Etiket arşivi: Onkolog Dr. Haluk Nurbaki

Atomdaki Aşkın Sırrı

Modern fizik, senelerce, dalâlet sitesinde bocalayan müsbet ilimleri, hakikat nuruna iletmekde..

Atomu reklâm afişlerinden harp sahala­rına kadar yayan ilim, onun en canlı noktasını tam bir hak analizi ile açıklamadı. Bu yazımızla bu sırlardan iki ana noktayı tam bir riyâzî metodla açıklamak azmindeyiz! Bu gün birer ilmî akide olan bu sırların,

Âyeti kerîmesîle, ayrıca «KÜN» emrinin ih­tiva etdiği mânâ maverasında KUR’ANda bulunuşu, bizlerin ilim zevklerini artırır.

Şimdi Dünyâ ve Arzın yaratılmasına dâir güya müsbet ilim nazariyelerinde «iki kitle­nin çarpışması, her hangi bir sebeble bir mik­tar enerjinin tekasüfü» nü kabul mümkün de­ğildir. Bu eksikliği anlayan ilim adamlarından bir grup da telif edici bir nazariye kurdular. Enerji ve madde, genel jeneratör denilen bir müvellidden hâsıl olur ve birbirine değişebi­lir diye ifâde olunan bu tezde, son asrın atom hakkındaki dehşet verici rakamları karşısın da sönükdür. Son nazariye mucibince kâinat yaradılmış olsaydı, bir atom ancak birkaç senede yaratılabilirdi ?..Atomun her hangi bir metodla görülme­mesine rağmen; riyâzî ve fizik olarak isbat edilen yapısına göre: müsbet yüklü bir mer­kezî çekirdek ve onun etrafında zaman ötesin­de seyreden çeşitli sayıda menfî yüklü elek­tronlar… Bütün bu manzume, basit bir ifâde ile, Güneş sistemine benzer. Bu sistemin ihti­va etdiği enerji, bir şehri mahvedebilir ve bir toplu iğne başındaki atomları saymak, bir in­san için imkânsızdır. Şu rakamlara nazaran on tonluk taşın ihtiva etdiği kudret, Arzın yaratılmasından beri Güneşin Arza verdiği enerjinin çok ötesindedir. Artık Arzın ve hele kâinatın ihtiva etdiği enerjinin hesabı ve tahayyülü muhaldir.

Şimdi mademki Arzın ve kâniâtın her hangi bir müessiri muhayyelen yaratılması, zaman ötesinde mutasavverdir (1). Zamanın en küçük cüzünden daha kısa bir anda tasavvuru muhal bir yaratıcı kudret, bütün atomları imkân âleminde tecelli ettirmişdir. İşte riyaziyenin ve fiziğin son merhalesi, «KÜN» emrinin tasdîki budur. Şübhesiz ki, vasıflarını tahayyül mümkün, aslını tasavvur muhâl yaratıcı olan Allah, ancak şu madde ve enerji hârikasını imkân emr eylemiştir.

Şimdi ikinci noktanın analizine geçiyo­rum. En hakîki ifâdesîle maddenin sembolü olan atomda tam bir aşk mevcütdür. Müstehzi münkire, Sûre-i Bakara’nın 15 inci Âyetinde buyurulduğu veçhile, asıl Allahın onlarla na­sıl istihza etdiğini, Dâvamı müsbet metodla isbat ederek göstereceğim.

Onlar ise şübhesiz inadda devam eder­ler; bunların hâli biz hekimlerce malumdur.

Atomun yukarıdaki yapılış şekline göre, mühim bir suâl hatıra geliyor: Acebâ mad­denin madde oluşunu temîn eden atomun bu bünyesi başka ve daha az girift bir yapılışda olsaydı madde muvâzenesini temin mümkün olmaz mı idi?.. İşte bu imkânın mevcud ola­bileceğini isbat edecek ve asıl yapılışın sırrına yaklaşacağız.

Malûmdur ki, atomun ve maddenin ayak­ta durabilme kabiliyeti, elektronik muvâzene esâsına dayanır. Yine fizik sahasında elektrolik muvâzene, çeşitli şekillerîle mevcütdür: Hayatî kimya ve diğer tabîî ilimlerde gördü­ğümüz veçhile Miçeller sistemi, kolloidâl cisimler, iyonizasyon hâdiseleri, muhtelif ener­ji çeşitlerile husule gelen elektrik muvâzene­leri (ışık, haraket).

Bütün yukarıdaki hâdiselerde cisimler dönmeden gayet basit olarak elektrikî muvâzenelerini temin edebilmektedirler. İşte atom, yukarıdaki çeşitlerini saydığımız tarzlardan biri ile yaratılabilirdi ve yine madde olurdu.

Yine tabiat kanunlarîle çok uğraşanlar bilirlerki, kâinatda bir natürel hâdise, dâima en serî ve en kısa yoldan yaratılır. Bütün bu müteârifelerden şu netice çıkar: Atom ve madde sırf, 

 
Âyeti kerîmesinde belirtildiği veçhile, Allah’ı teşbih ve aşkını izhar için bu kadar girift ve tasavvur ötesi yaratıldı.

Bu kadar derin bir mevzuda garb ilim metodları ve prensiplerîle mevzû’u hal etmek imkânsızdır. Garba pek çok sahalarda ışık veren Muhyeddini Arabi Hz.nin Fütühât‘ında

tefsirinde belirtdiği veçhile, yukarıdaki şekil­le de atom ve madde, saniyenin kâbil-i taksim en ufak cüz’ünde mütenâvip olarak var ve yok olmakda.. Bu şeklîle mevzu, Aynştayn’nın kabul ve isbat etdiği, zaman ötesinde buutlar teorisi ile hâl edilebilir. Hülâsa olarak bu nazariye gereğince zaman kısmen müşehhastır. Hattâ mevcudiyeti de madde için dahi şart değildir. Demek ki, kâinat, saniyede mil­yonlarca var yok oluyor… ve her oluş; zaman ötesi kısa bir anda enerjinin rakseden cüzüler hâlinde temerküzü (atom) dur.

Sûre-i Fâtiha’daki Hamd’in ve hamdiyetin iç mânâsı, bu oluşun ifadesidir.

Kâinatda enerji (KÜN) oluşuyle, anda meydana geliyor ve madde hâlinde yaratıcısı­na Hamdle aşk içinde raksediyor ve onda yok olara, yukarıdaki âyeti kerimenin sırrı tecellî ediyor… sonra emr zamanla mu­kayyet olmadığından tekrar yaratılıyor.

Öyle değil mi? Şehir ceryânı da saniyede elli defa var yok olduğu hâlde dâima yanıyor görüyoruz..

Aşk, yıldızlardan atoma kadar her şeyin sırrı…

____

[1] Mevzû’umuzu dağıtmaması için rakamlar üzerinde durulmadı. Bu rakamlar en ince hesapla mübalağasız olarak hakikatdir.

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki (İslamın Nuru Dergisi)

nurbakimektebi.com

Peygamberimizin Sağlık Konusunda Gösterdiği Hedefler

A — Pislikden Kaçınma ve Genel Temizlik:

İslâmiyetten önce insanlarda düzenli temizlik kavramı yoktu. Tuvalet el yıkama, elbise, yatak ve evini kirlerden arıtma gibi şeyler bilinmiyordu. Bu yüzden salgın hastalıklar dünyanın her yerinde kol geziyor, milyonlar ölümün pençesinde kıvranıyordu.

Alkolün vahşi tahriatı genç nesillerde hasta cılız insanlar sergiliyordu. İslâm dinin gelmesi ve insanlara temizliği öğretmesiyle bu durum değişti. Salgınlar islâm ülkelerinde son buldu. Alkolden kurtulan toplum, dev yapılı sportmen gençlerle doldu. Selçuk ve Osmanlı ordularının askerlerindeki fizikî yapı tüm insanların idealindeki heykeller gibi dünyaya nam saldı.

İslâmiyetin temizlik konusundaki temel prensiplerini özetlersek;

a) Necasetten Arınma: İslâm’da çok önemli bir ibadet olan namaz, ancak temiz olarak edâ edilir. Namaz kılan bir müslümanın vücûdu, elbisesi ve namaz kılacağı yer temiz olmalıdır. Aksi takdirde kendine farz olan günlük beş vakitte namazlarını kılamaz. Bazıları abdest almakla tam temizlik olamayacağını iddia etmek isterler. Dinin temel yasası abdest almadan önce necasetten arınmayı şart koşmuşdur. Yani önce tüm maddî pislikler temizlenecek, sonra abdest alınacaktır.

İslâmiyetin necaset kavramı ise tamamen ilmîdir. İnsanlardan ve hayvanlardan çıkan başta dışkı olmak üzere tüm salgılardır. Mahiyeti bilinmeyen canlı artıkları ve leşler de necis sayılmışdır. Hemen hemen mikrob kaynağı olan her-şey islâm ilmihalinde necis sayılmaktadır.

Bilindiği gibi Efendimizin yaşayış tarzı, tüm insanlar için örnek, dolayısıyla uygulanması şart olan önemli bir dinî kuralıdır; bunlara topluca sünnet deriz. İşte İslâm Dinini, Peygamberimizin yeryüzüne getirdiği temizlik anlayışı bu yönüyle-de büyük bir nimettir.

b) Ağız ve diş temizliği: Tüm insanların 100 yıldan bu yana öğrenmeye çalıştığı tüm ilkeleri Peygamberimiz 14 asır önce getirmiştir. Yazık «devamlı ağız temizliği ve diş fırçalamanın 14 asır önce Peygamberimizin getirdiği tıbbi bir mucize, dini emirlerden biri olduğu», pek çok kişi tarafından bilinmiyor.

Efendimiz, her yemekten sonra ağzım yıkar ve dişlerini mîsvakle temizlerdi; Ayrıca yemek vakitleri dışında bir şey yediklerinde yine mübarek dişlerine misvak sürerlerdi. Her Müslüman bu kaideye uymalıdır.

Diş fırçalanması misvak denilen bir ağaçla yapılırdı. Bu ağaç kaim bir kalem kalınlığındadır. Ve içi fırça kılı kalınlığındaki liflerden oluşur. Islatınca tam orta sertlikde fırça gibi görev yapar.

Misvak kullanan dedelerimiz 90 yaşında inci gibi dişlerini hatırlarsanız efendimizin ağız sağlığına verdiği önemi daha iyi kavrarsınız.

c) Peygamberimizin Beslenme Konusundaki Önemli Mesajları: Yüce Peygamberimizin beslenmede hedef gösterdiği önemli besin maddeleri günümüzde de değerini korumaktadır. Bunların başında süt, daha sonra bal, hurma veya kuru üzüm ve zeytin sayılabilir. Beslenmede yıllardır değişen reçetelere rağmen bilim, dönüp dolaşıp temelde bu besinlerin kıymeti etrafında perçinlenmişdir.

Daha önemlisi mahiyeti belli olmayan yiyecekleri, kesiliş şekli bilinmeyen etlerin yenme-sindeki yasakdır; Eskimiş, bayatlamış, kokmuş, tüm yiyeceklerin yasaklanması da Peygamber Efendimizin sağlığımıza getirdiği baha biçilmez örneklerdir.

Hz. Peygamber yiyeceklerin taze olması, aşırı sıcak, aşırı soğuk yiyeceklerden kaçınılması, yavaş ve çok çiğnenmesini tavsiye etmesi de önemli sağlık prensipleridir. Yine Peygamber Efendimizin yazın hafif yemekleri, yorulduğunuzda tatlı yenmesini tavsiyesi, Türk-îslâm gelenekleri haline gelmiştir.

Şimdi size Peygamberimizin tıb konusunda emirlerini aktaracağım.

Peygamberimizin Tıp Konusundaki Emirleri:

1 —13 asır önce yaşayan Tavaslı Musa İbn-i Ebu Hayyan’ın El Bahis isimli kitabında Efendimizin göz hastalıklarına yaptığı şu tavsiye yazılıdır; «Mantarları alın, rutubetli yerde küflendirin, sonra demir bir şişi ateşde kızdırınız demir soğuduktan sonra demiri küfe sürerek gözlere çekiniz, hatta boğaz ağrısında boğaza sürünüz.» 1250 sene önce Ebu Hayyanın el-Bahis kitabında yazılı olan bu hadis, mikrobun antibiyotiğin bilindiği günümüzde gerçekden akıl almaz bir mucizedir.

2— Aynı kitabda Efendimizin veremliler için tavsiyesi; Medine dışna gönderir açık hava ve süt uygulaması yapardı. Böylece toplumdan tecrit de sağlanırdı.

3— Efendimizin getirdiği bir emir de karantinanın tatbikidir. Bu emri İbni Sina «Kânunname-i Tıp» isimli eserinde aynen almışdır. «Bir yerde veba ve kolera» çıkarsa oraya girmeyin siz orada iseniz sağlıklı olsanız dahi sağlıklı kentlere çıkmayın».

Bu özet kitabımızda Peygamberimizin tıpla İlgili emirlerinden çok önemli bir genel netice çıkmaktadır.

14 asır hiristiyan toplum dâhil tüm toplumlarda hastaların büyücülerin insafına bırakıldığı bir devirde ilk defa Peygamberimiz, bu tıp ilminin yolunu açmış, hastalıklarla ancak tıp yoluyla mücadele ve tedavi sağlanacağını vurgulamışdır.

İşte bu yüzden modern tıp, Peygamber Efendimizden İbni Sinaya, oradan Batı’ya yansıyarak kurulmuşdur.

Nitekim Birleşmiş Milletlerin yaptığı bir araştırmada, büyücü ve muskacılığa sağlık sebebiyle en az ilgi gösteren toplumların, İslâm topluluğu olduğu tesbit edilmiştir.

• Bu yazı Onkolog Dr. Haluk Nurbaki, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, İslam Dininin İnsan Sağlığına Verdiği Önem (Ankara, 1985) kitabından alınmıştır.

Maddeden Aşka

Uzun devirler boyunca insanlık, kâinatın çeşitli hâdiselerini hayran hayran takip etti. Bu azîm meçhuller ülkesinin madde kadrosundan birkaç damla sır, yeni zamanlar çağında, müsbet ilimler vasıtasiyle çözülür gibi oldu. Fakat o asırlarda insanlar, bu sırları dehşetle karşılıyacakları yerde, yine ilimlerinin azlığı sebebiyle garip bir gurur ve nefs itimadı havasına kapıldılar. Müsbet ilimlerle taban tabana zıt nazariyeler uydurdular. Eşyanın meydana gelişini tesadüf; hayatın meydana gelişini de tamamen hayali kozmografya prensiplerine bağladılar. Tabiatteki büyük mâna ve gizli âmil sırrını inkâr ettiler. Bütün bu nazariye fırtınaları, asrımızda az çok dağıldı; fakat hâlâ içimizde, Ondokuzuncu asrın beş defa ölmüş materyalizmasına inanan ilim mürtecileri var! Onlara hitap edilmeye bile değmez.

Şimdi size eşya ve hayatın mânasına ve maddesine ait büyük bir kanundan bahsedeceğim: Bu prensip, bütün hayatın ana gayelerinden birini teşkil eder. Hiçbir hâdise yoktur ki, bu kanuna tâbi olmasın. Biz bunu her gün, her hâdisede, binlerce kere görürüz. Bu prensip, hayat ve ölüme dair olaylarda, kendini her defa gösterir. Böyleyken, onu bir türlü ifade edemeyiz. Bu muhteşem kanun MUHABBET kanunudur. Bu prensip, çeşitli isimlerle bize az çok tanıtılmıştır. En basit muhabbet ifadesi, kütleler arasındaki cazibedir. Bu sırrı, Güneş ile Ay arasındaki cazibeden tutunuz, atomdaki elektron ve pozitron arasında mevcut alâkaya kadar teşmil edebilirsiniz. Neticece bakımından cazibe hâdisesi, tamamiyle riyazi kanunlar vasıtasiyle çerçevelenmesi mümkün bir madde kanunu sayılabilirse de, ani ve üstün hakikat gözüyle madde üstü bir vakıa olmak mevkiindedir. Nitekim onu, ziya, enerji, elektrik gibi, maddi unsurlar zümresinin bir tezahürü olarak kabul edemeyiz.

Son zamanlarda fizik, madde ve enerjiyi birbirinden tamamıyle ayırmiştır. Enerji bahsinde de, tezahür başlangıcını, madde üzerinde şekil değiştirme hallerinin cazibeden doğduğu fikirle izah eden ekole bir ân için taraftar olalım: O zaman, cazibenin madde üstü mânasına biraz daha yaklaşmış oluruz. Nihayet, cazibeyi, tezahüründe maddenin sadece vasıta rolü oynadığı bir tecelli olarak izah eden âlimler, hulasaten şu fikirdedir: «Cazibe, maddenin aslında mevcut ve ondan eski bir mâna cevheridir.»

Son zamanlarda, tabiatteki her hâdiseyi cazibe kanununa iliştiren (Aynştayn; dahi, bu fikre bağlı bir görüş şubesini temsil eder.)

Kimyevi birleşmelerde (afinite-alâka) kanunları, soğuk ve kuru ilim diliyle muhabbet prensipinin ikrarıdır. Madde toplulukları, cüz cüz, bu kanunun her cüz’e birbirini tercih ettirici ifadesi olarak meydana gelmiştir.

Manyetik sahalar, fizikteki ince boru tecrübeleri, müsbet ve menfi elektrik kutupları gibi nice hâdiseler vardır ki, Allah’ın maddeye nakşettiği ezelî aşk kanununun en belâgatli ifadesini verirler. Bir ilim adamının, kuru ilim müşahedesiyle hiçbir zaman hissedemiyeceği şekilde, bunlar ve bütün eşya, işte bu muazzam cazibenin deveranı içinde Yaratıcısını zikreder, durur.

Canlılar âlemine gelince; onda, bu muhabbet prensipinin bambaşka bir ihtişam haline kavuştuğunu müşahede ediyoruz. Hücre yapısını ayakta tutan hayati kimya kanunları, kan, teneffüs, mikrop mücadeleleri, baştanbaşa muhabbet ve cazibe dâvasını gösterir delillerdir. Hattâ ölüm bile, ters tarafından muhabbeti isbat edici bir vesikadır. En İleri ilim adamları demişlerdir ki: «Ölüm, zamanı gelince vücudun en tabii ihtiyacı olur; ve hücre, bu neticeyi hasretle bekler.»

Ölümden sonra vücutta şiddetli bir dağılma görülür. Bu dağılma, vücut maddesinin, kendi aslına rücuunu ve kendi aslı olan kömür, azot ve oksijen unsurlarına dönmek isteyişini madde plânında anlatır.

Meydana getireceği nesillerden tamamiyle habersiz, erkek ve kadın cinsiyet hücrelerinin birbirlerini çılgınca aramaları da, davamızın baş delillerinden bir tanesidir.

 

Şüphesiz ki, tabiatteki en ince ve girift yapıyı canlandıran insanda, muhabbet, en yüksek ve ileri derecesine kavuşmuştur. İnsanoğlunun, mabedinden kapısının eşiğine kadar, meydana getirdiği hiçbir eser yoktur ki, esas bakımından aşk ve muhabbete dayanmasın. Aşksız insan, bir gübre yığınından farksızdır!

İlim görüşünü aşk görüşüyle telif edebilecek bir fikir adamına ancak şu son teşhis yakışabilir: «Her şey muhabbetten ibaret; muhabbetin aslı ve hakikati de Allah a bağlıdır.»

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki

nurbakimektebi.com

Şeytan Gönle Giremez, Amma…

Yusuf Sure’sinde,  ‘Yusuf GÖNLÜ temsil eder’, ‘Yakup RUHU temsil eder’, ‘Kardeşler de NEFSİn on şiddetli özelliğini temsil eder’. Sure-i Yusuf’ta, Hz. Yusuf’un gördüğü rüyayı yoran babası Hz. Yakup’tur. Ayette, “daha önce İshak ve İbrahim’in ceddin olan İshak ve İbrahim’in soyuna nasıl bilgilerin tümünü ilham etmiş, öğretmişse sana da hadisatın te’vilini öğretecek” diyor. “Ve böylece sana verdiği nimeti tamamlayacak” diyor. Demek ki  Cenab-ı Hak hadisatın te’vilini öğretecekmiş Hz. Yusuf’a,  rüyanın mânâsı buymuş. Hiç alakası var mı, kafanızdan geçer mi, böyle bir rüyadan böyle bir yorum çıkacağına dair?

Rüyada niçin on bir yıldızla bir güneş, bir ay secde ediyor… ve bu rüyadan çıkan netice ayetle  ALLAH, YAKUP’UN DİLİNDEN YUSUF’A DOLAYISIYLE HEPİMİZE VERDİĞİ MESAJDA DİYOR Kİ; “SEN HADİSELERİN TE’VİLİNİ YAPACAKSIN, YORUMUNU YAPACAKSIN VE BÖYLECE ALLAH SANA VERDİĞİ NİMETİ TAMAMLAYACAK” OĞLUM YUSUF DİYOR. Gönül denen şey fevkalade hassas bir plak gibidir. Yusuf rüyayı görür görmez, lisana döktüğü an bütün kardeşleri nefsleri rüyayı kopya yapıyorlar.

Kopyalayabilmeleri için Hz. Yusuf’un ağzıyla rüyayı söylemesine lüzum yok. Yaptıkları kopyayı Hz. Yakup’a kıyasen, Cenab-ı Hak Yakup’un ağzından; “KARDEŞLERİN SANA TUZAK HAZIRLARLAR. SENİ YOK ETMEK İÇİN, TUZAĞA DÜŞÜRMEK İÇİN TUZAK HAZIRLARLAR” dedikten sonra da kardeşlerin bu tuzağı hazırlar deyip orada bırakmıyor. Bir cümle daha ilave ediyor.” ÇÜNKÜ ŞEYTAN İNSANIN APAÇIK DÜŞMANIDIR.”

Demek ki NEFİSTE MEYDANA GELEN DÜŞMANLIKLAR, NEFİSTE MEYDANA GELEN KISKANÇLIKLAR İCRAAT İÇİN ŞEYTAN GEMİSİNE BİNİYOR. Burada karşılıklı olan incelik şudur. Bir gönülde; ihtiras, hisset, şüphe, cebanet yani korkaklık, reyb kuşku, haset ve seyyaliyet yani bir türlü kararsızlık ve zulüm gibi hususiyetler varsa ki bunların her birisi Yusuf’un kardeşlerinden birini temsil eder. Böyle bir takım menfi hususiyetler gelir  nefste oturur. Demek ki şeytan, Yakup’un on evladıyla birlikte hareket ediyor. Onları gözetleyip duruyor.

PEKİ, ŞEYTAN NİYE KENDİSİ GİDİP DE YUSUF’U KARIŞTIRMIYOR, KARIŞTIRAMIYOR? ÇÜNKÜ ŞEYTAN GÖNLE GİREMEZ, BUNU UNUTMAYINIZ! GÖNLE ŞEYTAN GİREMEZ, ŞEYTANIN GİREBİLECEĞİ YER NEFSTİR. NEFS OLDUĞU İÇİN ŞEYTANIN GİREBİLECEĞİ YER, GÖNLE GİREMEDİĞİ İÇİN, BİR NEFS BİNEĞİ ARIYOR ŞEYTAN. YUSUF’A GELEBİLMESİ İÇİN, YUSUF’A BİR ZARAR VEREBİLMESİ İÇİN BİR VASITAYA İHTİYACI VAR. BU VASITA DA YUSUF’UN KARDEŞLERİDİR.

Şimdi bunu alalım bizim iç dünyamıza: ŞEYTAN BİZİM GÖNLÜMÜZE GİREMEZ AMA GÖNLÜMÜZE GİRMEKLE VAZİFELİ OLDUĞU İÇİN BİR VASITA ARAR. O VASITA DA NEFSLERİMİZDEKİ MEVCUT DEMİNKİ SAYDIĞIM HUYLARDIR. HİSSETİNİZ, KİNİNİZ, GURURUNUZ, ZULMÜNÜZ, KORKAKLIĞINIZ, KARARSIZLIĞINIZ, ŞÜPHENİZ GÖNÜLDE DOĞDUĞU ZAMAN BUNLAR BİLİN Kİ YUSUF’UN KARDEŞLERİ NEFSİNİZDE FAALİYETTEDİR. Çünkü Yusufunuzla (gönlünüzle) aynı vücut ikliminde nefsin tüm huyları mevcuttur. Gönlün kardeşidir bu duygular! Bu menfi duygular sizde doğduğu, faaliyete geçtiği ân ne olur, şeytan bizim gönlümüze bu duygular vasıtasıyla gelir oturur.

Âyetin bu kısmında şu halde bize verilen mesaj şudur: GÖNLÜNÜZDE BİR YÜKSEK İLÂHİ LÜTUF GEREĞİ BİR İLHAM, BİR GÜZELLİK ZUHUR ETTİĞİ ZAMAN KENDİ FİKRİNİZDEN BİLE, KENDİ KENDİNİZDEN BİLE SAKLAYINIZ, bunu diyor. Aksi takdirde nefsinizle şeytanın işbirliği, o size gelen bereketli feyzi alır, götürür. Unutmayınız, nitekim Sure-i Yusuf da almış götürmüş.

O halde deminki söylediğime geliyorum. Hz.Yakup’un acele olarak âmân kardeşlerin duymasın demesindeki kasıt, İÇ DÜNYANIZA DÜŞEN BİR GÜZELLİĞİ SAKIN OLA Kİ TEKRAR ETMEYİN, SAKIN OLA Kİ ONA-BUNA SÖYLEMEYİN, AYNEN GÖNLÜNÜZDE KALSIN, YALNIZ SİZ BİLİN. EĞER O GÜZELLİĞİ İÇİNİZDE TEKRAR DAHİ ETSENİZ, MUTLAKA NEFSİN İÇİNDE BULUNAN, YUSUF’UN KARDEŞLERİ GİBİ HIYANET İÇİNDE OLAN ŞEYTAN TARAFINDAN TUZAK HAZIRLANAN BİR SİSTEME RÂCİ OLURSUNUZ. Gidersiniz yazık olur. Unutmayınız âyetin birinci mesajı budur.

Cenâb-ı Hak gönlünüze bir güzellik verir birdenbire bir hasret çekersiniz: “Ah! Şimdi bir Medine’de olsam da Efendimiz’in taşını toprağını bir koklasam. Ayy! İçime emin ol geldi gibi, neredeyse gideceğim. İçime düştü aşkı, filan”gibi. Bu gibi gönle ait tüm güzellikleri dilinizle sakız etmeyin! BU GÖNLE DÜŞEN BİR İLHAMDIR. Bunu sakız ettiğiniz takdirde boşa gönderirsiniz. ŞEYTAN, BU GİBİ HAVADİSTE DERHAL TELSİZİN BAŞINA OTURUR. BÜTÜN TEŞKİLATINA TAMİM (GENELGE) GÖNDERİR: “Ahmet Efendi, Resulallah’a karşı şiddetli bir duygu duydu. Gönlünde bir ışık parladı. Gidin ne yapın yapın, Ahmet efendinin nefsinin bütün kardeşlerini bulun, Ahmet efendinin gönlünü (Yusuf’unu)  (on menfi) kardeşlerine, boğdurun!” diye yayın yapar.

Onun için âyet ihtar ediyor. Sure-i Yusuf çok azametli bir suredir. Aman içinize doğan bir ilhamı sakın ola ki faş etmeyin! Kendi gönlünüzde tutun. Kendi kendininize bile söylemeyin! Çünkü kendi kendine söylersen nefs şeytan işbirliği ile onu alır, gurura götürür. “Gördün mü, sen nasıl azametli bir adamsın, Resulallah’tan artık sana cereyan geçiyor. Tamam, senin işin, cennette sekiz dönüm tarla, bu dünyada evliyalık hazır” der.

Bütün bunlardan nasıl kurtulabileceğiz, bize bu sureler ne anlatıyor bunu şimdiye kadar bilmiyormuşuz, öğrenememişiz. Bu sureyi okuyup sadece vah Hz. Yakuba vah Hz. Yusufa diye ağlamışız! HALBUKİ GÖNÜLE DÜŞEN BİR DUYGU FEVKALADE ÖNEMLİ VE TEHLİKELİ BİR CANAVARLAR TARAFINDAN BEKLENİYOR. BÖYLE AT ÜSTÜNDE BEKLİYORLAR, PARÇALAYIP KAPMAK İÇİN! PEKİ, BUNLARIN KOORDİNASYONU KİM SAĞLIYOR, ŞEYTAN!

Şeytan sağladığı için âyet-i kerime diyor ki; ŞEYTAN SİZİN DÜŞMANINIZ AMMA GÖNLE GİREMEZ! GİREMEZ AMMA TIPKI YAKUP’UN DİĞER ON OĞLU GİBİ NEFSLERİNİZDE MEVCUT OLAN ON ADET MENFİ HASSENİN HERHANGİ BİR TANESİNE GİRER VE SİZİ CAN YUSUF’UNUZ OLAN GÖNLÜNÜZÜ SONUNDA KUYUYA SALLAR diyor. Ancak, Fahr-i Kainat Efendimiz, ümmetin rüyaları kime anlatılacağı hakkında buyurdukları gibi, gönle ait güzellikleri, rüyalarınızı ancak aptestli bir mümine anlatınız. Âyetin bu noktasındaki önemini hiç unutmayınız.

Bu yazı Onkolog Dr. Haluk Nurbaki’nin Cami Vaazları, Sure-i Yusuf sohbetlerinden derlenerek hazırlanmıştır.

nurbakimektebi.com

Çağımıza Mesaj

“Duhâ sûresi” çağımızda büyük bir mucize sırrı taşıyan bir Kur’ân mesajıdır. Bu sûre, Efendimizin üzüntülü bir devrinden sonra inzâl olmuştur ve yalnız O’na hitab etmektedir.

Efendimizin üzüntüsünün sebebi ise, kendisinden asırlarca sonra gelecek olan mü’minler adına duyduğu endişelerdir.

Onların yaşayacağı zulümlü zulmetli çağları Allah’ın izniyle görüyor; ümmetinin azalacağını ve insanların pek çoğunun kurtuluştan nasipsiz kalacağını düşünerek üzülüyordu.

Fakat, Cenâb-ı Hak, Efendimize bu sûre ile teminat vermiş ve bilhassa şu içinde bulunduğumuz çağdaki mü’minlerin imanına kefil olmuştur.

Rabbimiz “Duhâ” sûresinde bir videonun kasetini ileri çevirmekten daha kolay bir şekilde gelecek asırları perde perde göstererek Habibini teselli etmektedir. Tabi bu arada, O Habibin ümmetine de o büyük müjdelerden paylar düşmekte. Her nimete olduğu gibi müjdelere de nailiyetimiz O’nun yüzü suyu hürmetine…

Sûrenin özet olarak yorumu şöyledir:

Âyet 1–2: Habibim, senin nurunu nasıl bir “duhâ”ya, yani, en parlak ve en ihtişamlı bir kemâle ulaştırmışsam; asırlar sonra beşeriyetin “Leyl-i Secâ”, yani, derin bir gece karanlığı, şiddetli bir vahşet devresinde de mü’minlerin teminatı Ben’im! Onlara bir ilim güneşi vereceğim. Kur’an İ’cazı bütün ihtişamı ile zuhur edecektir!

Âyet 3: Rabbin sana “veda” etmedi ve ümmetine çok düşkün olmandan gücenmedi. Sana olan lütfu kesiksiz ve ebedîdir!

Âyet 4: Gelecek zamanlar senin ve ümmetin için daha mükemmel olacaktır. İslâm’ın istikbâli aydınlıktır, geleceği, geçmişinden daha hayırlıdır!

Âyet 5: Ey Sevgili Peygamberim! Sen ümmetine harîssin, sana bol bol ümmet vereceğim; onları tarihin her devrinde insanların en hayırlısı edeceğim… Sen “Razıyım” deyinceye kadar…

Âyet 6: Seni “emsalsiz” bir fıtrat ile yaratarak, “vâcid” sırrım ile sonsuz mânâ zenginliklerine erdirmedim mi?

Âyet 7–8: Senin nefsine de bütün “hidayet” sırlarını cem ederek, mânevî güzelliklerin tamamını sana vermedim mi? Seni “yalnız” yarattım ve sonra sana insan, cin ve melek olarak, bütün kâinatı, ümmet eylemedim mi”?

Âyet 9–10: Habîbim! Bana ümmetin için naz âleminde sitem etme; onları, senin dilediğin gibi nimetlerime gark edeceğim!

Âyet 11: Öyleyse, Rabbinin nimetlerini açıkla, bütün incelikleriyle ümmetine bildir. “Duha” sûresi ile de ilân ettiğim İlâhî taahhütlerimi onlara müjdele!

Mânâ ilmiyle meşgûl olanlar “Leyl-i Secâ” ile remzedilen karanlık devrin ve doğacağı müjdelenen “İlim güneşi”nin hangi çağda olacağını merak etmişlerdir. Bunun anahtarı ise “Sûre-i Fil” dedir. Zira, İslâm güneşi, yani asr-ı saadet, Fil Vak’ası’ndan 40 yıl sonra “Duhâ Sırrına” ermiş; en parlak çağa erişmiştir.

İkinci Cihan Harbi’ndeki hava bombardımanları Fil Vak’ası’nı andırmaktadır. 1940’da başlayan bu bombardımanlardan 40 yıl sonra; milâdî 1980, hicrî 1400’de İslâm’ın ilim güneşi duhâ sırrı ile parlamıştır.

Nitekim Avrupa’da pek çok ilim adamı 1980’den itibaren İslâmiyet’i kabul etmeye başlamış; toplu halde ihtidalar da bütün dünyada hız kazanmıştır.

Duhâ sûresinin verdiği müjdeler bir bir tahakkuk edecektir, İnşaallah!

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki – Zafer Dergisi