Etiket arşivi: Petersburg

Buluşma

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 6. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

ARADAN bir müddet geçtikten sonra Dr. Ali İhsan ve arkadaşı söz verdikleri gibi bu Müslüman Rus grubun davetine icabet ettiler. Kısa sohbetin ardından yeni Müslüman Rus’ların soru bombardımanı başladı. Cevaplar ise hep Risale-i Nur’dan oluyordu. Öylesine cevapların cazibesine kapıldılar ki, kendilerini bırakmak istemediler. Dr. Ali İhsan, Risale-i Nur’dan böylesine etkilenen bu insanların, kitap istemeyişlerine şaşırıyordu. Ellerindeki kitabı merak etti:

– Yahu şu sözünü ettiğiniz kitabınızı görebilir miyim, diyerek istedi.

Nikolay birden ayağa kalktı ve kütüphanenin en üst rafında sargılar içinde sakladıkları kitabı indirdi. İtina ile sargılarını açtı ve Ali İhsan’a uzattı. Bu arada hepsinin gözleri Ali İhsan’daydı. Acaba kitaplarını beğenecek miydi? Bu bilge kişinin de kendileri gibi bu kitabı takdir etmesini arzuladılar. Ali İhsan, paylaşmak istemedikleri kitabın, Risale-i Nur’dan Yirmi Üçüncü Söz olduğunu görünce, gayr-i ihtiyari gülmeye başladı. Ruslar:

– Ya siz sadece ismini ve kapağını görünce gülüyorsunuz. Bir de içindekileri okusanız, ne yapardınız, dediler.

Ali İhsan bu defa daha da yüksek sesle güldü. Ve çantasında bulunan Rusça’ya tercüme edilmiş Risaleleri bir bir çıkarmaya başladı. Her birini eline aldıkça:

– Bu ne?
– Tabiat Risalesi…
– Avtor, (yazarı) Bediüzzaman Said Nursî, deyip kenara koydu. Sonra ötekini eline aldı.
– Peki, bu ne?
– Ayetü’l-Kübra
– Avtor, (yazarı) Bediüzzaman Said Nursî. Onu da kenara koydu.
– Bu ne?
– Küçük Sözler…
– Avtor, (yazarı)?
– Bediüzzaman Said Nursî. Sonra kendi kitaplarını eline aldı.
– Bu ne?
– Yirmi Üçüncü Söz
– Peki, Avtor, (yazarı)?
– Bediüzzaman Said Nursî!

Ruslar, almak istemedikleri kitabın da kendilerininkinden olduğunu öğrenince sevinçten uçacak gibi oldular. Meğer bu kitaplar, kendi kitaplarına rakip değil, kardeşmiş.

– Vay demek onlar da bizim kitabımızdan, deyip sevinçle birbirlerine sarıldılar. Hele bunların bir külliyatın parçaları olduğunu öğrenmek, onları eşsiz bir hazineye sahip olmuşçasına sevindirdi.

Yeni Bir Ufuk

Bu tanışma, onlara yepyeni bir ufuk açtı. Kitapların bulunduğu şehirdeki dershanenin adresini aldılar. En kısa zamanda oraya gidebilmenin hayalini kurmaya başladılar.

Ali İhsan ve arkadaşını yolcu eden Müslüman Ruslar, onların bıraktığı kitaplara adeta hücum ettiler. Her biri kitaplardan birini alıp okumaya koyuldu. Okuyan, elindekini diğeri ile değiştirdi. Böylece kitapları kısa zamanda devrettiler. Bu kitaplarda kafalarının içindeki sorulara cevaplar, komünizmin ruhlarına açtığı yaralara devalar buldular.

Ayrıca bu kitaplarda kalplerini okşayan, sebebini bilmedikleri bir sıcaklık vardı. Tekrar tekrar okuyorlar, her okuyuşlarında bu kitapların kendileri için yazıldığı hissine kapılıyorlardı.

O Günden sonra her hafta Cuma namazını kılmak ve dershaneye uğramak için tuttular

Ne Yapabilirim?

ABDÜLKERİM arabasını her zamankinden hızlı sürüp radyoevi parkına bıraktıktan sonra Resul’le birlikte radyoevine doğru hızlı adımlarla yürüdüler. İçeri girer girmez onları sekreter karşıladı ve:

– Sofia Hanım odasında sizi bekliyor, dedi.

Asansörle üçüncü kata çıktıklarında Sofıa Hanım’ın gerçekten odasının önünde kendilerini ayakta beklediğini gördüler. Tıpkı eskisi gibi üzerinde hastalıktan hiçbir eser yoktu. Şaşkındılar:

-Sofia Hanım, iyi misiniz?

– İyiyim, hem de çok iyi!

– Bizi çok şaşırttınız, nasıl oldu bu iş anlatır mısınız? Kendisi önden, onlar arkadan odasına girdiler.

– Oturun, siz gittikten sonra yaşadığım olayları anlatacağım. Sofia masasına geçti, Resul’le Abdülkerim de masanın önündeki koltuklara oturup Sofia’ya kulak verdiler. O anlattıkça hayretten hayrete düştüler. Sofia, son derece neşeli bir ses tonuyla olanları anlattı:

– Çocuklar, siz gittikten sonra çok ağladım. Neden sonra bıraktığınız Hastalar Risalesi’ni elime alıp, okumaya başladım. Okudukça içim açıldı, gönlüm ferahladı, ruhum rahatladı. Sadece ruhum değil, bedenimin de hafiflediğini, hastalığımın da azaldığını hissettim. Kitabı sabaha kadar tam altı kez okudum.

– Altı kez mi?

– Evet, tam altı kez okudum. Her okuyuşumda hastalığımın biraz daha hafiflediğini hissettim. Doktorlar beni kontrole geldiğinde, “Ben artık iyileştim, beni taburcu edin!” dedim.

– Olamaz böyle şey Sofia Hanım, tedavinizi yarıda bırakamayız, böyle bir sorumluluğun altına giremeyiz, dediler.

– O halde beni muayene edin, hastalığım eskisi gibi ise sizin dediğiniz olsun. İyileşmişsem, beni serbest bırakın gideyim, dedim.

Tekrar muayene ettiler, tetkikleri yaptılar. Hastalığımın onda bire düştüğünü söylediler.

– Hayret! Böyle bir şeye ilk defa rastlıyoruz. Gerçekten Sofia Hanım, hastalığınız büyük oranda iyileşmiş, bu kadar kısa zamanda bu nasıl oldu, anlayamadık, dediler.

Bunun üzerine onlara Hastalar Risalesi’ni gösterdim:

İşte, diye bağırdım, Benim hastalığımı iyileştiren budur! Doktorlar şaşkın gözlerle bir bana, bir kitaba baktılar. Buna bir anlam veremediler. Kitabın, bir hastalığı iyileştirdiğine ilk defa şahit oluyorlardı. Ama gerçek ortadaydı. Olmaz denilen şey olmuştu. Bu, Allah’ın, Said Nursî eliyle bana verdiği bir şifa idi. İşte işimin başındayım. Bunu Hastalar Risalesi’ne ve size borçluyum. Şimdi söyleyin bana gerçek dostlarım, sizin için ne yapabilirim?

Abdülkerim ve Resul, sevinçle şaşkınlığı ilk defa bu kadar yoğun yaşıyorlardı.

– Sofia Hanım, biz hiçbir şey istemeyiz, sadece sizin sağlığınızı isteriz, dediler.

Sofia:

– Hayır, sizin için mutlaka bir şeyler yapmalıyım.

– Kendimiz için bir şey istemeyiz. Gayemiz bu kitapları insanlığın hizmetine daha fazla sunabilmektir. Bu konuda bize yardım ederseniz, bizim için en iyi şeyi yapmış olursunuz.

– Tamam, zaten bundan sonra bu kitapların tanıtımıyla ilgili elimden geleni yapacağım. Ama ben, sizin için özel bir şey yapmak istiyorum, dostlarım.

Abdülkerim, Resul’ü göstererek:

– Bak, Sofia Hanım. Bu genç, hayatını bu davaya vakfetti. Bu kitapların yayılması için ta Azerbaycan’dan kalkıp buralara kadar geldi. Kitapların tanıtımı için yapacağınız her şey, aynı zamanda ona ve bize yapılmış bir iyilik olacaktır.

Tamam!

Sofia, davalarını nefislerinden daha üstün tutan bu gençlerin ihlâsından çok etkilendi ve hemen Resul’e dönüp:

– O halde Resul, bu haftadan itibaren radyoda birlikte programa başlıyoruz. Bu kitaplardan on beş dakika sen, on beş dakika ben okuyacağım, tamam mı?

– Tamam, bizim istediğimiz de bu zaten! Sofia Resul’e dönüp:

– Yalnız öyle Azerbaycan şivesiyle okumak yok. Sana gerçek Rusça nasıl okunur onu öğreteceğim, tamam mı?

– Tamam!

Sofia ile başlayan gergin münasebetin, kısa zaman sonra yerini sıcak bir dostluğa terk edeceğini kim tahmin edebilirdi? O ilk karşılaşma sahnesi Resul’un gözü önüne tekrar geldi. Kovularak çıkarıldığı odada şimdi sevgi ve hürmetle karşılanıyordu! “Ey Yüce Rabbim, sen nelere kadirsin! Dilersen zelil, dilersen aziz edersin! Ve sen dilersen dinini bir recül-i facirle (günahkâr bir kişiyle) de güçlendirirsin.

Bunun en çarpıcı örneği Sofia Valentinovna değil mi? Baştan nasıl da küçümsemiş ve nefretle reddetmişti. Ama şimdi mesleğinin ona kazandırdığı bütün maharetiyle ve şöhretiyle onların emrinde, dinin hakikatlerini tebliğ için çırpınıyordu. Bu, Allah’ın nurunu tamamlayacağı vaadinin tecellisinden başka bir şey değildi.

Neden Üzgünsün?

YİNE BİR Cuma günü, Nikolay ve diğer Müslüman Ruslar Petersburg’taki dershaneye vardılar. Dershanede onların sorularını cevaplayabilecek yeni bir Nur talebesi Ruslan Cemalov ile tanıştılar. Güzel bir Risale dersi yapıldı. O gün yine üst üste sorular sorup, yine tatminkâr cevaplar aldılar. Cemalov, sorularının cevaplarını Risaleler’den bulup okudukça, yüzleri güldü. Nikolay, kafasına takılan bir soruyu paylaştı:

Allah’ın birliği ile beraber, bütün kâinatı birden yönetmesi nasıl olur, dedi. Cemalov, henüz Rusça’ya tercüme edilmemiş olan bu bahsi, Türkçe On Altına Söz’den buldu. Okuyup açıklama yapmaya başladı. Maddi cisimlerin ve nuranilerin yansıması, güneşin gökte bir tane olduğu halde, yerdeki bütün şeffaf şeylerde yedi renkli ışığıyla ve ısısıyla bulunmasını anlattı. Nikolay adeta yerinde duramıyordu.

– Müthiş, diye bağırdı.

Dersin ardından sofra kuruldu, bir şeyler yiyip içtikten sonra sıra Ruslar’ı yolcu etmeğe gelmişti. Dershanede kalan Nur talebeleri arabalarına kadar onları yolcu ettiler. Yürürken Nikolay’ın düşünceli hali Cemalov’un dikkatini çekti. Yanına yaklaşıp,

– Hayrola Nikolay! Bir şey mi oldu? Seni düşünceli görüyorum, dedi.

– Evet, Cemalov!

– Hayırdır, söyle bakalım neymiş?

– Düşünüyorum da, sizin medreseniz var, sizinle ders yapacak kişiler var. Gelenlerin sorularına hemen cevap verebilecek insanlar var. Novgorod’da buna daha çok muhtaç olduğumuz halde maalesef böyle bir imkânımız yok. İşte ben buna üzülüyorum. Cemalov kendisine moral vermek için:

– Üzüldüğün şeye bak. Açarsınız bir dershane, biz de gelir gideriz, olur biter.

Bu cevabı alınca Nikolay’ın gözleri parladı:

– Sahi, dershane açsak gelir misiniz, dedi. Bu sorunun arkasında ne saklı olduğunu bilmeden Cemalov cevap verdi:

– Tabii geliriz, ne demek?

– Söz mü?

– Söz…

Nikolay, hemen eliyle Cemalov’un kolunu kavradı:

– Öyleyse haydi, medresemiz hazır, gidiyoruz, dedi.

– Yahu dur, bir dakika, nereye gidiyoruz, demeye kalmadan, kolundan sürüklemeye devam etti.

– Söz verdin, itiraz yok, gidiyoruz, dedi.

Meğer Nikolay, dershaneyi açmış, orada ders yapacak biri olmadığından Cemalov’u götürmeyi kafasına koymuştu. Kendisinden söz almak için de böyle bir plan düşünmüştü. Oysa Cemalov söz verirken, nasıl olsa Rusya’da bir ev tutmak öyle kolay değil, epey zaman alır. O zamana kadar bulundukları yerde hizmet de belli bir seviyeye gelir. Sonra gelir gideriz, diye düşünmüştü. Fakat Nikolay kurnazlık yapmıştı.

– Olur mu, böyle ani kararla gidilir mi? Buradaki ev arkadaşım ne der? hele bir görüşüp konuşalım demeğe kalmadan,

– Bak, dedi. Ve devam etti:

– Biz mafyayız, bizde söz senettir. Başka hiçbir şeye itibar etmeyiz. Söz verdin mi, sözünden dönemezsin. Gelmeyecek olursan, seni kendi yöntemlerimizle getirmesini biliriz!

Cemalov, bir mafya liderinin önceden kullandığı metotlarla iman hizmetinde bulunacağına ihtimal vermiyordu. “Yahu böyle apar topar olur mu?” diye düşünürken, nihayet arkadaşının tasdikini aldı ve bir oldu bitti ile Novgorod’un yolunu tuttular.

Cemalov Nikolay’ın otomobilinde Novgorod’a doğru yol alırken, kaderin hükmüne boyun eğdi ve olacakları merak etmeğe başladı. Bu arada Nikolay kendisine, eski hayatından, ailesinden, arkadaş çevresinden bahsetti.

Müslüman olduktan sonra mafya zamanından kalan bütün servetini haram diye bıraktığını ve hayata yeniden başladığını anlattı. Cemalov, “Keşke hepsini terk etmeyip, bir kısmını hizmette kullansaydın” diyecek oldu. Nikolay:

– Sen onların hangi yollardan kazanıldığını biliyor musun? Bilsen böyle demezdin, diye karşılık verdi. Haram yollarla elde ettiği servetinin hepsini bırakmıştı. Ailesini geçindirmek için de küçük bir manav dükkânı açmıştı.

Dediğin Gibi Olsun…

Novgorod’a vardıklarında yüksek bir binanın yedinci katında gayet güzel, dayalı döşeli bir daireye girdiler. Nikolay:

– Nur dersini akşam namazından sonra yapacağız, dedi. Akşam namazı dediği saat yirmi dörttü. Çünkü Rusya’da ‘Beyaz Geceler‘ sebebiyle geceler çok kısaydı. Akşamdan bir saat sonra yatsı, bir saat sonra da sabah namazı kılınıyordu. Cemalov, biraz da yorgunluğunu ileri sürerek:

– Nikolay şu dersi ikindiden sonraya alsak olmaz mı, dedi.

– Olmaz. Bu derse gelenler, senin bildiğin kimseler değil, onlar ancak o zaman gelebilirler.

Haa bir de söyleyeyim, sen hiçbir şeye karışmayacaksın. Kapıyı açmak, çay yapmak, ikram etmek hep bana ait. Sen sadece yerinde oturup ders yapacaksın, o kadar?

– Kim bunlar Nikolay, nasıl insanlar?

– Gelince görürsün, deyip geçiştirdi. Cemalov:

– Böyle müderris gibi ders okumak hoşuma gitmiyor, hizmeti müşterek yapsak olmaz mı?

– Olmaz, sen sadece ders okuyacaksın!

İçinden “Ne olacak, ne kadar da değişse, adam bir mafya babası degil mi?” diye geçirdi, ama yine de ona uymak zorunda kaldı.

– Peki, dediğin gibi olsun…

devam edecek…

Cuma Namazı

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 5. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

CUMA SABAHI abdestlerini alıp otomobile atladıkları gibi merakla Petersburg’un yolunu tuttular. Heyecanlıydılar. Çünkü ilk defa bütün Müslümanlar’la birlikte namaz kılacaklardı. Yolda, akıllarına takılan soruları Abdülveli’ye sormaya devam ettiler.

Şehre vardıklarında adresi bulmak için hayli vakit kaybettiler. Tam camiye vardıklarında namazın kılınıp cemaatin camiden çıkmakta olduğunu gördüler. Cumaya yetişemediklerini anlayınca üzüldüler. Yetkili biriyle görüşmek istediler. Cemaat kendilerini imama yönlendirdi. İmam, Türkiye’den yeni gelmiş bir gençti. Karşısında heyecanla sorular sorup bir şeyler öğrenmek isteyen Ruslar’ı görünce heyecanlandı, cemaate seslendi:

– İçinizde Rusça bilen yok mu? Gelin şunlara bir şeyler anlatın!

O sırada tevafuk eseri olarak Azerbaycanlı Emin ile yine Türkiye’den gelen Dr. Ali İhsan Bey oradaydılar. İmamın talebi üzerine yaklaşıp onlara muhatap oldular. Yeni Müslümanlar büyük bir merakla sorularını sıraladılar. Biraz ayakta sohbet ettiler; ardından caminin bir köşesine çekildiler. Zira onlar öğrenmeye açtılar. Anlatılanları can kulağı ile dinlediler.

Sohbet çok hoşlarına gitmişti. Zira sorularına mantıklı cevaplar veren kişilerle karşılaşmışlardı. Bu yüzden Emin’le Ali İhsan’ı ısrarla Novgorod’a davet ettiler. Ali İhsan yanında bulunan Rusça Ayetü’l-Kübra’yı kendilerine hediye etmek istedi. Fakat Ruslar, kitabın ismine ve mahiyetine bakmadan:

– Bizim bütün sorularımıza cevap veren bir kitabımız var. Başka kitaba ihtiyacımız yok. Fakat sizin sohbetiniz çok güzel, ne olur gelin, bize anlatın, diye yalvardılar. Aslında sordukları soruların cevapları o kitaplarda vardı. Ama bunu bilemezlerdi. Ali İhsan, bu derece makul düşünen insanlara en iyi hediyenin Risale-i Nur’lar olduğunu düşünerek kitaplardan takdim isteğini tekrarladı. Fakat her defasında aynı cevapla karşılaştılar:

– Bizim kitabımız var. Siz bize sohbete gelin! Buna pek bir anlam veremeseler de daha fazla üstelemediler. Evet, Yirmi Üçüncü Söz gönüllerinde öyle bir taht kurmuştu ki, adeta ona rakip olabilecek bir kitabın varlığına razı olmuyorlardı. O kadar ki, kendilerine verilen kitabın, ismine ve yazarına bile bakmadan, “Bizim kitabımız var!” diyorlardı. Bunun farkına varan Emin ve İhsan da ısrar etmediler, ama davetlerine mutlaka katılacaklarını söyleyerek yanlarından ayrıldılar.

İlginç Manzara

SOFİA VALENTİNOVNA’NIN yattığı üç yüz iki numaralı odanın önüne gelen Abdülkerim ve Resul kapıdan içeri girdiler.

İçeride onları beklenmedik bir manzara bekliyordu. Sofıa Valentinovna yatağı üzerinde oturmuş, başını iki eli arasına alarak derin düşüncelere dalmıştı. Kendinden geçmişçesine hoparlörden gelen sesi dinlemekteydi. Evet, daha üç gün önce stüdyoda kaydederken kendini kaptırdığı Yirminci Mektup’tu bu! Sofİa önce hayal gördüğünü sandı. Hatta bir ara sesin beyninin içinden gelip gelmediğine şüphe etmişti. Başını kaldırıp Abdülkerim’le Resul’ü karşısında görünce, rüyadan uyanır gibi oldu.

Abdülkerim elindeki hediye paketini masanın üzerine bırakırken Resul de cebinden çıkardığı Hastalar Risalesini masaya koydu. Her ikisi birden “Sofia Hanım geçmiş olsun!” dediler! Sofia Valentinovna’nın gözlerinden sel gibi yaşlar aktığını görünce ayrı bir şaşkınlık daha yaşadılar.

Resul gözlerine inanamadı. İçinden, “Mucize olarak taştan suyun akmasına inanırdım, ama bu kadının gözünden yaş geleceğine inanmazdım” diye geçirdi. O soğukkanlı adam Abdülkerim de neye uğradığını şaşırmış bir haldeydi.

Odaya sessizlik hâkimdi. Adeta aralarında sessiz ve sözsüz bir konuşma başlamıştı. Diller lâl kesilirken, kalpten kalbe kurulan gizli bir hat ile çok şeyler ifade edildi.

Neden sonra Sofia, biraz kendine geldi. Bitkin bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Dilinden şu cümleler güçlükle döküldü:

– Benim onca dostlarım ve yakınlarım var. İki gündür burada olduğum halde, hiçbiri ziyaretime gelmedi. Fakat siz, en uzak sandığım, hatta düşman bildiğim kişiler, beni ziyarete geldiniz!

Sofia bunları söylerken tekrar hıçkırıklara boğuldu.

Abdülkerim’le Resul de çok etkilenmişlerdi. Konuşacak halleri kalmamıştı. Sessizce oradan ayrıldılar. Öylesine etkilenmişlerdi ki, yol boyunca ağızlarını bıçak açmadı.

Konuşsalar, sanki içine girdikleri o lahutî halin büyüsü bozulacak, sırrı kaybolacaktı…

Gece Boyu

Resul dershaneye vardıktan sonra uzun süre gördüklerinin etki¬sinden kurtulup kendisine gelemedi. Bir türlü hayalini ondan ayıramadı. Düşündü, düşündü. Gece uykusu kaçtı. Aklında, hayalinde hep Sofia vardı. Karşılaştıkları esnada, o soğuk ve haşin kadın geldi gözlerinin önüne… Ardından Kur’an nurunun sıcaklığında eriyip akmış son hali. Bir insan, hele onun gibi katı kalpli biri bu kadar kısa zamanda böyle değişebilir miydi? Bu soruya cevabı kendi iç dünyasında verdi: “Allah’ın hidayeti yetişirse, evet!

Resul’un Sofia hakkındaki kanaatleri tamamen değişmişti. Ona karşı beslediği kırgınlık, küskünlük, yerini şefkat ve acımaya bırakmıştı. Öyle ki, “Neden ona o kadar kırıldım ve düşmanlık ettim?” diye kendini suçlamaya başladı.

Keşke onun yerine nefsimi suçlasaydım. ‘Nefis cümleden edna, vazife cümleden ala’ diyebilseydim. O hakaretlerini nefsime alıp birer ihtar ve ikaz olarak kabul edebilseydim” dedi.

Resul, Sofia’nın kendisine bağırmalarını bile artık başka türlü yorumlamaya başlamıştı.

İlk karşılaştıklarında o bağırmalarıyla adeta kendisine:

– Nerde kaldınız? Neden daha önce bu hakikatleri bana yetiştirmediniz? Neden hayata veda edeceğim zamana kadar geciktiniz, der gibi olduğunu düşündü.

Resul’ün o gece boyunca, yaşadıklarından bu dersleri çıkardı, durdu.

Alo Resul!

Ertesi sabahın ilk vakitlerinde, Resul’ün telefonu çalmaya başladı. Gece boyu gözüne uyku girmediğinden isteksizce telefona uzandı.

-Alo?

– Resul, sen misin?

– Evet buyurun!

– Ben Sofia Valentinovna!

– Ne, Sofia Valentinovna mı?’

– Evet, ta kendisi… Radyoevindeyim, sizi bekliyorum. Abdülkerim’i de getirmeyi unutma!

Resul önce rüya gördüğünü sandı. Sofia’nın sesi hiç de hastalıklı değildi. Oysa akşam sesi çıkmayacak derecede durumu ağırdı. “Bir yanlışlık olmasın” diye düşünerek,

– Sahi, siz Sofia mısınız?

– Evet, Sofia’yım ve radyoevindeyim.

– Akşam hastanedeydiniz, nasıl olur efendim?

– Çabuk gelin, her şeyi size burada anlatacağım!

Resul, telefonu kapattı, rüya görmediğinden emin olmak için odada ileri geri giderek duvarlara dokundu. Uyanık olduğuna kanaat getirince şaşkınlığı daha da arttı. Acaba kendileri çıktıktan sonra ne olmuştu? Ölümcül hasta olan Sofia hastaneden nasıl çıkmıştı? Oysa başhekim durumunun çok ağır olduğunu, en az dört ay daha hastanede kalacağını söylemişti. Ayrıca hastanede güçlükle çıkan sesi, eskisi gibi dinç çıkıyordu. Üstelik sabahın erken saatinde radyoevinden arıyordu! “Bu nasıl iştir?” diye başladığı sorular zinciri Resul’ün zihninde dolanıp durdu. Hemen Abdülkerim’i aradı:

– Alo, Abdülkerim…

– Buyur Resul!

– Az önce Sofia Valentinovna aradı. Bizi radyoevinde bekliyor.

– Ne! Radyoevinde mi?

– Evet radyoevinde!

– Bir yanlışlık olmasın Resul?

– Hayır, bizzat aradı, sesi de çok iyiydi, “Her şeyi orada size anlatacağım” dedi.

Abdülkerim de şaşkındı. Çünkü akşam bıraktıkları kadının sabah hastaneden çıkmasına imkân yoktu. “Bunda bir iş var” deyip, arabasına atladığı gibi dershanenin yolunu tuttu. Resul zaten çoktan hazırlanmış, dış kapının önünde kendisini bekliyordu. Hemen radyoevine doğru hareket ettiler.

– Nedir bu işin aslı sence Abdülkerim?

– Vallahi anlayamadım, kadın ölümcül hasta idi?

– Hem de sesi eskisi gibi, hiç hasta değilmiş gibi çıkıyordu. Bu işte bir iş var! Hele bir gidip bakalım.

devam edecek…

Dördüncü Gün

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 4. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

ABDÜLKERİM VE RESUL, olup bitenden habersiz olarak ertesi sabah yine stüdyoya geldiler. Resul, tam saat dokuzda kayıt odasındaki yerini aldı. Kafasını kaldırıp camekânın arkasına baktığında Sofia Valentinovna’nın yerinde olmadığını, yerine başkasının baktığını gördü. Derin bir nefes aldı. İçinden:

– Oh be, o kadından kurtuldum. Bugün rahat okuyacağım, diye geçirdi.

Kayıt her günkü gibi stop lambasının yanıp sönmesi ile sürüp gitti.

Ve son gün

Planladıkları şekilde kayıt çalışmalarında son gün gelmişti. Resul, masanın başına geçtiğinde yine Sofia Valentinovna’nın olmadığını fark etmiş, o gün de rahatça okumasını sürdürmüştü.

Beş kasetlik çalışma o gün bitmişti. Resul, yine de Sofia’yı merak etmişti. Kayıt odasından çıktığında ses yönetmenine sordu:

– Sofia iki gündür yok, nereye gitti?

– Duymadınız mı?

– Hayır, ne oldu?

– Önceki gün, sizden sonra kendi programını sunarken başına şiddetli bir ağrı saplandı. Bayılıp yere düştü, acile kaldırdılar!

– Ya öyle mi?

– Evet, şimdi hastanede yatıyor.

Abdülkerim’le karşılaşır karşılaşmaz Resul un ilk sözü:

– Duydun mu Sofia Valentinovna’nın başına geleni?

– Hayır?

– Hastaneye kaldırılmış, tokadı yedi sonunda! Abdülkerim, Sofia’nın hidayeti için içten içe dua etmekteydi.

Bunun bir tokat olarak değil, bir uyanış vesilesi olmasını temenni ediyordu. “Kim bilir, belki de bu ona Allah’ın bir ihsanıdır” diye düşündü ve Resul’e dönerek:

– Hemen ziyaretine gidelim, dedi. Resul ise:

– Abdülkerim, o kadından kurtulduğumuza şükür!

– Biliyorsun ki, hasta ziyareti sünnettir. Hiç olmazsa bir sünneti yerine getiririz…

Resul, o kadar incinmişti ki, Sofia’nın yüzünü görmek bile istemiyordu. Ama Abdülkerim kararlıydı, kafasına koyduğu şeyi yapacaktı. Resul, onu atlatmak için bir şeyler düşündü.

– Abdülkerim bu sünneti sen yapsan da beni bıraksan olmaz
mı?

– Olmaz, beraber başladık, beraber gideceğiz…

Resul, Abdülkerim’i vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayınca, yavaştan almaya, işi geciktirmeye çalıştı:

– Abdülkerim, hele şöyle bir dershaneye varalım. Biraz dinlenelim, ondan sonra düşünürüz. Abdülkerim, her şeyi hizmete endeksli düşündüğünden;

– Tamam dershaneye uğrayalım. Hastalar Risalesi yeni çıktı. Ne güzel, onu da alır kendisine hediye götürürüz. İyi aklına geldi, dedi.

Abdülkerim hizmete öylesine motive olmuştu ki, Resul’ün zaman kazanmak için dershaneye uğrama teklifini bile yine hizmet için kabul etti.

Dershaneye vardılar. Resul içeri girdi, öteye beriye gidip gelerek zaman kazanmaya çalışıyordu. Fakat Abdülkerim oralı değildi, ayakkabılarını bile çıkarmadan kapıda bekliyordu. Resul kendisini içeri davet etti. O ise:

– Oyalanma da Hastalar Risalesini al gel, dedi.

Resul, “Bu adamdan kurtuluş yok!” deyip Hastalar Risalesini alıp çıktı.

Fakat sanki bir adım ileri, iki adım geri gitmekteydi. Sofia’dan o kadar nefret etmişti ki, adını bile duymak istemiyordu. Hep “Bir engel çıksa da gitmesek” diye düşündü, durdu. Bu atmosferde hastaneye vardılar. Zihni bahane aramakla meşgul olan Resulün aklına yeni bir fikir geldi:

– Abdülkerim gel seninle hastanenin başhekimine çıkalım. Bu Yirminci Mektup kasetini verelim. Belki hastalara dinletir, ne dersin?

Abdülkerim hizmet olacak tekliflere asla karşı çıkmazdı: Çok iyi bir fikir, hemen çıkalım, dedi.

Sadece Üç Kitap mı?

ABDÜLVELİ ne kadar da değişmişti! “Demek iyi bir Müslüman olabilmek için böyle olmamız lazım” diye düşündüler. İlk intibaları hayranlık doluydu. Arkadaşlarını muhabbetle kucakladıktan sonra arabalarına atlayıp süratle kaldıkları yere gittiler.

Sabırsızdılar. Vakit kaybetmek istemiyorlardı. Yolda giderken:

– Anlat bakalım, ne gördün, ne öğrendin? Dinimizle ilgili bize ne getirdin, diye soru bombardımanına tuttular.

Arkadaşlarının şevk ve heyecanı Abdülveli’yi de etkilemişti. Yol yorgunluğunu unutmuş, anlatmaya başladı. O anlattıkça, arkadaşları hayranlıkla dinlediler. Adeta çölde susuz kalmış da suya yeni kavuşmuşlar gibi büyük bir alaka ile ona kulak verdiler. Tam üç gün, üç gece göz kırpmadan dinlediler.

Bir defasında Nikolay, bir ara arabasına atlayıp evine gitmeyi düşünmüş, yarı yolda “Ya ben yokken çok mühim şeyler anlatır da kaçırırsam” deyip tekrar geri dönmüştü. Bu halleriyle, Asr-ı Saadet’te taze nazil olan Kur’an hükümlerini öğrenmekte birbiriyle yarışan sahabilere benziyorlardı.

Günlerdir yaptıkları sohbetle dinleri hakkında bir hayli bilgi elde edinmişlerdi. Anlatılanlar bittikten sonra:

– Peki, Aleksandır, biraz da bize getirdiğin kitaplardan söz et! Bize hangi kitapları getirdin bakalım, deyince ciddi bir itirazla karşılaştık.

– Artık Aleksandır yok, Abdülveli var!

– Tamam Abdülveli!

– Şimdi kitaplardan anlat bakalım. Bize hangi kitapları getirdin?

Abdülveli o zamana kadar elini atmadığı çantasının fermuarına uzandı. Arkadaşlarının meraklı bakışları altında, çantasından Kur’an-ı Kerim’in aslını çıkararak gösterdi:

– Bakın arkadaşlar, bu Kur’an‘ın aslıdır. Bunu size aslından, yani Arapça’sından öğreteceğim. Bu bir… Arkadaşlarının meraklı bakışları altında onu bir kenara koydu.

Sonra ikinci bir kitap daha çıkardı. Bir hazine keşfeder gibi gözleriyle onu takip ettiler. Abdülveli:

– Bu da Namaz İlmihali‘dir. Namazın nasıl kılınacağını anlatır. Size bunu da öğreteceğim, deyip onu da yana koydu.

Sıra yanında getirdiği üçüncü kitaba gelmişti. Bu kitap hacim olarak hepsinden daha küçüktü.

– Bu da bizim bütün sorularımıza cevap verecek bir kitaptır! Bunu da hepimiz okuyacağız, deyip sustu. Onlar şaşkınlıkla,

– Hepsi bu kadar mı? Başka yok mu?

– Bu kadar!

– Nasıl olur, altı ayda üç kitap mı getirdin?

– Evet!

– Bizi hayal kırıklığına uğrattın. Sen gittikten sonra biz İslamiyet hakkında belki yüz tane kitap okuduk. Senin bize kolilerle kitap getireceğini beklerken sadece üç kitapla gelmen bizi şaşırttı!

Salonda kısa bir sessizlik oldu. Ardından, kitapları merakla tetkike koyuldular. Nikolay, Yirmi Üçüncü Sözü eline aldı, bir müddet kendi kendine okuduktan sonra sesli olarak okumaya başladı. İfadeler orijinaldi, dinlerken hepsi dikkat kesildi. İmanın ve küfrün mahiyetleri arasındaki karşılaştırma, inkârın karanlığını bütün dehşetiyle yaşayan bu ihlâs sahibi insanlara çok orijinal gelmişti. Bu kitap adeta içlerinden geçeni okuyordu. Dinledikçe onda kendilerini buldular. Tarif edemedikleri ulvi bir duygu ruhlarını sarmıştı. Okuma bittikten sonra herkes merakla elini küçük kitaba uzattı. Abdülveli bir teklifte bulundu:

– Bir dakika arkadaşlar. Bundan elimizde sadece bir tane var. Nereden alacağımızı da bilmiyorum. En iyisi bunu yazarak birer tane kendimize çoğaltalım!

Anadolu’da ilk ortaya çıktığı zaman da bu kitapların kaderi elle yazılarak çoğaltılmak değil miydi? Fakat onlar bunu şimdilik bilmiyorlardı…

Bu teklif hepsinin hoşuna gitti ve hemen yazmaya koyuldular. Yirmi Üçüncü Söz’den birer nüsha yazıp çoğalttılar. Asıl nüshanın başına bir şey gelmesin, diye itina ile sarıp kütüphanenin üst bölümünde bir yere sakladılar.

Altıncı namaz mı?

Abdülveli Kur’an’ı, kısa sureleri ve beş vakit namazı arkadaşlarına öğrettikten sonra,

– Ha unuttum, bir de Cuma namazı var, deyince hep birden:

– Yoksa altıncı bir namaz mı bu, diye şaşkınlıkla sordular:

– Hayır, bu haftada bir kılınan namazdır. Cuma günü büyük ve merkezi bir camide bütün Müslümanlar’ın katılımıyla kılınır.

Novgorod’da kilise çoktu, ama maalesef bir tek cami yoktu. Cuma kılınacak en yakın yer ise, en az iki yüz kilometre uzaklıktaydı. Dinlerinin bir emrini öğrenip yerine getirmek için uzaklık akıllarına bile gelmiyordu. İlk cumayı Petersburg’ta kılmaya karar verdiler.

***

Sizi Kim Gönderdi?

ASLINDA BAŞHEKİME gitme teklifi, Abdülkerim’i oyalamak ve zaman kazanmak için Resul’ün zoraki uydurduğu bir şeydi. Sonucu düşünülmüş bir şey değildi.

– Kime niyet kime kısmet, derler ya… Sofia’yı ziyaret, bir anda başhekimi ziyarete dönüşmüştü. Başhekimin odası giriş katındaydı. Koca binadan içeri girer girmez kendilerini başhekim odasının önünde buldular. Abdülkerim kapıyı çaldı.

– Buyurun!

İçeriye girdiler. Başhekim elli yaşlarında olgun bir bayandı.

– Hayrola, sizi kim gönderdi, diye sordu.

Resul, “Allah gönderdi” dememek için dilini tuttu.

– Şey… Efendim, aslında biz Sofia Valentinovna’yı ziyarete gelmiştik. Başhekim:

– Ha o zavallının durumu çok kritik. Beyin tümörü teşhisi konuldu, en az dört ay burada kalır!

Abdülkerim ve Resul yakinen tanımasalar da Sofia’nın hastalığına üzülmüşlerdi. Başhekim:

– Sizi dinliyorum, dedi.

– Efendim, bizim yanımızda Sofia Hanım’la yaptığımız bir kaset çalışması var. Eğer uygun görürseniz, hastalara onu dinletmek için size verelim.

Çekinerek sundukları teklifi başhekim büyük bir alaka ile karşıladı.

– Aaa tabi, verin bakalım, nasıl bir şey? Olaylar beklenmedik şekilde gelişmekteydi.

Yeni hazırladıkları Yirminci Mektup’un kasetini başhekime uzattılar. Başhekim kaseti dinlemeye başladı. Girişte meşhur Çağrı filminin fon müziği vardı.

– Aaa… Bu Şark müziği!

– Evet.

– Çok güzel. Ben de böyle bir şey arıyordum!

Resul, hayret ve sevinçle Abdülkerim’in yüzüne baktı:

– Efendim devamında hastalara hoş gelecek ifadeler de var, dinleyin isterseniz. Başhekim dinlemeye devam etti. Yirminci Mektup‘un o teselli edici ifadelerini dinlerken:

– Tamam, bunlar tam istediğim gibi, hastalara moral verecek şeyler… Başhekim tüm hastaneye yayın yapan düğmeyi açtı. Bir anda sekiz katlı hastanenin bütün odalarında, koridorlarında Yirminci Mektup dinlenmeye başlandı.

Koridora çıktıklarında hastabakıcıların, doktorların ve hastaların, sesi ilgiyle dinlediklerini görüp, sevinç içinde şükrettiler.

Meğerse başhekim, 20 gün önce göreve başlamıştı. Hastanede bir yenilik yapmayı, hastalara bir şeyler dinletmeyi tasarlamıştı. Tevafuk bu ya, çalışma tam bu esnada eline geçmişti.

O gün Resul’le Abdülkerim üst üste tevafuklarla karşılaştılar.

Bir süre sonra Resul, bu hizmetin heyecanına kapılıp Abdülkerim’in Sofia’yı unuttuğunu sanarak çıkış kapısına doğru yöneldi. Fakat Abdülkerim unutacak biri değildi. Hemen Resul’ün önüne geçti:

– Hop nereye! Dön bakalım bu tarafa, Sofia’yı ziyarete!

– Yahu Abdülkerim, ne güzel hizmet oldu. Ağzımızın tadını bozmadan şuradan çıkıp gitsek olmaz mı?

– Olmaz, biz onu ziyaret için buraya geldik ve unutma ki, bu hizmet de onun yüzünden oldu!

Abdülkerim, Resul’ün koluna girip onu Sofia’nın odasına doğru yürüttü. İhlâs sırrı ile iki halis kardeşin kuvveti on bir gücünde olduğunu, birlikte hareket etmeleri gerektiğini düşünüyordu. Bu ihlâs sırrını yakaladığından olsa gerek, Abdülkerim, teşebbüslerinde daima muvaffak oluyordu.

devamı edecek….