Etiket arşivi: Petersburg

Büyük Buluşma

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 11. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

SOFİA’NIN naaşı onu sevenlerin kolları üzerinde kabristana götürüldü. Nikolay (Abdülkerim) yol buyunca düşündü. Hayat ne kadar kısa, dünya ne kadar geçici bir yerdi. Eğer üç ay önce tanışmış olmasalardı, belki de Sofia bugün bir ateist olarak ölecekti. Ne büyük bir inayetti. Dilinden şu cümleler dökülüverdi:

Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen de O’dur.” (Kasas Suresi, 56)

– Gerçekten kullarına yardım ve hidayet edecek yalnız O’ dur, diye içinden geçirdi. Kendisi de bir zamanlar komünist değil miydi? Eğer arkadaşı, bundan birkaç sene önce onu ele vermeseydi, hapishaneye düşmeyecek Kur’an’la buluşmayacak ve hayatını sorgulamayacaktı.

Haksızlığı görmese gerçek adaleti aramayacaktı. Önce İncil’le sonra gerçek hakikat Kur’an’la şereflenmeyecekti.

Evet, Abdülkerim ve arkadaşları, Kur’an’ın sayesinde hapisten kurtulmuştu. Dinini öğrenmek için büyük bir şevkle çalıştı. Eski yaşamının bütün karanlıklarını yeni diniyle nurlandırmaya başlamıştı.

Bir bir gözünün önünden geçti bu süreçte yaşadıkları. Abdülveli Özbekistan’a gitmişti. Bu arada diğer arkadaşları kendilerine yeni bir ev, yeni bir hayat kurmuşlardı. Abdülkerim bir manav dükkânı açıp kendine temiz bir yol çizmişti.

Abdülveli’nin dönmesiyle İslam’ın şartlarını ve o çok değer verdikleri Nur Risaleleriyle tanışmışlardı. Böylece eski yaşamıyla beraber Nikolay gitmiş, yerine hizmet dolu bir yaşamla Abdülkerim gelmişti. Nikolay’a Abdülkerim ismini Abdülveli vermişti.

Cuma namazı için gittikleri Petersburg’da Ruslan Cemalov yani Resul ile karşılaşmış, bu hizmet adamıyla birlikte birçok kişiye yardım eli uzatmışlardı.

Abdülkerim liderlik vasfıyla bu yolda da hizmet etmişti. Silahlı arkadaşlarına Resul’ün de yardımıyla Risale dersleri yapmış bir kısmının nurlanmasına vesile olmuştu. Hapishanedeki arkadaşlarını unutmamış, o koyu komünistlerin hayatını değiştirmişti. Onların en muhtaç oldukları meseleleri en iyi bilen, bir zamanlar bu azılı katil ve canilerin önderi olan Abdülkerim idi. Rusça’ya çevrilen Risaleleri her birine dağıtıp, onlarla hapishanede Risale dersleri yapmıştı.

Ne gariptir ki Sofia ile tanışmalarına sebep olan hikâye, hapishane müdürünün, yaptıkları dersleri bir kasete kaydedip yayınlamayı teklif etmesiyle başlamıştı.

Hapishaneden yola çıktıklarında Resul de Abdülkerim de radyoevinde karşılaştıkları Sofia’nın Müslüman olacağını, Nur davasına hizmet edeceğini nereden bilebilirlerdi?

Bir ateist olan Sofia, okunan Risale’lerle can bulmuştu. O değil miydi Yirminci Mektup’ta geçen o vurucu cümlelerin zihninde dönüp durmasına şaşıran. O değil miydi hastaneye yattığında, en yakınları bile yokken yanında, Abdülkerim ve Resul’ün gelmesiyle düşman bildiklerine dost olan.

Sofia tümör teşhisiyle hastaneye yattığında Abdülkerim ve Resul’ün ziyaretiyle yaşama yeniden başlamıştı. Hastalar Risalesi’ni defalarca okumuş ve mucizevî bir şekilde iyileşmişti. Geri kalan ya samını Risale-i Nur hizmetine adamaya karar vermişti.

Sesine hayran olunan, Rusça’yı en güzel ve düzgün bir diksiyonla konuşmasıyla meşhur olan Sofia, şimdi aynı meziyetlerini kullanarak, Risale-i Nur’un büyük kitlelere de ulaşmasını sağlamıştı.

Ömrünün son aylarında, yıllara tekabül edebilecek bir hizmet gerçekleştirmişti. Ve şimdi ebedî saadete doğru yol almıştı.

Abdülkerim, mezara ulaşıldığında bu düşüncelerinden sıyrıldı. Sofia’nın naaşı arabadan indirilip mezarın kenarına konuldu.

O büyük kalabalığın içinde sadece üç Müslüman vardı. Sofia, Resul ve Abdülkerim… Cenaze namazını kılmak üzere Resul ve Abdülkerim öne geçti. Biri imam, diğeri cemaat oldu. Vasiyetteki gibi Resul cenaze namazını kıldırdı. Kalabalık bir grup arkada bu manzarayı seyrediyordu. Ardından defin işlemi başladı. Resul Yasin-i Şerifi okudu, Abdülkerim de Sofia’nın hidayetine sebep olan Yirminci Mektup’u okumaya başladı.
O sırada Sofia’nın oğlu Resul’ün yanına yaklaşarak:

– Annem sizin için küçük bir kâğıda bir şeyler yazdı.

– Tamam, verin bakayım.

– Hayır. Burada değil, evde vermemi söyledi. Eve gitmeliyiz. Resul, merak etti. Eve vardıklarında vasiyet kâğıdında şu notun
yazılı olduğunu gördü:

– Cenazemin defninden sonra eve gelinecek. Moskova’dan gelen bütün sanatçı dostlarıma evde ikram edilecek ve Resul onlara Risale-i Nur’dan ders okuyacak.

Ölürken de hizmeti düşünen bu kadının kısa zamanda kazandığı bu şuura bir kere daha hayran kaldılar.

Eve gelenlere ikram yapıldıktan sonra Resul Yirminci Mektup’tan ders yapmaya başladı.

“Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hamisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahi bini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tamsa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.”

Misafirler, Resul konuşmaya başlarken Sofia’nın ne kadar iyi bir insan olduğundan, meziyetlerinden bahsedeceğini düşünüyorlardı. Fakat Resul kitaptan ölüm ve hayatla ilgili bir şeyler okuyor ve izah etmeye çalışıyordu. Okunanlar dinleyenlerin daha önce duymadıkları tarzda ifadelerdi. Bu sözler, ölenden çok yaşayanlara hitap ediyor ve bu dünyadan ayrılanlar için daha güzel bir yer hazırlandığı na dair müjdeler veriyordu. Ölümü güzel gösteriyordu. Resul’u daha dikkatli bir şekilde dinlemeye başladılar.

“Yuhyi” Yani, hayatı veren O’dur. Ve hayatı rızıkla idame eden de Odur. Ve levazımat-ı hayatı da ihzar eden yine Odur. Ve hayatın âli gayeleri Ona aittir ve mühim neticeleri Ona bakar: yüzde doksan dokuz meyvesi Onun’dur. İşte şu kelime, şöyle fâni ve âciz beşere nida eder, müjde verir ve der:

Ey insan! Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenasını düşünüp hüzne düşme. Yalnız dünyevi, ehemmiyetsiz meyvelerini görüp, dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki, o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyûm’a aittir. Masarif ve levazımatını O tedarik eder Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve Ona aittir. Sen o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak. O hayat sefinesi ne kadar kıymettar olduğunu ve ne kadar güzel faideler verdiğini ve o sefine sahibi Zât’ın ne kadar Kerîm ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur ol ve şükret. Ve anla ki, vazifeni istikametle yaptığın vakit, o sefinenin verdiği bütün netâic, bir cihetle senin defter-i a’mâline geçer, sana bir hayat-ı bakiyeyi temin eder, seni ebedî ihya eder.

Sofia’yı sevenler dinledikleri sözlerden daha önce bilmedikleri ve düşünmedikleri şeyler duyuyorlardı. Cümleler onların duygularına, iç dünyalarına hitap ediyordu. Yaratıcı hakkındaki fikirleri farklı bir boyut kazanıyordu. Yaşamın zannettikleri gibi keşmekeş ve zalim olmadığı; Allah’ın her bir canlının yaşamına Rahmetiyle ve Keremiyle sahip çıktığı anlatılıyordu.

Resul okumaya devam etti:

“Yumit” Yani, mevti veren O’dur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bakiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:

Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkıyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.

Dinleyenlerin ölüm hakkındaki düşünceleri de derinden sarsıldı. Bir yokluğa gidiş olarak düşündükleri ölümün, aslında daha güzel bir hayata geçiş olduğundan bahsediyordu.

Bu da onları ölümden sonraki hayat hakkında bir daha düşünmeye sevk etmişti.

Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bakide huzur-u Kibriyâya müşerref olacaklar. Yani, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahimlerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya, herkes, kendi Halikı ve Mabudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.

Bu arada misafirlerden İslamiyet’le alakalı peş peşe sorular gelmeye başladı. Yaratıcı ve ahiret hayatıyla ilgili Resul’e pek çok soru yöneltildi. Sohbetin sırasında “Biz İslamiyet’i çok yanlış biliyorduk!” diye itiraflarda bulundular. Evet, Sofia hayatında olduğu gibi, ölümünde de hizmet etmişti…

“İşte, şu kelime, bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki: Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun?

Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, Onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.”

Bu cümlelerle Sofia, sanki onlarla konuşuyor ve onlara üzülmemelerini, kendisinin çok güzel bir âleme gittiğini, mutlu olduğunu söylüyordu.

“Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan! Fenaya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenaya değil, bekaya gidiyorsunuz.

Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Mâlik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.”

Son Söz Yıkılan Mezar!

KADIN SAFLIĞININ sembolü olarak aldığı Meryem ismiyle yeni hayata başlayan Sofia Valentinova, Rusya toprağına bir Meryem olarak düşer. Kıbleye yönelmiş mezarıyla bütün batıl inançlara sırtını dönerek. Kabri bir şiar-i İslam haline gelir. Novgorod mezarlığına her yolu düşene sanki “Dur yolcu geçme!” diye seslenir gibidir. Adeta kendi milletine yarım kalan tebliğini, yattığı yerden sürdürmektedir.

Fakat, çok fazla geçmeden bundan rahatsız olan Rus yetkililer mezar taşını kırıp yok ederek tebliğini susturmak isterler. Artık o da Üstad’ı gibi bir, “Yıkılmış Mezar“dır. Bu haliyle bile gönül verdiği Üstad’ına ne kadar da benzemektedir…

Bir insanın fikir ve inancını zorla yok edeceğini sananlar yine aldanacaklar. ‘Ölümüm hayatımdan ziyade dine hizmet edecek‘ diyen Üstad gibi, Sofia da bir çekirdek olarak Rus toprağına düştü. Ama inanıyoruz ki, o binler Meryem olarak dirilecektir.. Ve yine inanıyoruz ki, onun gibilerin mazlumiyeti, İstikbal semavatı ve zemin-i Rusya’yı İslam’ın beyaz eline teslim etmeye sebep olacaktır….

devam edecek….

Cenaze Namazımı Sen Kıldır

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 10. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

RESUL NOVGOROD’A döndükten sonra Abdülkerim ile birlikte, içleri buruk bir halde Sofia’yı ziyaret için evine gittiler. Eve vardıklarında yakınları, şuurunun gidip geldiğini, bu yüzden pek kimseyi tanımadığını söylediler.

Resul ile Abdülkerim, Sofia’nın odasına girdiklerinde, karyolası üzerinde yarı yatar konumda oturtulan Sofia’yı görünce, şaşkına döndüler. Zira o canlı, şen şakrak kadın gitmiş, yerine rengi solmuş biri gelmişti!

Sofia’yı görünce Resul, artık onun yönünü iyice ahirete dönmüş olduğunu anladı. Sofia gözlerini kaldırıp baktı ve tebessüm etti. Hayret kimseyi tanımazken onları tanımıştı. Üstelik eliyle yaklaşmalarını işaret etti. Sesi mırıltı halinde çıkıyordu. Resul’e masanın üzerinde bulunan Risaleleri göstererek ders yapmasını istedi. Resul kitaplardan birine elini uzattı ve rastgele açtı. Şaşırdı. Tam da onun haline uygun bir yer çıkmıştı. Hz. Eyyüb Aleyhisselam’ın hastalığından bahseden İkinci Lem’a. Resul okudukça Sofia’nın rengi değişti. İfadeler, adeta ruhuna hayat üflüyordu. Bir müddet okuduktan sonra daha fazla yormama düşüncesiyle kitabı kapatmak istedi. Fakat Sofia, Risaleler’i aşkla seviyordu. Eliyle devam etmesini işaret etti. Resul okumaya devam etti.

Sofia, Resul’e bir şeyler söylemek istedi. Fakat mecalsizdi, konuşamadı. Resul kulağını iyice kendisine yaklaştırdı. Dilinden güçlükle şu cümlenin döküldüğünü duydu:

– Resul, ben artık gidiyorum!

Resul’ün yüreği kabardı, kendini güçlükle tuttu. Bir şeyler söylemek zorunda olduğunu hissetti. İnanmasa da:

– Nereye Sofia Hanım, seninle daha çok hizmet edeceğiz, dedi. Fakat Sofia:

– Hayır, Resul, buraya kadar… Yalnız, benim cenaze namazımı senin kıldırmanı ve beni İslamî usulle toprağa senin defnetmeni vasiyet ediyorum, dedi.

Resul, daha fazla dayanamadı, dolmuş olan gözlerini Sofia’dan kaçırarak yanından ayrıldı.

Mezar taşına vasiyet

Sofia Valentinovna vefatından önce oğluna kâğıt kalem getirmesini söyledi. Getirilen kâğıdın üzerine titrek elleriyle bir şekil çizdi. Bu, üst kısmı oval, alt kısmı dikdörtgen olan kapıya benzer bir şekildi.

Üst kısmına ovalle paralel şekilde büyük harflerle Meryem, altına da küçük harflerle Sofia Valentinovna yazmıştı. Ayrıca resmin altına okunacak şekilde şu vecizeyi kaydetti:

Dünya fanidir.

Fakat iyi bilin ki, sonsuz bir hayat vardır.

Bu resim Sofia’nın mezar taşına yazılmasını istediği vasiyeti idi.

Vasiyetinde ayrıca namazını Resul’ün kıldırmasını ve cenazesi için Moskova’dan gelecek kalabalık sanatçı topluluğunu evinde ağırlamalarını ve onlara Resul’ün Risaleler’den ders okumasını istemişti.

İki gün sonra oğlu, telefonla annesinin vefat haberini verdi. Resul düşünmeye başladı.

– Demek ki, ilk hastaneye kaldırıldığında Sofia’nın ölmesi mukaddermiş. Allah, Risale-i Nur hürmetine ona yeniden hayat vermiş. Dolu dolu hizmetle geçen üç ay, belki de otuz yıllık bir ömür sevabını kendisine kazandırdı. “Sadaka belayı def eder, ömrü uzatır” hadisi galiba bu manaya gelse gerektir, dedi.

Evet, Risale-i Nur, insanlığın ebedî hayatını netice veren iman hizmeti olduğundan, en mühim bir sadaka-i makbule hükmündedir. Onunla imanını kurtarıp hizmet edenin imanla kabre gireceği ne ve ebedî bir hayat kazanacağına dair müjdenin bir delili de üç aylık bir mazisi olan bu Sofia (Meryem) Valentina oldu.

Ne mutlu ona ki, az zamanda çok şey kazandı, Rusya gibi inkârın en koyu karanlıkları arasından çıkıp mümin ve Müslüman olarak Rabbi’nin huzuruna kavuştu. Allah rahmet eylesin” diye içinden geçirdi.

Hıristiyan Mezarlığı’nda İlk Müslüman

Novgorod mezarlığında ilk defa bir Müslüman defnedilecekti. Mezar, kazılmaya başlandı. Resul kazdma işlemini kontrol için kabristana gitti. Kabrin Hıristiyan’larınki gibi kazıldığını görünce müdahale etti.

– Merhumenin vasiyeti var. Ben din görevlisiyim. Defin işleri için beni tayin etti. Kabrinin İslamî kurallara uygun olmasını istedi. Ayrıca kabrinin yüzü kıbleye gelecek şekilde kazılması lazım.

– Ama efendim buranın kuralı var, biz bunu bozamayız.

– Dinin de kuralı var. Müslüman birini Hıristiyanlar’ın kurallarına göre defnedemeyiz!

– O zaman yetkili papazı çağırıp soralım!

– Çağırın sorun!

Papaz geldi. Resul’le aralarında şu konuşma geçti. Resul:

– Efendim ben de sizin gibi din görevlisiyim. Kabrin İslami kurallara göre kazılmasını söyledim, itiraz ettiler.

Papaz bir süre düşündükten sonra:

– Siz Müslüman olduğunuza göre kabir de sizin dediğiniz gibi kazılmalı. Bundan daha doğal bir şey olamaz, dedi.

Mezarlık görevlisi tekrar söze katıldı:

– Efendim, ama bir de buranın mimari planı var. Papaz:

– Ben ona karışmam. O belediyeyi ilgilendirir, dedi.

Bunun üzerine Sofia’nın oğlu devreye girdi. Kendisi sözü geçen yüksek düzey bir memurdu:

– Tamam, ben o işin resmi tarafını hallederim Siz kabri Resul Hoca’nın istediği gibi kazın, dedi.

Böylece Sofia’nın kabri, başı kıbleye gelecek şekilde kazıldı. Adeta vefatından sonra da İslam’ı tebliğe devam ediyordu.

devam edecek…

Azerbaycan’dan Gelen Acı Haber

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 9. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

SOFİA İLE birlikte hizmetler devam ediyordu. Resul, Azerbaycan’dan gelen acı bir haberle sarsıldı. Nişanlısı ani bir rahatsızlık geçirip hastaneye kaldırdmıştı! Resul, hemen Azerbaycan’a gitmek üzere harekete geçti. Bu arada Sofia, radyo programlarına iyice alışmış, tek başına da olsa yürütebilecek seviyeye gelmişti.

Yine de birlikte başlattıkları bu güzel hizmetten kopmak Resul’e çok ağır geliyordu. Sofia ile vedalaşırken dokunsalar ağlayacak gibiydi. İçine sebebini bilmediği bir hüzün çöktü. Ruhunda, sevdiklerinden ayrılacağını fısıldayan bir sesin yankılandığını hissetti. Sofia’ya ‘Allah’a ısmarladık‘ derken gözleri dolu dolu oldu. Sofia’nın da gözleri dolmuştu.

Abdülkerim’le kucaklaştıklarında yine aynı hislerle doldu. Bu mert ve cesur insan, hizmette hep yanı başında olmuş ve onu desteklemişti.

Resul, uçağa bindiğinde Rusya’da geride bıraktığı güzel hizmetleri düşünüp teselli bulmaya çalıştı. Hizmetle geçen olağanüstü günler, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Abdülkerim’le tanışmaları, hapishanede yaptıkları dersler, radyoda kaset kayıtları ve Sofia ile karşılaşmaları, Sofia’nın hastaneye kaldırılması, ardından gelen hidayet müjdesi ne kadar da çabuk gelişmişti. Diğer yandan da nişanlısı ile yeni bir hayat kurup, evlerini cennet köşesi haline getirmeyi hayal ederken gelen acı haber, dünyasını altüst etti. Uçağın tekerleri Azerbaycan havaalanına değdiğinde daldığı hayalden uyandı. Ama bu defa ruhunda, endişe dolu bir fırtına kopmaya başladı. Eve gidene kadar aklından bin bir türlü soru geçti. Acabalar zihnini kurcalayıp duruyordu.

Uçaktan iner inmez zaman kaybetmeden hemen bir taksiye atladı. Eve vardığında kapıdan itibaren kendisini karşılayanların garip bakışlarından bir şeylerin olduğunu hissetti. Evet, kalp krizi sonucu yoğun bakıma alınan nişanlısı, çoktan başka bir âleme göçmüştü!

Bunu duyar duymaz bir külçe gibi kendini yere bıraktı. Koluna girip teselli etmeğe çalıştılarsa da nafile… “Beni kendi halime bırakın” deyip bir süre öylece kaldı.

Resul neden sonra imanın verdiği nurla gerçeği kabullendi. Artık elden bir şey gelmeyeceğini anladı. Olan olmuştu. “Yaratan yarattığını aldı” diyerek kadere teslim oldu. Konu komşu ve akrabaların taziyeleri acısını ona bir nebze de olsa unutturdu.

Sofia Hastanede!

Azerbaycan’da günler geçerken, Resul’ün aklı hep Rusya’daydı. “Geride bıraktığı hizmetler ne haldeydi? Sofia programları tek başına yürütebiliyor mu?” diye düşündü. Başlattıkları hizmetlerin akıbetini sürekli merak ediyordu.

Resul, Azerbaycan’da iken henüz nişanlısının acısı geçmeden bu defa Rusya’dan acı bir haber geldi. Abdülkerim’den, Sofia’nın fenalaşıp ikinci kez hastaneye kaldırıldığını öğrendi.

Resul bu defa ulvi duygularla bağlandığı, gönlü hizmet aşkıyla dolu Sofia’nın haberiyle sarsıldı. Dünya ile olan bağları iyice zayıflamıştı. Gözünde hiçbir şeyin değeri kalmadı. “Meğer dünya ne kadar aldatıcı, ne kadar yalanmış!” dedi. Üstad’ın; “Dünya gaddardır, mekkârdır, değmiyor alaka-i kalbe” ifadesini hatırlayarak, kalan hayatını tümüyle hizmete vakfetmeye karar verdi.

Uçak Moskova’ya doğru havalanınca derin düşünceler zihnini yine kurcalamaya başlamıştı. Nişanlısından sonra şimdi de Sofia’nın kaybı endişesi içini doldurmuştu.

Henüz hizmetinin başında bulunan Sofia’nın, daha çok hizmetler yapacağını düşünüp, kaybına gönlü razı olmadı. Yolculuk boyunca onun iyileşip yeniden hizmete dönmesi için dua etti.

Nihayet uçak Moskova havaalanına inip de Nikolay’la (Abdülkerim’le) karşılaştığında o daima şen ve neşeli insanın da ilk defa hüzünlü olduğunu gördü:

– Hayrola Abdülkerim, Sofia’nın durumu nasıl?

– Kötü!

Bu söz Resul’ün beynine bir ok gibi saplandı ve bir süre hiçbir şey demeden sustu. Daha sonra;

– Çok mu kötü, dedi. Abdülkerim,

– Evet, hem de çok! İyileşmesinden ümit kesildiği için doktorlar eve göndermişler!

– Ne diyorsun?

– Maalesef Resul kardeşim, beyindeki tümör iyice büyümüş, her tarafı kaplamış, yapacak bir şey yokmuş!

İki dost içleri kan ağlayarak yollarına devam ettiler. Sofia ile başladıkları o güzel hizmetlerin bu kadar kısa sürede kesintiye uğramasını bir türlü kabullenemediler. Ama kaderin tecellisine boyun eğmekten başka çareleri de yoktu.

Tümör

Nişanlısını kaybedişinin üzerinden birkaç hafta geçtikten sonra Resul Cemalov tekrar Rusya’ya döndü.

Birinci Söz’lü Başlangıç

Anonstan sonra kendi haline bırakılan mahpuslar acaba derse gelecek mi, yoksa müdürün dediği gibi birkaç kişi ile kendi aralarında ders yapmak zorunda mı kalacağız, diye merakla beklemeye başladılar.

Saat 14:00’e doğru Nikolay’la (Abdülkerim’le) Cemalov salona geçtiler. Kitaplar, önceden sahnedeki masanın üzerine yerleştirilmişti. Nikolay Cemalov’a:

– Sahnedeki yerine geç otur, dedi. Resul Cemalov hazırlıklı olmasına rağmen, ilk defa bir derste bu kadar heyecanlı olduğunu hissetti. O güne kadar sayısız ders yapmıştı, ama böylesi bir topluluğa, böyle bir yerde ilk defa yapacaktı. Bir yandan da, müdürün dediği gibi, “Ya kimse gelmezse?” diye düşünmekten kendini alamıyordu. Nikolay’ın, “Bunlar başkalarına benzemez!” sözü ise zihninin bir köşesinde duruyordu.

Henüz salonda üç beş kişi vardı. Cemalov Nikolay’a:

– Sen de gel yanıma otur, diye rica etti. Fakat Nikolay amirane bir ses tonuyla;

– Hayır, dersi sen yapacaksın, yerine otur, dedi.

Nikolay, kitle psikolojisine hâkim olduğundan, neyi ne zaman yapacağını gayet iyi biliyordu. Ön sıralardan birine oturup beklemeğe başladı.

Derken ceketi omuzlarında pala bıyıklı bir koğuş ağası salına salına salona girdi. Etrafa şöyle bir göz gezdirdikten sonra sahnedeki Resul Cemalov’a gözlerini dikti. Arkasından yüz kişilik bir grup onu takip ederek salona girdi. Ağanın gözü Cemalov’u kesmemiş olacak ki, herkesin duyacağı şekilde küçümser bir tavırla:

– Bize bu sübyan mı ders verecek, diye söylendi.

Arkasından bir grup daha içeriye girdi. O da ne? Mahpuslar gruplar halinde salonu doldurmağa başladılar. Salonun dolmaya başladığını gören Cemalov’un sevinciyle beraber heyecanı da artıyordu. Sekiz yüz kişilik salon kısa zamanda dolup taştı. Ama lakırdılar, laf atmalar ve “Bu süt çocuğu da kim?” gibi küçük düşürücü ifadeler duyulmaya devam etti. Cemalov bunları duydukça morali iyice bozuldu. Bu arada müdür de salona girdi, kalabalığı görünce gözlerine inanamadı. Hayretle elini havada döndürdükten sonra önde kendisi için ayrılan koltuğa oturdu.

Bu arada olabilecek bir karışıklığı önlemek için salona takviye gardiyanlar getirtilip yerleştirildi. Salona bir uğultu hâkim oldu. Tam bu esnada Nikolay (Abdülkerim) yerinden kalktı, ağır adımlarla sahneye doğru gitti.

Merdivenin üst basamağına adımını atıp da kalabalığa yüzünü döndüğünde, “Aaa, Cin Kole!” diyerek bütün salon birden sessizliğe gömüldü. Zira bu eski mafya liderine, bu efsanevi adama büyük saygıları vardı.

Resul Cemalov’un bozulan morali yerine geldi. Fakat heyecanı tam olarak yatışmış değildi. Çünkü böyle büyük bir kalabalığa ilk defa hitap edecekti. Nikolay, Cemalov’un yanındaki sandalyeye oturmasından sonra Cemalov’a başlamasını işaret etti. Cemalov, alışkanlık icabı derse besmele ile başladı. Besmelenin manasını Rusça ifade etse de kalabalık içinden biri ayağa kalktı:

– Ne demek bu, dedi. Cemalov telaşlandı. Zira gece tespit ettikleri sorular arasında bu yoktu.

– Eyvah, bunu hesap etmemiştik, şimdi ne yapacağım, diye düşünürken, yanı başında bir güven abidesi gibi oturan Nikolay Abdülkerim:

– Aç Birinci Söz’ü oku, dedi. O söylemese Birinci Söz belki de heyecandan aklına gelmeyecekti.

Cemalov, Birinci Söz’ü okumaya başladı. Fakat bir yandan da aklı hep adamdaydı.

– Acaba cevabı tatminkâr bulup yerine oturacak mı, yoksa çıkıp gidecek miydi?

Birinci Söz bitti ve adam yerine oturdu. Resul Cemalov derin bir nefes aldı. Zira çok önemli bir engeli atlatmıştı.

Moral bozukluğunu ve heyecanını atan Cemalov, artık derse iyice konsantre oldu, salona hakimiyeti arttı.

Bir müddet sonra, birisi daha parmak kaldırdı. Bir soru yöneltti. Bu soru gece Nikolay’ın (Abdülkerim’in) işaretlediği soruydu. Cemalov bu defa rahattı, çünkü ne cevap vereceğini biliyordu. Sorunun cevabını tane tane açıkladı. Açıklama sona erince adam tasdik eden bir el işareti ile yerine oturdu.

Bu soru cevap sahneleri tekrarlandıkça ders hararetlendi. Salona manevî bir hava geldi. Enteresan olan, Abdülkerim’in “Bu soru gelebilir” diye işaret ettiği bütün soruların çıkmış olmasıydı. Soru ve cevaplar güvenlerini artırdığı gibi derse olan dikkati de artırdı. Ders başlayalı bir buçuk saat olmasına rağmen, sanki birkaç dakika olmuş gibi salondan kimse çıkmak istemiyordu. Resul derse son verecek oldu. O esnada müdür oturduğu yerden kalkarak;

– Devam et, kardeşim, dedi.

Derse bu derece alaka olacağını kimse beklememişti. Müdürün devam et demesi ve salondakilerin dinleme istekleri üzerine ders bir saat daha devam etti. İki buçuk saatlik süre sonunda herkes manevî bir temizlikten geçmiş halde tarif edilmez bir huzur hissetti. Mahpusların çoğu takdir ve tebriklerini bildirmek için Nikolay’la Cemalov’un başına toplandı. O sırada müdür kendilerini odasında bekliyordu.

Müdür, derse gösterilen bu alakadan son derece memnundu. Tebrikleşmenin ardından sonra birlikte müdürün odasına girdiler. Müdür kendilerini ayakta karşıladı:

– Kardeşim bu kitaplar neymiş böyle? Bunlardan bana da verin. Bunları hem okuyacağım, hem de yakınlarıma okutacağım, dedi.

Yanlarında bulunan İngilizce Lem’alar’ı müdüre hediye ettiler. Merakla kitabı eline alıp göz gezdirirken, birden:

– Arkadaşlar, aklıma başka bir şey daha geldi. Bu kitapları kasetlere okusanız da bütün hapishaneye dinletsek, olmaz mı?

Hizmet için tetikte bekleyen Nikolay, bu teklifi adeta havada kaptı.

– Tamam, müdür bey, merak etme, onu olmuş bil! Kahvelerini içtikten sonra Nikolay, Cemalov’a,

– Haydi, gidiyoruz, dedi ve hapishaneden ayrıldılar. Otomobille şehrin merkezine doğru yol alırken Cemalov, nereye gittiklerini sordu. Nikolay, muhteşem bir tevekkül tavrıyla cevap verdi:

– Nereye gittiğimizi bilmiyorum. Ama Allah’ın bize göstereceği bir yer olacağına inanıyorum!

Ruslan Cemalov, halis niyetle giriştiği her gayrette kerametkârane hallerle karşılaşıyordu. Bu adamın ihlâsına hayran kaldı. Ve hizmeti ilmin değil, İhlasın yaptığına bir kere daha kanaat getirdi.

devam edecek…

Kitap İlanı

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 8. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

KİTAPLAR hapishanenin kütüphanesindeki masanın üzerine özenle dizildi. Sonra mahkumlara anons yapıldı:

– Dikkat, dikkat! Bediüzzaman Said Nursî’ye ait beklenen kitaplar, hapishanemize gelmiştir. İsteyenler kütüphaneye gelip alabilirler!

Cemalov, mahkumların bu anonsa ilgi duyup geleceğine ihtimal vermiyordu. Ancak kütüphanenin önünde kitap almak için kuyruğa girenleri görünce şaşırdı, gözlerine inanamadı. “Bu nasıl iştir, bunlar peynir ekmek almaya mı geldiler?” diye düşünürken, birden Üstad’ın, “Bir zaman gelecek, hapishane müdürleri bu kitapları, mahpuslara peynir ekmek gibi dağıtacaklar!” sözünün doğruluğunu açıkça görmüştü.

Evet, sırası gelen, her kitaptan birer tane ayırarak kucakladığı gibi koğuşuna koştu. Fakat ilginçtir ki, kuyruk bitmeden kitaplar bitmişti! “Evet, Üstad’ın, ‘Risaleler’deki hakiki teselliye mahpuslar pek çok muhtaçtır’ sözü, ne kadar doğruymuş” diye düşündü.

O gün Nikolay, yeni bir hizmet hedefine ulaşmanın mutluluğunu yaşadı. Cemalov ise ilk defa şahit olduğu olay karşısında şaşkındı. Hatta bunun Risale-i Nur’un hizmet metoduna uyup uymadığından emin değildi. “Nikolay, hizmet prensiplerini pek bilmiyor. Ama ihlâsla yürüdüğü için inşallah bir şey olmaz” diye düşünüp endişelerini hayra yordu.

Hapishaneden ayrıldılar. Nikolay her zamanki gibi onu medreseye bırakıp evine gitti. Fakat Cemalov gece boyu, “Acaba yaptığımız işin sonucu ne olur?” diye düşünmeden kendini alamadı.

Nikolay’ın bir diğer özelliği de takipçiliğiydi. Başladığı işin sonunu getirmeden bırakmazdı. Bu arada Cemalov’un haberi olmadan birkaç kez hapishaneye gidip kitaplarla ilgili gelişmeleri takip etmişti.

Kitapların büyük bir ilgi ile okunduğunu ve mahpuslar üzerinde müspet tesirler bıraktığını öğrendi. Bundan hapishane müdürünün de çok memnun olduğunu haber aldı. Bir gidişinde müdürle de görüşüp istişare etti. Müdür, kitapların mahpuslar üzerindeki olumlu etkisinden son derece memnundu.

Nikolay, isyanla geçmiş yıllarını telafi etmek için devamlı koşturuyordu. Yeni hizmet kanalları arayıp devreye sokuyordu. Müdürle yaptığı bir görüşmesinde Resul Cemalov’dan bahsetti. Rusya’ya bu kitapları yaymak için geldiğini, çok etkili dersler vermesi halinde, eğer mahpuslara ders yaparsa çok daha faydalı olacağını söyledi.

Müdür pratik bir kişiliğe sahipti, yapacağı işe anında karar verir ve onu hemen uygulamaya geçirirdi.

– Hapishanenin sinema salonu ne güne duruyor. Arkadaşını davet edelim çağırırız, mahpusları doldururuz salona, onlara ders yapar, olur biter, deyip Nikolay’dan Cemalov’un telefonunu aldı. Cemalov hâlâ bir şeyden haberdar değildi.

Hapishane Yolu…

Çok geçmeden bir gün Resul Cemalov’un telefonu çaldı.

– Alo siz Ruslan mısınız?

– Evet, buyurun.

– Hapishaneden arıyorum. Müdür bey sizi çağırıyor. Gelirken pasaportunuzu yanınıza almayı da unutmayın!

Cemalov, hapishaneden çağrıldığını duyunca endişelendi.

– Eyvah, tedbirsizce yapılan işin sonucu böyle olacağı belliydi! Pasaportu da istediklerine göre evet, mutlaka bu işte bir iş var, dedi.

Az sonra Nikolay gelişmelerin verdiği keyifle Cemalov’un yanına geldi.

– Ne haber Cemalov, seni hapishaneden aradılar mı? Resul Cemalov, endişeli bir ses tonuyla:

– Evet, maalesef aradılar, gözün aydın olsun, pasaportumu da istediler, deyince Nikolay, Cemalov’un gelişmelerden haberi olmadığını ve endişeye kapıldığını fark etti. Şaka olsun diye rol yapmaya başladı. Hemen ciddi bir tavır aldı ve sesini endişeli bir havaya büründürerek:

– Allah Allah, pasaportunu da mı istediler, dedi.

– Evet, altı yüz tane kitap birden verilir miydi?

Nikolay, Cemalov’un hapishane için çağırıldığına inandığını anlayıp konuşmasını şöyle sürdürdü:

– Şimdi ne olacak?

– Ne olacak, herhalde hapse atacaklar!

– Neyse hemen endişelenme, hele bir gidip bakalım.

Taksiye binip hapishaneye doğru yol aldılar. Fakat yol boyunca Resul Cemalov’un ağzını bıçak açmadı. Nikolay bütün muzipliği ile devam etti:

– Cemalov ne üzülüyorsun, hapiste de hizmet var, orada da hizmet edersin!

– Ya, ne demek, dışarıdaki hizmeti bitirdik de hapis kaldı değil mi?

Nikolay, Resul Cemalov’un kapıldığı endişeye içten içe gülüyordu.

Nihayet hapishanenin kapısına vardılar. Geldiklerini haber alan görevli hemen Cemalov’un pasaportunu alarak müdüre götürdü. Nikolay rolünü ustalıkla oynamaya devam etti:

– Cemalov, ben burada yattığımdan biliyorum. Bak şuradan yemekhaneye gidilir, tuvaletler şu bölümdedir, kantin şu taraftadır. Şimdiden öğrenirsen rahat edersin!

Resul Cemalov çok düşünceliydi:

– Nikolay benimle alay etme, dedi.

Hapishanenin girişindeki bankların üzerinde heyecanlı bir bekleyiş başladı. Adeta saniyeler saat gibi uzuyordu. Cemalov’un endişesi yüzüne yansımaktaydı. Derken memur seslendi.

– Buyurun, sayın Cemalov, müdür sizi bekliyor!

Açılan demir kapıdan genişçe bir bahçeye geçtiler. Hafifçe yağmur çiselemekteydi. Bahçenin ortasındaki parke taşlardan geçerek, yüz metre ötedeki idare binasına vardılar. Dış kapıdan girip sağdaki odanın önüne geldiklerinde memur:

– Buyurun girin, müdür sizi bekliyor, dedi.

Resul Cemalov, açık olan kapıdan içeri girip de pasaportunun müdürün elinde olduğunu ve ona bakıp kâğıda bir şeyler yazdığını görünce, “Tamam, herhalde tevkif yazısını yazıyor!” dedi içinden… İnsan her şeyi içindeki niyete göre görüyordu.

Müdür, kafasını kaldırıp Cemalov’u karşısında görünce:

– Buyurun, Ruslan Cemalov sen misin?

– Evet benim.

Müdür, Resul şen şakrak birine benziyordu. Nikolay, Cemalov’u kendisine öyle tanıtmıştı ki, yerinden kalktı ve kollarını iki yana açarak, “Sen nerdesin kardeşim, gel şöyle!” diyerek onu büyük bir sevgi ile kucakladı, koltuğa oturttu. Cemalov, şaşkındı. Müdür, Resul Cemalov’un şaşkınlığını fark etti.

– Rahat ol Bay Cemalov. Rusya’ya hoş geldin aziz dost! Bize senin gibi birisi lazımdı. Şu faydalı kitapları mahpuslara okuyup ders yapmana hiçbir mani yok!

Resul Cemalov, Nikolay’ın kendisini işlettiğini ancak o zaman anladı. Nikolay da o esnada kıs kıs gülüyordu. O zaman endişesi tümüyle gitti, rahatladı ve Nikolay’ı müdüre fark ettirmeden yavaş bir sesle,

– Seni gidi mafya bozması seni, diyerek şakayla tehdit etti. Sonra müdüre dönerek:

– Demek beni bunun için çağırdınız?

– Evet Bay Cemalov, bunun için, vakit geçirmeden derse başlasak fena olmaz.

Hapishanede Nur Dersi

Resul Cemalov, hapse girmeyi göze alarak geldiği hapishanede ders yapmak için çağırıldığını öğrenince sevinçten ne yapacağını şaşırdı.

Kâbus dolu bir rüyadan uyanmış gibi derin bir nefes aldı ve rahatça koltuğuna yaslandı, ikram edilen kahveyi yudumlamaya başladı. Heyecanlı bir yapıya sahip olan müdür:

– Kardeşim, biz bu kitaplardan daha nasıl istifade edebiliriz, derken, Nikolay, sizin çok güzel dersler yaptığınızı söyledi. Ne dersiniz?

– Estağfurullah, elimden geleni yaparım.

– Tamam, o zaman yarın başlıyoruz. Ben anons eder, mahpusları sinema salonuna toplarım!

Resul Cemalov, anons meselesini duyunca pek hoşlanmadı. Çünkü bugüne kadar böyle alâyişle nümayişle ders yapmamıştı. Hem bu tarz, Risale-i Nur’un ruhuna pek uygun değildi.

– Müdür bey, siz sadece “İsteyen gelsin” diye duyursanız olmaz mı? Hem arzu edenler olursa daha etkili olur, dedi. Müdür, gözlükleri üstünden Cemalov’a bakarak, ümitsiz bir ses tonuyla:

– O zaman kendi aramızda ders yaparız, kimse gelmez, dedi. Cemalov o an daha fazla üstelemedi.

Akşam dershaneye vardıklarında Nikolay:

– Bu çok ciddi bir iş, buna iyi hazırlanmalıyız. Bunların en çok Tabiat Risalesi’ne ihtiyacı var. Tabiat Risalesi’ni esas alacağız, dedi.

Gece geç vakte kadar Tabiat Risalesi’ni paragraf paragraf ele aldılar. Zaman zaman Cemalov’u uyku bastırıyordu. Nikolay:

– Hey, buraya seni uyutmaya getirmedik, diye kendisine takıldı. Bu şekilde Tabiat Risalesi’ni baştan sona okudular. Mahpusların ruh yapısını çok iyi bilen Nikolay bazı paragraflar sonunda durup:

– Burada şöyle bir soru gelebilir. Risale-i Nur’un başka yerindeki izahını yaparsın gibi ifadelerle muhtemel tam sekiz önemli soruya işaret etti. Çalışma bitince sporcuyu maça hazırlayan çalıştırıcı gibi son taktiklerini verdi:

– Ha unuttum söylemeyi. Çok dikkatli olmalısın. Bu, dershane de yaptığın derse benzemez. Sana biri kalkıp soru sorarsa, sen cevabını verene kadar ayakta durur. Cevabı tatminkâr bulursa yerine oturur. Değilse, daha dinlemez, arkasına bakmadan salonu terk edip gider! İş bu kadarla kalsa iyi, ardından onunla birlikte büyük bir kitie de çıkıp gider. İşte o zaman işimiz zorlaşır!

Resul Cemalov içinden, “Yahu biz ders mi yapacağız, yoksa miting mi?” diye geçirdi.

Gece yarısına kadar, yapılacak dersi iyice müzakere ettikten sonra istirahata çekildiler.

Ertesi gün saat 14:00’ten önce hapishaneye vardılar.

Müdür yine kendilerini şen şakrak haliyle karşıladı. Anons vakti geldi. Resul Cemalov yine ısrar etti:

– Müdür Bey, anonsu, “İsteyen gelsin” diye yapsak. Müdür yine:

– Ben yaparım, ama dediğim gibi kendi aramızda ders yapmış oluruz!

– Tamam, siz öyle yapın, gerisine karışmayın…

– Madem ısrar ediyorsun istediğin gibi olsun, deyip mikrofonu eline aldı:

– Dikkat dikkat! Bediüzzaman Said Nursî’nin kitaplarından ders yapmak üzere uzman bir kişi hapishanemizde bulunmaktadır. Saat ikide sinema salonunda bir konferans verecektir. Dinlemek isteyenler, sinema salonuna gelsinler!

Her şeyi emir vererek yapmaya alışmış olan müdürün ağzından “İsteyenler” kelimesi isteksizce dökülüyordu.

devam edecek…

Ders Başlıyor!

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 7. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

SOFİA’NIN Hastalar Risalesi’ni defalarca okuması, olağanüstü bir şekilde maddi hastalığının iyileşmesine sebep olmuştu. Ayrıca, manevî bakımdan da hidayetine vesile olmuştu. Resul ile aralarındaki buzlar erimekle kalmamış, sıcak bir dostluğa dönüşmüştü. Resul, tam da kendi hallerini anlatan şu âyeti hatırlayarak Allah’a şükretti:

Allah’ın dinine ve Kur’an’a hep birlikte sımsıkı sarılın; ayrılığa düşüp dağılmayın. Bir de, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz birbirinize düşmanken, O sizin kalplerinizi kaynaştırdı da, Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız; Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yola erişesiniz diye, Allah size ayetlerini işte böyle açıklıyor.” (Al-i İmran Suresi, 103)

Risaleler’den Radyoevinde haftada bir program yapmak üzere karar aldılar. Resul de kendisinden günde bir saat diksiyon dersi alacaktı. Resul, her gün radyoya gidip, bu ünlü spikerden Rusça diksiyon dersi almaya başladı. Özellikle dudak tembelliğini gidermek için kalemi dudaklarının arasına yerleştirerek yaptığı temrinler, Resul’ün çok garibine gidiyor ve kendini gülmekten alamıyordu.

Fakat Sofia işinde kararlı ve ciddi idi. Resul’e sıkı ve hızlı bir eğitim uyguladı. Bir hafta içinde telaffuzu bir hayli düzeldi. Sofıa Resul’deki bu hızlı gelişmeden çok memnun oldu. Bir an önce programa başlamak istedi. Bir yandan diksiyon derslerine devam ederken öte yandan, Radyoda “Nur’dan Damlalar” adını verdikleri programlarına başladılar.

Tebliğ Hediyeleri

Bu arada Abdülkerim, Cuma namazı için camiye her gidişinde, orada satılan İslam motifli hediyelerden birini alıp Sofia’ya getiriyordu. Hediye bazen Mekke-Medine resimli bir tablo, bazen bir çalar saat oluyordu. Bir defasında İslam’da kadın haklarından ve tesettürden bahseden bir kitap ve namaz ilmihali getirmişti.

Sofia her ne kadar iman konusunda bilgilenmiş olsa da, henüz İslam’a yabancı, tesettür ve namaz gibi konulara uzaktı. Bu yüzden Resul, Abdülkerim’in aldığı bu iki hediyeyi zamansız görse de ses çıkarmadı. “Bir bildiği vardır” diye düşündü.

Programlara Büyük İlgi Var

Nur’dan Damlalar” programı, beklenenden de büyük bir ilgi gördü. Canlı yayına katılmak isteyen dinleyiciler yüzünden telefonlar zaman zaman kilitleniyordu. Bu arada dinleyicilerden ilginç sorular geliyordu. Sorular genellikle iman konularına dairdi.

Sofia, gelen soruları Resul’e aktarıyor, o da Risaleler’den yerlerini bulup okuyarak cevaplandırıyordu.

Sofia Valentinovna, yaptığı bu hizmetine bütün benliği ile sarılmıştı. Zira hayatında bu kadar benimseyip içten gelerek yaptığı bir iş yoktu. Bu yüzden programa büyük önem vermişti ve her defasında çok ciddi hazırlanıyordu. Sonraki haftayı adeta iple çekiyordu. Sofia, gerek mektup ve e-mail gerekse telefon yoluyla gelen sorulan ve dilekleri asla cevapsız bırakmıyordu.

Ayrıca Resul’le birlikte doldurmuş oldukları kasetlerden ve Rusça Risaleler’den bizzat kendi parasıyla satın alarak dinleyicilerin adreslerine postalıyordu. Böylece yayın yoluyla yapılan hizmeti, daha yaygın ve verimli hale getiriyordu.

Risaleler Silahlarla Yer Değiştirecek!

NOVGOROD’DA akşam oldu. Namazın ardından Cemalov ders yapacağı salona oturup gelecek olan kişileri beklemeye başladı. Fazla zaman geçmeden zil çaldı.

Nikolay, eliyle Cemalov’a oturmasını işaret ederek dış kapıya yöneldi. Cemalov, içeri girenleri oturduğu yerden göremiyordu.

Fakat seslerinden beş veya altı kişi olduklarını tahmin etti. Bu arada şangır şungur şeklinde bazı sesler kulağına geldi. Merakı iyice arttı. Gelenleri merak ederken o zamana kadar hiç görmediği garip kılıklı kişiler salona girmeğe başladılar. Gömlekleri, pantolonları, hatta çoraplarına varıncaya kadar baştan aşağı deri giyinmişlerdi. Yakalarında bir takım demir askılar vardı.

İçeri giren, ses çıkarmadan Cemalov’un karşısına geçip dizüstü oturdu.

Yüzleri bir yöne dönük, adeta put gibi duruyorlardı. Cemalov “hoş geldiniz” diye bir şeyler söyleyecek oldu, fakat pek karşılık alamadı.

Bunlar in mi, cin mi?” diye düşünürken Nikolay içeri girdi ve Cemalov’a derse başlamasını işaret etti. Cemalov daha önce hiç böyle bir ders yapmamıştı. Durumu biraz yadırgasa da, denilene uymak zorundaydı. Bir Risale açıp okumaya başladı. Adamlar hiç kıpırdamadan dinlediler, pek de tepki vermiyorlardı. Nihayet ders bitti, çaylar ikram edildi. Sıra herkesin dağılmasına geldi. O sırada Cemalov da onları yolcu etmek için peşlerinden gitti. Bir de ne görsün, masanın üzeri uzun namlulu silahlarla doluydu! İçine bir korku düştü. Karanlık adamlar gecenin karanlığına dalıp gittiklerinde endişesi sesine yansıdı:

– Nikolay ne oluyoruz, bu silahlar da neyin nesi böyle, dedi. Nikolay parmağını dudağına götürüp Cemalov’a sus işareti yaptıktan sonra emin bir tavırla konuştu:

– Bak Cemalov, bu silahlar, içerdeki silahlarla (Risalelerle) yer değiştirecek!

Bunun üzerine Cemalov biraz rahatladı. Bu cesur ve garip adama duyduğu hayranlık daha da arttı.

Cemalov Novgorod’da alışmadığı tarzdaki bu derslere bir müddet daha devam etti. Güneş karşısında eriyen kar gibi, bu soğuk iklimin insanları Risale-i Nur’un kalpleri ısıtan nuruna muhatap oldukça adeta eriyor ve şekil değiştiriyordu. Kısa zaman sonra gelenlerden üçü Müslüman oldu. Eski hallerini terk edip, namaz kılmaya ve Risaleleri okumaya başladılar. Diğerleri ne yazık ki, alıştıkları o hayatın karanlığından kurtulamadılar. Bir gün otomobille yuvarlandıkları nehirden ölü olarak çıkarıldıkları haberi geldi.

Koli Koli Silah

Nikolay, geçmişte insanlar için hep fenalık düşünürken artık devamlı hizmeti düşünüyor ve karanlıkta kalmışlara Nurları götürmek için çırpınıyordu. Bunun için, her gün bir kurmay gibi hizmet planlan yapıyor, yeni stratejiler geliştiriyordu. Seyyiatta kullandığı kabiliyetlerini şimdi hasenat yolunda kullanıyordu. Bu arada dönüşüne sebep olan hapishaneyi ve oradakileri unutmadı. Onlara şükran borcu olduğunu düşünerek Risaleleri onlara da ulaştırmak istedi. Bu maksatla, hapishanenin kütüphane sorumlusunu ziyaret etti. Rusça’ya tercüme edilmiş Risaleler’den bir kısmını verip mahpuslara okutturmasını söyledi. Daha sonra durumun ne olduğunu anlamak için gittiğinde, kitapların çok beğenildiğini ve elden ele dolaştığını öğrendi.

Her yeni hizmet, Nikolay’ın hızını biraz daha artırıyordu. Yeni hedeflere koşmasına sebep oluyordu. Bu defa, Rusça’ya tercüme edilmiş Risaleler’in hapishane kütüphanesine konularak daha çok kişinin istifadesine sunulması için harekete geçti. Fakat bu düşüncesinden Cemalov’a bahsetmedi. Çünkü çoğu tasarılarını kendinde saklıyor, olgunlaşıp belli bir noktaya gelmeden kimseye açmıyordu. Bir gün gelip, Cemalov’a aniden:

– Haydi, Petersburg’a gidiyoruz, dedi.

– Hayrola, ne yapacağız? Avuçlarını ovuşturarak:

– Silah alacağız silah, dedi.

Nurları tanıdıktan sonra maddi silahları bir kenara bırakan Nikolay, manevî cihatta sarıldığı Risaleler’e silah adını vermişti.

– Tamam, gidelim.

Otomobiline atlayıp Petersburg’un yolunu tuttular. Dershaneye varınca biraz soluklandıktan sonra, sıra kitap ayırmaya geldi. O güne kadar Rusça’ya altı kitap tercüme edilmişti. Cemalov, Nikolay’ın kütüphaneye kitap alacağı niyetinden habersiz olduğu için, her birinden üçer beşer tane alacaklarını sanıyordu. Çünkü bulundukları yerde fazla bir cemaat yoktu. Fakat Nikolay kitapları yüzer yüzer kolilere doldurmaya başlayınca,

– Ne yapacaksın bu kadar kitabı Nikolay, dedi.

– Silahın fazlasından zarar gelmez!

– İyi de kaç kişiyiz, bu kadarına ihtiyaç yok. Bitince yine gelir alırız…

– Parasını ben vereceğim, sen karışma!

Cemalov, bu gizemli adamın “Yine bir bildiği vardır” diye düşündüğünden üstelemedi.

Nikolay çıkan her kitaptan yüzer tane kolilere doldurdu. Taksinin bagajı ve arka koltuklar kolilerle doldu. Hatta bu yüzden yol boyunca kitap kolileri enselerine değip duracaktı.

Nikolay, devamlı büyük düşünür ve büyük adım atardı. Engel tanımazdı. Bir hedefe ulaşınca başka bir hedefe odaklanırdı.

Şehre vardıklarında dershaneye uğramadan doğru hapishanenin yolunu tuttular. Varır varmaz Nikolay, kütüphane müdürünü çağırttı. Adamın haberi vardı, kitapları beklemekteydi.

– Tamam mı, kitapları getirdiniz mi, dedi.

– Getirdik, deyince kolileri kütüphaneye taşımaya başladılar. Cemalov, olup biteni hayretle seyrediyordu.

Kitapların hepsinin hapishaneye getirilmesine şaşırmıştı. Bir ara Nikolay’dan habersiz kütüphane sorumlusuna yaklaşıp, sordu:

– Bunları ne yapacaksınız?

– Mahpuslara dağıtacağız.

– Dağıtacak mısınız?

– Evet.

Cemalov, kitapların dağıtılması halinde kıymetini bilmeyenlerin eline geçip zayi olacağını düşünerek,

– İhtiyaç duyan olur, duymayan olur. İlan etseniz de isteyen gelip alsa, daha iyi olmaz mı, diye teklifte bulundu.

Bu teklifi Nikolay da makul buldu.

– Tamam, dediğin gibi olsun, öyle yapalım, dedi.

***

İlginç manzara

GÜN Resul programa yetişmek için acele etmişti. Fakat programdan önce gelen Risale paketini almak için havaalanına uğraması gerekmekteydi. Resul, “Kitap kolisini alıp oradan programa yetişirim” düşüncesiyle havaalanına gitti. Fakat yoğun trafik sebebiyle programa geç kaldı. Sofia, dakik olduğundan beş dakika bile beklemeden programa başladı.

Resul nefes nefese radyodan içeri girdiğinde Sofia’nın sesi kulağına geldi. Sofia Resul’ün geciktiğini düşünerek yayına başlamıştı bile. Fakat Sofia’nın sesinde o gün her zamankinden farklı bir hal vardı. Okuduğu metni benimseyen bir edayla, içtenlikle okumaktaydı. Üstelik o gün Tesettür Risalesi’nden ders yapıyordu. Aralarda, ancak inanmış ve tesettürün hakkaniyetini kabul etmiş bir Müslüman’ın yapabileceği açıklamalarda bulunuyordu.

Resul, bu düşüncelerle stüdyonun kapısına vardığında o güne kadar hiç rastlamadığı manzara ile karşdaştı. Bütün radyo çalışanları stüdyonun önüne toplanmış, yayında olan Sofia’yı seyretmeğe çalışıyordu. Resul ne olup bittiğini anlamadan çalışanların, “Çabuk içeri gir, geç kaldın” sözleri ile karşılaştı. Stüdyodan içeri girdiğinde ise gördüğü manzara karşısında şaşkına döndü ve çalışanların neden stüdyonun önünü doldurduklarının sebebini anladı. Evet, Sofia Valentinovna “Tesettür Risalesi” dersini yaparken, bir Müslüman kadın gibi baştan aşağı tam tesettüre bürünmüştü! Resul onu bu halde görünce olduğu yerde dondu. Hatta dili tutuldu ve bir süre ne diyeceğini de bilemedi. Sofia, Resul’ün bu şaşkın halini fark etti, eliyle gelip okumasını işaret etti. Fakat Resul’de ne hareket etmeye ne de okumaya mecal yoktu.

Program sona erdiğinde Resul, bir parça kendisine geldi ve dilinden gayr-i ihtiyari şu cümle döküldü:

– Sofia Hanım, çok değişmişsiniz?

Buna karşı Sofia, Resul’ün şaşkınlığını daha da artıran bir cümle ile cevap verdi:

– Artık Sofia yok Resul, Meryem var!

Resul, kısa zaman önce bu stüdyoda kendisinden işittiği azar ve hakaretleri hatırladı. Demek bir kimse ne kadar koyu bir ateist de olsa, Allah’ın hidayeti eriştikten sonra kısa zamanda bu hale gelebiliyordu. “Tesettür ona ne kadar da yakışmış ve onu nasıl bir masumiyete büründürmüştü” diye düşünürken, Sofia:

– Resul, galiba kelime-i şahadet de getirmek lazım değil mi, dedi. Resul bu sözleri işitince Sofia’nın rol yapmadığını ve gerçekten Müslüman olmaya karar verdiğini anladı. Gözlerinden sevinç gözyaşları akmaya başladı. Sofia:

– Stüdyodan çıkmadan hemen burada kelime-i şehadet getirelim, dedi. Ve ikisi birden gözyaşları içinde, Novgorod şehrinin radyo binasının üçüncü katındaki stüdyoda “Eşhedu en lâ ilahe illallah ve eşhedu erine Muhammeden abduhû ve Resuluhû” dediler.

Çok değil bir ay önce kavga ile başlayan dostluk, kelime-i şahadetle noktalanmıştı. Kalpleri sımsıcak İslam kardeşliği ile birbirine bağlandı. Sonsuza dek sürecek bir iman kardeşliği kuruldu.

Ah o stüdyoda getirilen kelime-i şehadet… Resul’ü, hayatında hiçbir şey Rus şivesiyle getirilen bu kelime-i şehadet kadar etkilememişti. Çünkü onun kısa zamanda bu derece bir değişim geçirebileceğine ihtimal vermemiş ve onun hidayetini hep imkânsız görmüştü. Oysa Sofia Valentinovna bu gerçeğin yeni ve canlı bir şahidi olarak karşısında duruyordu, hakkında düşünüp söylediklerinden dolayı pişmanlık duydu ve Allah’tan istiğfar etti.

Üstad’a Ağlar

Sofia ile başladıkları radyo programları üzerinden yaklaşık on hafta geçmişti. Artık Sofia sadece program yaparak değil, her geçen gün öğrendiklerini hayata geçirerek tam bir mümin ve Müslüman olarak yaşamaya başlamıştı. Lisan-ı haliyle de İslam’ı tebliğ ediyordu. Okuduğu Nur Risaleleri’yle her geçen gün biraz daha olgunlaşıyor ve kalbi yumuşuyordu.

Cuma günleri Resul’ün kaldığı dershaneye gelerek onları dışarı çıkarıyor; içeri girip dershanenin odalarını baştan sona silip süpürüyor ve kendi eliyle kardeşlere yemekler hazırlıyordu.

Risale-i Nur okudukça ve Üstad hakkında yeni şeyler öğrendikçe Sofia’nın şevki daha da artıyordu. Hele Üstad Bediüzzaman’ın yaşadığı çileli hayatın hatıralarını öğrenmeye kalbi dayanamıyor, okudukça gözlerinden yaşlar akıyordu. Hidayetine vesile olan Üstad’a öylesine minnettar olmuştu ki, resmini bile yanından ayırmıyordu. Öyle ki, ne zaman Üstad’ın ismi geçse gözleri yaşla doluyordu.

Bir defasında Resul ile program sonrası söz yine Üstad’dan açıldı. Üstad’ın hayatından konuştular. Rusça basdan Ayetü’l-Kübra’nın sonunda Üstad’ın kısa bir biyografisi vardı. Sofıa Resul’den orayı okumasını istedi. Resul kendisinin daha iyi okuduğunu söyleyerek kitabı Sofia’ya uzattı. Sofia Hanım okumaya başladı. Özellikle, “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim, karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? Bu büyük yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler” ifadelerini okurken, Sofıa hıçkırıklara boğulmuş, Resul de onun bu haline dayanamayıp, soluğu yan odada almıştı.

Evet, bir kalbe iman girdiğinde, onu işte böyle eritip, nurlandırıyordu. Bu gerçeğin en çarpıcı örneği Sofia Valentinovna’ydı.

devam edecek…