Etiket arşivi: peygamber efendimiz

Mevlid Kandiliniz Mübarek Olsun

Hayatın gayesi, yaratılışın mânâsı silinmiş, yok olmuştu. Her şey mânâsız başıboşluk ve hüzün örtülerine bürünmüştü.

Ruhlar bir şey bekliyor, bir nurun zulmet perdesini yırtmasını içten içe hissediyordu.

O vahşet devrinde kâinat ufkundan bir güneş doğdu. Bu güneş âhirzaman Peygamberi Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam idi. Tarihin seyrini, hayatın akışını değiştiren bu eşsiz olay, dünyayı yerinden sarsan değişimlerin en büyüğü idi.

İşte insanlığın akıl ve kalbinde düğümlenen “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” sorularını, düğümlerini çözüp kâinatın Sahibini ilân ve ispat edecek bir zatın teşrifi sadece insanların ruh ve kalbinde değil, diğer varlıklarda, hattâ cansız eşyada bile yansımasını bulacaktı.

Doğudan batıya bütün âlemin nurlara büründüğü, İlâhi değişimin tecelli ettiği o gece neler oldu neler?

Yahudi ileri gelenleri ve âlimleri kitaplarında daha önce rastladıkları işaret ve müjdelerin açığa çıktığını gördüler. Kimsenin haberi olmadan en önce onlar bu müjdeyi verdiler

O gece Yahudi âlimleri semâya bakıp “Bu yıldızın doğduğu gece Ahmed doğmuştur” dediler. (1)

Bir Yahudi ileri geleni Mekke’de Peygamberimizin doğduğu gece, içlerinde Hişam ve Velid bin Muğire, Utbe bin Rabia gibi Kureyş ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplantıda,

“Bu gece sizlerden birinin çocuğu oldu mu?” diye sordu.

“Bilmiyoruz” diye cevap verdiler.

Yahudi, “Vallahi sizin bu ihmalinizden iğreniyorum!

“Bakın, ey Kureyş topluluğu, size ne söylüyorum, iyi dinleyin. Bu gece, bu ümmetin en son peygamberi Ahmed doğdu. Eğer yanlışım varsa, Filistin’in kudsiyetini inkâr etmiş olayım. Evet, onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var” dedi.

Toplantıda bulunanlar Yahudinin sözünden hayrete düştüler ve dağıldılar. Her birisi evlerine döndüğünde bu durumu ev halkına anlattılar. “Bu gece Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu doğdu. Adını Muhammed koydular” haberini aldılar.

Ertesi gün Yahudiye vardılar:

“Bahsettiğin çocuğun bizim aramızda dünyaya geldiğini duydun mu?” dediler.

Yahudi “Onun doğumu benim size haber verdiğimden önce midir, sonra mıdır?” dedi.

Onlar, “Öncedir ve ismi Ahmed’dir” dediler.

Yahudi, “Beni ona götürün” dedi.

Yahudi ile beraber kalkıp Hz. Âmine’nin evine gittiler, içeri girdiler.

Pegamberimizi Yahudinin yanına çıkardılar. Yahudi Peygamberimizin sırtındaki beni görünce, üzerine baygınlık geldi, fenalaştı. Kendine gelip ayıldığı sırada,

“Ne oldu sana, yazıklar olsun” dediler.

Yahudi, “Artık İsrail oğullarından peygamberlik gitti. Ellerinden kitap da gitti. Artık Yahudi âlimlerinin kıymet ve itibarları da kalmadı. Araplar peygamberleriyle kurtuluşa ereceklerdir.

“Ey Kureyş topluluğu, ferahladınız mı? Vallahi size, doğudan batıya kadar ulaşacak bir güç, kuvvet ve bir üstünlük verilecektir” dedi. (2)

Kâinatın Efendisini dünyaya getiren bahtiyar annenin henüz dünyaya gelmeden görüp gördükleri çok manalıydı..

Peygamber Efendimize hamileyken rüyasında, “Sen, insanların en hayırlısına ve bu ümmetin efendisine hamile oldun. Onu dünyaya getirdiğin zaman ‘Her hasetçinin şerrinden koruması için bir ve tek olana sığınırım’ de, sonra ona Ahmed yahut Muhammed ismini ver.”

Yine kendisinden çıkan bir nurun aydınlığında bütün doğuyu ve batıyı, Şam ve Busra saray ve çarşılarını, hattâ Busra’daki develerin uzanan boyunlarını gördüğünü Abdülmüttalib’e anlatmıştı.(3)

Aynı gece Hz. Amine’nin yanında bulunan Osman ibn As’in annesinin gördükleri de şöyle:

“O gece evin içi nurla doldu, yıldızların sanki üzerimize dökülecekmiş gibi sarktıklarını gördük.” (4)

Evet bu ulvî anı dile getiren Mevlid’in yazarı Süleyman Çelebi bütün bu hakikatleri şu beytiyle şiirleştirmiştir:

“Hem Muhammed gelmesi oldu yakın

Çok alâmetler belirdi gelmedin”

Rabiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi, yapılan hesaplamalara göre, Miladi takvime göre 20 Nisan’a denk gelen gece idi.

Dünyayı şereflendiren iki Cihan Serverinin üzerini o günün bir âdeti olarak bir çanakla kapattılar.

Araplara göre o zaman, gece doğan çocuğun üzerine bir çanak koymak ve gündüz olmadan ona bakmamak âdetti. Fakat bir de baktılar ki, Peygamber Efendimizin üzerine konulan çanak yarılarak ikiye ayrılmış, Efendimiz gözlerini gökyüzüne dikmiş, başparmağını emiyordu. (5)

Evet, bu işaret her türlü küfrün, zulmün, şirkin ve her türlü bâtıl inanç ve âdetlerin parçalanıp yok olması, imanın, nurun ve hidâyetin kâinatı aydınlatması için gönderilmiş bir Peygamber idi.

Aynı gece Kabe’de tapılmakta olan cansız putların çoğunun baş aşağı devrildiği görüldü.

Aynı gece Kisra sarayının beşik gibi sallanıp on dört balkonunun parçalanıp yerlere düştüğü öğrenildi.

Sava’da mukaddes tanınan gölün suyunun çekilip gittiği görüldü.

Bin senedir yakılan ve söndürülmeyen Mecusi ateşinin sönüverdiği müşahede edildi.

Bütün bunlar işaret ve alamettir ki, yeni dünyaya gelen zat ateşe tapmayı, puta tapmayı kaldırıp, Fars saltanatını parçalayarak Allah’ın izni olmadan kutsal tanınan şeylerin kutsallığını ortadan kaldıracaktır. (6)

İşte bu geceye Veladet-i Nebi gecesi diyor ve onun bütün kalbimizle, ruhumuzla her sene yeniden yâd edip kutluyoruz. Bütün kâinatla bu geceyi karşılayarak onun âleme teşrifine kıyam ediyoruz.

Getirdiği ebedi nura, açtığı saadet caddesine ve sünnet-i seniyyesine yeniden sımsıkı sarılmak ve Mevlid Kandilini vesile ederek ona yeniden bîatimizi, bağlılığımızı tazelemek ne yüce bir şeref ve ne büyük bir saadettir.

Yüce Rabbim bizleri sevgili Resulünün şefaatine nail eylesin.

(1) – İbni Sa’d. Tabakat, 1; 60.
(2) – A.g.e., 1:162-163
(3) – Taberî Tarihi, 2:125; İbni Sa’d. Tabakat. 1:102.
(4) – A.g.e., 2:126
(5) – İbni Sa’d. Tabakat, 1:102.
(6) – Bediüzzaman Said Nursî. Mektubat, s. 161-162

www.sorularlaislamiyet.com

Osmanlılarda Peygamber sevgisi ve sünnet algısı (3)

Bir zamanlar Sultan I. Ahmed, Peygamber Efendimiz’in mübârek ayak izinin (Kadem-i Şerîf) bulunduğu bir taşı Mısır’daki Sultan Kayıtbay Türbesi’nden aldırıp İstanbul’a getirtmiş ve Eyyûb Sultan Câmi’ine koydurmuştu. 

Sultanahmed Câmii tamamlanınca, Kadem-i Şerif yeni camiye nakledildi. O gece Sultan Ahmed bir rüyâ gördü…

Bütün pâdişâhların toplandığı yüce bir dîvanda Peygamber Efendimiz hâkem makamında oturmuş Sultan Kayıtbay’ı dirliyor:

“Türbemi ziyârete vesîle olan Kadem-i Şerîf’inizi kendi câmiine nakleden Sultan Ahmed’den dâvâcıyım! Hakkımın alınmasını talep ediyorum.” 

Peygamber Efendimiz, dâvâcıyı dinledikten sonra, Sultan Ahmed’e soruyor:

“Söyledikleri doğru mu?”

“Doğrudur ya Resulallah!”

“O zaman emaneti yerine iade et.”

Suçlu konumunda kalan Sultan I. Ahmed, ter içerisinde uyanıyor. Hemen Şeyhi Azîz Mahmûd Hüdâî’yi dâvet ediyor. Şeyh Efendi gelir gelmez rüyâsını anlatıyor…

Hüdâî Hazretleri, rüyâyı tabir ediyor: 

“Emânetin derhâl yerine gönderilmesi lâzım Hünkârım. Kadem-i Şerif’i Kayıtbay Türbesi’ne iade etmelisiniz.”

Kadem-i Şerîf, mecburen Sultan Kayıtbay Türbesi’ne iade edilecektir, ama ondan büsbütün ayrılmak Sultan Ahmed’in içine sinmiyor. İçini hüzün kaplıyor. Gece yarısı sonrası şu şiiri yazıyor:

“İftirakınla Efendim bende takat kalmadı,

Yekpare oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı;

Şol kadar ağlattı ben bîçare i hükm-i kaza,

Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı.”

Nihayet Kadem-i Şerif şeklinde bir sorguç yaptırıp, özel günlerde hilâfet sarığına takıyor. Ayrıca da bir tahta üzerine minyatür bir kopyasını çıkartıp sarığının alın kısmında saklıyor. Ona da bir de şiir azıyor:

“N’ola tacım gibi başımda götürsem daim, 

Kadem-i resmini ol Hazret-i Şah-ı Rasul’ün…

Gül-i gülizar-ı nübüvvet o kadem sahibidir, 

Ahmeda durma yüzün sür kademine o gülün!” 

Bu da Kanuni’nin Peygamber şiiridir:

“Nûr-ı Âlemsin bugün hem dahi Mahbub-u Hüda,

Eyleme âşıkların bir lâhza kapından cüda…

Gitmesin nâm-ı şerefin bu dilimden dem-be-dem,

Dertli gönlüme devadır can bulur ondan safa.”

Osmanlı padişahlarının Peygamber sevgisi öylesine derindir ki, Fatih,Efendimiz’in bayraktarı Eba Eyyûb el-Ensari’nin mezarını bulup türbesini yaptırmadan kendisine saray yaptırmıyor:

“Peygamber Bayraktarının evi (türbesi) yokken, kendime ev yaparsam, yarın Ruz-i Mahşer’de Resulüllah’ın yüzüne nasıl bakarım?” 

Sina Çölü’nü yaya yürüyen Yavuz Padişah’a atına binmesi söylendiğinde, “Peygamberim önümde yaya yürürken, ben hangi yüzle ata binerim!” diyor.

Aynı Padişah’ın Kâbe’yi süpürmekte kullanılan süpürgeden sorguç yaptırdığı ve ömür boyu sarığının alın kısmında taşıdığı da biliniyor.

Eskiden mühürlere vecizeler ve şiirler yazdırma usulü vardı: Sultan Abdülmecid’in annesi Bezm-i âlem Valide Sultan da mührüne Peaygamber sevgisini kazıtıyor:

“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?..

Zuhurundan, Bezm-i âlem oldu vâsıl…”

Osmanlı’nın Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisine öyle çok örnek var ki, yazmakla bitmez. Son cümle olarak şunu kaydedeyim: Dizi filmlerle bazı kitaplarda “cadı”gibi gösterilen Hürrem Sultan bile Peygamber Efendimiz’in fakir akrabalarına dağıtılmak üzere her yıl kendi kesesinden Medine’ye 3.000 altın gönderiyor.

“Türkiye neden Arap âlemiyle bu kadar ilgili, neden Kudüs üzerine titriyor”diye hâlâ soracak mısınız? 

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Peygamberin bir günü (2)

Sonra, birçok gününde, gündüz vakti Ebu Talha’nın güzel sular ve çiçeklerle süslü hurmalığına uzanıyor. Hurma ağaçlarının geniş yaprakları altında, tenezzühe çekiliyor; Rabbini tefekkür ve tezekkür ediyor. Mescidde yahut başka bir yerde, ashabıyla Rabbini konuşuyor. Yakınlarından, kendine yazık ederek küfürde kalmış birisinin cenazesi geçiyor.

Soruyorlar: “Buna da ayağa kalkacak mıyız?” Cevaben, “Evet” diyor, “kâfir cenazesine de kalkınız. Çünkü siz o kâfir cenazesine kalkmıyorsunuz. Belki beşerin ruhlarını kabzeden Cenab-ı Hakka tazim ederek kalkıyorsunuz.” Belki de, az bir süre sonra yağmur başlıyor. İhramını sıyırıp, göğsünü yağmura açıyor.

Soruyorlar: “Ya Rasulallah, bunu niçin yaptın?” “Her an, lâilaheillallah diyerek, imanınızı yenileyin” sözünün sahibi bir elçi olarak cevaplıyor: “Bu, Rabbimizin henüz yarattığı birşeydir de onun için.” Bir diğer yağmur esnasında, yağmura karşı iki ayrı bakış açısını ders veriyor. Bize “mânâ-yı ismî” ve “mânâ-ı harfî”yi öğretiyor: “… Her kim Allah’ın fazl ve rahmeti ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise…” “…Her kim de falan ve falanın nev’i ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise…” Rüzgâr esmeye başlıyor. Rüzgâra, “mânâ-yı harfî” ile, onu Yaratan adına bakmanın en güzel dersini veriyor. “Rüzgâr,” diyor, “Allah’ın verdiği bir rahatlıktır. Gâh rahmet getirir, gâh azab.” O halde ne yapmalı? “Koptuğunu görünce, getirdiği hayrı Allah’tan dileyin. Getirdiği şerden de Allah’a sığının.”

Ve secdeye kapanıyor. Ubudiyetin belki en pürüzsüz tezahürü olan ve Resul-i Ekrem’in çoğu kez ashabına “Uyudu mu acaba?” dedirtecek denli uzun süre kaldığı secdede, kimi zaman, şu güzelim kelimeleri fısıldıyor: “Yüzüm, kendisini yaratıp şekillendirene, kulağını ve gözünü açana secdededir. Ahsenü’l-hâlıkîn olan Allah’ın şanı ne yücedir!”

Her bir anında görünen, her bir haline yansıyan, her bir sözüyle taşınan bir iman ve ubudiyet örneği sunuyor sevgili Resul. Kendi hayatıyla, getirdiği nurun bir hayatı nasıl nurla doldurduğuna delil oluyor. O nura muhatap olunca hayatın ve kâinatın nasıl da değişiverdiğinin en mükemmel örneğini arzediyor. Onun hayatına bakarken, yanıbaşındaki ashabının onun getirdiği nurla hayatlanmış hayatlarına bakarken, “Zât-ı Ahmediye’nin (asm) nuruyla âlemin şekli değişti” sözünün daha bir farkına varıyorum.

Meselâ, “dünyanın üç yüzü”nü, onun getirdiği nurla görüyorum. Çünkü o hem dünyanın, eğer Rabbine nisbet edilmezse ne kadar fani, geçici, faydasız ve aldatıcı olduğunu öğretiyor; hem Rabbi adına bakılırsa, “âhiretin tarlası” olduğunu öğretiyor; hem de onda cilvesi görünen fiillerle Rabbimizin isim ve sıfatlarını öğretiyor.

Onun “dünya” haberlerinin özünü, ancak bu üç yüzle birlikte kavrıyorum. Aslında ben tek yüzlü sayılırım. Nefsim ve ona bağımlı duygularım tek bir yüzde takılmış. Hep dünyanın fani yüzüne baktırıyor. O yüzde şartlandırıyor. Sonunda, sanki dünya bu yüzden ibaretmiş gibime geliyor. O kadar ki, sevgili peygamberimin sözlerine de bu “yüz”den anlamlar biçiyorum. Kendi telâkkimi onun dersiyle tadil ve tashih edeceğim yerde, onun sözünü kendi kafama uyduruyorum. Sözgelimi, para-pul peşinde durmaksızın koşturmamın mazereti olarak, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın” hadisini anıyorum. Evet, öyle diyor sevgili Resul. Ama benim anladığımı demiyor. Âhiret için çalışmayı tavsiye ederken, “Hiç ölmeyecekmiş gibi” diyor. Çünkü, onun nazarıyla bakınca biliyorum: Dünyanın âhirete ve esma-i hüsnaya bakan yüzünde, ölüm zaten yok. Fena da, zeval de yok. Dünyaya dünya namına muhatap olup, âhirete ve Rabbimin isimlerine ayna oluşundan gaflet ettiğimde ise, “yarın ölecekmişim gibi”yi hatırlamam gerekiyor. Tâ ki, ölümü hatırlayıp, beka yerinin burası olmadığını düşüneyim. Bekayı istiyorsam, Bâkî-i Hakikî’nin yolunda, onun beka yurdu olan âhirete göre yaşamam gerektiğini düşüneyim. Şu dünyada iken Rabbimin bâki ve sonsuz isimlerine götürecek izlere erişeyim.

“Dünyada ya bir yabancı veya bir yolcu gibi ol” derken, yine bu imtihan dünyasından gelip geçişi ders veriyor. “Benimle bu dünyanın misali, sıcak bir yaz gününde bir ağaç altında gölgelenip, sonra bırakıp giden kimsenin misali gibidir”i de bu anlamda söylüyor. Belki yine bu yüzden, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” diyor. Bu yüzden, arasıra kabristanı ziyaret ediyor. Bu yüzden “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yaparsınız” haberini veriyor.

Onun getirdiği nur, dünyanın hem bu fani yüzünü apaçık gösteriyor, hem de şu fani dünyada Onun esmasının tecellilerini görüp baki bir âleme liyakat kazanmanın yolunu öğretiyor. Bu uğurda, gerçi ne atom-altı parçacıklardan söz ediyor, ne de Satürn’deki halelerin mahiyetinden. Onun nuruyla, kâinat, maddesi itibarıyla değil, taşıdığı mânâ itibarıyla değişip genişliyor. O nurla bakılınca, mahlukata artık mahlukat hesabına bakılmıyor. Kesret artık vahdeti bildiriyor. Çokluk Bir’e bakıyor. Esbab kendini tesirden azlediyor. Yerini Esma-ı Hüsnaya bırakıyor. Tabiat istifa ve ıstıfa ediyor, “âdetullah”a dönüşüyor.

Çünkü, getirdiği nur, sebep olunan şey, yani müsebbeb ile sebebin arasını açıyor. Uzaktan bakınca göğü dağa bitişik zanneden bir gözün sahibiyim. Akıl gözüm, aynı şekilde, onun gibi, sonucu sebebe bağlı zannediyor. Sebeple sonucun beraberce yaratılışını göremeyip, sonucu sebebin yaptığına hükmediyor.

Oysa onun getirdiği nur ile, “esbab”ın sultanı olan insana zor sorular sunuluyor:

“Söyleyin bakalım! Ektiğiniz ekini siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz bitiren? İsteseydik…”

“Söyleyin bakalım! İçtiğiniz suyu buluttan siz mi indiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz indiren? İsteseydik…”

“Söyleyin bakalım! Tutuşturduğunuz ateşin ağacını siz mi var ediyorsunuz? Yoksa Biz miyiz var eden?…”

Böylesi ikazlar eşliğinde, şartlanmaları aşıyorum. Sonucu sebebin elinden alıyorum. İkisini birden Rabbimin esmasına teslim ediyorum.

Nasıl etmem ki? Mahlukatın en şereflisi olan Resul-i Ekrem, o kadar sık “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki…” dedikten sonra? Bütün nefisler Onun kudret elinde. O “ol” demeden, şu yazı bile doğamıyor.

“Tarih ve siyer gemisi”yle Asr-ı Saadeti gezerken, onun hayatından, “sebebin tesirden azl”ine dair mükemmel örnekler buluyorum. Ap açık mucizelere muhatap oluyorum. Meselâ, ordunun su arar hale geldiği zorlu bir seferde, Rabbinin izniyle, parmaklarından musluk gibi sular akıyor. Sonra, “Haydi, temiz ve mübarek suya geliniz” diyor. Ve ekliyor: “Suyun artışı ise Allah’tandır.” Bir başka seferde, yine susuzluk çekiliyor. Bir kuyudaki az bir suyu alıp götürmekte olan bir kadının kırbasından su alınıyor. Bir kaba koyuyor. Bereketle dua ediyor. Tekrar kırbaya boşaltıyor. Tüm ordu, bereketlenen o az suyla tüm kap-kacağını dolduruyor. O ise, kadına hitaben, “Biz” diyor, “senin suyundan almadık. Belki Cenab-ı Hak bize hazinesinden su içirdi.”

Bu sırrı bir daha ders vermek için, “Nalın tasması gibi en adi birşeye bile muhtaç olduğunuzda, onu Allah’tan isteyin” diyor. Bunu kendi hayatıyla belgeliyor. Diğer tüm mahlukların hayatını da şahit gösteriyor. Meselâ, kuşları delil getiriyor. “Eğer Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşu rızıklandırdığı gibi, sizi de rızıklandırırdı” diyor. “Kuş sabah aç gider, akşam tok döner.”

Diğer bir kuş, başka bir dersin vesilesi oluyor. Bir seferde, bir sahabi, elinde bir yavru kuşla yanına geliyor. Anne kuş da, ansızın gelip, kendini yavrusunu tutan ellere atıyor. Yavrusunu kurtarmaya çabalıyor. Herkes hayret içindeyken, o, “Bu kuşa mı hayret ediyorsunuz?” buyuruyor. “Onun yavrusunu aldınız, o da, merhametinden kendisini sizin ellerinize, yavrusunun yanına attı. Allah’a yemin ederim ki, Rabbiniz size bu kuşun yavrusuna gösterdiği merhametten daha fazla merhamet eder.”

Bu örneğin ışığında, kendimde ve sair mahluklarda görünen cüz’i numunecikler ile de Rabbimin esmasını tanıma dersi alıyorum. Sözgelimi, az önceki olayda, Rabbimin Rahîm ismine şahit oluyorum. Onun gibi, nerede cüz’î bir ilim alâmeti görsem, onun Alîm ismine gidiyorum. Bana verilmiş cüz’î irademle Mürid ismini, cüz’î iktidarımla Kadîr ismini, cüz’î malikiyetimle Mâlik ve Melik ismini tanıyorum.

Bundan da öte, muazzam bir sırrın daha farkına varıyorum. Anlıyorum ki, o “acziyeti içinde sultan”dı. Âcizliğini en azamî derecede hisseden kul oydu. O yüzdendir ki, her daim, Kadîr-i Mutlak’ın dergâhından yardım talep ediyor. Fakrını doruk noktada hissediyor. O yüzden Ganiyy-i Mutlak’ın mutlak ve hudutsuz hazinesi önüne açılıyor. Bir ümmi olarak, hiçbir bilgiyi kendine mal etmiyor. Ve en derin sırlar, ona bildiriliyor.

Bu acz ve fakr tavrı, hayatının her adımında gözümüze görünüyor. Meselâ, devesi kayboluyor. Ehl-i nifak söylenmeye başlıyor: “Tuhaf şey, peygamber olduğunu iddia eder, gökten haber verir. Halbuki devesinin nerede olduğunu bilmiyor. “ Kızmıyor, kızarmıyor, üzülmüyor. “Aslında iyi bilirim ama” kabilinden, ancak bizim gibi aczini anlamaktan aciz insanlara yakışan izahlara girişmiyor. Kulluğundan, ve bir kul olarak acizliğinden emin, “Ben bilmem” diyor rahatlıkla. “Vallahi, ben Allah bana ne bildirirse, ancak onu bilirim.” Ve bu teslimiyete mukabil, Alîm olan Allah ona o anda devenin yerini ilham edince, ekliyor: “Allah bana bildirdi ki…”

Diğer bir devesini, bir seferde bir bedevi geçiyor. Ashab üzülüyor. Onun devesi hep en önde olsun istiyorlar. O ise, “Allah’ın ileri götürdüğünü geri bırakacak yok” diyor. “Geri bıraktığını da ileri götürecek yok. Vermediğini verecek yok. Verdiğine mani olacak yok.” Başka bir vesileyle, “Allah’ım, Senin gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen bilirsin, halbuki ben bilmem” buyuruyor. Güçsüzlüğünü Kadîr-i Mutlak’ı tanımanın; bilmeyişini Alîm-i Mutlak’ı bilmenin vasıtası kılıyor. Yağmur dilerken “Gani Sensin, fakir ise bizleriz. Üzerimize rahmeti yağdır” buyuruyor. Yağmur geldiğinde ise, yine Ona yöneliyor: “Allah’ın herşeye kâdir olduğuna, kendimin de Onun kulu ve resülü olduğuna şehadet ederim.” Keza, “Sen Rabbimsin, ben ise kulunum” diyor. Her daim acz ve fakr ile Ona ilticanın usulünü veriyor. Getirdiği nuru göremeyenler tarafından Taif’te taşlanıyor. Rabbine dönüyor. “Allah’ım, insanlar karşısındaki zayıflığımı, güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi sana söylüyorum. Ey erhamürrahimîn, sen zayıfların Rabbisin. Ve sen benim Rabbimsin” diyor. “Tüm karanlıkları aydınlatan, ve bu dünyayı da, ahireti de düzene sokan Nuruna sığınıyorum. Dilediğine yardım etmek Senin elindedir. Senden başka Kadîr ve Kaviyyü’l-metîn yoktur.”

Kendi aczini, kendisi gibi her bir insanın aczini, ve de tüm mahlukatın aczini bildiği için, her daim yalnız Ona dayanıyor kısacası. Ondan istiyor. Ona dua ediyor.

İnsana verilmiş acz, zaaf, fakr gibi vasıfların getirdiği nurla nasıl da nurlandığını görmem, bu sayede, hiç de zor olmuyor. Gerçi, akıl ve kalbimin önünde, onu perdeleyen engeller yine de var. Ne ki, “siyer gemisi”ne bindikten sonra, istediğim kadar perdeli olayım, bunu rahatça görüyorum. Çünkü, güneş gibi, ap açık ortada duruyor. O zaafını, aczini ve fakrını en azami mertebede biliyor; ve zaaf, acz ve fakrdan münezzeh Rabbine, tüm isimleri ile yöneliyor. En ziyade muhtacımız, en çok isteyenimiz de o. Gördüğü tüm güzelliklerin perdesiz devamını, yani bekasını istiyor. Kendine ve ümmetine, başlayıp da bitmeyen ebedî bir saadet istiyor. Beka istiyor. Cennet istiyor. Ve, tüm mevcutların aynalarında güzelliklerini gösteren bütün ilahî isimler ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor. Bu sırrı görünce, “Ubudiyet-i Ahmediyenin ruhu duadır”ı da anlıyorum. Onun muazzam duası ile, acz ve fakrımız, zaaf ve ihtiyacımız nurlanıyor. Kalb ve akıl nurlanıyor. O nurlanmanın içerdiği dua ve niyaz ile, insan nazlı bir sultan, nazenin bir halife halini alıyor.”O nur olmazsa, kâinat da, insan da, hatta herşey dahi hiçe iner”di zaten.

Üç ayrı “yüz”de, Rabbini esmasıyla tanıyıp tanıtıyor, sevip sevdiriyor sevgili Resul. Ona her bir ismiyle yöneliyor. Her bir isme de, tüm kainatı arkasına alarak, yani tüm kainatın o isme ettiği şahitliği özümseyip Rabbine sunarak muhatap oluyor. Sonuçta, “Allah’ım” diyor, “Sana esmanın hepsiyle niyaz ederim.” Cevşen’inde bunu öğretiyor.Her günkü tesbihatında, her bir anında bunu öğretiyor. Meselâ, teheccüde kalkıyor. Namazını kılıyor, dua ediyor. Duası içinde hamd ve niyaz ediyor. Bütün güzel isimlerin, bütün kemal sıfatların sahibi olarak, Halikını övüyor. “Ya Rab” diyor. “Her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Müdebbirisin.” Devam ediyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Nurusun.” Hamd ve niyazını sürdürüyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Malikisin.”

Yahut, “İlahi” diyor, “yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin ve yerin Nuru Sensin. Yalnız sana hamdolsun ki, gökleri, yerleri görüp gözetmekten gafil olmayan Kayyum Sensin. Yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin, yerlerin ve içlerinde olanların Rabbi yalnız Sensin.”

Bu sırdandır ki, ondan aldığı dersle Hz. Âişe, Rabbine şöyle yöneliyor: “Rabbim, Esma-i Hüsnandan bizim bildiğimiz, bilmediğimiz bütün isimlerinle Sana münacat ederim. Her vechiyle büyüklerin büyüğü olan isminle Sana dua ederim. Her kim Sana bu isimlerinle dua ederse, icabet edersin Rabbim.” Ve Resul-i Ekrem, gaybî bir hazineden geldiği için hiç eksilmeyen tebessümüyle, “İsabet ettin, isabet ettin” buyuruyor.

Her haliyle dua ediyor sevgili Resul. Meselâ, kalblerin iman ve ubudiyete açılmasına mani perdeleri fethedip açmak üzere bir gazveye çıkıyor. İlgili yere vardığında, “Allah’ım” diyor, “göklerin ve gölgeledikleri şeylerin Rabbi; yerlerin ve yüklendikleri şeylerin Rabbi; şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi; rüzgarların ve savurdukları şeylerin Rabbi! Senden bu köyün hayrını, halkının hayrını ve içinde bulunanların hayrını isteriz. Köyün şerrinden, halkının şerrinden ve içinde bulunanların şerrinden Sana sığınırız.” Sefer dönüşünde ise, bu kez zaferin hakiki sahibine şükrederek, “Bir tek olan Allah’tan başka ilah yoktur, onun ortağı yoktur” diyor. “Mülk Onundur, hamd Onadır, O herşeye kadirdir. Biz dönenleriz, tevbe edenleriz, kulluk ve secde edenleriz, Rabbimize hamdedenleriz.”

Mağfireti için, affı için yalnız Rabbine yöneliyor. “Çünkü Gaffâr ve Rahîm sensin.” Hem, “Melik Sensin. Senden başka hak mabud yoktur.” Hem “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum… günahlarımı toptan mağfiret et. Zira Senden başka günahları mağfiret edecek yoktur. Bir de beni en güzel ahlâka sevket, bana en güzel ahlâkı gösterecek senden başkası yoktur. Beni ahlâkın kötülerinden geçir. Beni kötü ahlâktan geçirecek Senden başkası yoktur…”

Geleceğe dair bir mesele zuhur ediyor. Yine Rabbine yöneliyor. Onun Alîm ismini bilip zevk etmenin huzuruyla, “Ya Rab, hakkımda hayırlısını bildiğin için, Senden hayırlısını dilerim” diyor. Yine Rabbinin Kadîr ismine sığınıyor. “Ve Senin kudretin yetiştiğinden, Senden beni kudretlendirmeni dilerim.”

Böylesi binler dua ve niyaz ile, bize de yolumuzu öğretiyor. “Ahlâk-ı ilahiye ile ahlâklanınız” nebevî düsturunu yaşamanın yolunu hayatıyla gösteriyor. Böylece anlıyorum; “ahlâklanma”nın özü, onun çok kez ifade buyurduğu şu bir cümleye bağlı: “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum.” Bu sırrın talimiyle anlıyorum; ahlâklanmanın özü, kendi nihayetsiz aczimi görüp, Kadîr-i Mutlak’ın nihayetsiz kudretine sığınmamda saklı. Fakrımı bilip, onun sonsuz rahmetine sığınmamda saklı. Kusurumu görüp, Cemil-i Zülkemal’in cemal ve kemaline sığınmamda saklı.

Çünkü sevgili Peygamberim öyle yapıyor. Sonsuz bir acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçla yoğrulmuş insanlığımı, bütün isimler kendisinin olan Allah’a kulluğun temeli ve harcı yapıyor. Sonra “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş” diyor. Bunca yolculuğun ardından, ben de buna şehadet ediyorum. Hakikaten, Rabbimiz, sevgili Peygamberi en güzel surette edeblendirmiş. Zira, benim çoğu kez yaptığımın aksini yapıyor. Bana, âcizliğimi iyice gördüğü anlarda Rabbime dönüp, isteğim yerine gelince “Ben becerdim” dememin yanlışlığını gösteriyor. “Ben edeblendim” demiyor. “Rabbim beni edeblendirdi.” Said Nursî de şahidi bunun: “Edebin envaını, Cenab-ı Hak, Habibinde cem’etmiştir.”

Fiil, hal ve sözleri, ondaki edebin gerçekten Rabbinden geldiğinin delilleri. Meselâ, dağınık haldeki saçını düzeltiyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, niçin?” Cevaplıyor: “Allah Cemîldir, cemali sever.” Her bir işini tek sayılar ile bitirmeyi seviyor. Suyu üç yudumda içiyor. Tesbihatını otuzüç kez tekrarlıyor. Bir eve girmeden üç kez sesleniyor. Rüku ve secdede Rabbini üç, beş, yedi yahut dokuz kez tazim ediyor. Neden? “Allah Birdir, bir’i sever.” Gününü vitrle, yani tek rekatlı bir namazla bitiriyor. Neden? “Allah Tektir, tek’i sever.” Hem “hediyeleşiniz” diyor; hediye vermenin en eşsiz örneğini hayatıyla arzediyor. Çünkü “Allah Muhsindir, ihsanı sever.” Hem, “Temizlik imandandır” buyuruyor. Böylece Allah’ın Kuddüs olduğunu bilip bildiriyor. Kendisine karşı işlenmiş kusurları affediyor. Allah Gafurdur çünkü, affetmeyi sever. Adaletle hükmediyor. Allah Âdildir, adaleti sever. Kendisine kılıç çeken Mekke’nin fakirlerini doyurup giydirecek kadar merhamet gösteriyor. Allah Rahîm ve Rahmandır, merhameti sever. Hannândır, şefkati sever.

Bu ölçüyü anlamamla birlikte, onun Sünnet-i Seniyyesinin kendi hayatım için önemini kavrar gibi oluyorum. İlk okuduğumda abartılı gelen bir hükmün hikmetini de şimdi bir nebze anlıyorum. Beni Resulullah hakkındaki peşin hükümlerimden kurtaran, bana onu tanıtıp sevdiren Risale-i Nur, Esma-i Hüsna’nın cilvelerinin “şeriat ve sünnet-i seniyyenin ahkamları içinde intişar” edip göründüğünü yazıyordu. Şimdi şimdi gerçekten öyle olduğunu anlıyorum. Anlıyorum ki, onun her fiilinde Ona giden bir yol var. Her hali Onun bir ismini ders veriyor. Her sözü, Onun esmasına ulaşarak sonlanıyor.

Sünneti ile, kâinat cümlesine “nokta” oluyor Resûl-i Ekrem. Onun sünneti olmayınca, cümle eksik kalıyor. Tamamlanmıyor. Dahası, bir cümle ancak tamamlanınca cümle haline geldiğine göre, anlamsızlaşıyor.

Tüm bunları gördüm ya, onun sünnetine revan olayım istiyorum artık. Onun sünnetine göre yaşayıp, Rabbimi onunla tanımak istiyorum. Onun kendisini Ona sevdirdiği Rabbinin sevgisine ben de muhatap olmak istiyorum. Bunun için, onun da seveceği bir hayat yaşamak istiyorum. “Mahbubiyet derecesine çıkan bir ubudiyet”le ona ve Ona kavuşmak istiyorum.

İstiyorum; çünkü o da istemişti. Ve isteyene, istediği verilmişti. (10.05.2004 Karakalem)

Metin KARABAŞOĞLU 

Risale Haber

Hz. Peygamber’in Şemaili

Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in, ruhunun güzelliği yani sireti emsalsiz olduğu gibi, endamının güzelliği de emsalsiz ve harikulade idi. Bütün azaları birbirine mütenasip, düzgün ve dengeliydi. O’nun görünüşünde insanı rahatsız edecek bir şey yoktu. Bu bakımdan O’nun mübarek endamı bakanların gözlerini kamaştırır ve hayrette bırakırdı. Bedeni nezih, kokusu misk-i amber gibi idi.

Allah Resûlü (s.a.v), tatlı dilli olmayı ve güler yüz göstermeyi sadaka saymış ve kendisi de bunu bizzat yaşayarak göstermiştir. Evet, Sevgili Peygamberimiz güler yüzlü, tatlı sözlü, gayet nezih, son derece halim, kerim, mütevazi, aynı zamanda vakarlı, heybetli ve şecaatli idi. Konuşurken sürekli tebessüm eder ve böylece insanların gönlünü hoş tutardı.

Hz. Ali’ye (r.a) Resûllah Efendimiz’in (s.a.v.) beden yapısı sorulduğunda O’nun özelliklerini şöyle ifade etmiştir:

Resûlullah (s.a.v.) ne çok uzun ne de kısa boylu idi. Saçları tam düz olmayıp biraz kıvrımlıydı. Şişman olmadığı gibi yüzü tamamen yuvarlak da değildi. Rengi kırmızıya çalan beyazdı. Gözleri kara, kirpikleri uzundu. Mafsal kemikleri iri ve omuzlarının arası genişti. Avuçları ve ayakları dolgundu. Yürüdüğü vakit, yamaçta yürüyormuş gibi sert adımlar atardı. Bir tarafa döndüğünde bütün vücuduyla dönerdi. İki omuzu arasında Peygamberlik mührü vardı. Gayet yumuşak tabiatlı, muaşereti de soylu idi. O’nu ilk defa görenler ilk anda ondan çekinir, fakat tanıdıkça onu daha çok severlerdi. Kendisini tanımlayan kimse, ‘Ne ondan önce, ne de ondan sonra asla bir benzerini görmedim.’ derdi.”

Hz. Peygamber’in şemâiliyle ilgili rivayetleri en güzel bir biçimde derleyen Ahmet Cevdet Paşa onun fiziki özelliklerini şöyle anlatıyor:

“Fahr-i Âlem, yaratılışça ve ahlâkça insanoğlunun en mükemmeli ve en güzeliydi. Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek vücudu güzel, her azası birbirine uygun, boyu gayet münasip, alnı, göğsü, iki omuzunun arası ve avuçları geniş, boynu uzun ve düzgün, boyun rengi gümüş gibi berrak, omuzları, pazuları ve baldırları iri ve kalın, bilekleri ve parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Karnı, göğsü ile aynı hizadaydı. O şişman değildi. Ayaklarının altı çukurdu, düz değildi. Uzuna yakın orta boylu, iri kemikli, iri gövdeli, güçlü kuvvetliydi. Ne zayıf ne de şişman, ikisi ortası fakat sıkı etliydi. Mübarek cildi ise ipekten yumuşaktı.”

“Aşırı olmamak üzere büyük başlı, hilâl kaşlı, çekme burunlu ve oval yüzlü idi. Kirpikleri uzun, gözleri kara ve güzel, iki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine yakındı. Çatık kaşlı değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki, hiddetlendiği zaman kabarıp, görünürdü.”

“O Yüce Peygamber, parlak gül renginde, yani ne çok beyaz ne de esmer olmayıp, bu iki rengin ortası gül kırmızısına benzer beyaz, nurani ve berraktı. Mübarek yüzünden adeta nur parlardı. Gözlerinin akında hafif kırmızılık görünürdü. Dişleri, inci gibi parlak ve ışıl ışıldı. Söz söylerken ön dişlerinden nur saçılır; gülerken mübarek ağzından ışıklar çıkardı.”

“Saçları ne pek kıvırcık, ne de pek düzdü. Uzadığı zaman kulaklarının memelerini geçerdi. Sakalı sıktı. Fakat uzun değildi. Bir tutamdan fazlasını keserdi. Ahirete teşrif ettiği zaman saçı ve sakalı henüz ağarmaya başlamış; saç ve sakalında yirmi kadar beyaz kıl vardı.”

Mehmed Kırkıncı

Kur’an‘daki “Hz Muhammed (ASM)”, Daveti ve Çektiği Meşakkatler..

Allah, Resulüne nasıl mücadele edeceğinin kurallarını verir. “Onları hak yola getirmek senin  görevin değil, lakin Allahtır ki  dilediğini doğru yola getirir. Hayır olarak yaptığınız her harcama  sadece kendiniz içindir.“ Peygamber uyarıcı  ve müjdeleyicidir, bunun için gerekeni yapacaktır. “Ey ehl-i kitap  Resullerin gelmesinin kesintiye uğradığı bir sırada  ileride “ bize ne müjdeleyen ne de uyaran hiçbir peygamber  gelmedi” demeyesiniz  diye size müjdeleyici ve uyarıcı Elçimiz  her şeyi beyan etmek üzere  geldi. Allah herşeye hakkıyla kadirdir”

Münafıklar da onu huzursuz ederler. “Münafıklar kalplerinde bir hastalık bulunanlar  ve şehirde müminlerin kusurlarını  arayarak kötü haber  yayanlar  bu hallerinden vazgeçmezlerse  biz onlara Seni musallat ederiz  de sonra orada   az bir zaman  sana komşuluk edebilirler. Lanetlenirler nerede rastlanırsa yakalanıp öldürülürler

Peygamberimizin asm müşriklerin engellerinden ötürü üzülmemesini ister Allah “ Sen onlardan ötürü sakın üzülme  ve onların kuracakları  tuzaklardan dolayı asla tasalanma. “ ; “şunu bil ki sen ne ölülere sesini duyurabilirsin , ne de arkasını dönüp uzaklaşan   sağırlara  bu daveti işittirebilirsin”; “ sen körleri de sapıklıktan kurtarıp  doğru yola getiremezsin” ; “ sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin , lakin Allah ancak dilediğini  doğru yola hidayet eder. O hidayede gelecek olanları pek iyi bilir. “ Birçok ayet Peygamberimize üzülmemesini telkin eden terapi örnekleridir. “ ;”hiç kötü işleri kendisine güzel görünen  kimse iyilik edip dürüst işler işleyen  kimse gibi olur mu ? Allah dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğini  doğru yola iletir. O halde insanlardan ötürü üzülüp kendini mahvetme. Çünkü Allah onların bütün yaptıklarını bilir. “; “ O halde ey Resulüm  üzülme sen laflarına  onların gizlediklerini de iyi biliriz, açıkladıklarını  da , sen hiç tasalanma. “

Mücadelede en büyük engellerden biri Yahudiler diğeri münafıklardır. “ Ey peygamber kalpleri iman etmediği halde  ağızlarıyla iman ettik diyen  münafıklarla , Yahudilerden  kafirlikle yarışanlar seni üzmesin” Onun mücadelesinin şahidi Allah’tır. “ De ki şahid olarak hangi şey daha büyüktür? De ki Allah benimle sizin aranızda  şahid olarak yeter. “ Peygamber yapılanlara üzülür, çünkü onlar inkarcıdır. “Ey  Resulüm onların söylediklerinin seni üzeceğini  elbette pek iyi biliyoruz. Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar , fakat o zalimler  bile bile Allah’ın ayetlerini inkar ediyorlar. “ Peygamberimize makul olmayan ikna nedenlerine meyletmemeyi söyler” Eğer onların hakka sırt çevirmeleri  sana ağır gelip de  kendilerine bambaşka bir mucize getirmen için  yer altında  bir geçit veya göğe çıkacak bir merdiven arama peşinde olursan, şunu bil ki  şayet  Allah dileseydi  onların hepsini elbette doğru yol üzerinde toplardı. O halde sen sakın  bunu bilmeyenlerden , fevri davrananlardan olma. “ Müşriklerle arasına bir sınır koyar. “Eğer Allah dileseydi onlar müşrik olmazlardı . Biz seni onların üzerine denetçi göndermedik , sen onların işlerini yürütmekle de görevli değilsin. “

İnsanlara uyma konusunda ona telkinde bulunur” Eğer dünyada bulunan  insanların  çoğuna uyarsan seni Allah’ın yolundan saptırırlar, onlar sırf zanna uyarlar ve kafadan atarlar. “ Onların yalanlarından etkilenmemeyi telkin eder. “Eğer onlar seni yalancı sayarsa de ki , Rabbimizin merhameti  geniştir, fakat dilediği zaman onun  serveti ve azabı suçlu toplumdan geri çevrilemez. “ Dinlerini dağıtıp bölünenlere karşı da  nasıl davranması gerektiğini belirtir. “Dinlerini  parça parça edip  fırka fırka olanlar yok mu  senin onlarla hiçbir alakan yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah onların yaptıklarını ileri de bir bir onlara bildirip  cezalarını verecektir. “

Alay, peygamberlere karşı yapılan önemli yıpratıcı tutumlardan biridir, Allah anlatır. “ Daha önce gelip geçmiş nesillere nice nebiler gönderdik, onlara hiçbir nebi gelmedi ki  onunla  alay etmiş olmasınlar” Bütün anlayışsızlıklara karşı “ şimdi sen onlardan yüz çevir  ve selam size  de, artık yakında maruz kalacakları akibeti öğrenirler. “Ondan önceki peygamberlerle de alay edilmiştir.” Senden önce de nice peygamberlerle alay edildi.Fakat ben o kafirlere  akıllarını başlarına toplamaları için bir süre mühlet verdim. Ama onlar akıllanmayınca sonra da azabımla kıskıvrak yakaladım, cezam nasılmış gördüler. “

Peygamberimiz tebliğ görevi süresince  insanların ilgisizliğinden dolayı psikolojik durumlar  olmuştur , bu yüzden Allah ona metin olmasını tavsiye eder. “ Bu kendiyle  insanları uyarman  ve müminlere de bir öğüt  ve irşad olmak üzere  sana indirilen  bir kitaptır ki onu tebliğden  ve halkın sana inanmamasından  ötürü göğsün daralmasın. “ Bu huzursuz edici nedenlerden biri de delilik isnadı olabilir. “ Bunlar hiç düşünmediler mi ki kendilerine tebliğde bulunan arkadaşları Muhammed’de delilikten hiçbir eser yoktur. O sadece ileride ki   tehlikelerden kurtarmak  için görevli bir uyarıcıdır. “

O müjdeleyici ve uyarıcı özelliği dışında bir şey olmadığını Allah’ın telkini ile ifade eder. “ De ki ben kendim için bile Allah dilemedikçe hiçbir şeye kadir değilim. Ne fayda sağlayabilirim , ne de gelecek bir zararı uzaklaştırabilirim. Şayet gaybı bilseydim elbette çok mal mülk elde ederdim  bana hiç fenalıkda  dokunmazdı. Ama ben iman edecek kimseler için bir uyarıcı  ve müjdeleyiciyim”;”insanları uyar . Müminlere Rablerinin üstün sadakat  makamı vereceğini   müjdele” diye içlerinden bir insana  vahyetmemiz  insanların çok mu tuhafına gitti. “ Yalancı ithamlarına karşı da Rabbi onu eğitir” Eğer yalancı saymakta ısrar ederlerse de ki , “ Benim yaptığım  bana ait , sizin yaptığınız da size . Benim yaptıklarımla sizin, sizin yaptıklarınızla da benim ilişiğim yoktur. “ Onu  dinleyen ama sadece dinleyenlere de hitap eder” Onların içlerinde senin söylediklerini dinlemeye gelenler de var. Fakat sen sağırlara nasıl duyurabilirsin ki ? Hele akıllarını  da kullanmıyorlarsa”

Onlar seni üzmesin “ O  inkarcıların sözleri seni üzmesin . çünkü bütün izzet  ve  üstünlük Allah’ındır. O herşeyi hakkıyla işitir ve bilir” onlar getiridin hakikate   ilgisiz durur ve saparsa  kendi aleyhinedir. “De ki “Ey insanlar , işte Rabbiniz tarafından hakikat size gelmiş bulunuyor. Artık kim gerçeği kabul eder de  doğru yolu tutarsa , bunun faydası yalnız kendisinedir. Her kim de o yoldan saparsa o da kendi aleyhine olarak sapar. Bilin ki ben işlerinizi yönetmeyi  üstüne almış biri değilim”

İnkar edenlerden hükümden kaçamazlar. “inkar edenlerin  dünyada Allah’ın hükmünden  kaçıp kurtulacaklarını  sakın zannetme “

Kur’an ve Peygamber

Neden Kur’an’ı Arapça göndermiştir. “ Bizim Kur’an’ı senin dilinle indirip kolaylaştırmamızın  başlıca sebebi , senin müttakileri   müjdelemen  ve inatçı kimseleri de onunla uyarmandır. “

Peygamberin uyarıcı olmasının takviye eden Kur’an ‘dır. HzMuhammed çok dramatik bir şekilde Kur’an’ı tarif eder ve kendi vazifesini anlatır.  Eline Kur’an’ı almış özelliklerini anlatır, vazifesini ortaya koyar. “ Elif Lam Ra, Bu öyle bir kitaptır ki ayetleri en kesin delillerle desteklenmiş , sonra  da  güzelce  açıklanmış  , tam hüküm ve hikmet sahibi herşeyden haberdar olan  Hakim ve Habir   tarafından gönderilmiştir. Bundan  maksad Allah’tan başkasına ibadet etmemenizdir. Gerçek  şu ki  Ben sizi cennetle müjdelemek cehennemle uyarmak  için O’nun tarafından  gönderilmiş bulunuyorum.  “Vahyin hedefi de budur. “Allah melekleri kendi tarafından  bir vahiy ile kullarından  dilediği kimselere “Benden başka ilah yoktur. Bana karşı gelmekten sakının “ diye uyarmak  üzere gönderir. “ önceki Resuller de bu maksatlarla  gönderilmiştir. “Allah hakkı için  Biz sizden önce birçok ümmete kendilerini irşad etmeleri için  resuller gönderdik. Fakat şeytan onların  batıl işlerini kendilerine güzel gösterdi. Bu yüzden peygamberlerini yalancı saydılar.

Kur’an iyi ile kötüyü ayırandır. “Hayır ve bereketi  ne muazzamdır  o Zatın ki bütün in ve cinsi uyarsın diye  o has kuluna doğruyu  eğriden ayıran  Furkan’ı indirdi. “

Yine Kur’an’ı Allah kendine hitab  içinde insanlara dönük  ifade ile  kitabının özelliklerini anlatır.”Hamd o  Allah’a mahsustur ki  kuluna kitabı indirdi  ve onun içine  tutarsız hiçbir şey koymadı. Dosdoğru bir kitap olarak gönderdi , ta ki kendi nezdinde  inkarcılar için  hazırladığı şiddetli azabı  bildirerek onları uyarsın.”    

Peygambere fazla  endişe  etme  insanların çoğu iman etmezler, yolunda konuşur. “Şunu da unutma ki , Sen büyük bir kuvvetle arzu etsen bile insanların çoğu  iman etmezler.”

Kafirlerin olağanüstü isteklerini yorumlar. “Kafirler diyorlar ki “O’na  Rabbinden bir mucize indirmeli değil mi idi. ? Sen ey Resulüm ,sadece bir uyarıcısın , her millete bir yol gösteren vardır”

Allah ‘ın peygambere söylemlerinde ağırlık uyarmaya  dayanır. “ Hem azabın geleceği günü hatırlatarak insanları uyar. O gün zalimler” Ey bizim Rabbimiz  diyecekler, ne olur bize kısa bir  süre ver de senin  çağrına uyma  imkanı bulalım  ve peygamberlerin izince  gidelim. Peki önceleri  hiç zeval  bulmayıp sürekli yaşayacağınıza dair yemin eden siz değil  miydiniz?”

Onlar  ölmeden zevklerinin peşindeydiler. “ Bırak onları yesin içsinler , zevklerine düşsünler  arzu ve emelleri kendilerinin oyalaya dursun , yakında bilecekler. “

“ve  de ki ,  sizleri bekleyen felaketten  açıkça uyarıyorum.”Onlar  kendilerine verilen nimetlere saygısızlık etmişlerse sorumlu onlardır. “Eğer bunca nimetlere rağmen yüz çevirirlerse   sen sorumlu değilsin”; “ sabret senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir. Kafirlerin yüz çevirmesinden mahzun olma , yaptıkları hilelerinden dolayı da telaş edip darlanma “

Bazan insanlarla konuşur Allah daha sonra Resulüne yapacağını söyler”Rabbiniz sizi pek iyi bilir. Dilerse size merhamet eder yahut dilerse  sizi cezalandırır.  Bunun içindir ki ey Resulüm onlar üzerine yönetici onlardan sorumlu olarak göndermedik.” Onların kabul etmeyişinden dolayı peygamberimizin üzüldüğünü  görür. “ Onlar iman etmiyor diye üzüntüden neredeyse kendini yiyip tüketeceksin” 

Peygamber konusundaki duyarsızlıklara  onun acele etmemesini ister. “ O halde onlar hakkında acele etme , biz onların günlerini saymaktayız. “

Kendine yapılan zulümler ve anlayışsızlıklara karşı Allah ona  sabır ve namaz tavsiye eder”O halde onların  söylediklerine sabret , güneşin doğmasından  ve batmasından önce Rabbinin yüceliğini ilan et. Ona hamded . Gecenin bazı vakitlerinde  gündüzün bazı taraflarında da O’na ibaret et ki Allah’ın rızasına eresin”

Peygamberlere yapılan en büyük anlayışsızlık onları yalan ile ithamdır. Allah önceki peygamberleri de örnek vererek Resul’ünü takviye  eder” Eğer onlar seni yalancı sayıyorlarsa  sen bil ki  onlardan önce  Nuh, Ad ve Semud halkı  da, lut’un halkı da, Medyen ahalisi  de resullerini  yalanlamışlardı. Musa  da yalancı sayılmıştı. Bense şöyle yaptım, her seferinde inkarcılara mühlet verdim, sonra da tuttuğum gibi   işlerini bitirdim. Onların  inkarına mukabil nasıl olurmuş Benim inkarım “

Allah bazan perdesiz konuşur muhatabı Mekke’liler  ve onlar gibi olanlardır. Mekke bütün şehirlerin prototipi. “Şimdi siz ey Mekke’liler , bu söze mi şaşıyorsunuz? Hep gülüyorsunuz , ama ağlamıyorsunuz, haydi artık Allah’a secde ve ibadet ediniz. “ Bugün her Müslüman şehri Mekke’dir, hitap umumidir.

Peygamberin mücadelesini karıştıran bir düşman da şeytandır. O vesveseleri  ile sarsmak ister. “Senden önce  hiçbir  resul  ve nebi  göndermedik  ki halkının hidayetini umarak gayret gösterdiğinde , şeytan onun temennisi  hakkında  bir  vesvese   vermek , ümidini  kırmak istemesin. Ama Allah şeytanın  attığı  o vesveseyi  giderir. Sonra  da ayetlerini sapasağlam  muhkem kılar , zira Allah herşeyi  hakkıyla  bilen , hikmetiyle   yönetendir. “

Düşmanlık hissini bu sefer mekanlardan şehirlerden hareketle anlatır, Peygamberine hitap eder. “Niçe şehirler vardı ki  halkı seni süren şehrin Mekke’nin  halkından daha kuvvetli idiler, işte biz onları imha ettik ve kendilerine yardım edecek kimse çıkmadı. “; “ kendilerinden  önce biz öyle nesiller helak ettik ki onlar bunlardan daha güçlü  kuv vetli idiler, hakimiyetlerini yaymış şehir şehir dolaşmış emr-i Hak’tan ölümden kaçıp kurtulacak bir yer yok mu ? diye her tarafı delik deşik etmişlerdi, ama hep eli boş dönmüşlerdi. “

Buna  rağmen  bir takım insanlar  kendilerine tapmaları halinde fayda, tapmamaları halinde  zarar veremeyen  bir  takım şeyleri tanrılaştırıp . Allah’tan başka olanlara ibadet ettiler.Zaten kafir Rabbine karşı hep batıla arka çıkar. “

Yerinde ibadeti öğer Allah. “ Tağuta ibadet etmekten kaçınıp  gönülden Allah’a yönelenlere  müjdeler var.  O halde sözü dinleyip sonra da en güzelini tatbik  eden kullarımı  müjdele. İşte onlardır Allah’ın hidayetine  mazhar olanlar  ve işte onlardır aklı selim sahibi olanlar”

Peygamberin   ve ümmetin bir yanlış durumu da gaflettir, Allah Resulünün dilinden ona tavrını belirtir. “Sen onları  bir süreye kadar  daldıkları gaflet içinde  kendi halllerine bırak. “

Allah imtihan gereği  düşmanların da varlığını hesap etmiştir. “İşte  böylece  biz  her peygamber için suçlulardan bir  düşman ortaya çıkardık. Ama tasalanma Senin Rabbin yol gösterici  ve yardımcı olarak yeter mi yeter” Allah bu düşmanların iddialarını  temsillerini çürütür. “Onların sana itiraz için getirdikleri  hiçbir temsil  hiçbir soru olmaz ki ona karşı biz sana gerçek durumu bildirmeyelim ve en güzel açıklamayı yapmayalım

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org