Etiket arşivi: osmanlı

Sevgimizi, saygımızı kaybettik!

Türkiye’mizde hemen her gün kadın katlediliyor. Yaşlı ya da çocuklu kadınlar toplu taşıma araçlarında ayakta dururken, gençler telefonla oynuyor!

Oysa eskiden kadına saygımız vardı…

Lady Craven (1785–1786 tarihleri arasında İstanbul’da yaşayan İngiliz kadın gezgin), “A Journey Through Crimea To Constantinople” (Kırım’dan Konstantiniyye’ye Yolculuk) adlı seyahatnamesinde Osmanlı erkeğinin kadınlara karşı saygısını “aşırı” bulduğunu itiraf ettikten sonra, Osmanlı Devleti’inin kadınlara karşı tavrını hayretler içinde şöyle dile getiriyor: 

“Türklerin kadınlara karşı olan muameleleri bütün milletlere örnek olmalıdır. Meselâ bir erkek ağır bir suçtan dolayı idam edilip bütün mal varlığına el konsa bile karısına ve çocuklarına gayet iyi muamele edilir. Kadınların mücevherlerine dokunulmaz. Çocuklar devlet himayesine alınıp bırakılır.”(Zamanın Avrupa’sında idam edilen erkeğin tüm mal varlığı ile birlikte yakınlarının takılarına da el konulurdu).

Çevreye saygı konusunda da şunları söylüyor: “Türkler tabiatın güzelliğine o kadar hürmet ediyorlar ki, evlerini yapacakları yerde bir ağaç bulunursa, ağacı kesmiyorlar da evlerinin içinde ağaca bir yer ayırıyorlar. Ağaç dallarını, çatılarının en güzel süsü sayıyorlar.”

Öte yandan Osmanlı toplumunda “Nemelazımcılık” yoktu. En azından bu kadar yaygın değildi. Tüm toplum, kaynağı din olan geleneklerin bekçisiydi…

Bunların bozulmaması için herkes üzerine düşeni yapar, bir bakıma her vatandaş “gönüllü polis” gibi çalışır, herkes “vatandaşlık” sorumluluğunu “kullukşuuru”yla buluştururdu.

O kadar ki, mahalle kabadayıları bile, toplumsal düzene bekçilik ederlerdi.

Osmanlı toplum hayatı konusunda Avrupalı gezginlerin sayısız tespitleri olmuştur. Bunlardan Guer şöyle diyor: 

“Türklerin pek mükemmel görgü kuralları vardır. Hepsine can-ı gönülden riâyet ederler. Birbirleriyle karşılaştıklarında sağ ellerini göğüslerine götürmek suretiyle selâmlaşırlar. Muhataplarına, müjdeleyici bir surette, yani rütbe ve mevkilerine göre paşa, ağabey ve sultan gibi vasıflarıyla hitap ederler.”

Meşhur Fransız gezgin Brayer ise şöyle yazıyor: 

“Türk halkının üstü-başı çok temizdir. Hâl ve tavırlarında büyük bir asalet, yüzlerinde tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır! Konuştukları dil hoş ve ahenklidir… Sohbet edenlerin ifadeleri veciz, telaffuzları ter temizdir! Tebessümlerine incelik, el hareketlerine zarafet ve sadelik hâkimdir…” 

Brayer, hayranlıkla devam ediyor:

“Yabancıları en çok hayrette bırakan şey, bir kaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umumiyetle sözünü kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar sabreder. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle savunurlar. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe aykırı lâubâlilikler yoktur…” 

Sözü Avrupa’da eşine rastlanmayan bir konuya getiriyor:

“Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayal edilemeyecek bir nezâket içindedir…

“Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insanı âdeta teshîr eder, büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrîfat kurallarının zarâfeti karşısında hayran olmamak elde değildir.” 

Yavuz Bahadıroğlu

Umuda geçiş zamanı

“Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi (İslâm dünyasını) maddî cihette kurun-u vustada (ortaçağda) durduran ve tevkif eden(sabitleyen) altı tane hastalık var” diyor, Bediüzzaman Said Nursi, “Hutbe-i Şamiye isimli eserinde… Altı hastalığı da tek tek sayıyor: 

Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi…

İkincisi: Sıdkın (Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten biri sıdkdır) hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede (sosyal ve siyasi hayatta) ölmesi… 

“Sıdk”, yani doğruluk, dürüstlük, samimiyet, ihlâs, ahde vefa: Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten biri. Bu kelimeyi şöyle açıyor, Üstad:

İslâmiyetin esası sıdktır…

“İmanın hassası sıdktır…

“Bütün kemâlâta îsal edici (ulaştırıcı) sıdkdr…

“Ahlâk-ı âliyenin (yüksek ahlâkın) hayatı sıdkdır

“Terakkiyatın (gelişme-ilerleme) mihveri sıdkdır 

“Âlem-i İslâmın nizamı sıdkdır

“Nev-i beşeri kâbe-yi kemâlâta îsal eden sıdkdır

“Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk (üstün) ettiren sıdkdır

“Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı meratib-i beşeriyenin (insanlık mertebesinin) en yükseğine çıkaran sıdkdır

Üçüncüsü: Adavete muhabbet (düşmanlığa dostluk-nefreti sevmek)… 

Dördüncüsü: Ehl-i imanı bir birine bağlayan nuranî rabıtaları (bağları) bilmemek (yahut umursamamak)… 

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden (yayılan) istibdad (antidemokratik baskı ve şiddet)… 

Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek (bütün himmet ve gayretini kişisel çıkar için harcamak)… 

Bu çarpıcı tespitlerle birlikte Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatı’ndaki tüm tespitlerine dikkatle eğilmek gerekiyor. İnanıyorum ki, dünyanın gerçek kurtuluşu aramaya çıktığı bir sırada, Kur’an referanslı fikirler hem revaç bulacak, hem de insanlık âlemine yeni ufuklar açacaktır. Bu bakımdan, Kur’an gerçeğini çağa taşıyan Bediüzzaman gibi değerleri anlamaya ihtiyacımız var. Onun ve eserlerinin etrafında ufuk açıcı tartışmalar yapılması özelde İslâm âlemine, genelde tüm dünyaya büyük fayda sağlayacaktır.  

İslam âleminin son derece önemli problemler yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. Mısır başta olmak üzere, Afganistan, Irak, Libya, Tunus, Suriye gibi ülkelerde (ve Suudi Arabistan, Katar, Körfez ülkeleri) ciddi problemler var. 

Hepsi bu kadar da değil…

Batı dünyası acımasız kapitalist yöntemlerin bedelini ödüyor: Yunanistan ekonomik iflâsta, İsveç tökezledi, İspanya ve İtalya yalpalıyor, Fransa ekonomik kıskaca girmemek için Arap dünyasını sömürecek tuzaklarda çıkış arıyor, ABD bir türlü toparlanamıyor ve o hınçla bize sataşıyor, teröristlerle dahi işbirliği yapıyor…

Kısaca söylemek gerekirse, maddeyi öne çıkaran yanlış yapılanma, “Hayat mücadeledir” felsefesine tıkanıp çözülmek üzere… Artık yalnız fertler değil, milletler bile isyan ediyor.

Bu gelişmeler de gösteriyor ki, ne sosyalizm, faşizm, kapitalizm gibi yanlışlarla malül beşerî reçetelerde varlık arayan insanlık âlemi, ne de kendi varlık sebebini unutup onları şuursuzca taklit eden İslâm âlemi mutlu değil. Görüntü topyekûn bir tıkanmaya işaret ediyor.

Marks’ıyla, Kant’ıyla, Dekart’ıyla ve Aristo’suyla, Weber’iyle, Durkheim’ıyla tüm Batı tıkandı.

Bu durumda Batı’yı taklit etmeye çalışan İslam dünyasının aynı hastalıkları paylaşması ve sonuç olarak tıkanması kaçınılmazdı. 

Umutlar Türkiye’ye yönelik: Ama bu kargaşa ortamında yıldız gibi parlayan Türkiye’nin de başı dertten kurtulmuyor…

Yeniden dirilip Osmanlı şemsiyesini açmaması için bilerek, isteyerek başına envai çeşit çoraplar örülüyor…

Türkiye PKK’yı gerçekten bertaraf edebilir de Bediüzzaman’ın işaret ettiği hastalıklardan arınabilirse, dünya çapında müthiş bir “inkılâb”a öncülük edebilir.

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Hikmet, irfan, şükür, tefekkür ve tevekkül

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol,

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!” (Mehmed Âkif)

Mehmed Âkif, en zor zamanlarımızda bu haykırışıyla ümmete “hikmet”in yolunu gösteriyordu. Zira “farkındalık” bununla kaim: Hikmet olmadan tefekküre, tefekkürsüz tevekküle, tevekkülsüz şükre ulaşılmaz!

Osmanlılar, başlığa çıkardığım kavramları es geçmeyen insanlardı…

Ellerinden geleni yapar, sonrasında “tevekkül” ederlerdi…

O kadar ki, “Tevekkeltü alellah” cümlesini levhalara yazmış, duvarlarına asmışlar, her anlamda Allah’a dayanmışlardı…

Onca başarıya bu tek cümlenin ışığında ulaştılar…

Diri bir duruş kazandılar ve o diri duruş içinde her türlü olumsuz şarta meydan okudular. 

***

Osmanlı Devleti ve Osmanlı insanı üzerine tespitleriyle meşhur Fransız yazarlardan Brayer’in bir tespiti müthiş derecede beni düşündürür…

Diyor ki: “Osmanlı insanının yakındığını hiç görmedim. Hangi halde iseler şükrederler. Bu yüzden de istikbal endişesi taşımazlar.”

Osmanlı torunları (bizler) için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Çoktan beridir şükrün yerini şikâyet aldı…

“İstikbal endişesi” ise Allah’ın her güne serpiştirdiği güzellikleri algılamamızı ve yaşamamızı engelliyor. Durmadan şartlardan yakınıyoruz… 

Zaaflarımızı, yenilgilerimizi, korkularımızı şartlarla izah etmeye çalışıyoruz…

Bence bu, mağlubiyetimize mazeret arama çabasıdır! Çünkü aynı şartları yaşayıp paylaşan başka insanlar pekalâ şartların esiri olmadan yaşayabilmekte, hedeflerine ulaşıp başarılı olabilmektedirler.

Daha açık ifade etmeye çalışayım…

Eğer Peygamberlerimiz şartlardan yakınıp dursalardı, Hz. Âdem’in ömrü Cennet’ten çıkarıldığı için, Hz. Nuh’un ömrü tufana tutulduğu için, Hz. Yunus’un ömrü denize atıldığı için, Hz. Yusuf’un ömrü kuyuya itildiği için, Hz. İbrahim’in ömrü Nemrut’la, Hz. Musa’nın ömrü (onlara selam olsun) Firavun’la karşı karşıya getirildiği, Hz. Âlişan Efendimiz’in ömrü ise Ebucehil gibi bir düşmanla savaşmak zorunda kaldığı için…

Ve…

Hz. Havva’nın ömrü yasak meyveyi yediği için, Hz. Asiye’nin ömrü Firavun’la evlendiği için, Hz. Hacer’in ömrü çölde aç-susuz bırakıldığı için, Hz. Meryem’in ömrü iftiraya uğradığı için yakınmayla geçerdi…

Hâlbuki içlerinde mevcut imanı ve iman eksenli aksiyonlarını harekete geçirip ortaya atıldılar. “Tevekkeltü Alellah” diyerek olumsuz şartların üzerine yürüdüler…

Unutmayalım…

Hz. İbrahim’i, Nemrud gibi, kendini “tanrı” sanan bir “gurur âbidesi” karşısında galip getiren Kudret, Hz. Musa’Firavun’un sarayında büyüten Kudretin tâ kendisidir!

Aynı Kudret, Efendimiz’in üzerine de tecelli edince, Efendimiz, bir süre önce kovulduğu Mekke’ye, muzaffer bir komutan olarak dönmüştür…

Çoğumuz günlük hayatımızda benzer tecelliler yaşarız, ama fark bile etmeyiz.

Çünkü hikmet, irfan, şükür, tefekkür ve tevekkül gibi kavramlardan koptuk.

Baksanıza, baharı ve lâlezara dönen İstanbul’u bile fark etmeden yaşıyoruz! 

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Osmanlılar yetmiş iki milleti barış ve huzur içinde bir arada tutmayı başardılar

      Selçuklulardan sonra asırlarca  her yerde İslam’ın ve Kur’an’ın bayraktarlığını yapan, millîyetlerini İslamiyet’e kale ve siper eden, tarihe hak ve adaletiyle damga vuran Osmanlılar, yetmiş iki milleti hâkimiyetleri altında bulundurdukları hâlde, Kur’an’dan  aldıkları iman ve feyiz ile başka din mensuplarının  mabetlerine, inançlarına, giyimlerine, lisanlarına kısaca yaşantılarına karışmadıkları gibi, onlara geniş hak ve hürriyetler tanımışlardır. Bernard Lewis şöyle der:

“Osmanlı, İslam konusunda öylesine samimiydi ki, âdeta kendi varlığını İslam’la özdeşleştirmişti. Ülkesinin adı Osmanlı ülkesi değil, Memalik-i İslamiye idi, hükümdarın adı padişah-ı İslam’dı, ordusunun adı asakir-i İslâm’dı, din adamlarının adı Şeyhülislâm’dı.”[1]

Osmanlıda ilme ve alime muazzam bir kıymet verilmiş, başta Enderun olmak üzere diğer medreseler asrın ihtiyaçlarına cevap verme  noktasında yüksek bir mevkie sahip olmuş, milletin ve devletin maddi ve manevi terakkisinde, irfan ve tenvirinde mühim bir amil olmuştur. Tarihimize şeref bahşeden ulemanın ekserisi bu nurefşan medreselerin mahsulüdür.

Osmanlı devletinin müessisi olan Osman Gazi, Şeyh Edebali gibi bir mürşit ve fazılın irşadı ile tenevvür edip, maddi sahada olduğu gibi ilim ve irfan âleminde de terakki etmiştir.

Aynı şekilde Murat Hüdavendigâr’ın ilhamına vesile bu nurlu medreselerde yetişen dirayetli, faziletli ve istikbalbin olan ulemalar değil midir?

Hem yine Osmanlı padişahları içinde en ziyade istikbali düşünen, basiretli, nafiz bir iradeye sahip olan Yavuz Selim’e o ulvi ruhu ve ittihad-ı İslam fikrini veren  İbn- Kemal gibi yüksek şahsiyetler ve müstesna âlimler değil midir?

Müderrislikten sadrazamlığa yükselen Köprülü Fazıl Ahmet Paşa gibi  faziletli dahiler, nice  mahir kumandanlar hep o medreselerin mahsulüdür.

Fatih Sultan Mehmed’e pek yüksek bir ruh, harikulade bir metanet, izzetli ve şerefli bir makam nefyedenler, Molla Gürani ve Mollah Hüsrev gibi dahi âlimler ve Akşemsettin gibi maneviyat sultanları değil midir?

Evet, Fatih Sultan Mehmed Han döneminde maneviyata, ilme ve âlime muazzam bir kıymet verilmiş; ülkenin her köşesinde ilim ve irfan yuvaları tesis edilmişti. O dönemde insaniyetin gıpta ve hayranlıkla takdir ettiği nice mürşitler, maneviyat sultanları, mütefennin alimler ve şairler yetişerek o necip milleti kemalata, fazilete ve marifete isal ettiler.

Zamanın Ebu Hanife’si olarak kabul edilen Molla Hüsrev, talebeleri tarafından evinden ata bindirilerek ders vereceği Ayasofya’ya getirilirdi. Hoca Efendi camiye girdiğinde, hürmet ifadesi olarak ayağa kalkılır ve tazim edilirdi. Dersini bitirdiğinde talebeleri tekrar onu evine  bırakılırlardı.

Molla Gürani gibi büyük bir âlimin  ciddi, kararlı, şecaatli ve dirayetli tavrı karşısında  daha gençliğinden itibaren, ilim ve marifetin hakiki aşığı olan Fatih Sultan Mehmed, Molla Hüsrev gibi devrin en mümtaz alim ve mürşitlerinin rahle-i tedrisinde yetişmiş ve yüksek şahsiyetli Osmanlı şehzadelerinin yetişmesine de vesile olmuştur.

Fatih Sultan Mehmet’in şehzadelik döneminde Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi meşhur hocaları sayesinde kazandığı ilmi seviyesi, padişahlığı döneminde, sohbetler ve müzakerelerle daha da derinleşmiş ve onun en çok zevk aldığı şey bu sohbetler olmuştur.  İlim, irfan ve marifetten doymayan, alimlere  son derece hürmetkar davranan Fatih, onların da hakiki hamisi olmuştur.

Daha yirmi bir yaşında iken İstanbul’u fethetme bahtiyarlığına eren bu cihangir hükümdar, cihanşümul imparatorluğa layık bir şehir inşa edebilmek için titiz ve çok planlı hareket ederek sarayları ve camileri inşa ve tesise başlarken, diğer taraftan da  İslamiyet’in bütün manasıyla ulum ve fünun ile olacağını çok iyi  bildiğinden ilim ve irfanlarıyla ün salmış  ulema ve müderrisleri İstanbul’a getirerek şehrin muhtelif mevkilerindeki medreselere müderris olarak tayin etmiştir. Bunun için de  kendi adına izafeten Fatih cami etrafında ilim ve irfanın talimi için sekiz adet medrese yaptırmıştır.

Darülfünun mahiyetindeki bu medreselerde  sadece İslami ilimler değil, zamanın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek olan, fen ilminin bütün şubeleri okutulmuş ve asırlar boyunca siyasi, idari, içtimai ve kültürel hayatın menşei ve kuvveti olmuştur. Bu medreseler, milletin teali ve terakkisinde mühim hizmetler ifa etmişlerdir. Osmanlı tarihini şereflendiren ulema ve ümeranın tamamı bu nurlu medreselerin mahsulüdür. Ayrıca o medreselerden nice adaletli hakimler, dahi mütefekkirler, bir çok dirayetli devlet adamları ve mahir ve kahraman kumandanlar yetişmişlerdir. Nitekim bu medreselerde yetişen  insanlarda celadet, şehamet, hamiyet, ahde vefa, istikamet, şecaat, vakar, iffet, şefkat, merhamet ve tevazu gibi milletin devam ve bekasının teminatı olan yüksek vasıflar müşahede olunmaktadır. İşte Osmanlının altı asır gibi uzun bir müddet hüküm sürmesinin bir sırrı da budur.


[1] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (Çev: Metin Kıratlı) , V. Baskı, Ankara 1993.

Mehmed Kırkıncı, 14-2-2011

Günümüz Sorunlarına Çözümler : Terör ve Anarşi

Bir ülkede refahı huzuru, asayişi sağlamak için siyasi, iktisadi ve dini yönden alınması gereken tedbirler vardır. Bu sağlandığı taktirde, terör de biter anarşi de. Örneğin, Osmanlı yönetiminde bunlar tam olarak uygulandığı ve hiçbir ırk ayrımı yapılmadığı için, 30 kadar millet 1000 yıla yakın kardeşçe yaşayabilmiştir. Bugün ülkemizde böyle bir problem varsa nedenlerini iyice araştırmak gerekir.

Örneğin, dahili ve harici düşmanlarca körüklenen fitnenin sebebi nedir ve çözümü nasıl olmalıdır? vb? Bunun çözümü ile ilgili Bediüzzaman çok veciz bir söz söylemektedir: “Enbiyanın ekserisi şarkta ve Hükemanın ağlebi garpta gelmesi, kaderi ezelinin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir. Akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz. Fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen gider veya muvakkat sathi kalır.”

Evet görüldüğü gibi doğuyu ayakta tutan hakimiyet-i diniyedir. Bu uygulanmadığı müddetçe alınan bütün tedbirler geçici ve faidesiz olabilir. Çünkü bu milletin 1400 senelik manevi mirası olan dini ve kültürü vardır. Bundan uzaklaştırmaya çalışmak kemik ve eti birbirinden ayırmak demektir. Onun için bu milletin terakki ve refahı için, din ve ahlakın ihmal edilmemesi ile mümkün olabilir. “Bir cemiyette dini hisler ihmal edilip, ahlak-i umumiye tefessüh ederse, içtimai hayatı birbirine bağlayan bütün rabıtalar çözülür. Fertler madde ve ihtirasların zebunu olur, vatan yabancı ideolojilerin istilasına uğrar. Milleti, gençliği gerçek, ulvi değerler değil, sloganlar yönlendirir. Cemiyet asli mihverinden çıkar.”

Bunun ile ilgili ‘Hem ne vakit cemaat-i islamiye dine karşı lakayd vaziyeti almışlar, perişan vaziyete düşerek tedenni etmiştir.’  Başka bir yerde şöyle buyurur: “Şimdi, bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa karşı, yalnız ve yalnız tek bir çare vardır. O da Kur’an’ın hakikatlarına sarılmaktır.” Ve bir müslümanın dinden uzaklaşması ile toplum hayatı için ne kadar zarar olduğunu şu veciz sözlerle ifade eder.

“Evet dini terk edip, İslamiyetten çıkan bir Müslüman dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez. Hem bir Müslüman başka milletler gibi değil, eğer dinini bıraksa anarşist olur. Hiçbir kayıt altında kalamaz. İstibdad-ı mutlak, rüşveti mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tetbirle idare edilmez.” (Emirdağ 229)

Bunun için, terör ve anarşinin yegane çözümü, dini bağlarımızı kuvvetlendirmektir. Devlet ve millet için refah ve huzur kaynağı din ahlakıdır. Din ahlakından kaçanları, ‘dini zararlı olarak gören emniyete ve asayişe zarar verir’ diyenlerin kulakları çınlasın.

Bakın yine bununla ilgili Bediüzzaman vecizane ifade ediyor: “İman ilminden ibaret olan Risalei-Nur eczaları emniyet ve asayişi temin ve tesis ederler. Evet, güzel seciyelerin ve iyi hasletlerin menşe ve menbaı olan iman, elbette emniyeti bozmaz, temin eder. İmansızlıktır ki; seciyesizliği ile emniyeti ihlal der.” (Tarihçe-i Hayat 223)

Yine Bediüzzaman çözüm olarak bazı esasları bize veriyor: “Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi, bu acip zamanda anarşilikten kurtarmak için beş esas lazım ve zaruridir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet ve serseriliği bırakıp itaat etmektir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman bu beş esası kuvvetli ve kutsi bir surette tespit ve tahkim ederek, asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise bu 20 sene zarfında Risale-i Nur’un yüz bin adamı vatan ve millete bir uzv-u nafi’ haline getirmesidir.”

Evet, insanlık âleminde bir iman ve Kur’an abidesi olan Bediüzzaman Hazretleri, bütün ömrünü asrımızda zedelenen imanların kurtarılmasına vakfetmiş ve günümüzdeki cemiyet ve fert olarak ortaya çıkmış ve çıkacak bütün problemleri keşfedip, Kuran’dan çıkardığı derslerle hepsini akli ve mantıki bir şekilde izah etmiştir. Daha fazlasını merak edenlere Risale-i Nur eserlerini okumalarını tavsiye ediyorum.

Cenabı-ı Hak bu Kur’an Nurlarından tam olarak istifade etmeyi nasip edip ve vatanımızı, milletimizi her türlü terör ve anarşiden muhafaza etsin. Âmin.

Mehmet Naci Sonmez

www.NurNet.org