Etiket arşivi: osmanlı

Mehmet Ali Bulut’tan Kürtlere: “Biz Düştük, 80 Yılda Kurtulamadık!”

Kürtlere seslenen Mehmet Ali Bulut, “Şimdi aynı tuzağı size düşmeyin! Sizi bizim üstümüzden vurdukları gibi şimdi de bizi sizin üstünüzden vuruyorlar, vuracaklar!” dedi.

Osmanlının yıkılışının bir Mason hareketi operasyonu olduğunu, 1826’dan itibaren Masonik hareketlerin önce orduya, ardından saraya ve çevresine hulul ederek, İslam’ın en son kalesi ve devleti olan Osmanlı’yı yıktığını belirten Bulut, Haber 7’deki yazısında “Masonluk, öteden beri vardı ama esasında o, Şeytana hizmetkarlığın modern(!) zamanlardaki adıydı. Şeytan hiçbir dönemde bu kadar güç kazanmamıştı. Çünkü en büyük fitnelerin görüleceği Deccal çağına girmiştik ve Osmanlı, devlet olarak, onun ününde duran yegane engeldi. O yıkılmadan ‘tanrı tanımazlık’ olan deccalizm yeryüzü hükümranlığını umumileştiremezdi” dedi.

DECCALIN EN BÜYÜK HİZMETLİLERİ YAHUDİ VE İNGİLİZ

Deccalın en büyük hizmetlisinin Yahudiler ve Firavun soyundan geldikleri bilinen İngiliz kraliyet ailesi olduğuna dikkat çeken Bulut, Deccalın bir dalının “inkar-ı uluhiyet” (tanrı tanımazlık) olduğunu, öbür dalının ise kapitalizm ve liberalizm adı altında ahiret hayatını inkâr eden yapı olduğunu söyledi.

Tüm insanlığın kutsallarını bırakarak Deccala teslim olduğunu vurgulayan Bulut, “Osmanlı da bu arada yıkılmıştı. Osmanlıyı yıkanlar, onun çatısı altında bulanan her kavme, kendilerine ait bir devlet kurma fırsatı da vermişlerdi. Böylece bir daha bir araya gelmemek üzere ayrışmalarını da sağlamış oluyorlardı o halkların” dedi.

KENDİ ARZULARINA İTAAT EDECEK EKİPLER

Bir Türk olarak Kürtlere seslenen Bulut, Said Nursi ve Şeyh Said örneği vererek tuzaklara dikkat çekti. Bulut, yazısını şöyle sürdürdü:

“Türklere de kendi ‘milli’ devletini kurma hakkı verdiler. Başına da kendi arzularına itaat edecek ekipleri koydular. Bu arada Kürtlere de devlet kurma hakkı tanıdılar. Ancak o dönemin Kürt aydınları ve âlimleri, bunun bir tuzak olduğunu görerek, “Biz kaderimizi Türklerle birleştirmişiz onlarla beraber kalacağız” dediler. Hatta o iki ‘Said’lerden biri olan Bediüzzaman, o zaman İngilizlere karşı “biz Selim Hana biat etmişiz ve bu bîatımız bugün de geçerlidir” diyerek Yavuz Sultan Selim ile Kürtler arasında yapılan muahedenin hala geçerli olduğunu söylemiştir!

GÜYA “MİLLİ” VE TÜRKLERİN DEVLETİ İDİ

“Ama kaderin hükmü devam etmiş ve sonunda Süfyan devleti (Deccalın Müslümanlar içindeki kolunun adı) kurulmuştu. Güya “Milli” idi ve Türklerin devleti idi.  Onu kuran ekip önce sureti haktan göründü. Sonra ipler tamamen ellerine geçince, güya modernlik adına İslam’ı çağrıştıran, hatırlatan tüm kutsallar yok edildi. Dilde sadeleştirme adı altında sözlükteki tüm İslamî kavramlar atıldı. Türkçe bir dinsiz Ermeni’nin insafına havale edildi. Tarihimizin yeniden yazılması işi de bir Yahudi’ye emanet edildi! Geçmiş dönemi; İslam ve İslamî hayatı hatırlatacak hal, tavır, kültür, eda, kelime… ne varsa yok edildi. Ezan Türkçeleştirildi (haydin kurutuluşa gelin sözü= Hayye alel felah cümlesi hariç). Kur’an’ın okunması, dinin öğretilmesi yasaklandı. Açık ve net olarak Deccal’in simgesi olan ve ta 1400 yıl önce Peygamber tarafından haber verilen secdeye mani serpuş, zorla insanlarımıza giydirildi ta ki imanlarından olsunlar diye…

BİRİ ‘ŞEYH SAİD’, DİĞERİ ‘NUR SAİD’!

İşte bu deccal operasyonlarının peş peşe geldiği, Müslümanların elindeki tüm imkanların alındığı bir zamanda, bu ülkede, bu halk ve bu millet adına iki insan, bu gidişata dur deme cesareti gösterdi İslam ve Kuran adına! İkisi de seyyiddi ama aynı zamanda Kürt’tü! (Türklerden de çok can veren oldu ama bu ikisi aynı zamanda birer sembol oldular):

Biri ‘Şeyh Said’, Diğeri ‘Nur Said’! Biri (Şeyh Said) “Hüseynî tavrı” ortaya koydu, celadet (kavga ile mücadele) göstererek… Elindeki imkanlarıyla deccal düzenine dur demek istedi!

Öbürü ise (Nur Said) “Hasanî tavrı” (sulh içinde mücadele) usulünü seçti.

Şeyh Said, bu küfür düzenine karşı cihad etme görevini deruhte etmek üzere tüm Müslümanlar adına bir kalkışmada bulundu. Fakat Nur Said, bu tavrın, bu belayı def edemeyeceğini, çünkü Deccalı öldürme işinin Hz. İsa’ya, Süfyan’ı yok etme işinin de Mehdiye ait olduğu hikmetine dayanarak, Şeyh Said’i bu işten sakındırmaya kalkıştı. Şeyh Said de kendi açısından haklı idi. Zalime karşı muhakkak mücadele edilmesi gerektiğini biliyordu, bildiği şekilde ve sağladığı imkânlarla bunu durdurabileceğine inandı.

Ne adına İslam’ın devamı, Müslümanların bekası ve ahiret hayatı hesabın! Bu topraklardaki İslam ittihadı hesabına!

BEDİÜZZAMAN KARANLIĞIN İÇİNDE BİR IŞIK YAKTI

Bediüzzaman ise, eski cihad yöntemleriyle bu zamanın fitneleri ve Deccala karşı mücadele edilemeyeceğini, ilham-ı ilah ile bildi ve farklı bir mücadele yolu izledi. Kalktı karanlığın içinde bir ışık yaktı. Nur Risaleleri adını verdiği bu hareket ile imanı, İslam’ı, Kur’an’ı yeniden ve bugünün insanlarının anlayacağı şekilde anlattı. Aklı gözüne inmiş insanlara, eski usul tebliğ ve cihadın fayda sağlamayacağını görerek, tamamen farklı bir yöntemle imanın ihyasına ve Müslümanın yeniden ve ta içinden yeniden kurgulanmasına kalkıştı.

Son derece de başarılı oldu. Bugün bu ülkede Müslümanların da sözü bir parça geçiyorsa ve iktidar olabiliyorlarsa bu aziz insanların –ve tabii ki bilcümle dine hizmet edenlerin-verdikleri canhıraş çabalar sayesindedir…

SİZ DE Mİ KENDİNİZE BİR SÜFYAN İSTİYORSUNUZ?

İmdi sözü bu kadar uzatmamın sebebi Müslüman Kürtler’e bir iki söz söyleme zemini oluşturmak içindi!

Ey Kürtler, sizin alimleriniz ve ulularınız, biz Türkleri dahi Deccalın ve İblisin belasından kurtarmak için bu kadar canhıraş çabaladıkları ve bunda da muvaffak oldukları halde, şimdi siz hangi feraset ve izan ile, sizi yeniden küfre, Yezidiliğe, inkâra ve sosyalistlik adı altına küfrü mutlaka çağıran adamların ardında saf tutabiliyorsunuz?

Bir devletiniz olsun diye mi? Siz kâfirliği asıl maksat edinmiş bir devleti mi istiyorsunuz? Siz fitneyi size ahlak haline getirme vaadinden başka bir vaatte bulunmayanları mı kendinize efendi yapacaksınız? Siz de mi kendinize bir Süfyan istiyorsunuz?

Yazık edersiniz Şeyh Said’in hatırasına ve Said Nursi’nin çabasına.

Biz Türkler bunu en elim şekilde yaşadık. Siz de bizimle birlikte öyle bir yapılanmanın Müslümanlara ne tür sıkıntılar vereceğini yaşayarak geldiniz.

Şimdi hangi izan ile hangi ‘imanî kaygı’ ile şu iki kardeş kavmin birbirine düşmesine çanak tutan insanlara arka çıkarsınız! Nasıl onların safında yer alabiliyorsunuz?

Ey seyidler cemaati! Ey iki ‘said’i bağrından çıkaran Kürtler! Ey bugüne kadar İslam’ın ittihadına hizmet etmiş Selahhidinler! Vicdanlarınıza bir sorun. Bu hakiki Türklerin size bir zulmü var mı?

SİZİ BİZİM ÜSTÜMÜZDEN VURDULAR, BİZİ DE SİZİN ÜSTÜNÜZDEN VURACAKLAR!

Said Nursi’nin “Ben dikkat ettim, hapislerde zindanlarda bana zulmedenlerin hiç biri hakiki Türk değildi!” dedi gibi siz de dikkat ederseniz, size zulmedenlerin Türkler değil, Türklere de zulmeden kriptolar ve ne idüğü belli olmayanlar olduğunu göreceksiniz! İmanınızı ve İslam’ınızı başınıza alın! Bu belayı, bu millet, 1920’lerde 30’larda çok acı yaşadı. Şimdi aynı tuzağı size düşmeyin! Sizi bizim üstümüzden vurdukları gibi şimdi de bizi sizin üstünüzden vuruyorlar, vuracaklar!

BİZ DÜŞTÜK, 80 YILDA KURTULAMADIK! SİZ DÜŞMEYİN

Bediüzzaman Said, sesleniyor! “Ey Kürtler dikkat edin, Türkler sizin aklınızdır” diyor. “Ey Türkler dikkat edin Kürtler sizin kuvvetinizdir. İkiniz birlikte tam ve güzel bir adam edersiniz!” diyor. Duymamak, kulak vermemek reva mı, insaf mı? Ehli halin birbirini bilmemesi insaf mı? Neden onlara kulak vermiyorsunuz da sizi cehenneme ve şeytana hizmet etmeye çağıranlara kulak veriyorsunuz?

Ey Kürt kardeş! Yarı bir Kürt olarak özellikle sana sesleniyorum. Ne olur, bu tuzağa düşme. Biz düştük, 80 yılda kurtulamadık! Siz düşmeyin. Bir seksen yılımız daha gitmesin!

Aman dikkat! Aman teenni! Aman sükûnet ve suhulet!

RisaleHaber

Selimname Nedir? Tarihteki Yeri ve Önemi

Selimname, I. Selim (Yavuz Sultan Selim) ile II. Selim’in hükümdarlık yıllarının anlatıldığı manzum, mensur veya manzum mensur karışık tarihî eserlere verilen addır. Bilinenler içerisinde yalnız Kazasker Vusulî Mehmed Çelebi’nin Selimnamesi II. Selim’i anlatmakta, geri kalanları I. Selim’i anlatmaktadır. Çoklukla Türkçe olmakla birlikte Arapça ve Farsça Selimnameler de yazılmıştır.

I. Selim’den itibaren Osmanlı hükümdarlarının tek tek devirlerini anlatan tarihî eserler yazılmaya başlanmış, bunlar Selimname, Süleymanname gibi adlarla anılmıştır.

Selimnameler Osmanlı tarihçiliği bakımından önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Çünkü bu eserleri yazanlar, çoklukla ya bu hükümdarların devrinde yaşamış, onunla sarayda veya seferlerde birlikte olmuş, ya da yakınlarında bulunmuş kişilerin anlattıklarına dayanmışlardır. Yavuz Sultan Selim’in sağlığında başlayan (Örn. Keşfî’nin eseri) Selimname yazarlığı Kanuni Sultan Süleyman zamanında doruğa ulaşmıştır.

I. Selim devri olaylarını anlatan eserlerin büyük bir kısmı bu büyük hükümdar zamanında yazılmıştır. Özellikle Osmanlı Devletinin sınırlarının ve gücünün doruğa çıktığı bu devirde sanat faaliyetleri de artmış, şair ve ediplere değer verilmiş, onlar korunmuş ve yazıp getirdikleri eserler hükümdar tarafından ödüllendirilmiştir. Bu sebeple de birçok tarihçi, kahramanlıklarla dolu fakat kısa bir hayat süren Sultan Selim’in ilgi çekici devrini farklı kaynaklara dayanarak defalarca yazmışlar ve oğlu Sultan Süleyman’a sunmuşlardır.

Bu yazarların bazıları sarayda önemli mevkilere getirilmiş, Şükrî-i Bitlisî gibi bazıları da yüklü miktarda para yanında tımarla da ödüllendirilmiştir. Selimnamelerin bazıları, daha Sultan Selim’in 1509 yılında Trabzon valisiyken Gürcülerle yaptığı savaşları anlatarak başlarlar.

Birçok eserde onun kardeşleri Korkut ve Ahmet ile yaptığı taht mücadelesi geniş bir yer tutar. Hatta kimi yazarların bu eseri Sultan Selim’in oğlu Kanuni Sultan Süleyman’a sunmaları ve Selim’in mücadeleyi kazanarak iktidara gelmiş olması sebebiyle bu taht mücadelesinde taraf olduğu ve Sultan Selim’i tuttukları görülür.

Selim’in tahta geçişi, babasının ölümü, İran ve Mısır seferleri bütün canlılığıyla ve teferruatıyla anlatılır. Eser genellikle Selim’in ölümü ve oğlu Sultan Süleyman’ın tahta geçmesiyle son bulur. Selimnamelerin hepsi Sultan Selim’in hayatının tamamını anlatmazlar.

Meselâ İshak Çelebi’nin Selimnamesi, II. Bayezid Türk Edebiyatında Selimnameler 33 Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 4/8 Fall 2009 devrinin sonlarından başlayıp Selim’in cülusuna kadar getirip bırakmıştır. Eserlerin tarihî değerleri oldukça yüksektir. Bunlar, bizzat saray çevresinde bulunmuş, hükümdarla birlikte seferlere katılmış kişiler tarafından ya da birinci derecede kaynaklara dayanarak yazılmış oldukları için birer vesika durumundadırlar.

Bu yüzden de Yavuz Sultan Selim devri tarihi yazılırken başvurulan en önemli kaynaklar arasında yer alırlar. Selimnameler sayesindedir ki, Osmanlı hükümdarları arasında dönemi en iyi aydınlatılan ve kolay yazılabilen I. Selim olmuştur.

Selimnameler yalnız birer kuru tarih kitabı değildir. Bir yandan çoğu vesikalı tarihî bilgiler verirken, diğer yandan devrin bütün özelliklerinin bu eserlere yansıdığı görülür. Devlet yönetimi, saray, Osmanlı coğrafyası, ordunun durumu, gelenekler, kültürel yapı, kullanılan silâhlar, savaş taktikleri, hükümdarın ruh hâli, dil, edebiyat, folklor vb. konularda oldukça sağlam bilgiler de bu eserlerde yer almaktadır.

İstanbul ve Anadolu kütüphaneleriyle birlikte Avrupa kütüphanelerinde de çok sayıda Selimname nüshası vardır (Bunlar hakkında bkz. Babinger, Tekindağ, Uğur ve Kartal’ın çalışmaları). Bu eserler üzerinde kimi zaman toplu, kimi zaman da bağımsız çalışmalar yapılmış, özellikle son yıllarda Türkiye’de bazı Selimnamelerin metinleri yayımlanmıştır.

Selimnameler Türkçe, Arapça ve Farsça olarak yazılmıştır. Türkçe metinler çoğu zaman 16. yüzyılın Arapça ve Farsça kelime oranı oldukça yüksek ağdalı diliyle yazılmış olsalar da içlerinde Şükrî’nin Selimnamesi gibi dil bakımından oldukça önemli ve orijinal olanlar da vardır.(Makale Mustafa Argunşah’a aittir)

Süleyman Demirel Üniversitesinde  Yahya Kemal’i okuttuğumda Selimname’yi  ödev olarak verdim. Daha Sonra Mehmet Kırkıncı Hoca Hazretlerinin Yavuz Sultan Selim isimli eserini ödev yapan çocuklara karşılıksız dağıttım. Şimdi Yukarıda Mustafa Argunşah’ın  bu konudaki yazısı ile birlikte bu kısmı daha sonra da şiiri alıyorum. Himmet uç

 

Selimname Yahya Kemal Beyatlı

eflâkden o dem ki peyâm-ı kader gelür
gûş-î cihâne velvele-î bâl ü per gelür

devr-î fütûhu sûr-ı sirâfil* müjdeler
hak’dan nizâm-ı âlemi te’mîne er gelür

ebvâb-ı ravza-î nebevî’den firiştegân
cibrîl’i gördüler nice demdir gider gelür

derk ettiler ki merkad-i pâk-î muhammed’e
rûhü’l-kudüs’le arş-ı hudâ’dan haber gelür

rûy-î zemîni tâbi-i fermânı kılmağa
sultan selîm han gibi şîr-i ner gelür

râyâtının alemleri üstünde uçmağa
sîmürg-i feth hem-çü nesîm-î seher gelür

hâkan ki at sürünce bir iklîm-i düşmene
pîş ü pesinde mahşer-i tîg ü teber gelür

ey gaasıb-ı diyâr-ı arab bekle vaktini
evvel cezâ-yı saltanat-ı sürh-ser gelür

kaç fâtih-î zaman gören iran-zemin bugün
görsün kiminle hangi cüyûş-î zafer gelür

tekbîrlerle halka ıyân oldu tûğlar
sahrâ-yı üsküdâr’e revân oldu tûğlar

···

SEFER

tebrîz’e doğru çıktı sefer şâhrâhına
ervâh peyrev oldu cihan pâdişâhına

at üzre geçtiğin göricek leşker-î guzât
râmoldu şîrler gibi yâvuz nigâhına

yekser gazâ kılıncı kuşanmış bir ümmetin
câlis budur erîke-i âlem-penâhına

münkaad edip serîrine maşrıkla mağribi
bir devlet ermegaan edecektir ilâhına

âhır ağardı tan yeri re’s-î cibâlden
serhad’de yol göründü acem tahtgâhına

fermân-ı bî-eman kalkan hümâ gibi
tuğrâlu nâme gitti kızılbâş şâhına

hâkan-ı rûm leşkeri yaklaştığın görüp
iran gerektir ağlasa baht-ı siyâhına

hengâm-ı remzi bildiren âvâz-ı hâtifî
aksetti her tarafta cibâlin cibâhına

sahrâ-yı çaldıran’da gazâ vardır erteye
ey berk müjde ver feleğin mihr-ü mâhına

meydân-ı cenge sâye-resân oldu tûğlar
rehyâb-ı milk-i nûşirevân oldu tûğlar
···
ÇALDIRAN

her tûğ-ı pür-fürûğ verirken hücûma şan
her tîg-i bî-dirîg parıldardı hun-feşan

meydân-ı haşr ü neşri karıştırdın ey kader
andırdı rûz-ı mahşeri hengâm-ı imtihan

saldırdı fart-ı gayz ile ifrît-i râfızî
tâli’ göründü bizlere sol kolda pek yaman

garkoldu hûna rûmeli beğlerbeği’yle ceyş
üç malkoçoğlu eyledi bir bir fedâ-yı can

uğrunda her gazâya atılmış mücâhidîn
lâyık mıdır felâkete ey rabb-ı müste’an

her yanda hûn içinde bu hengâmeden beri
hiç esmiyen nesîm-i fütûh esdi nâgehan

sağ kolda bozdu bozguna uğrattı düşmeni
şirâne bir taarruzu sevk eyliyen sinan*

şâh-ı adûya karşı kopan sarsar-ı zafer
indirdi yıldırım gibi bir darbe-î giran

pâmâl-i rahşı kıldı acem tâc ü tahtını
tâ arşa astı tîgıni sultan selîm han

sermest-i câm-ı vuslat-ı şân oldu tûğlar
tebrîz’e reh-nümâ-yı ‘inân oldu tûğlar
···
TOPLAYIŞ

tebrîz’e uçtu feth-i celîlin hümâları
bir böyle hâli görmedi iran semâları

tevhîd içün bu halkı döğüşmüş yiğitlerin
yüz şehre rekzedildi muzaffer livâları

bir kutba bağlı cümle gönüller bir olmalı
mâdâm kâinâtta bir hudâları

her kişverinde kırmağa zencir-i şîa’yı
azmetti askerin ulu kîşver-küşâları

mer’aşla kayserriye’yi fethetti bir dilîr
yükseldi rabb-ı izzet’e şükran duaları

zülkadr’i sildi tîg-i selîmî harîtadan
engin göründü mısr ü hicâz’ın fezâları

···

MERCİDABIK
seyreylesün felek kaderin şehsüvârını
fethetti bir seferde nebîler diyârı’nı

sahrâ-yı mercidâbık’a nakş eylemiş kader
islâm fikr-i vahdetinin kârzârını

memlûk pâdişâhı bu dâvâyı fasl içün
sarfetti azm ü cezm ile bilcümle vârını

bir kaahirâne hırs ile memlûk leşkeri
gavgaaya saldı esliha-î bî-şümârını

bâran misâli gülle yağıp kıldı hâksâr
hem gaasıbâne tâcını hem tâcdârını

eyne’l-meferr diyen çöle can attı sû-be-sû
bâkîsinin de tîg tamâm etini kârını

sahrâ-yı lâ’lgûne bakan şâhid-î zafer
görsün bahârının bu yaman lâlezârını

tevhîd-i milk ü millet içün cenk edenlere
sûriyye açtı cümle husûn ü hisârını

itmâm-ı gaalibiyyet içiün şanlı pâdişah
mısr içre kurmak istedi dârü’l-karârını

şevk-i seferle pür-heyecân oldu tûğlar
bâd-ı zaferle mısr’a vezân oldu tûğlar
···

RİDANİYYE

memlûkler bakıyyesi pür gayz edüp kıyâm
mısr içre kalmasun dedi bir tîg der-niyâm

vadî-i nîl-i tuttu anûdâne ser-te-ser
ordû-yı fethe karşı sürülmüş nefîr-i âm

pür-zûr saldıran kölemen fârisanını
saf saf guzât kıldı dilîrâne iktihâm

kat’î hücûma geçti nihâyet mücâhidîn
mutlak bu harbe vermek içün şanlı bir hitâm

birden serildi hâke ridâniyye cephesi
bed’etti feth-i kaahire’den izhizâm-ı tâm

gazî vezîr-i âzamı a’dâ şehîd edüp
gûyâ büyük zaferden o gün aldı intikam

on mısr’a bir sinan* bedel olmazdı ey kazâ
şevketlü pâdişâhı bu hâl etti telhkâm

fevkindedir zaferden alınmış ganâimin
mü’minler etti vahdet-i islâm-ı iğtinâm

hem şark’ı hem cenûb’u açan bir cihâddan
aksetti dehre nâ-mütenâhî bir ihtişâm

hakka ki ser-firâz-ı cihân oldu tûğlar
ferman-dih-î zamân ü mekan oldu tûğlar

···

RIHLET

bir gün çalındı nevbet-i takdir rıhlete
ukbâda yol göründü hudâ’dan bu dâvete

doldukça doldu gözleri eşk-î firâk ile
kudretlü pâdişâh veda etti millete

tevhîd maksadıyle geçirmişti ömrünü
ref’etti ermegaanını dergâh-ı vahdete

râyâtı gölgesinde fedâ-yı hayat hayât eyleyen
ervâha pîşdâr olarak girdi cennete

yekser riyâz-ı huld-i berîn oldu cilvegâh
her cenkten getirdiği binlerce râyete

dîdâr-ı fahr-ı âlem-i görmekti gayesi
gark-ı huşû çıktı huzûr-ı risâlete

alnından öptü fahrederek fahr-ı kâinât
şabâş sundu sarfedilen bunca himmete

divân-ı hak’da mağfiret-î kirdigâr’dan
şâyeste gördü cürm ü günâhın şefâate

dûr olmasıyle böyle büyük pâdişâhdan
garkoldu nâs mâtem-i bî-hadd ü gayete

yer yer misâl-i bîd-i hazân oldu tûğlar
sultan selîm’e girye-künân oldu tûğlar

···
râyâtının alemleri üstünde uçmağa
sîmürg-i feth hem-çü nesîm-î seher gelür

hâkan ki at sürünce bir iklîm-i düşmene
pîş ü pesinde mahşer-i tîg ü teber gelür

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

“Arşiv Belgeleri Işığında Dahiliye Nezareti Tarihi” Kitabı Neşredildi!

Yeni Zelanda’lı bir devlet adamı, İçişleri Bakanlığı için “mülkî idâredeki bölümlerin anası = the mother of all departments” vasıflandırmasını yapmıştır. Gerçekten de öyledir. Zaten günümüzde İçişleri Bakanlığının mülkî idâre arasındaki yerini ve önemini kimse tartışamaz. Ancak bakanlık şeklindeki teşkîlâtlanma, insanlık tarihi açısından yeni sayılabilir. Bu demek değildir ki, devlet mekanizması içinde içişleri bakanlığının fonksiyonlarını ifa eden kurumlar, mülkî idâre tarihinde mevcut olmamıştır.

Tarih boyu farklı devletlerde ve muhtelif idâre şekillerinde bu makâmın karşılığı bulunmuştur. Fakat bakanlık şeklindeki teşkîlâtlanma yenidir ve farklı ülkelerde muhtelif şekillerde kendini göstermiştir. Bazı ülkelerde Ülke Güvenliği Sekreterliği (The Department of the Home Land Security) adı altında (Amerika gibi), bazı devletlerde Adâlet Bakanlığı (Ministry of Justice) çatısı altında (yine Amerika’da ve Filipinlerde olduğu gibi) ve çoğu ülkelerde de doğrudan İçişleri Bakanlığı (Interior Ministery yahut Ministery of Internal Affairs) adıyla vücut bulmuştur. Adâlet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığının aynı çatı altında birleştirildiği (Ministry of Interior and Justice) devletler de bulunmaktadır (Hollanda kısmen böyledir).  Osmanlı Devletinde ise, II. Mahmud ile bakanlık teşkîlâtı Batı’dan taklit edilmeye başlanınca, Umûr-ı Mülkiye Nezâreti ve Dâhiliye Nezâreti ünvanları kullanılmıştır. Cumhuiyet döneminde bu tabir, evvela Dâhiliye Vekâleti ve sonra da İçişleri Bakanlığına çevrilmiştir.

İçişleri Bakanlığının teşkîlâtlanma şekli ve ismi kadar, kuruluş zamanları ve tarihleri de, devletlere göre farklılık arzetmektedir. Ancak bakanlık tarzındaki teşkîlâtlanma XVIII. yüzyılın sonuna doğru başlamıştır. Çoğunlukla farklı devletlerdeki bakanlık teşkîlâtları, XIX. yüzyılın içinde gerçekleşmiştir. Birleşik Krallıkta Home Office’in kuruluşu 27 Mart 1782’dedir; Rusya’da bu tarih 28 Mart 1802’dir; Almanya’da ise 1870’li yılları beklemek gerekmektedir.

Önemle ifade edelim ki, genç nesillerin önemli bir kısmı bilmese de, bizim tarihimiz her konuda olduğu gibi bu konuda da ilklerle ve imtiyâzlı idarî gelişmelerle doludur. Osmanlı Devleti, en uzun ömürlü Müslüman Türk devletidir ve Türkiye Cumhuriyetinin selefi olması hasebiyle Türk mülkî tarihi açısından birinci derecede önemi haizdir. Osmanlı Devletinin bu konudaki zenginliği üç sebepten ileri gelmektedir:

Birincisi, Emevi Devleti ve Abbasi Devleti zamanında şekillenen İslam mülkî idâresinin temel esaslarını, isim ve teşkîlâtlanma tarzı farklı da olsa taklid etmiş olmasıdır.

İkincisi ise, tarih boyu Hun, Göktürk ve elbetteki kendileri gibi Müslüman olan Selçuklu Devleti gibi büyük devletler kuran Türk mülkî idâresinin mirasçısı olmalarıdır.

Üçüncü bir zenginlik de, komplekse düşmeden Bizans yahut başka devletlerdeki iyi çalışan devlet mekanizmalarından istifade edebilme vizyonudur.

Vurgulamakta yarar görüyoruz ki, bizde İçişleri Bakanlığının tarihçesi, asla 1836 tarihi ile başlatılamaz. Farklı isimler altında da olsa, bütün Müslüman Türk devletlerinde ve özellikle de Osmanlı devletinde mülkî idârenin temelleri çok eski tarihlere uzanmaktadır. Şu anda Osmanlı Arşivinde bu mülkî idârelerle alakalı yüzbinlerce evrak bulunmaktadır. İşte bu eser, tarihimiz boyunca ve husûsan Osmanlı Devletindeki içişlerine dair kurum ve kuruluşları, temel kaynaklar ve arşiv belgeleri ışığında incelemek gayesiyle kaleme alınmıştır.

Kitâbımızda yer verdiğimiz bilgilerin bir kısmı elbetteki elde mevcut kaynaklarda ve hatta web sayfalarında dahi bulunabilir. Ancak bu kitâp mevcut bilgileri belgelendirme ve bilinmeyen husûsları ortaya çıkarma noktasında bir ilk sayılabilir.

Her meselede olduğu gibi, İçişleri Bakanlığının kuruluşu konusunda da, arşiv belgelerinin ortaya koyduğu gerçeklerden farklı şeyleri biliyoruz. Çünkü yıllardır eğitim müesseselerinde anlatılan bu teşkîlâta ait bilgilerin çoğu, sadece Batı hukûk tarihi yahut Tanzîmât sonrası tarihimiz açısından doğru olanı yansıtmaktadır. Bizim tarihimizdeki İçişleri teşkîlâtı, kaynaklarda 1836 tarihinde başlatılmaktadır. Hâlbuki İçişleri Bakanlığının tarihini bu tarih ile başlatmak tamamen yanlıştır. Zira İçişleri Bakanlığı (Umûr-ı Mülkiye Nezâreti), daha önceki benzeri kurumların devamıdır ve bu tarihden önce de bu tür müesseseler vardır. O kadar ki, Fâtih Sultân Mehmed’in Kânûnnâme-i Osmânîsinde, tam sadâret kethudâsı makâmını karşılamasa da, bazı fonksiyonlarını ifa eden kapucular kethudâsı diye geçen bu makâmın (kapucılar kethüdasının) protokoldeki yeri de belirlenmiştir:

5. Ve ağalardan yeniçeri ağası sâir ağaların büyüğüdür. Baş yeniçeri ağası, anın altına mîr-i alem, anın altına kapucıbaşı, anın altına mîrahûr, hâlâ mîrahûr Devlet-i Pâdişahîde iki olmuşdur. Mîrahûr-ı sânî altına çakırcıbaşı, anın altına çaşnigîrbaşı, anın altına sipâhi oğlanları ağası, altına silahdârlar ağası, altına sâir bölük ağaları, anların altına çavuşbaşı, anın altına kapucılar kethudâsı, anın altına cebecibaşı, anın altına helvacıbaşı ve anın altına topçubaşı oturur.

İşte bütün bu sebeplerle, İçişleri Bakanı ve Müsteşârı seviyesinde böyle bir kitâbın ve hatta daha kapsamlı bir çalışmanın yapılması husûsunda yeterli istek ve irâde mevcut idi. Ancak daha önceki teşebbüsler akim kalınca, kader-i ilahî bizi, İçişleri Müsteşârı Seyfullah Hacımüftüoğlu ile karşılaştırdı ve ilk buluşmamızda bu konu gündeme geldi. Hem rektörlük gibi ağır bir idarî yük ve hem de diğer ilmî araştırmalarımın ağırlığı beni yormasına rağmen, ben kıymetli Müsteşârımızı kıramadım ve İçişleri Bakanlığının Osmanlı Dönemi kısmını üstlendim. Umarım bu çalışma, genç mülkiyelilere ve araştırmacılara anahtarlık vazifesini yapar ve onlar da projeyi geliştirir ve hatalarımızı tashih ederler.

Bu arada ifade etmemiz gereken önemli ve sevindirici bir nokta daha vardır. Genç araştırmacılar, özellikle Osmanlı Dönemine ait her mesele hakkında yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlamakta ve kıymetli tarihçiler bu konuda yeni yeni eserler kaleme almaktadırlar. Bunlardan önemli ölçüde biz de istifade ettik ve hatta bu araştırmalardan bazı başlıkları özetleyerek ve kaynak vererek kitabımıza aldık. Bunlar arasında özellikle Sinan Kuneralp’ın kaleme aldığı Son Dönem Osmanlı Erkan ve Ricali (1839 – 1922) Prosopografik Rehber adlı eser; Ali Sönmez Bey’in doktora tezi olarak hazırladığı Zabtiye Teşkîlâtının Kuruluşu ve Gelişimi ünvanlı araştırma; Muzaffer Doğan’ın Sadâret Kethüdalığı: (1730-1836) isimli eseri ve Sâlim Aydüz’ün Tophâne-i Âmire ve Top Döküm Teknolojisi isimli Türk Tarih Kurumu tarafından neşredilen kitabı, mutlaka zikredilmesi gereken kaynaklar arasında yer almaktadır. Bu eserlerden sonuncusu hariç maalesef geriye kalanları kütüphane raflarında basılmayı beklemektedir ve ümit ederiz ki, bir gün basılarak ilim âleminin istifadesine mutlaka sunulur.

Burada bir de teşekkür edilmesi gereken hayatî bazı yayınları daha hatırlatalım. Kıymetli Arşivci Seyit Ali Kahraman ve değerli yayıncı Nuri Akbayar tarafından yeniden düzenlenerek neşredilen Mehmed Süreyya’nın Sicill-i Osmânî adlı muhalled eseri, Tarih Vakfı tarafından bütün araştırmacıların hizmetine yeniden tanzim edilerek sunulmuştur. Yani bizim işimizi kolaylaştırmışlardır. Bu arada Osmanlı Arşivinin yayınladığı muhalled eserler de unutulmamalıdır ki, Osmanlı Arşiv Rehberi bunların başında gelmektedir.

Yukarıda açıklanan sebeplerle, kitâbı beş ana bölüme ayırdık:

Birinci Bölümde, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Osmanlı Devletindeki mülkî idârenin anahatlarını özetledik. Elbetteki Dîvân-ı Hümâyûnu, buna katılan üyeleri, ve sadâret makâmını bilmeden 1836 yılına kadar İçişleri Bakanlığının fonksiyonlarını ifa eden Sadâret Kethudâlığı anlaşılamazdı. Şunu hatırlatalım ki, bu bölümde anlatılan Osmanlı mülkî idâresinin ana hatları, diğer bölümler için bir çeşit alfabe hükmündedir. Zira dîvân-ı hümâyûn, bostancıbaşı, nişancı, defterdâr, çavuşbaşı, sadâret ve benzeri kavramları bilmeden kitabımızın diğer bölümlerini anlamak ve takip etmek mümkün değildir.

İkinci Bölümde, kitâbın ana temelini oluşturan Dâhiliye Teşkîlâtının tarihî gelişimini anlattık. Osmanlı Devletinden önceki Müslüman devletlerde ve Selçuklular gibi Türk devletlerinde bu vazifeyi ifa eden hâciplik ve polis teşkîlâtı demek olan şihne kurumunu özetledik. Daha sonra Fâtih Kânûnnâmesinde yer almasından ta 1836 yılına kadar Osmanlı içişleri bakanlığı diyebileceğimiz Sadâret Kethudâlığı üzerinde durduk. Bunların tayinleri, ma’âşları, seçimlerinde riâyet edilen husûslar ve azilleri konusunda, kanaatimizce yeterli bilgi ve belge sunmaya gayret gösterdik. Bu konudaki araştırmalardan elimizden geldiği kadar istifade etmeye çalıştık.

Bu dönemde görev yapan sadâret kethudâlarının tamamının hayat hikâyesini bu kitaba almak mümkün idi. Ancak bu kitabın muhtevasını lüzumsuz yere arttıracağından, biz nümune olsun diye bazı sadâret kethudâlarının hayatlarını özetle vermeye çalıştık. Özellikle Nevşehirli İbrahim Paşa döneminden sonra, kethudâlar İrâde-i Seniyye ile tayin edildiğinden bu döneme ayrı bir önem verdik. 1836 yılına kadar uzanan bu süre içinde vazife yapmış sadâret kethudâlarının listelerini ve dipnotlar halinde çoğunluğunun hayat hikâyelerini ve şahsî vasıflarını eserimize dercetmeye çalıştık. Ulaştığımız en önemli netice, Hâriciye Nezâreti demek olan reisülküttâblık ile Dâhiliye Nezâretini karşılayan sadâret kethudâlığı konusunda, makama gelen şahsiyetlerin, ilmî ve idârî kabiliyet ve dirâyetleri ile tecrübeleri husûsunda atbaşı gitmeleridir. Yani Osmanlı Devleti sadâret kethudâlığı makamını temel görevler arasında kabul etmiş ve bu makama gelenlerin tamamının hayat hikâyeleri ve me’mûriyet safhalarını arşiv belgeleriyle tesbit eylemiştir.

Üçüncü Bölümde, Batıdaki idarî reformlardan etkilenerek onları taklide çalışan II. Mahmud döneminde başlayan hareketli ve istikrarsız İçişleri Bakanlığı teşkîlâtını, bütün yönleriyle ve belgelerle ortaya koymaya çalıştık. 1836 tarihinde Sadâret Kethudâlığı yerine kurulan ve bir tek bakanla (Pertev Paşa) devam edebilen kısa süreli Umûr-ı Mülkiye Nezâretinin kuruluşu ile alakalı fermân ve hükümler; 1837 yılında bu ismin Dâhiliye Nezâretine çevrilmesi, sonradan yine ilgası ve ikinci kuruluşla alakalı bilgiler ve belgeler; 1869 tarihinde Dâhiliye Nezâretinin tekrar iadesine ve kısa zaman sonra tekrar ilgasına dair gerçekler ve nihayet 1877 yılında yeniden kurulan Dâhiliye Nezâretinin Cumhuriyete kadar devam eden teşkîlâtına ait bilgi ve belgeleri ayrıntılarıyla inceledik.

Bu bölümde Dâhiliye Nezâretine tayin edilen bütün şahsiyetler hakkında bilgi verdik ve Osmanlı döneminde çıkarılan mecmû’aları ve gazeteleri mümkün mertebe tarayarak fotoğraflarını, birisi hariç, kitaba koymaya muvaffak olduk. En önemlisi de Dâhiliye Nezâreti ile alakalı Osmanlı Arşiv belgelerinin tasnifini ve kısa bilgilerini ihmal etmemeye çalıştık. Dâhiliye Nâzırlarının tamamının hayat hikâyesini kitabımıza aldık; ancak dâhiliye nâzırı demek olan sadâret müsteşârlarının hayatlarına da önemli ölçüde değindik.

Şunu itiraf edelim ki, Dâhiliye Müsteşârlarının tam bir listesini verdiğimiz söylenemez. Ancak Osmanlı Arşiv belgeleri arasında bulduğumuz kadarıyla kitaba almaya gayret gösterdik.

Dördüncü Bölümde ise, Osmanlı Devletinde Dâhiliye Nezâretine yardımcı olan yahut onun bazı fonksiyonlarını tarih boyunca ifa eden bazı idârî ve mülkî kuruluşları inceledik. Bunlar arasında ihtisâb teşkîlâtı demek olan belediyeleri; asırlarca İstanbul’un güvenliğinden sorumlu olan Yeniçeri Teşkîlâtı ve bunun yerini alan Makâm-ı Seraskerîyi; Emniyet Teşkîlâtının kısmen de olsa karşılığı olan Subaşılık, Asesbaşılık ve Çavuşbaşılık gibi teşkîlâtları ve bunların Tanzîmât sonrası yeni şekilleri olan De’âvî Nezâreti, Tophâne Müşîriyeti ve Nezâreti, Zabtiye Müşîriyeti ve Nezâreti hakkında doyurucu bilgiler vermeye çalıştık ve kuruluş belgelerini açıkladık.

Burada zikretmemiz gereken bir nokta da şudur: Polis teşkilâtının bu adla kuruluş ve ilk nizâmnâmesinin hazırlanış tarihi 1845 olduğunda şüphe yoktur. Ancak aynı şey Jandarmanın bilinen kuruluş tarihi için geçerli değildir. Bu zamana kadar Jandarma Teşkilâtının kuruluşu 1869 yılına bilinmekte ve asâkir-i zabtiye ilk jandarma olarak değerlendirilmektedir. Bize göre Jandarma Teşkilâtının aynı isimle kuruluşu Sadrazam Said Paşa zamanına yani 1880 yılında ilk Nizâmnâmenin hazırlanışı ve ilk Jandarma Umum Kumandanının tayin edilişi zamanına rastlar. Sadrazam Said Paşa’nın Jandarma adıyla kolluk kuvveti kurulması emri ise, 1979 yılına rastlamaktadır. Ancak asâkir-i zabtiye terimini jandarma olarak yorumlarsanız, 1869 yılı da doğrulanmış olur.

Beşinci ve son bölümde ise, Osmanlı Devletinde ve özellikle de Tanzîmât sonrası vücuda getirilen Dâhiliye mevzuatının temel düzenlemelerini kitâbımıza almaya karar verdik. Ayrıca Zabtiye ve Asâkir-i Zabtiye, Polis ve Jandarma ile alakalı nizâmnâme ve talimâtları da yayına hazırladık. Bunların bazıları yayınlanmaya çalışılmış ise de, bazan yarıya yakını ilmî hatalarla dolu olduğunu esefle müşâhede eyledik. Bu kitabın aynı zamanda kısa da olsa bir Jandarma ve Polis teşkilâtları tarihi olması bizi sevindirmiştir.

Not: Eseri hazırlamaya teşvik eden Seyfullah Hacımüftüoğlu’na; Takdim yazarak bizi şereflendiren Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a; İçişleri Bakanımız Efgan Ala bey’e; Eserin çıkması için adım adım çalışmalarımı takip eden Selim Çapar bey’e; Türk İdari Araştırmaları Vakfı’na ve Finansör olan Türk Hava Yolları’na teşekkürlerimi arz ediyorum.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof. AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

Arsiv Belgeleri İsiginda Dahiliye Nezareti (İcisleri Bakanlığı) Akgunduz

Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu (Dirilişin Hikayesi)

Kayı boyuna ait Ertuğrul Gazi yönetimindeki aşiret Anadolu Selçukluları zamanında Ankara dolaylarına yerleştirilmişlerdi. Sonraki süreçte Osman Bey idaresindeki Kayı Türkleri Eskişehir ve Söğüt çevresine yerleştiler.

Osman Gazi, Ertuğrul Bey’in üç oğlundan birisidir. Osman Bey diğer kardeşlerinden büyük değildi, fakat adeta bir idareci olarak yaratılmıştı. Beyliğin başına geçtiği zaman, 23 yaşında idi.

Edebali’nin evinde misafir iken, istirahat için gösterilen odada, Kur’an-i Kerim’i görünce, sabaha kadar saygısından yatmadığı ve geceyi uykusuz geçirdiği çok meşhurdur. Şeyh bu durumdan çok memnun kaldığı için kendisini kızı ile evlendirmiş ve hayır dualar etmiştir.

Osman Bey, 1287’de Karacahisar’ı fethetti. 1280’de Domaniç’te Bizanslıları  yenerek Bilecik’i fethetti ve Selçuklu Hükümdarı tarafından uç beyliğine verildi. 1299’da İnegöl fethedildi. Selçuklu Devleti yıkıldı ve Osman Bey müstakil beyliğini ilan etti. 1300’de Yenişehir ile Köprü hisar, 1302’de ise Akhisar ve Koçhisar fethedildi.

Osman Bey’e babasından kalan arazinin genişliği 4800 km. kare idi. Kendisi vefat ettiğinde ise, beyliğin toprak genişliği 16.000 km.kareye ulaşmıştır. Vefat etmeden önce oğlu Orhan Bey’e şöyle vasiyet etmiştir “Oğullarıma ve bütün dostlarıma birinci vasiyetim şudur ki; her zaman gazaya devam ederek, Din-i Celil-i İslam’ın yüceliğini  yaşatınız. Cihadın kemaline ererek,  sancağı şerifi hep yüksekte  tutunuz. 

Her zaman İslam’a hizmet ediniz. Zira Cenâb-ı Hak benim gibi zayıf bir kulunu ülkeler fethetmek için memur etti.

Gaza ve cihadlarınızla Kelime-i Tevhid’i çok uzaklara götürünüz. Hanedanımdan her kim, hak yoldan ve adaletten saparsa mahşer gününde, Resulü Azam’in şefaatinden mahrum kalsın. Oğlum! Dünyaya gelen hiç bir insan yoktur ki, ölüme boyun eğmesin.”

Vefatında 68 yaşında idi. Tarih ise, Ağustos 1326’yi gösteriyordu. 

Osmanlı Devletinin ikinci sultanı olarak tahta geçen Orhan Gazi. 1281 yılında Söğüt’te doğdu. Babası Osman Gazi, annesi Şeyh Edebâli’nin kızı Mal Hatundur. 

Devletin topraklarını altı misli büyüten Orhan Gazinin döneminde Osmanlı Devleti Bilecik, Bursa, Balıkesir, Bolu ve civarı, Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Çanakkale, İstanbul’un birkaç kalesi hariç Anadolu yakası, Ankara, Ayaş, Beypazarı, Nallıhan, Kızılcahamam, Haymana, Polatlı, Soma, Kırkağaç, Domaniç, Bergama, Dikili, Kınık, Marmara Adaları, Trakya’da Tekirdağ, Lüleburgaz, İpsala, Keşan gibi şehir ve kalelere hakim bulunuyordu.

Saltanatının üçüncü yılında hükümdarlık  alâmetinden olarak Bursa’da gümüşten akçe kestirdi. Akçenin bir tarafında Kelime-i şehadet ile Hulefâ-i Râşidîn’in (radıyallahü anhüm) isimleri yâni; Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali yazılı idi. Diğer tarafında; Orhan bin Osman, basıldığı tarih olan H.727 ve Osmanlıların mensup olduğu Kayı boyunun damgası vardı.

Osmanlı devlet teşkilatı, ilk defa Orhan Gâzi zamanında teşkil olundu.   İznik fethedilince, manastırını medreseye çevirterek ilk Osmanlı medresesini kurdu.  Ahalisinden Müslim ve gayrimüslim hiç kimsenin aç ve açıkta kalmamasına gayret etti. Bursa’da, câmi, imâret, tabhâne, yol, köprü ve hamamlar yaptırdı. alimler ve dervişlere de hürmet edip onların barınmaları ve hizmetlerini kolayca îfâ edebilmeleri için, tekke ve zaviyeler yaptırdı.

Orhan Gâzi. Veliahtlığa getirdiği Murad Beye şu nasîhatlarda bulundu:

“Oğul, saltanatına mağrur olma. Unutma ki, dünya, hazret-i Süleyman’a  kalmamıştır. Unutma ki, dünya saltanatı geçicidir,  lakin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şefaatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir. Dünyaya âhiret  ölçüsüyle bakarsan ebedi saâdeti fedâ etmeye değmediğini göreceksin. Oğul! Rumeli Hıristiyanları rahat durmayacaktır, sen o cânibe yürü. Rumeli fethini tamamla. Konstantiniye’yi ya fethet, yahut fethe hazırla, civardaki Türk beyleriyle mesele çıkarmamaya çalış.

Ahâli her ne kadar bizi istese de başlarında bulunan beyler, beyliklerinden geçme taraftarı gözükmez. Daha bir zaman idare edecekler, lakin sonunda olmuş meyve gibi avucuna düşecekler. Anadolu’da gaile çıkmazsa Rumeli işini rahat halledersin. Bu yüzden Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et. Cennetmekân babam Osman Gâzi Han, Söğüt ve Domaniç’ten ibaret bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz Allah’ın izniyle beyliği hanlığa çevirip sultanlığı ikmal ettik.

Sen daha da büyüğünü yapacaksın. Osmanlıya iki kıta üstünde hükmetmek yetmez. Zîrâ i’lâ-yı kelimetullah azmi dünyaya sığmayacak kadar yüce bir azimdir. Selçuklunun varisi biz olduğumuz gibi Roma’nın varisi de biziz. Oğul, Kur’ân-ı kerîm’in hükmünden ayrılma. Adâletle hükmet. Gâzileri gözet. Dîne hizmet edenlere hizmeti şeref say. Fakirleri doyur. Zâlimleri ise cezalandırmakta tereddüt gösterme. En kötü adâlet, geç tecelli eden adalettir. Sonunda hüküm isabetli dahi olsa, geciken adalet zulümdür. Oğul, biz yolun sonuna geldik, sen daha başındasın. Cenâb-ı Mevlâ saltanatını mübârek kılsın.”

1360’ta rahatsızlığı artarak vefât etti. Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’e defnedildi.

Babası Orhan Gazi’den sancağı,devralan 1. Murat   Diğer isimleri ile; Murat Hüdavendigar veya Gazi Hünkar, 1326 yılında doğmuştur. Orhan Gazi ile Nilüfer Hatun’un oğullarıdır. Babasından aldığı Yüz bin metre karelik Osmanlı Toprağını beş yüz bin metre kareye çıkarmış başarılı bir komutan ve Padişahtır. Bir rivayete göre hükümdarlığı döneminde 40’tan fazla savaş yaptığı ve hiç yenilgi almadığı söylenmektedir.

Osmanlı’nın İlhanlı Devletine olan bağlılığının 1. Murat döneminde sona ermesinden dolayı “Sultan” unvanı ilk olarak 1. Murat’a verilmiştir.

 1 Murat yapacağı bütün işlerde ve planladığı savaşlarda muhakkak ulemanın fikrini alır, öyle hareket ederdi. Osmanlı tarihinde kardeşlerini boğdurarak tahta geçen ilk padişah olarak bilinir. 

Yaklaşık olarak 30 yıl padişahlık yapmış olan 1. Murat Bizanslıların, Çorlu, Burgaz ve Malkara’yı işgal etmeleri üzerine  ilk hareketi buralara düzenlemiş ve geri almıştır. Ayrıca Ankara’da aynı şekilde elden çıkmış fakat orayı da geri almıştır. Ardından Edirne, Gümülcine’yi aldı. Bunun üzerine paniğe kapılıp haçlı seferi düzenleyen, Bizans, Sırp ve Macar orduları ile savaşa tutuştu ve haçlı ordusunu Meriç Nehrine döktü. Bu savaşa Sırp Sındığı Savaşı denilir. Devamında Anadolu’da Kütahya Simav, Tavşanlı, Emet ve Konya ve Isparta dolaylarını ele geçirdi. 1. Murat bu seferlerden birinde iken Tahtına vekalet eden oğlu Savcı bey bir isyan çıkardı.

Babasının yokluğundan istifade eden ve daha 14 yaşında olan Savcı Bey, dolduruşlara gelip padişahlığını ilan etti ve merkezde bırakılan ordunun komutasını aldı. Bunu duyan 1. Murat seferi iptal edip oğlu ile savaşa tutuştu. Oğlunun ordusunu bozguna uğrattı. Oğlu Bizans’a kaçtı. Ama orada yakalanıp babasının huzuruna çıkarıldı. Babası o kadar kin ve nefret doluydu ki oğluna karşı önce gözlerine mil çektirip, sonra da boğdurdu. Bu sırada komutanları Balkanlarda Sofya’yı, Vardar’ı, Makedonya’yı, Selanik’i, Manastır’ı  ve irili ufaklı birçok şehri ele geçirmişlerdir. Ömrü savaşlarda geçen padişah yine savaş meydanında ruhunu teslim etmiştir. Kosova meydan muharebesinin bitiminde savaş alanını gezerken, bir Sırp tarafından hançerlenerek ölmüştür. Savaş bitince iç organları boşaltılıp Kosova’ya defnedilmiş ve naaşı Bursa’ya getirilmiştir. Türbesi Bursa Çekirge’de Muradiye Külliyesi olarak ziyaret edilen bir yer olarak günümüzde hala varlığını sürdürmektedir.

Babasının Kosova savaşında şehit düşmesi ile idareyi eline alan Osmanlı Sultanlarının dördüncüsü Bayezid Han 1360 yılında doğdu. Annesi Gülçiçek Hanım’dır. Çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim alan Bayezid Han, şehzadelik dönemini Kütahya’da geçirmiştir.

 Anadolu ile ilgilenirken ihmal edilmiş bulunan Balkanlara yöneldi. Kendi aralarında mücadele halinde olan Balkanlardaki yerel devletleri tekrar kontrol altına almak güç olmadı. Bu dönemde girişilen mücadele 1396’da Niğbolu’da Avrupa’nın en güçlü şövalyelerinden müteşekkil Haçlı Ordusunun yenilmesi ile son bulmuştur. Niğbolu Zaferi Osmanlıların Balkanlardaki hâkimiyetini pekiştirmekle kalmamış aynı zamanda, Sultan Bayezid’in İslam topraklarındaki itibarını da artırmıştır. Bu zaferden sonra Müslüman coğrafyada ‘Sultan’ olarak anılmaya başlanmıştır. Bu tarihten sonra İran, Irak gibi karışıklık içinde bulunan coğrafyalardan Anadolu topraklarına, Sultan Bayezid’in idaresine girmek üzere önemli ölçüde göçler başlamıştır. 

1399’da Anadolu’ya dönen Bayezid, Karaman ve Kadı Burhaneddin topraklarını ilhak ederek Toroslar’dan Tuna’ya kadar uzanan merkezi bir imparatorluk kurmuştur.

Onun idaresi zamanında devşirme sistemi tekrar canlandırılmış,Hıristiyan gençleri sadece bir asker olarak değil aynı zamanda bir Osmanlı ve idareci olarak da yetiştirilmeye başlanmıştır. Bunun yanında Sırbistan Kralı’nın kızı ile evlenmesi, Avrupalı prensliklerle nispeten iyi ilişkiler kurması, onun devşirme unsurların etkisinde kalmakla itham edilmesine sebep olmuştur.

Sultan Bayezid’in en büyük emeli şüphesiz İstanbul’u fethetmekti. Bunun için Boğaza Anadolu Hisarını yaptırmıştır.Üç defa İstanbul’u kuşatmasına rağmen hem Batıdan hem Doğudan gelen tehditler, diğer taraftan İstanbul kalelerini aşacak teknik yetersizlikler ve yabancı danışmanlarının etkisi, onu bu emeline kavuşmaktan mahrum bırakmıştır.  

Sultan Bayezid, oldukça iyi bir idareci ve askerdir. Batıda ve Doğuda etrafını kuşatan düşmanlarına karşı aldığı kararlarda ve manevralarda son derece hızlı hareket etmesinden dolayı kendisine ‘Yıldırım’ lakabı verilmiştir.

Sultan Bayezid ve Timur; Türk dünyasının lideri olma iddiasındaki bu iki büyük hükümdar her ne kadar birbirlerinden farklı hedeflere sahip olsalar da birbirleri ile mücadele etmeye mecbur kalmışlardı. 

İşte bu halde iken iki tarafın ordusu 27 Ağustos 1402’de Ankara yakınlarında Çubuk Ovası’nda karşılaştılar. Coğrafya itibarıyla daha avantajlı bir konumda savaşa giren Timur’un ordusu daha kalabalıktı. Savaşın başında üstünlük sağlamasına rağmen, bazı Türkmen yedek kuvvetlerinin ve Sırp vasal kuvvetlerinin Timur’un tarafına geçmesi sonucunda Bayezid savaşı kaybetti. Osmanlı Ordusu yenildi ve Bayezid esir düştü. İki oğlu, Şehzade Musa ve Mustafa ile birlikte Akşehir’e sürgüne gönderilen Sultan 9 Mart 1403 tarihinde vefat etmiştir.

1402’de Ankara Savaşı sonucu babası Yıldırım Bayezid, Timur’a yenik ve esir düştükten sonra Osmanlı Devleti 11 yıl süren bir Fetret Dönemi geçirdi. Bu devirde Yıldırım Bayezid’in oğulları Emir Süleyman, İsa Çelebi, Musa Çelebi ve Çelebi Mehmet taht savaşlarına giriştiler. Çelebi Mehmet 1403 ile 1413 arasında Timur egemenliği altında Amasya da, Amasya-Tokat-Sivas bölgesi (Rumiye-i Suğra) emirliğini yaptı.

Kardeşler arasında çeşitli savaşlardan sonra en nihayet 1413 de Çelebi Mehmet kardeşi Musa Çelebi yi Vize Savaşı ve Çamurlu Derbent Savaşı nda yenerek tek başına Osmanlı Devleti idaresini alarak Fetret Devri ni kapattı.

Çelebi Sultan Mehmed’e bir bakıma Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci kurucusu gözüyle bakılabilir.Edirne Sarayı’nda kaldı.Musa Çelebi tarafından Bizans’dan alınan Selanik ve Konstantinopolis yakınlarındaki bölgeler tekrar Bizans’a geri verildi. Ayasoluk (şimdi Selçuk) kalesini aldı  İzmir kalesini  Osmanlı devletine kattı . Menteşe Beyliği arazilerinin çoğunu tekrar Osmanlı devletine kattı.  (Eğirdir, Akşehir, Beyşehir) ve arazilerini Osmanlı devletine kattı. Karamanoğulları ordusuyla Konya Ovası’nda savaştı, onu yendi; Konya’yı kuşattı.

1416’da Rumeli seferine çıktı. Avlonya(şimdi Vlorë) ve Akçahisar (şimdi Krujë) kalelerini eline geçirdi  Eflak şehrinde (şimdiki adi Giurgiu) çok korunaklı bir hisar yaptırdı. Eflak’ın Osmanlıların bağımlı bir devleti olmayı kabul etti. Dobruca’nın tamamen Osmanlı eline geçmesini sağladı.  Bosna kralı II. Tvrtko Osmanlılara bağımlı devlet olmayı kabul etti.

Anadolu’ya geçip Candar Samsun üzerine yürüdü Samsun’u tekrar Osmanlı yönetimi altına aldı. Bu havalide oturan, Timur’dan kalan Tatarlar’ı ve Türkmenleri Rumeli’de Filibe civarına Tatar Pazarı merkezli bir bölgeye sürdü.

Sultan Mehmet Çelebi’nin padişahlık döneminde Gelibolu’da birinci defa olarak Osmanlı donanması kuruldu.

29 Mayıs sabahı Osmanlı donanması ile Venedik donanması Çanakkale önünde iki devlet arasındaki ilk deniz savaşını başlattılar. Bu savaş Venediklilerin galibiyeti ile sona erdi. 

Sultan Mehmet Çelebi  26 mayıs 1421 yilinda 32 yasinda iken Edirne’de vefat etti. Naasi, Bursa’ya getirilerek Yesil Türbe’ye defnedildi. 

2. Murat babasının vasiyeti üzerine tahta çıkmıştı fakat Osmanlı Devleti’nde taht kavgası isteyen Bizanslılar, Mehmed Çelebi zamanında hapsettikleri Mustafa Çelebi’yi serbest bırakıp ayaklanması için desteklediler. Osmanlı yönetimine küskün olan bir takım komutanlar ve askerler de Mustafa Çelebi’yi padişah olarak görmek istiyorlardı.Sultan İkinci Murad’ın üzerine gönderdiği birlikleri Rumeli taraflarında yenen Şehzade Mustafa Çelebi, Edirne’ye gelerek hükümdarlığını ilan etti. Ancak daha sonra Ulubat civarında karşılaştığı Sultan İkinci Murad’ın ordusu karşısında direnemedi ve kaçmaya çalıştı. Edirne’de yakalanan Mustafa Çelebi (Düzmece Mustafa) idam edildi.

1421 yılında Azeb ismiyle yeni bir askeri sınıf kurduran Sultan İkinci Murad, Mustafa Çelebi ayaklanmasında baş rol oynayan Bizans’ın üstüne yürüyerek İstanbul’u kuşattı. Bizans’ın kışkırtmaları ve Anadolu beyliklerinin destekleriyle ayaklanan 13 yaşındaki küçük kardeşi Şehzade Mustafa’nın Bursa’yı kuşattığı haberinin alınması üzerine, İstanbul kuşatmasını kaldırarak Anadolu’ya geçti ve isyanı bastırdı. Yakalanan Şehzade Mustafa boğduruldu.Osmanlı’ya karşı ayaklanan Anadolu Beyliklerinden Aydın, Menteşe, Teke ve Germiyan beyliklerine son verildi.

Rumeli’de de bir çok faaliyette bulunan Sultan İkinci Murad, Selanik, Makedonya, Teselya ve Yanya dolayları Osmanlı topraklarına katıldı. Arnavutluk Osmanlı himayesini kabul etti. ayaklanan Eflak Bey’i Vlad’ın (Kazıklı Voyvoda) üzerine kuvvet gönderildi ve Eflak Beyliği yeniden Osmanlı’ya bağlandı.

Türklerin Balkanlar’daki bu başarıları Bizans ve Avrupa’yı telaşa düşürmekteydi. Avrupa’da haçlı seferi hazırlıkları yapılıyordu. Balkanlar’da Erdel Bey’i Hünyadi Yanoş’un Türkler’i pusuya düşürmesiyle 20 bin şehit verildi. Bu başarılar Osmanlı Devletine bağlı bütün beylerin ayrılmalarına neden oldu. Osmanlı ordusu Rumeli’de ilk defa böyle bir mağlubiyete uğramıştı. Haçlı kuvvetleri güçlü ve kuvvetli ittifaklar yaparak, Osmanlı Devleti’ne saldırmaya devam etti. Filibe’ye kadar geldiler Balkanlarda ardı ardına uğranılan yenilgiler, Osmanlı Devleti’ni zor duruma soktu. Sultan İkinci Murad 12 Haziran 1444’de Segedin Barış Antlaşması’nın yapılmasını sağladı .Segedin antlaşmasıyla birlikte tahttan çekildi ve Manisa’ya gitti. Yerine henüz çocuk denebilecek yaşta olan Şehzade Mehmed (Fatih Sultan Mehmed) tahta çıktı.

Avrupa’da yeni bir Haçlı seferi düzenlemesi üzerine üzerine Sultan İkinci Murad, oğlu Sultan İkinci Mehmed tarafından bir mektupla Manisa’dan Edirne’ye davet edildi Sultan İkinci Mehmed’in babasını ordunun başına davet eden meşhur mektubu şöyledir:

“Eğer padişah iseniz, memleketin kötü bir zamanında başta bulunmamanız görevlerinize aykırı bir harekettir. Silah başına geliniz. Eğer padişah ben isem, size itaat etmenizi hatırlatıyorum ve emrediyorum. Silah başına geliniz.” 

Sultan İkinci Murad bu emir üzerine Edirne’ye geldi. Osmanlı Ordusunun başına geçti. Varna önlerine gelen Osmanlı Ordusu, Haçlılara karşı saldırıya geçti. Haçlı Ordusunun Varna önlerinde bozguna uğratılmasıyla büyük bir zafer kazanıldı (10 Kasım 1444). Sultan İkinci Murad, bir müddet sonra tahtı, yine oğluna bırakarak çekildiyse de devlet adamlarının ısrarları sonucu tekrar tahtına döndü.

Macar Kralı Jan Hunyad; Macar, Eflak, Leh ve Almanlardan oluşan ordusuyla Sırbistan’ı işgal etti.

Osmanlı topraklarına girerek Kosova’ya kadar geldi. Savaş, Jan Hunyad’ın saldırısıyla başladı. Savaşın üçüncü günü sahte bir geri çekilmeyle çember içine alınan Jan Hunyad ve ordusu, ağır bir yenilgiye uğratıldı (19 Ekim 1448).

İkinci Kosova Savaşı sonunda Balkanlar kesin olarak Türk yurdu haline geldi. Haçlılar bir daha Osmanlılara saldırma cesareti gösteremediler.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

kaynak:

  • Osmanlı Tarihi
  • Osmanlı Padişahları

Mimarimize Nereden Başlayalım?

Konuğumuz, Mimar Necip Dinç. Dinç sorularımızı cevaplandırdı ve Nuraniyat okuyucuları için Osmanlı mimarisi üzerine okunabilecek bir kitap listesi hazırladı.

Nuraniyat: Mimarlık nedir? Bu sanatın kültür tarihimiz açısından önemi nedir?

Necip Dinç: Mimarlık güzel sanatların plastik bölümüne dahildir. Plastik sanatları vücuda getiren öğeler, form, ışık, gölge ve renktir. Güzel sanat eserleri muhataplarının ruhlarında bedii heyecanlar uyandırdıkları gibi aynı zamanda, onlara beyanda bulunurlar, dinî, tarihî, kültürel mesajlar verirler. Bir milletin diğer sanatları gibi mimarlık sanatı da onun seciyesinden, manevî ve ruhî yapısından örülmekte, o milletin mensup olduğu medeniyet ve kültür zümresinden gelen unsurları barındırmaktadır.

Mimarlık sanatı, bizim kültür birikimimizin temel esaslarındandır. Dolayısıyla bizim mimarlık sanatımıza da, inanç esaslarımız, değer sistemimiz ve zihniyetimiz hayat vermektedir. Aynı zamanda dünya görüşümüz, günlük yaşayışımız, çevre anlayışımız, temizlik alışkanlıklarımız, örflerimiz, âdetlerimiz, komşuluk münasebetlerimiz de mimarlık sanatımızın esaslarını teşkil eden en mühim unsurlardandır.

Nuraniyat: İnançlarımız, değerlerimiz, gelenek ve göreneklerimiz Osmanlı mimarîsinde kendisini nasıl gösteriyordu?

Necip Dinç: Meselâ, özellikle İslâm mimarisinin kemalini bulduğu Osmanlılarda mabetlerin inşasında tevhid inancı hakim olmuştur. Zeminde kubbeye doğru kademe kademe yükselirken, âdetâ kesretten vahdete ulaşılmaya çalışılmış, bütün elemanlarla kubbeye ulaşırken insicamın, âhengin, tenasübün, dayanışmanın en güzel örnekleri verilmiştir. Mekân ve kitle anlayışında yekparelik temin edilmiştir.

“Komşusu aç iken, kendisi tok olarak sabahlayan bizden değildir” hadis-i şerifi mimarlık sanatımızda imaretler, aşevleri, kervansaraylar, tabhaneler (misafirhane) olarak tezahür etmiştir.

İslâmiyette temizliğe verilen fevkalâde ehemmiyetin tezahürü hamamlardır.

Ticarete verilen önem, bu konuda gösterilen titizlik arastalarımızın, çarşılarımızın düzenlenmesinde bir çekirdek görevi yapmıştır.

Evlerin, camilerin, dükkânların, han ve hamamların cephelerine yapılan kuşevleri, hem toplumun zarif estetik anlayışını yansıtmış, hem de hayvanlara gösterilen sevgi ve merhametin müşahhas bir ifadesi olmuştur. Kendisiyle ve bütün kâinatla barış ve uyum içinde olan, böylece İslâm kelimesinin hakikatini merkezine almış olan medeniyet, kuşları bile düşünmüş ve fırtınayı, yağmuru ve kavurucu güneşi hesaba katarak, kuşlara korunmaları ve barınmaları için muhteşem kuşköşkleri, kuşevleri ve kuşsarayları inşa etmiştir.

Sağ elinin verdiğini sol elin görmemesi gerektiği düsturiyle hareket eden toplum, sadaka taşlarını meydanlarda herkes için, ihsan kapılarını da cami girişlerinin iki yanında camilere gelenler için zarif bir şekilde yaparak, ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını, kimseye bildirmeden, gizlice gidermeleri imkânını sağlamıştır. İmanın, ince ve zarif bir ruhun hayatın her sahasına hakim olduğu bu toplumda ihtiyaç sahipleri de ihtiyaçları kadarını almışlar, kanaat etmişler ve bu sayede de bu müstesna gelenek yüzyıllarca yaşayabilmiştir. Böyle incelikler ve edepler Osmanlı mimarisinin görünmeyen fakat esasını teşkil eden çekirdekleri olmuştur.

Nuraniyat: Osmanlı zamanında şehirlerin kuruluşunda nelere dikkat ediliyordu?

Necip Dinç: Özellikle Osmanlılar bir şehri kurarken öncelikle topografik yapısı üzerine ciddi bir çalışma yapmışlardır. Silueti tamamlayacak şekilde şehrin en yüksek tepelerine Allah’ın evi olan mabedleri yerleştirmişlerdir. Onların etrafında kademe kademe medreselerini, mekteplerini, hastahanelerini, imaretlerini, tabhanelerini, hamamlarını, çarşılarını ve diğer ünitelerini ana merkezlerde, talî merkezlerde de ihtiyaca göre bunların bir kısmını inşa etmişler, meskenlerini bunların etrafında uygun bir düzenle yerleştirerek mahalleler oluşturup, ara ve anayolları ile birlikte, o günkü ihtiyaca cevap veren altyapı ve üst yapılarını oluşturmuşlardır. Fetih yoluyla elde ettikleri şehirlerde mevcut tarihî eserlere dokunmayarak, gerekli tadil ve revizyonları, takviye ve tamirleri yapıp, kendi şehircilik anlayışlarının biçim ve formlarını olabildiğince uygulamışlar, eskiyle yeniyi uyum içinde kaynaştırmışlardır. İstanbul bunun en güzel örneğidir. Burada şunu ifade etmek gerekir ki, umumî olarak Müslüman şehirleri, cami merkezli şehirlerdir. Genellikle camilerin inşasında, yerleşiminde Mescid-i Nebevi’nin plan tarzı esas alınmıştır.

Nuraniyat: Sanat eserleri incelendiği zaman çoğunlukla sanatkârının isminin bulunmadığını görüyoruz. Bunun sebebi nedir?

Necip Dinç: Müslüman sanatkârlar ve baniler bir sanat eserinin ortaya çıkışında kendi tasarruflarına, o eserin vücuda gelmesinde müessir olan sebepler arasında o kadar küçük bir rol biçmişlerdir ki, diğer sebepleri irade eden ilâhî tasarrufun yanında kendi tasarruflarını bir hiç mesabesinde görmüşlerdir. Kendi emeklerini ve gayretlerini kendilerine Allah tarafından bahşedilen bir ihsan olarak telâkki etmişler, şükretmişler ve isimlerini yazmaktan imtina etmişler, “amel-i abdullah,” “amel-i üstaz” gibi ifadeler kullanmışlardır. Meselâ, Aksarayî Tarihinde yazdığına göre, Celâleddin Karatay, meşhur kervansarayının açılışına giderken bir konak mesafe kala geri dönmüş, yerine vekil göndermiştir. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda, nefsine bir büyüklenme ve riya gelmesinden edişe ettiğini ifade etmiştir.

www.yazarumitsimsek.com

***

KİTAP LİSTESİ

Sorularımızı cevaplayan Mimar Necip Dinç, ziyaretçilerimiz için Osmanlı mimarîsi üzerine okunması gereken kitapları seçti:

  • “Türk Sanatı Tarihi Menşeinden Bugüne Kadar Mimarî, Heykel, Resim, Süsleme ve Tezyinî Sanatlar” Celâl Esad Arseven
  • “Mimar Sinan” Abdullah Kuran (Hürriyet Vakfı Yayınları)
  • “Sinan’ın Sanatı ve Selimiye” Doğan Kuban (Tarih Vakfı)
  • “Makaleler” Ekrem Hakkı Ayverdi (İstanbul Fetih Cemiyeti)
  • “Anadolu’nun Selçuklu Çehresi” Sema Ögel (Akbank)
  • “Büyük Konutlar” Sedat Hakkı Eldem (Yaprak Yayınevi)
  • “XX. yy. Mimarlığına Estetik Açıdan Bakış” Prof. Dr. Enis Kortan (Yaprak Yayınevi)
  • “Binçeşit İstanbul ve Boğaziçi Yayınlar” Gürel Sözen (Ak Yayınları)
  • “Le Corbusier Gözüyle Türk Mimarlık ve Şehirciliği” Prof. Dr. Enis Kortan (ODTÜ)
  • “Kendi Mekânının Arayışı İçinde Türk Evi” Prof. Dr. Önder Küçükerman
  • “Osmanlı İmparatorluğu Dönemi İstanbul’undan Kuşevleri” H. Örçün Barşta (Kültür Bakanlığı)
  • “Anadolu Selçuklu Mimarisi ve Moğollar” Oran Cezmi Tuncer (Ağaç)
  • “Şehir ve Mimarî” Turgut Cansever (İz)
  • “Ev ve Şehir” Turgut Cansever (İnsan)
  • “İslâmda Şehir ve Mimarî” Turgut Cansever (İz)
  • “Kubbeyi Yere Koymamak” Turgut Cansever (İz)
  • “Türk Evi” Sedat Hakkı Eldem