kişi bunu yapacak güçte değildi. Bunu üç-dört kişiye anlattık, tabutu oradan çıkardık. Mezarı eştik, tabutu çıkardık. Kanırttığımız yerden Üstad’ın yüzünü tekrar gördük. Ondan sonra çok derin bir mezar kazdık orada, altını da epey saptırdık. Bizde çıkarırlar korkusu vardı…

Rahmetli Hacı Nureddin vardı, Atasoyların Ahmet’in babası, İslâmköy’dendir. Nurettin’e dedim ki: ‘Bunu buradan çıkarmasınlar. Buraya bir mezar yap, ama boşluğa koyacaksın; göçtü mü anlarız! Oraya öyle bir beton koyacaksın ki kolay kolay çıkaramayacaklar…’ Böyle bir tertip aldık. Fakat mübarek, bunu ihmal etmiş, yapmamış… Babası Osman Ağabey vardı, rahmetli oldu, o da gidiyor Isparta’da bulunan bir ağabeye anlatıyor. ‘Minareci böyle böyle… Üstad’ı bulmuş!’ diye anlatıyor. O ağabey de emir veriyor, ‘Çıkarın!’ diye. Salim Gümüş ile Sav’dan Bekir Hafız, bir kişiyi de alıyorlar, tabutu çıkarıyorlar… Götürüyorlar ve başka yere defnediyorlar.

Kaynak: Risale Haber