Etiket arşivi: osman çakmak

Bir Yıldız Daha Kaydı… Vahdet Ağabey Beka Alemine Göçtü

Ölüm, güzel bir insanı daha aramızdan aldı:  Vahdet Yılmaz
Amansız malum hastalığa yakalandı…
Umarız şehid olarak gitti.  Ebedi aleme ve ebedî saadete  uçtu.  Çünkü o bir şevk adamı, bir şefkat kahramanı,   bir tevazu, bir ihlas abidesi idi.  O hep  davasını düşünen adamdı. Dünyada geride hiçbir şey bırakmadan gitti.
Her yere Hızır gibi yetişmek, herkesin yaman gününde yanında olmak, herkesin derdi ile ilgilenmek onun şanındandı. Onun tanıdıkları ile etrafında olanlarla mutlaka  tatlı bir hatırası vardır.

Onu Erzurum’da üniversite öğrencilik yıllarında tanıdım. Erzurum Kültür ve Eğitim Vakfı yurt-pansiyonları ile ilgilenirdi. Üniversite yurtlarında da  sohbetlerin/toplantıların yapıldığı yerler vardı.  Oralarla da ilgilenirdi.Bir de Üniversite yurtlarının yanında yer alan  Üniversite camiinin lojmanı vardı. Orada da öğrenciler kalır, sohbetler olurdu.  Oradaki sohbetlere de  katıldığımı hatırlıyorum.    Prof. Ahmet Akgündüz’ün üniversite camiinde imam olduğu yıllarda. Ahmet hocanın  ateşin  sohbetlerindeki cazibe ile bütün şehir akın ederdi.
Nerede hayırlı güzel bir potansiyel ve gayret var. O orada ona destek olurdu. Kuru bir hizmet adamı olmanın ötesinde bir kültür ve dava adamıydı. Bir Osmanlı gibi yaşardı. Sahabe hayatının sadeliği  vardı üzerinde.  Çünkü Avrupai yaşam tarzının her tarafı istila ettiği şu ortamda doğal olanın,fıtri olanın ne olduğunu yani Sünnet-i Peygamberiyi ihya etmeyi gaye edinmişti.
12 eylül 2020  günü vefat etti. Gariptir ki 12 Eylül İhtilal cuntasının eli Erzurum’a kadar uzanmıştı. Onu da  rahatsız etmişti.  Erzurum’dan İstanbul’a taşınmıştı o yüzden..
12 Eylül idaresi onu da  bizar etmişti. Askeri idare Erzurum’dan ayrılmasına sebep oldu.    O yıllarda öğrenci yurtlarının etrafının sarıldığını, topluca ifadeler alındığını hatırlıyorum. O yıllarda.  12 Eylül idaresinin görevlendirdiği yüksek rütbeli subaylar, Üniversitenin büyük anfilerinde, polis evinde, ordu evinde dini gruplar aleyhinde  irticai eylemler diye konferans veriyorlardı.
Şöyle bir hatıramı nakledeyim: Biz de bir iki arkadaşla tüm konferanslara katılıyor, bu anlatılanların  doğru olmadığını konferans sonrası  lisan-ı münasiple hatırlatıyorduk. Hangi cesaretle yapıyorduk bunu bilemiyorum. Çünkü mülki idare heyeti bunların önünde el pençe süklüm püklümdü. Hatta bir defasında konferansı veren komutanı   iyi  sıkıştırmıştık.  “Anlattıklarımızın yanlış olduğunu biz de biliyoruz Ancak görev icabı ”  dediğini iyi hatırlıyorum. Tabi bunu özelden söylemişti. Benim elimde Tarihçi Cemal Kutay’ın Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı: Bediüzzaman Said Nursi” kitabı vardı. Cemal Kutay   Milli Güvenlik Konseyi toplantılarına katılan askeri makamlarca takdir edilen  Kemalist bir tarihçi idi. Ama Bediüzzaman’ın kurtuluş harbindeki ve milli mücadeledeki faaliyetlerini biliyor ve kitaplarında anlatıyordu.
Vahdet Yılmaz Bir Kutup Yıldızı gibiydi
Onu yetiştirdiği ve rahle-i tedrisinden geçtiği çocuk ve gençlerin sayısı az değildir. O yetiştirdikleri ile kopmayan bir gönül bağı kurardı.
Onun eli Türkiye’nin dışına uzanırdı.Yurt dışından misafirleri az değildi.  Ecdada,  ecdat yadigarına, Osmanlı kültürüne hayrandı. Ecdadın unutulan meziyetlerinin diriltilmesi için gayret gösterirdi. Kitabeleri okuma merakı vardı. Onun yaşadığı mekan  kültürümüzü yansıtan küçük bir müze gibiydi.  
Vahdet abi, tevazuun doruk noktasındaydı. Öğrenciler kaldığı yeri temizlememiş, ihmal etmişse o eline temizlik aletini alır, temizlerdi. Velevki orası wc bile olsa. Bir öğrencinin maddi mağduriyeti varsa, ona hissettirmeden giderirdi.
Ders yapma kapasitesinde birilerini buldu mu, kendisinden 40 yaş küçük olsalar bile onları ders yapma makamına oturtur, kendisi ise, ders yapılan salonun en aşağısında kapının dibinde otururdu.
Geçmişte İstanbul’a ne zaman gelsem ziyaret ederim, ondan istifade ve feyiz almaya çalışırdım. Onun lisanından ziyade hali konuşurdu. Yaşayan bir Sünnet-i Seniye modeliydi. Sahabe  hayatının günümüzde bir yansımasıydı. Onun hal ve hareketi her seferinde bir ders verirdi.
O şahsını hiçbir zaman öne çıkarmadı. Kendisi için değil başkası için yaşardı. Kimsenin aleyhinde konuştuğuna, kimsenin gıybetini yaptığına görmezsiniz. Hangi grupta hangi meşrepte olursa olsun her grupla  muhabbete çok önem verirdi. Diğer grupların büyükleri ile çok iyi ilişkiler içindeydi.
Şüphesiz böyle örnek şahsiyetlerin tanıtılması önemli. Bizde adettir, değerleri daha çok ölümünden sonra farkederiz.  Kanaatımca Vahdet Yılmaz’ın hayatı kitaplara hatta filmlere konu olmalı. Çünkü, o,  şu fırtınalı çağımızda nasıl istikametli bir hayat yaşanır?  kimseyi kırmadan,  ortalığı döküp dağıtmadan, insanları incitmeden nasıl müsbet hareket edilir?  örneğini yaşayışı ile  ortaya koydu.
İçtimai ve siyasi fırtınalar içinde yanılmadı. Basiret insanıydı. Gerçek üstü gerçeğin nerede ve kimde olduğunu gayet iyi bilirdi.
Hulasa, Vahdet ağabey,  hayatını kaybetmedi,  Fena âleminden beka âlemine geçti. Askerliğini, talimini, cihadını hakkıyla  tamamladı, teskere aldı, gurbet diyarından asıl vatanına, ahirete, göçtü.
Yaklaşık 10 yıldır İstanbul’dayım. İstanbul’a  yerleştiğimde daha çok ziyaret ederim düşüncem maalesef   tahakkuk etmedi. O yüzden vefat ettiğini duyunca  mahcubiyet hissettim.
Rabbim onu Firdevs cennetlerinde ağırlasın.  Kardeşleri Talat beye, Servet beye, Saffan beye, Arif beye, bütün onu seven dost ve kardeşlerimize sabr-ı cemil ihsan eylesin.  Tokat’ta kaldığımız yıllarda,  Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesinde öğretim görevlisi kardeşi Saffan beyle uzun yıllar aynı apartmanda komşuluk yaptık. Ona da hassaten taziyetlerimi bildiririm. 
Osman Çakmak

Yaratılış Çekirdeği ve Peygamber Nuru

BIG BANG yaratılış patlaması ve kâinatın bir balon gibi şiştiği ve büyüdüğü, galaksilerin büyük bir sür’atle birbirlerinden uzaklaştığının keşfi, geçtiğimiz yüzyılda kozmoloji denen evren-bilimin en büyük zaferlerinden birisi olmuş, bu keşifle birlikte bilimde yeni bir dönem başlamıştı. Kâinat her geçen gün şişip büyüyor, akıl almaz süratte genişliyordu. Demek ki evren elbette ki, geçmişte daha küçüktü. Galaksiler ve galaksiler arasındaki ‘uzay’ birbirine yakın hattâ bitişikti. Daha da önceki dönemlere gidildiğinde hiçbir genişlemenin olmadığı bir ‘zaman aralığı’ bulunmalıydı.

Yaratılıştan öte ‘belirsiz ve tarifsiz’ durumlarla karşılaşılmıştı. Yani fizik ötesi bir durum arz ediyordu yaratılış çekirdeği. Soyut bir öz çıkıyordu karşımıza. Kâinatın bir çekirdekten çıktığı, bu çekirdeğin ise madde cinsinden olmadığı açıkça belirmişti. Bediüzzaman, kâinatın Peygamberin nurundan yaratıldığını muhtelif eserlerinde dile getirir. ‘Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur’1 hadisini buna delil gösterir. Yine Bediüzzaman, her şeyin bir sebebe bağlandığı bu hikmet dünyasında, şu görünen âlemin başlangıcının bir çekirdekten yaratılmasının İlâhî hikmete daha uygun olduğunu ifade eder ve tüm varlıkların hakikat-ı Muhammediye’den nur aldığını ve o nurla alâkalı olduğunu ve temelde o nurun bulunduğu üzerinde durur.

Evet Big Bang Teorisi’ne göre âlem nihayet derecede küçük bir ‘kozmik yumurta’dan açılmıştı. Bu kozmik yumurtayı Peygamberin nuru ile ilişkilendirebilir miyiz? Malum, bir damla su okyanusu temsil edebilir. Hücrede insanı, atomda galaksiyi görebiliriz. Maddîliğin sırrı, kuant denen en küçük ‘boyutsuz’ bir koordinat noktasından itibaren başlaması; bundan önce her şeyin ‘Nur-Takyon’ denen ‘sonsuz bir kudret’ etkisinde kalması temeldeki madde ötesi bir mahiyete işaret etmektedir. Acaba tüm varlığı içine alan o metafizik mahiyeti, ‘Peygamber nuru’ ile ilişkilendirebilir miyiz?

Tüm varlıkların peygamberin nuru ile alâkadar olmasını ‘Kuantum Teorisi’nin ortaya koyduğu, inkılapçı bakış açısından değerlendirdiğimizde açıklayıcı sonuçlara ulaşmaktayız. Atom fiziği alanında gözlenen parçacıklar, kendi başlarına izole edilmiş varlıklar olarak hiç bir mânâ ifade etmez. Kuantlar ölçeğinde her şey sanki birer ada gibi birbirinden bağımsızdır ama bu sayısız adaların alttan okyanus tabanından birbirine kara bağlantıları mevcuttur. Böylece fert (cüz), tüm olana (küll) bağlanır. Tüm parçaların arasında münasebetlerin devam ettiği bir doku ve örgü bütünlüğü vardır. Buna ‘Hologram Teorisi’ de destek vermektedir. Bu teori, bütün var edilmişlerin aynı bütünün parçaları olduğunu, dolayısı ile hepsinin özlerinin bir ve birbirine eş bulunduğunu, her birinin bütünün bilgisini içinde taşıdığını ve ona uygun gelişme sağlanırsa, bütünün tam görüntüsünü yansıtabileceğini ileri sürmektedir. Bütün bilgilerin her an ve her yerde kullanıma hazır bulunduğunu söyler. Evrenin parçalanamaz bütünlüğü ve her şeyin her şeyle bağlılığı, yani evrendeki birlik, bilimcilerin en çok dikkatini çeken kozmos gerçeği haline geldi. Bu gelişmeler ışığında Bediüzzaman’ın vurguladığı, tüm varlıkların peygamberin nuru ile alâkadar olması ve o ‘hakikatin özünü’ taşıması konusu daha anlamlı ve anlaşılır hale gelmektedir.

Tasavvufta Nur-u Muhammedî

Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu, bütün varlık âlemlerinin peygamberin nurundan yaratıldığı teması tasavvuf anlayışında genişçe yer alır. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halk edilmiştir. Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. Tasavvufta sık sık kullanılan ve kudsî hadis olarak da rivayet edilen, ‘Sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım’2 ifadesiyle varlığın Hz. Muhammed için yaratıldığı anlatılır. Risale-i Nur’un birçok yerinde de bu hadis nazarlara sunularak kâinatın yaratılış sebebi olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) gösterilir.

Emirdağ Lahikası’ndaki bir mektupta, bu hadis-i kudsîye dair yazılan ‘Bu hitap zahiren Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselama müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevil hayata racidir’ şeklindeki bilgiyi Bediüzzaman tadile muhtaç görür ve şöyle izah getirir: ‘Çünkü küllî hakikat-ı Muhammediye (a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i Âzam’ın tecellî-i azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslisi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından…’ Hz. Peygamber’in (sav) risâlet ve nübüvveti temelde, diğer bütün peygamberlerden önce idi. Nitekim O, bir hadislerinde: ‘Hz. Âdem, henüz çamur ve balçık arasında debelenirken, Ben peygamber idim’ buyurmaktadır. Bu mesele, tasavvufçularca ‘hakikat-ı Ahmediyye’ unvanıyla geniş bir şekilde ele alınır. Onların bu mevzudaki mülahazalarında, hakikat-ı Ahmediyye, aynı zamanda kâinatın da hakikati olarak işlenir.

Yaratılış Ağacı

Sonsuz küçüklerden Planck uzayının da altından galaksi sistemlerine kadar varlık âlemi, her birim, bir üst sistemin bilgisi ve denetimi altında bir iş bölümü düzen içinde yaratılmıştır. Varlığı bir piramit gibi aşağıdan yukarı düzene koyduğumuzda piramitin tepe noktasında insanın yer aldığını göreceğiz. Veya bu âlemi bir ağaca benzetelim. Bu muhteşem ağacın meyvesi insandan başkası değildir. O muhteşem ağaçta Arzımız, Güneş sisteminden bir dal ya da yaprak mesabesinde kalır. Bahar midemize çalışıyor, Güneş gözümüze; ciğerlerimizle havayla alışverişteyiz. Çiçekler bizim için bezenmişler. Şu görünen âlem, bedenimizin imdadına durmadan koşarken, bedenimiz de her an ruhumuza hizmet etmektedir. Bütün ihtişamıyla üzerimizde boy gösteren gök kubbeyi bir kitap gibi okur, mütalâa eder, ondaki sırları çözeriz. Bu şeref sadece bize, yani insanlara verilmiş. İlâhî hikmetin gereği, yaratılış ağacının da bir çekirdekten yaratılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki, madde âleminden başka diğer âlemlerin numunesini ve esaslarını da içine alsın. Çünkü binler muhtelif âlemleri içine alan kâinatın asli çekirdeği ve menşei kuru bir madde olamaz. Madem kâinat ağacından daha evvel, o türden başka ağaç yok. Öyle ise, ona kök ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine kâinat ağacında bir meyve elbisesinin giydirilmesi, yine Hakim isminin gereğidir.

Kâinatın gerek İlâhî ilimdeki ilk özetine, gerek fizik âleme çıkışındaki o çekirdek varlığa ‘Nur-u Muhammed denilmesinden anlaşılıyor ki, Allah’ı bilmede, onu hamd ve tesbih etmede en ileri mertebeye ulaşan, Allah Resulü’dür (a.s.m.). Bütün İlâhî isimlerin en ileri mertebesine de O (a.s.m.) mazhardır. Bu durumda, kâinatın yaratılmasından asıl gaye de O olacaktır. Yaratılış sırlarını Kur’ân’ın ışığında dile getiren Bediüzzaman, koskoca kâinat ağacının peygamberimizin bir insanın mahiyetinden yaratılmasını akla sığıştıramayanlara şöyle cevap verir:

‘Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadir-i Zülcelâl, şu kâinatı, Nur-u Muhammedi’den (a.s.m.) nasıl halk etmesin veya edemesin!’ ‘Şimdi madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâniinin makâsıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammasını açan ve rububiyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ olduğuna göre âleme çekirdek olmaya en lâyık da Hz Muhammed’dir (a.s.m.)3

‘Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemalâtını bildiren rehber-i a’zam ve insan-ı ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemalâtı ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki: Nasıl kâinat insan için yaratılmış ve kâinattan maksud ve müntehab insandır; öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en kıymetdar müntehab ve en parlak âyine-i Ehad ve Samed, elbette Ahmed-i Muhammed’dir.’4

‘Hem sabıkan isbat edildiği üzere: Şu kâinatın Sanii, birinci işkalin cevabında gösterilen makasıd için şu kâinatı, bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makasıdın medarı, Zat-ı Ahmediyye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sani-i kâinatın nazar-ı inayetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lazım geliyor. Çünki; Bir şey’in neticesi, semeresi; evvel düşünülür. Demek; vücuden en ahiri manen de en evveldir. Halbuki: Zat-ı Ahmediyye, (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksadların medar-ı zuhuru olduğundan en evvel tecell-i icada mazhar, Onun nuru olmak lazım gelir.’

Osman Çakmak / Zafer Dergisi

dipnotlar:

1-Keşfü’l Hafâ, 1:265

2-Aclunî, II: 164; Hakim el-Müstedrek, II: 615

3-Sözler, 568

4-Lemalar, 356

5-Sözler, 579-580

Kur’an’da Demir

Demirin hayatımızdaki rol ve görevlerine dikkat edersek, onun elementler içinde ayrıcalıklı bir yeri olduğunu hemen fark edebiliriz. Düşünün, demirsiz bir medeniyet, mümkün değil. Dünyanın manyetik alanının dünya merkezindeki demir ile alâkası var. Kanda yaklaşık 5 gram kadar bulunan hemoglobindeki demir, oksijen ve karbondioksit naklinde görevlidir. Bu öneminden olsa gerek demir, Kuran’da dikkat çekilen elementlerden birisi olmuş. Üstelik 114 Kur’an suresinden birisinin adı da ‘demir’ anlamına gelen ‘Hadid’dir..

‘Hadid Suresi’nde şöyle buyurulur: ‘Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) faydalar bulunan demiri de indirdik…’ (âyet, 25). Âyette, demir için yerden ‘çıkarma’ yerine gökten ‘indirme’ anlamını taşıyan ‘enzelna’ ibaresinin tercih edilmesinin sebebi ne olabilir?

Bediüzzaman’a göre İlâhî rahmetin semasından gelen (inen) apaçık nimetler için Kur’an’da bu ibare kullanılmaktadır. Nitekim Kur’an’da koyun keçi, inek, deve gibi hayvanlar için de indirme (enzelna) ifadesi tercih edilir. Kur’an âyetleri birden fazla mânâ tabakalarına sahip olduğuna göre demirin ‘gökten fiziksel olarak indirme’ şeklinde bir anlamı da olmalı değil mi?

Astronomi ile ilgili gelişmeler, Dünyamızdaki demir elementi de dahil diğer ağır elementlerin dış uzaydaki dev yıldızlardan geldiğini söylemektedir. Buna göre bizler maddî vücudumuz itibariyle bir zamanlar bir yıldızın parçasıydık.. Bu, Güneşimizden çok daha büyük bir yıldız olmalıydı. Çünkü, astronomik gerçekler, demirin ancak birkaç yüz milyon dereceye varan sıcaklıklarda kâinatın en yüksek fırınları olan Güneşten çok daha büyük yıldızların fabrikalarında imal edildiğini söylüyor. Halbuki Güneşimiz 15 milyon derece reaktör sıcaklığı ile büyük elementleri üretemeyecek kapasitede bulunuyor.

İlk yaratılıştan kısa bir süre sonra kâinat hemen tamamen hidrojenden ibaret hâle gelmişti. Tek protonlu ve tek elektronlu atom olan hidrojen, kâinat kitabının ilk harfi olduğu gibi diğer elementlere de analık etti. Yıldızların kalbi, milyarca atmosfer basıncı ve ‘kırmızı dev safhalarında olduğu gibi’ milyarlar derece sıcaklığa varan ısısıyla birer element üretme fabrikası gibi çalıştırılır. Hidrojenden başlayan elementlerin yaratılış serüveni demire kadar sürer. Demir son duraktır.

Kâinatın yaşayan ve sonra ölen gaz-toz bulutları mezarlığındaki her şey, ister küçük olup, önce beyaz cüce, sonra karacüce (demir yıldız), ister biraz daha büyükçe (nötron yıldızı)olsun, demir haline gelmiş yıldız çekirdeğinden oluşuyor. İsterse karadelik oluşturacak büyük bir güneş olsun, son durak demirdir.

Yıldızlar büyüklüklerine göre farklı kadere sahip olduklarından çok daha büyük yıldızlarda, yıldızın çekirdeği kırmızı dev safhaları sonunda tümüyle demirle dolunca bu safhadan sonra merkezdeki ışınım ve ısı basıncı durur. Bu durumda dev yıldızda muazzam ağırlık artık dengelenemez hâle gelir. Sonuçta öyle bir patlayış (Nova ve Süpernova) gerçekleşir ki, yıldız bir anda bir galaksideki tüm yıldızlar kadar ışınım saçar. Bu patlama ile bir yandan demirden daha büyük elementler yaratılırken, diğer yandan da oluşan şok dalgaları ile yeni yıldız sistemleri kurulur. Aynı zamanda patlama ile uzayın uzak köşelerine fırlatılan yıldız parçalarıyla yeni gök sistemleri teşkil edilir. İşte Güneş, Güneş sistemi içindeki gezegenler ve bu arada Dünyamızın da, çok eski zamanlarda gerçekleşmiş bir süpernova patlamasının sonucunda oluştuğu ortaya çıktı.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Dünyamıza demir gök taşları uzay taşları halinde süpernovalardan taşınmıştır. Âyette bildirildiği şekilde demir ‘Dünyaya indirilmiştir.’ Evet, yerküremizde bazı ağır atom türlerinin bulunması, Güneş sisteminin oluşmasından kısa bir zaman önce yakınlarda bir süpernova patlamasına işaret etmektedir. Dünyamızda rastlanan kimyasal element bolluğuna ve nisbetine baktığımızda, bunların, kırmızı devler ve süpernovaların yüksek enerjili laboratuvarlarında imal edildikleri anlaşılıyor.

Çevremiz hatta organlarımızı teşkil eden karbon ve oksijen elementine, kandaki demir elementine varıncaya kadar hayatı mümkün kılan elementler, çok uzun zaman önce ve çok uzaklarda kırmızı dev yıldızların fabrikasında akıl almaz yüksek sıcaklıklarda imal edilmişlerdir. Süpernova patlaması, ölen yıldızda sentezlenmiş oksijen, karbon ve yaşam için gerekli öteki elementleri uzaya saçıyor ve patlama sürecinde bakır ve nikel gibi daha ağır elementler de oluşuyor.

Âyetin zâhir anlamını destekleyen ikinci bir husus ise, gök taşları yoluyla hâlâ dünyaya demir indiriliyor olmasıdır. Çünkü dünyamıza her gün sürekli ufak boyutlu gök taşları yağmaktadır. Bunlardan çok azı yere kadar inse de çoğunluğu sürtünmeden dolayı un ufak olarak tanecikleri yağmur tanelerinin merkezinde yağmur damlaları ile birlikte yere inerler. Gök taşları genelde yukarıda sözünü ettiğimiz yıldız artıkları olduğundan, önemli oranda demir ihtiva etmektedir.

İnsanlar ilk kez maden kullandıklarında bulabildikleri madenler bakır ve bronzdu. Ancak zaman zaman toprakta buldukları bazı maden parçalarından çok daha sert ve çok daha sivri ve dayanıklı mızrak uçları ve saban demirleri yapabiliyorlardı. Ama ne varki bunları kullananlar dünyaya uzaydan düşmüş olan nikel-demir göktaşları kullandıklarını bilmiyorlardı. Bu maden parçaları o kadar büyük bir araştırmaya neden olmuştur ki, medeniyetin ilk geliştiği Orta Doğu’da demir göktaşlarına artık rastlanılmamaktadır. Bunların yerleri çok eskiden belirlenmiş ve hepsi de kullanılmıştır.

Medeniyetin ilk geliştiği Orta Doğu’da insanlar ancak 1500 yıl önce demir cevherinden (oksitlenmiş demirden) demir elde etmeyi öğrendiler. Ve o zaman maden için göktaşlarına bağımlı kalmaktan kurtuldular. Demek ki birer yıldız artığı olan demir ağırlıklı göktaşlarının dünyaya gelmesi sadece bize dış uzay hakkında değerli bilgiler vermiyor; bundan öte insanlar için saf demir kaynağı idiler. Oksitlenmiş demiri kimyasal işlemden geçirmeyi bilmeyen insanoğlu uzun süre bu kaynaktan silah, saban vs demir eşyaları yaptılar.

Sözün kısası ‘demir madeni’ muhtemelen Dünya gezegeninin yaratılışı sıralarında veya daha önceleri, yakında patlayan bir Süpernova olayı ile ayette bildirildiği gibi diğer ağır elementlerle birlikte demir de taşındı. Gök taşları vasıtasıyla da hâlâ dünyamıza demir indirilmektedir.

Osman Çakmak

Zafer Dergisi

Eğitimde Kendi Modelimizi İnşa Etmek ve Müfredata Kimlik Kazandırmak

Öyle bir insan düşünün ki, bu insan, aldığı eğitimle kendi hayatını ve geleceğini kurabiliyor, kendi gözleriyle görebiliyor, kimlik ve şahsiyet kazanıyor. Eziklik ve aşağılık kompleksi gibi illetlerle malûl değil. Öyle bir eğitim ki, insanımıza büyük ve sınırsız düşünmenin yollarını açmış bulunuyor.

Nerede o eğitim? Ülkemizde mi? Eminim ki hepimiz eğitimde üst üste bunca reformlar yapılmasına rağmen, tedbirleri geçersiz kılan ve Milli Eğitimi yapboz tahtasına çeviren eğitimin asli sorununu merak ediyorsunuz? Okullarla ilgili alınan tedbirlerin meyvesini vermesi ve Milli Eğitim dünyamızın yapboz tahtasına dönüşmesi de açıkça göstermektedir ki, tüm iyi niyetlere rağmen, en üst seviyede dahi eğitim dünyamızla ilgili konularda ciddi yanlışlıklar ve yanılgılar hakim. Eğitim sorunu diye gördüklerimiz aslında gerçek ve aslî sorunlar değil, yansıma ve gölgelerdir. Öyleyse bize düşen temel yanılgılara dikkat çekmek (asıl-kök sorunları göstermek) gerçek çözümleri ele almaktır.

Peki problem nerede? Neden öğrencide ve öğretmende arzu ettiğimiz milli bir heyecan uyandıran reformları gündeme getiremiyoruz? Hatta neden öğretmenden veli-öğrenciye kadar her kesimde eğitime ve okula karşı bir küskünlük var?  Neden ülkemiz baştan sona bir sınavlar ülkesi halini aldı ve eğitim adına cevapları belli doğruların ezberletilmesinden başka bir şey yok?

Cevabı gayet basit aslında… İnsanımız kendisine, kendi değerlerine yabancı bir yapı ile karşı karşıya. Tüm ders ve süreçlerde; müfredat denilen öğretilecekler listesi dayatma şeklinde öğretmene – öğrenciye sunuluyor. Öğretmen gibi, velinin de öğrencinin de seçme hakkı yok. Özel eğitim kurumlarına bile ders ve öğretilecekler konusunda verilen inisiyatif yok aslında. Tam bir devletçi yapı hakim. Kendi değer ve inançlarımızın düşünce, sanat ve hayat tasavvuru ekseninin çok çok uzağında bir eğitim sistemimiz var. Her alanda Batı’yı referans alan ve Batı’nın ikinci sınıf karikatürü ve kötü bir taklidi olan bir eğitim yapısı bu. Hayattan ve uygulamadan kopuk devam eden bir süreçte, cevapları belli soruların ezberletilip/tekrarlatılıp durduğu bir vasatta ülkemiz insanı bilimde, sanatta ve düşüncede özgün şeyler veremiyor.

İnsanımız çocuklarımıza bir medeniyet fikri, ruhu ve iddiası kazandıracak nitelikli bir eğitimin hasreti içinde. Eğitimimizin direksiyonunda hep Batılı danışmanların olduğu söylenir (bu iddianın doğru olduğuna dair hayli makale ve hatta tezler var. Meraklısına sunabilirim). Batılının amacı ise hep diğer ülkeleri sömürmek ve onları kendilerine bağımlı kılmak olmuştur. Bu amaçta en etkili vasıta olarak eğitim kullanılmaktadır. Üretemeyen ve başkasına bağlı toplumlar haline getirmek için diğer ülkelere biçilen rol, kimliği yok edici, bilgiye-sınavlara odaklı bir eğitimdir ki, ülkemizde tam anlamıyla böyle bir yapı hakimdir.

Gerçekten de bu eğitim tezgahından geçen insanımız kendine güvenini kaybetmekte; öğrenilmiş çaresizliğin girdabına düşmektedir. Hep cevabı belli sorular ezberletildiğinden, hayata dair (cevabı belli-açık olmayan) gerçek sorular ve sorunlar karşısında acziyet hissetmekte ve çözümü hep başkalarından bekleyen zihin yapısına sahip olmaktadır. Bu atmosfer derin güçlerce çok iyi değerlendirilmektedir. Batıdan gelenler kutsal emir ve vahiy gibi algılanmakta ve uygulanmaktadır. Bu yüzden de kurumlarımız ve yetkililer millî kaynaklı çözüm odaklı projeler geliştirememektedir. Ya da kendi değerlerimize sahip çıkma cesareti gösterememektedir.  

Ülkemiz, sürekli birilerine (Batıya) bakarak hizaya gelmeye çalıştı. Hala da kurtuluşu Batı modellerinde arıyor; Batılı danışmanların arka planda sinsice dayattığı şekilsel dönüşümlerden medet umuyor. Geçmişe baktığımızda eğitime ruh ve kimlik kazandıracak projeler hiç gündemde olmadı. Hep şekilsel şeyler önümüze sunuldu. Bir proje-reform başlıyor. Onun daha neticelerinin görmeden, ikincisi gündeme geliyor. Onun rüzgarı ile bir süre oyalanıyorsunuz. Sonra başka bir sözde reform ve dönüşüm hikayeleri gündeminizi işgal etmeye başlıyor. Eğitim bu yüzden yapboz tahtası olmaktan kurtulamıyor.

Çünkü siz daha işin başında yanlış yapıyorsunuz. Kendi referanslarınızla yola çıkmıyorsunuz. Siz Mevlana’yı, Şeyh Galib’i, İbni Arabi’yi, Farabi’yi, İbn-i Sina’yı, Heysem’i, Ak Şemsettin’i, Gazali’yi, Bediüzzaman’ı tanıtmadan başka medeniyetlerin Buda, Eflatun, Descartes, Konfüçyüs, Kant, Hegel, Heidegger gibi zirvelerini tanıtabilir misiniz?

Öncelikli sorunun eğitimde kimlik bunalımı ve ahlaki yozlaşma olduğunun farkına varacağız. Eğitimdeki kimlik sorunu bağlamında Yusuf Kaplan’ın tesbitleri ne kadar yerinde:

“Şu temel gerçeği kavramamız gerekiyor artık: Eğitim meselesi, bir medeniyet meselesidir: Her medeniyet, kendi Yaratıcı, insan ve âlem tasavvuru doğrultusunda kendine özgü bir eğitim idraki geliştirir ve geliştirdiği bu eğitim idraki üzerinde/n kendi insan tipini ve bu insan tipinin hem varolduğu hem de var ettiği hayatı ve hayat tarzını, vasat’ı ve vasıta’ları inşa eder.

Hiç kimse, medeniyet meselesini kavramadan eğitim meselesini hâl yoluna koyabileceğimizi düşünmesin. Yine hiç kimse, Türkiye’nin eğitim sisteminin, Batı uygarlığının eğitim anlayışını, sorunlarını kavramaktan bir hayli uzak, devşirdiği Batılı eğitim sisteminin değerlerini de deforme eden çarpık bir eğitim sistemi olduğu yakıcı gerçeğini gözardı etmeye kalkışmasın.

Ayrıca hiç kimse, Türkiye’deki eğitim meselesini tartışırken, -bizim eğitim sistemimizin kötü bir kopyesi olduğu- Batı’daki eğitim sisteminin bizatihî kendisinin çöktüğünü, bunun temel nedeninin Batı uygarlığının yaşadığı köklü varoluşsal / felsefî bunalım olduğunu unutmasın.

(…)

Türkiye’de, eğitim sorunlarının sığ ve dayanaksız temeller üzerinden, kısır ve zihnimizi kısırlaştırıcı bir çerçevede tartışıldığı bir zaman diliminde, Sezai Karakoç’un da, Nurettin Topçu’nun da, Bediüzzaman’ın da yaptıkları tespitlerin ve tekliflerin hiçbir şekilde gündeme gelmemesi, getirilmemesi, açıkçası, eğitim meselesinde daha çok işimiz olduğunu gösteriyor.

Oysa gerek Sezai Karakoç’un, gerek Nurettin Topçu’nun, gerekse Bediüzzaman’ın sahip oldukları kuşatıcı, ihata edici medeniyet perspektifi, yalnızca eğitim meselesinde değil, her alanda bize taptaze ve imajinatif ufuklar sunacak bir perspektiftir.” (Yusuf KAPLAN, Yeni Şafak, 12.3.2012)

İmanın ve kendi değerlerinizle teçhiz olmanın kazandırdığı manevi gücün yerini hiçbir şey doldurmayacaktır. Bu güçle kendinizi yeterli hissediyor; her türlü eziklik ve komplekslik duygularından sıyrılıyorsunuz. Yine bu manevi güç size fedakarlık ve hamiyet duyguları aşılıyor. Yeni bir medeniyet kurma, insanlığı yeniden inşa etme ve yeni bir dünya kurma inanç ve hayaline sahipseniz; idealinizi gerçekleştirmek için içinizde doğan ateş başarı yolunda en büyük itici gücünüz oluyor. Sistem anlayışı ve ekip ruhu (takip-organize) ile hareket etmeyi, eğitimi teknoloji ve yeniliklerle birleştirmeyle ilgili hususları çabuk kavrıyorsunuz.

Bu süreçte, çok geçmeden, tahkik ve tefekkürü esas yapan zihinsel dönüşüm sürecinde ortak aklı hakim kılmayı, eğitim, beyin-öğrenme ve motivasyon gerçeklerini öğreniyorsunuz. Esasen Arşimet dayanak noktasını bulmuş ve fıtrata, hakka dayanıyorsanız sizi tutacak bir güç yoktur. Hakkı ve sevgiyi rehber yapmışsanız elinizde güzel aletleriniz olmasa da çok güzel işler başarabiliyorsunuz. İmkansızlıklar içinde imkanlar oluşturuyorsunuz.

Yapacağımız şey basit. Kaybettiğimiz güvenimizi ve ümidimizi kendi değerlerimizle yeniden kazanmak. Ne kadar basit olursa olsun kendi geliştireceğimiz ve pilot uygulamaları ile başarılarını göreceğimiz eğitim modellerini hayata geçirmek. İşgal altında kalan müfredatı/bilimi kendi kimliğimize ve ülkemizin hedefleri/öncelikleri/faydası doğrultusunda bir medeniyet anlayışı ile yeniden inşa etmek…

Kendimizin ürettiği milli karekterli modeller insanımızın vicdanında ma’kes bulacak ve umumi bir heyecan ortaya çıkacaktır. Eksiklikler zamanla telafi edilecek, mükemmele doğru bir gelişim süreci başlayacaktır.

Prof. Dr. Osman Çakmak

www.Ulegder.net

Eğitimde Akla ve İradeye Kapı Açmak

Şu gözlem ve hükmümde yanılıyor muyum? Jakoben ögelerle bezenmiş, temeli benimsetme ve şartlandırma kültürüne dayalı bu eğitimle, farklılığı zenginlik gören esnek zihin yapısına sahip insanlar yetiştiremiyoruz. Gençlerimiz alıştırıldığından farklı bir söz veya düşünceyi duyduklarında, kişiliklerine saldırılmışçasına şiddetli ve otomatik tepkiler vermektedir. Bu bataklık, özlediğimiz diyalog zemininin oluşmasını engellemekte; kutuplaşmanın, farklılığa tahammülsüzlüğün kaynağını oluşturmaktadır. Çünkü okulda kendilerine öğretilenler öylesine kişiliklerinin bir parçası haline gelmektedir ki ileriki yaşlarında bile farklı görüşlerle karşılaşmaları, onlarda adeta egzistansiyel bir krize neden olmaktadır.

Geçmişe şöyle bir baktığımızda dünya yüzünde sosyal kesimler arasında en fazla çatışma bulunan toplumlardan birisi olduğumuz hükmüne varabiliriz. “Senden yana ve bana karşı” türü mukabil cephelere kolayca ayrılabiliyoruz.  Partilerimizdeki muhalefet anlayışı, alternatif çözüm üretme üzerine değil,  iktidarların her ak dediğine kara demek olan  “çürütmeci” yaklaşımdan ibaret kalmaktadır. Tüm bunlar çok açık bir şekilde okullarda eğitimin yaygın bir şekilde “şartlanmaya dayalı” öğrenme yöntemini esas haline getirmiş olmasıyla açıklanabilir.

Her kişi ve görüşe hayat hakkı vermekten, yani özgürlükleri genişletmekten korkmamızın sebebi de budur. Kalite ve liyakat kriterlerini esas haline getiremeyişimizin de… “Belli doğruları” tekrarlayarak ve “öcü edebiyatı” ile şuur altına yerleştirilen korkularla insanımız şartlandırılmaktadır.

“Öğrenmeye” değil “öğretmeye” yani “öyle değil, şöyle ol” anlayışına dayanan bu eğitim anlayışı, ülke etrafına demir bir kemer bağlayarak, herkesi aynı tip elbise giymeye zorlamaktadır.  Yakın bir geçmişte tüm bunların olumsuzluklarını iliklerimize kadarı yaşadık ve tekrar yaşamanın potansiyeli bulunmaktadır. 

Çünkü eğitim bu şartlar için gerekli zihnî alt yapıyı oluşturup durmaktadır.   Bütün “çağdaşlık”, “akılcılık” ve “aydınlanmacılık” iddialarına rağmen bu eğitim tarzı, insanlarımızda skolastik bir zihniyeti besleyip büyüten bir zemin oluşturmaktadır.

Neden böyle bir zemin oluşturmaktadır? Çünkü insanımız bu eğitimle tek ve mutlak “doğru-iyi-güzel”lerin sadece kendisininkiler olduğuna ve bunun mümkün olduğunca yayılmasının şart olduğuna inandırılmaktadır.  Yığınların bu kafa yapısı devam ettikçe (mevcut eğitim anlayışını değiştirmedikçe) ülkemiz insanının rahat yüzü bulması zordur. Bölünmeler, kırılmalar ülkemizin en hassas noktası olmaya devam edecektir.

İşte farkında olmadığımız bütün iyi teşebbüsleri baltalayıp duran “asıl tehlikeye” ve engele dikkat çekilmesi gerekmektedir.

Ülkemizde şimdiye kadar kurulan tuzaklar ve oyunlar çeşitli toplum kesimlerini karşı karşıya getirmeye yönelik oldu. Peki neden insanımız bu oyuna kolayca gelebilmektedir? Neden toplumumuz hiç de layık olmadığı halde ön yargılı,  tabularla hareket edenler hale geldi? Şimdi hep birlikte ülkenin en hayati eğitim probleminin analizine ve gerçekle yüzleşmeye var mıyız?

Bu tarz eğitimle gelen diğer olumsuzlukları da yazarak asıl konuya geçelim.

İnsanımız hep cevabı belli soruları öğrendiğinden cevapları belli olmayan gerçek hayat problemlerin çözememekte, dolayısıyla problem çözme kabiliyeti düşüklüğü içinde kalmaktadır.   

Mesela eğitim alanında kaynak-gerçek problemin görülemeyişi bunlardan birisidir. Bilimle kalkınmaya geçemeyişimiz de bunlardan bir diğeridir.

Gerçek problemleri ve resmin bütünü gören bir zihin yapısı oluşmayınca bu eğitimin cenderesinden geçen insanımız, doğru kural koyma ve uygulama becerisi yetmezliği içinde kalmaktadır.   Konulan kuralların dejenere olmasını, toplumun neredeyse tamamında kurallara uymamayı bir alışkanlık haline getirilmesinin kaynağını başka yerde aramayalım. 

Sonuç olarak kişilerin, oluşan bilgi tabanlarının üzerine alttakilerle bağlantılı yeni bilgiler inşa edememesi, sonuçta, sadece “şeylerin adını bilen”  ama bunları uygulayamayan beceriksiz tiplerin ortaya çıkması ile sonuçlanmaktadır.  Bu eğitim, ferdîleşmeye önem vermeyen ve güven telkin etmeyen eğitim tarzının adı olduğundan, yanlışlıklar ve haksızlıklar karşısında sessiz, suskun ve haklarını savunamayan ve dolayısıyla sürekli ezilen ve aldatılan bir toplum ortaya çıkmaktadır.

Toplum, halkın kendisinin değil, başkalarının kurallarının yönettiği bir toplum haline gelmesi ve  çoğulcu değil, çoğunlukçu demokrasinin hâkimiyet kurmasını da iyi tahlil etmeliyiz, bilginin kullanılması ve üretilmesine değil, cevabı belli sorular ve  tek doğrular üzerine kurulu eğitim; idaresi kolay, inisiyatif kullanmaktan ve muhakeme etmekten mahrum, itaatkar bireyler haline getirmektedir. 

Şimdi tüm bu olumsuzluklardan sorumlu “şartlanmaya dayalı öğrenme” şeklinde tezahür eden eğitimi analiz ederek sonuçlarını daha yakından görmeye çalışalım.

Şartlanmaya Dayalı (Tepkisel) Öğrenmenin Bilimsel Temeli

Örneğin ayı yavrusu alttan kızdırılan bir sac üzerine zorla çıkarılıyor ve her an havada inmeyi bekleyen, gerektiğinde de inen kırbaç darbeleriyle bulunduğu yerden ayrılması önleniyor. Sacın sıcaklığı hayvanın pençelerini yakar, hayvan da arka ayakları üzerinde dikilerek kıpırdanabileceği daracık alanda daha serin bir yer bulmaya çabalar, bu çabası da kendisini seyredenler üzerinde bir oyun izlenimi uyandırır. Sonunda ayının sac levhadan inmesine izin verilir, çabasını ödüllendirmek için de kendisine nefis bir yiyecek sunulur. Bu egzersizler yeteri kadar tekrarlanır, derken iş o duruma vardırılır ki, hayvan terbiyecisi daha kırbacı havaya kaldırıp nefis yiyeceği gösterir göstermez ayı oynamaya başlar. Bundan böyle kızgın saca gerek kalmaz. Şartlı refleks yoluyla hayvan o düzeye getirilir ki, kendisini işkenceyle yetiştirmiş terbiyecisinin belli bir işaretini alır almaz oynamaya başlar. Böylece, yavru ayı oyun oynayan ayıya dönüştürülür ve seyircilerin karşısına çıkarılıp onları eğlendirmeye hazır duruma getirilir.

Eğitimin en ilkel biçimi, hayvan eğitimi uygulamalı psikoloji ve şartlanmadan başka bir şey değildir. İnsan zihnî fonksiyonlarının henüz gelişmediği bebeklik döneminde daha ziyade şartlanmaya dayalı (reflekse dayalı) öğrenme ile gelişmeye başlar. Çocuk dünyaya geldiğinde temel ihtiyaçlarını (emme, tutma) ihtiyari olarak değil, refleksif olarak yerine getiriyor. Sonra insiyaki hareketler, daha sonra otomatik hale gelmiş itiyatlar (alışkanlıklar) sonra telkinli hareketler ve nihayet iradi şuurlu hareketler…

Tüm bu hareket (davranış) çeşitleri bir çekirdeğin etrafına sarılır gibi, reflekse dayalı hareketlerin etrafına çocuk büyüdükçe sarılıyor. Tüm bunların hedefi, insanın hareketlerini iradi ve şuurlu bir noktaya taşımak olmalıdır. Şuurlu çabalar veya deneyimlerle edindiğimiz bilgi ve becerileri şartlanmayla pekiştiririz

Kendisinden isteneni yapması durumunda bir ödül, bir haz sağlanması; itaatsizlik durumunda ise cezalandırılması, yani bir elemle karşısına çıkılması sonucu çocuğun kendisinden beklenen eğitsel ve ahlaksal davranışları gerçekleştireceği çok önceleri biliniyor ve uygulanıyordu. Aradığı hazza kavuşmak ya da karşısına çıkarılabilecek cezanın eleminden kaçmak isteyen çocuk, eğitsel buyurulara uyuyor ve pek çok kez talim ettikten sonra kendisinden beklenen davranışları otomatik olarak gerçekleştirmeye başlıyordu.

Ülkemizdeki Eğitim Gerçeği 

Eğitim adına yapılanları daha yakından analiz edebilir ve insanımızın nasıl “şartlandırıldığına” daha yakından bakabiliriz. Bir takım gerçekler ve “şey”lerin adı öğretiliyor; sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirilip ölçüyoruz. Okullarımızda, özellikle hazırlık kurslarında eğitim adına yapılanlar, adeta düşünmeden ve zahiri bir kaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırmaktan başka bir şey değildir. Bu yetiştirilme tarzını tahlil ettiğimizde şartlı refleks stratejisinin ağırlık kazandığını görmek zor olmasa gerek. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, beynin şartlandırmaya açıklığından yararlanılmaktadır.

Öğrenci bazen zorlanarak, bazen motive edilerek öğrenmek istenilenleri hafızasına depolamaya yönlendirilir. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi (örneğin fen derslerinde sıkça başvurulan örnek problem çözümü) yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, aslında beynin şartlanmaya açıklığından yararlanır.

Her ne kadar öğrencilerdeki genel inanç, sosyal bilimlerin ezbere çok yatkın olduğu yönünde olsa da tekrara dayalı öğrenmenin de en yoğun olduğu alan fen bilimleri ve uygulamalı bilimlerdir. Orada aynı kategoriye ait problemler defalarca çözülerek artık o gruptan başka bir şey önümüze çıkma ihtimali kalmayıncaya kadar tekrarlatılır. Ortaya aslında bir nevi zihinsel travma- zihne kazınma olayı- yani şartlandırma çıkmaktadır. Bir eğitimcinin şu itirafını hatırlayalım: “Bir problemin öğretmen tarafından çözülmesi ve benzerlerinin öğrenciler tarafından çözülmesi, problem çözme değil, ezberin ta kendisidir. Bu yolla yüzbinlerce problem çözseniz de kazancınız problem çözme becerisinin geliştirilmesi değil; müfredatta bulunan problemlerin çözüm yollarının ezberlenmesi ve bu ezberin pekiştirilmesidir”

Eğitim diye yaptıklarımızı bu şekilde özetleyebiliriz. Her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretiliyor, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda bir “şartlandırılmaya” tabi tutuluyor. İlgilendiği şeyleri sorgulayan ve sorgusunu o şeyin özüne ermeden sonlandırmayan “çocuk aklı”nın merakı şu veya bu nedenlerle engelleniyor sürekli. Dolayısıyla çocuğun dehası daha işin başında öldürülerek, şartlanmaya zemin hazır edilmektedir.

Nasıl Şartlandırılıyoruz?

Sınavlar ve işlenen dersler boyunca, öğretilenler eksiksiz geri istenir. Öğrenci ne kadar aktarılanı geri verirse o kadar becerikli ve başarılıdır. Yani başarı kriteri bu olur. Öğrenci bu durumda “ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma!” ve “Sorma, düşünme, itaat et!” gibi anlayışları benimsemeye başlar. Söylediklerimiz değil, davranışlarımızın daha etkili olduğunu düşünürsek, örneğin sınavlarda uygulanan gözetim sisteminin oluşturduğu “kalıcı etkiye” bakarsak, öğrenciler “güvenilmez” oldukları yolunda şartlandırılmaktadır. Hatta tek tip giyim, boy sırası ve hep bir ağızdan şarkı ve marş söyleme gibi uygulamalarla tek tipçi anlayış beslenmekte ve farklılığın kötü olduğu telkin edilmektedir. Bu telkinlerin ne kadar etkili ve kalıcı olduğunu tepkisel davranışlarımız ve oluşan tabular göstermektedir.

Şartlanma yolu ile öğrendiklerimizi sorgulamamız mümkün değildir. Zihnimiz şekillenmiş daha doğrusu formatlanmıştır. Sonuçta mevcut bilgilerimizin yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inanmak güç, hatta imkansız hale gelmektedir. Kısacası mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci ezbere, taklide, tekrara dayanıyorsa öğrendiklerimizi “şartlanma yoluyla” elde etmeye başlamışız demektir.

“Klasik şartlı öğrenme” yönteminde, önce uyaran vardır ve organizma ona tepki gösterir. Önce tepki yapılır ve sonra tepkinin doğurduğu uyarıcı gelir. Sebep-sonuç ilişkileri sorgulanmadan, hatta fark edilmeden kurulmuşsa o zaman kaçınılmaz bir şekilde şartlı öğrenmenin içindeyiz demektir. Çünkü Pavlov’a göre şartlı öğrenme, düşüncelerin ilişkilendirilmesine değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. Eğer bilgi, tutum ve davranışlar düşünce ile ilişkilendirilmeden, nedeni bilinmeden ve sorgulanmadan öğrenilmişse ortaya tepkisel öğrenme çıkar.

Bilgi Odak Haline Gelince…

Bir kere daha vurgulayalım ki ülkemizde eğitimi “anlama ve kavrama” sürecinden çıkarıp (ya da düşük seviyede tutarak)  tekrarı ve ezberi esas haline getirmekle “şartlı öğrenme” metodunu ikame etmiş olmaktayız.

Şartlandırma: En ilkel öğrenme biçimi! Hayvanlara bir davranış kazandırmada kullanılan metot!. Peki nasıl olmuş da hayvanlara davranış kazandırma yöntemi ülkemizde temel öğrenme metodu haline gelmiş ve eğitimde baş köşeye oturmuş bulunuyor?

“Bilgili insan” yetiştirmek ve sınavlara hazırlanmak eğitimde hedef haline gelince bilginin kullanılması ve üretilmesi önemsenmeyince, yeni alternatif bakış açıları talep edilmeyince “tek doğru budur” mantığı ister istemez hakim hale gelmektedir. “Doğruları/bilgileri öğretme” üzerine bina edilen eğitim yapısı insanımızın gözüne birer at gözlüğü takmaktadır.

Bir kere daha dikkatleri bu noktaya çekelim ki, çocuklara öğretilenler, sorgulanmaya, düzeltilmeye ve derinleştirilmeye açık birer “bilgi” olarak değil de adeta iman edilmesi gereken ilâhî hakikatler olarak sunulmaktadır. Bilginin bu şekilde tekrarlanması ve önemsenmesi onu kutsallaştırmaktadır. Konunun bir başka boyutu ise bilginin öne çıkarılması, beceri ve uygulama boyutunun ihmal edilmesi ile öğrenci okulunu bitirdiği halde gerçek hayatı ve mesleğini öğrenememesidir.

Zorba Tipler

Tekrara dayalı belletmenin temel özelliği dayatmacı niteliğe sahip zorbalık eğilimleri yüksek fert yetiştirmesidir.  Kuşku duymadan, sorgulama yapmadan okuduğu her metne, söylenen her söze, ileri sürülen her düşünceye inanması istenen öğrencinin hür düşünmeyi ve düşünce üretmeyi öğrenmesi mümkün olamamaktadır

Bu yapının doğal sonucu başka düşünce ve hayat tarzlarına hayat hakkı tanımak istemeyen zorba fert tipleri ortaya çıkacaktır. Birbirine tahammülsüz kutuplaşmış toplum grupları böyle bir eğitim yapısının ürünüdür. Bu ortamda  “uzlaşmaz” ve ”tek doğrulu” fanatikler her kesimde egemen hale gelir.

İşe Nereden Başlamalı?

Hulasa çocuklara, doğal öğrenme eğilimlerine (örneğin oyun) aykırı ve baskıcı, aşırı zorlamaya dayalı yöntemlerle, ardışık tekrarlatmalar yoluyla belleğe nakşetmek şeklindeki eğitim, onların zihnini köleleştirmeden öte bir işe yaramamaktadır. Elbette ki insan kendisine kalsa ne yapacağını ya da ne yapmak istemediğini bilir. İnsan kendi varoluşunu oluşturan iradeye sahiptir çünkü. Yaratan, insanı diğerlerinden farklı olarak ona seçme özgürlüğü vermiş ve onu öğrenme programı ile teçhiz etmiştir.   Doğru ve yararlı seçimler yapmak bizim elimizde.  Eğitimde kazanmamız gerekenler, hayatımızda asıl önemli olanları görebilmek, empoze edilenleri anlayabilmek için farkındalık düzeyimizi artırmaktır.

Programlanmış bir şekilde hareket eden Allah’ın bir çok varlığı bulunmaktadır. İnsan nev’i varlığını, temel cevherini hürriyet özelliğine borçludur. O yüzden hürriyete ve tercih hakkına saygı, insan nev’inin varlığına saygıdır.  Şartlanmaya dayalı eğitim, hürriyeti yok edip insanları robotlaştırma gayretleridir ve insanlık cevherine saldırıdır; fıtrata saygısızlıktır. 

İnsanı robottan ve hayvandan ayıran en önemli bir özelliği, yaptıklarının anlam ve hikmetini bilmesidir. Eğer bildiğimiz her şeyin mümkün olduğunca şuuruna varamıyorsak, yani “açıklaya- biliyor” değilsek şartlanmanın tuzağına düşmüşüz demektir. Bu yüzden her öğrendiğimizi; neyi, niçin öğrendiğimizi,  hayattaki karşılığını,  ne işe yaradığını ve hikmetini öğrenmek zorundayız.

Prof. Dr. Osman Çakmak

www.ulegder.net