Etiket arşivi: peygamberimiz

Peygamberin bir günü (1)

O bir kul ve peygamber idi. Ben de bir kulum. O kul olduğunu biliyordu. Benim nefsim kabullenmiyor. O bir güldü; şebnemlerinde, bize rahmetle gülen bir kâinat sundu, ve ardında güller bırakıp Rabbine döndü. Biliyor, ama hâlâ zakkumlar peşinde koşuyorum. Onun dünyama getirdiği güzelliğin de, tüm bu güzelliğin onun elçiliği ile geldiğinin de farkındayım. Zaten bu yüzden onu anlatmak istiyorum. Fakat sürekli gel-gitler ve kaç-göçler yaşanan; kâh onunla minare başına çıkan, kâh onsuz kuyu dibine inen bulanık hayatımla, anlatamamaktan korkuyorum. Bu istek ve bu korkudur ki, hem onu yazma çabamı, hem de hâlâ hiçbir şey yazamayışım sonucunu getiriyor. Senelerdir düşlüyor, aylardır düşünüyor, dokuz haftadır yazmaya çalışıyorum. Artık ümitsizim. Ne onu yazabileceğimden umutluyum; ne de, yazmış bile olsam, anlatmış olabileceğimden. İçin için “Onu ben nasıl anlatabilirim?”i soruyorum. İçimden çoğu kez “Anlatamazsın” cevabı yükseliyor. Ama yine de onu anlatmak istiyorum. Ona ayna olmak istiyorum; gölge olmaktan korkuyorum. Pencere olmak istiyorum; perde haline gelmekten korkuyorum.

Onunla aramdaki engelleri görür gibiyim.

Aramızda, sözgelimi, sıra sıra dizilmiş asırlar var. Akıl gözümü, onun uzağındaki on dört asrın dünyama getirdiği tozlar, tortular, sisler ve karanlıklar perdeliyor. Gerçi, o asırlar üstü bir haberin elçisiydi; ama benim her frekansa açık kulağım, bu haberi pek iyi seçemiyor. Onun nuru tüm âlemi aydınlığa bürümüştü; ne var ki, perdelenmiş gözümle, ben alacakaranlık kuşağını yaşıyorum.

O çok yakınımdayken, ben uzağındayım onun. Çalıştığım şu masayı dahi ışık elleriyle kucaklayan güneşe ne denli uzak isem, o kadar uzağındayım. Oysa, o bana güneşten bile yakın. İçimi ışıtıyor. Karanlıkta kalmış duygularım, onun getirdiği hakikatın nuruyla nurlanıyor. Biliyorum ki, “nurlu akıl”ların, “münevver kalb”lerin, “nurlanmış acz”lerin sırrı onun nurunda gizli. Ama “sebepler gecesi”ndeyim. “Celb-i rızk” için, “geçim” için, “kendini kanıtlamak” için, şunun-bunun için toprağa eğilmiş nefsimin gözü, o semavî kandili göremiyor. Bir gece adamıyım. Nefsim karanlığın getirdiği evham ve hayaller ile beslenirken, gecede daralan ruhum sabah hasreti duyuyor. Gece gurbetinden çıkıp, arasıra, sabah buluşmaları yaşamıyor değilim. Zaman zaman onun nuru şöyle bir dünyama uğruyor. Ne ki, karanlığa alışmış gözüm, gündüz güneşiyle kamaşıp yumuluyor. Gözlüksüzüm de. Gecenin bir vaktinde, narin bir dalın yahut bir çiçeğin taçyaprağının ucuna tutunan; güneş doğar doğmaz “nâr-ı aşk” ile yanıp ışık merdiveniyle sevgili güneşine koşan bir reşha-misal değilim. Onun getirdiği nurun önüne çöküp latif, şeffaf ve nuranî olmak vardı. Ama hâlâ karanlık dehlizlerde iz sürüyorum. Sönük kafa fenerim önümü görmeye yetmiyor lâkin. Sağa-sola yalpalayıp, aklî ve kalbî yaralar alıyorum.

“Saadet asrı”nı yaşıyor değilim kısacası. Yaralıyım. Onu yanıbaşında hissedenler; her daim onun sohbetiyle yaşayanlar, “saadet”i yudumlamışlardı her keresinde. Ben elemi de yudumladım. Onu yanıbaşında hissedenlerin asrıydı Asr-ı Saadet. Oysa ben, o saadet güneşine perde çeken asırların en karanlığının ucundayım. “Helaket-felaket asrı” dedikleri çağın çocuğuyum. Ruhum yine de onu arıyor. Kafa fenerim ruhumu çelmeliyor. Hazır zamanın gözden ırak olanı gönülden de ırak kılan medeni engizisyonu, kıskacını aklımdan bırakmıyor. Tüm anlayışım ustaca gizlenmiş bir engizisyonla şekilleniyor. O yüzden, onunla aynı kelimeleri konuşsam bile, çok farklı şeyler kavrıyorum.

O bir dünyadan söz açmıştı; benim dünyam galiba o dünya değil. Dünyası dünya-ötesini de içine alıyordu; ben ötesizim. Hayatı ölümden sonrasını da kapsıyordu; ben sonrasızım. Gördüğü tüm zahirî şeylerin bir de iç yüzü vardı; ben yüzsüzüm. Duyguları yedi kat semada kanat çırpmıştı; ben dünyaya mıhlanmışım. O “ayağa can Veren”i konuşmuştu; ben “ayak”ı konuşuyorum. O güzelim hilali Yaratanı anlatmıştı; ben hilale takılı yaşıyorum. Ne de olsa, helâket-felâket asrının çocuğuyum. Benim asrımın adı, “Asr-ı Saadet” değil.

Asrımın parıltılı ve karanlık, yoğun ve boş, süslü ve kof sahilinde, mimsiz medeniyetin ruhuma biçtiği elbiseyle dolaşıyorum. Elbise ruhuma dar geliyor. Sahil içimi daraltıyor. Çünkü ben sonsuzu özlüyorum; o ölümü ve elemi öğretiyor. Aklım öteleri arıyor; o “zaman” ve “tarih”e hapsediyor. Ya da rakamlar peşinde koşturuyor —ama “bir”den başlayıp, “sonsuz”a ulaşmadan.

Çokluk içinde dağılmış bir zihnin sahibiyim. Kalbim bölük-pörçük. Nefsim geniş, ruhum dar. Çünkü bu asrın çocuğuyum. Seneler boyu onun dersini aldım. O dersle gerçeğin tersini aldım.

Öyleyken, ben o sevgili Resul’ü anlatamam. İstesem de anlatamam. Olsa olsa, onu anlayamadığımı anlatırım. Yahut, tüm perdelere ve engellere, tüm yetersizliğime ve sığlığıma rağmen, ne kadar anlayabildiğimi anlatırım. Hepsi bu.

Biliyorum, o da insandı. Onun içtiği su, bizim içtiğimiz H2O’ydu. Kokladığı gül, soluduğu hava, seyrettiği güneş, yediği hurma, okşadığı kuzu, içtiği süt, bindiği deve, avuçladığı kum, seyre daldığı yıldızlı ve yaldızlı gökyüzü bizimkinin aynıydı. Ona, bize verilmeyen birşey verilmiş değildi. Şeffaftı zaten, kendisine verilen semavî hediyeyi aynıyla bize aktarmıştı. Ona verilen bizden alınmış değildi yani. Ona gelen vahiy hediyesi aynıyla duruyordu; dünyamıza girmiyorsa, bizim meselemizdi bu. Hem, ona da kalb, ruh, akıl, binlerce duygu, el, göz, kulak ve dudak verilmişti. O da bizim gibi âciz, zayıf, muhtaç, ümmî, fakir ve çaresiz idi. Onu farklı kılan ne başka bir kâinatta yaşamış oluşuydu; ne de verilmiş imkânların farklılığı.

O da bizim içtiğimiz suyu içmişti. Ama bizim boğulduğumuz sulara asla dalmaksızın. Bizim baktığımız manzaraları seyretmişti. Ama bizim gördüğümüzün ötesine ulaşarak. Bizim sorduğumuz soruları sordu. Ama ona bizim erişemediğimiz cevaplar geldi. Onun da “gelecek” meselesi vardı; ne ki, onun için gelecek ölüm anında bitmiyordu. O da çalışıp yorulmuştu; ama ne için, ne adına ve nereye doğru olduğu bilinen bir çalışmaydı bu. Ona da hayat verilmişti; ama onun için hayat “ölü olmanın tersi”nden ibaret değildi. Keza, ölümün de onun için ap ayrı bir anlamı vardı.

Sözün kısası, onun yaşadığı dünyadayız. Ona verilmiş kabiliyetlerle yaşıyoruz. Yine de, “dünya”mız onunki ile örtüşmüyor. O üç yüzlü bir dünyadan haber vermişken, biz kuru, sığ ve kof tek yüzlü tanımlara takılıp kalıyoruz. O dünyada bir yolcu veya bir misafir gibi olmanın yolunu öğretmişken, biz “dünyanın oluşumu”na dair, “kozmik fırtına”lı, “merkezkaç kuvvet”li, “magma”lı tanımlarla oynaşıyoruz. O güneşi Rabbimizin semavî bir kandili olarak bildirirken, biz “Çekim alanında dokuz mu, on mu gezegen var?” sorusunda dolanıp duruyoruz.

O yağmuru “Rahmet”ten bekliyordu, biz buluttan. Onun ekmeği Rezzak’tan gelen bir “rızık” idi, bize göre “besin maddesi”. Nice şey onun için “nimet”ti, bizim için “mal”.

Onunla aramda, gizlisiyle ve açığıyla, işte böylesi engeller bulunuyor.

Gerçi Muhammed ismini duymadım değil. Hem de çok duydum. Ama, her bir mevcuda yamadığımız “mânâ-yı ismî” elbisesini ona da biçerek duydum. Kim miydi? “571’de doğmuş, 632’de ölmüş.” Sonra? “Darmadağınık haldeki Arapları, getirdiği dinle bir bayrak altında toplayıp, büyük bir uygarlığın kurucusu yapmış.” Sonra? “Dünya tarihinde önemli bir yeri olan çok büyük bir lider?” Sonra?

Asrımın dimağı, çoğu kez “sonrasız” kalıyor. Çünkü, zamanı düz bir çizgi halinde görünce, her yeni asrı bir öncekinden ileride sanıyorum. O yüzden, onu, ne kadar büyük de görsem, 1400 sene öncesinde görüyorum. Yanısıra, kendimi ve yaşadığım çağı ondan 1400 sene ileride görüyorum. O semadan haber getirmiş olsa dahi, kendi dünyevî nazarımla, onu da bir “dünyalı” gibi görüyorum.

Oysa, zaman düz bir çizgiden ibaret değilse eğer; bu âleme diğer bir âlemden göçerek geliyor ve buradan göçünce diğer bir âleme gidiyor isek, o bizim hayli önümüzde. Bizim henüz gidemediğimiz yere, o 1400 yıl önce gitti. Orada, on dört asırdır bizi bekliyor. Günler geçtikçe ondan daha bir kopmuyoruz, biraz daha ona yaklaşıyoruz.

Ne var ki, aklım kavrasa bile, nefsim bunu kavramıyor. O hep ardımdaymış gibi yaşıyorum. Neticede, çoğu kez dünyama girmiyor bile. Girse de, bin yıllık sislerin ardında, belli-belirsiz görünüyor. Kendi dar zihnimin ve dünyalı asrımın şablonuyla yorumladığım birisi olarak beliriyor.

Galiba, birçok çağdaşım da bu hali paylaşıyor.

Bu hali yaşadığım için, seneler boyu, deyim yerindeyse, biraz şaşakalmış durumdayım. Bilhassa o güzelim “risale”yi okuduğum zamanlar, yoğun bir şaşırma süreci yaşıyorum. Çünkü, çağdaşım olan “bir insan,” sevgili Resul’ü bana beklemediğim bir tasvirle anlatıyor. Yazdığı her bir güzel risaleyi, “Kur’ân’ın nuru ve Resul-i Ekrem’in dersi”nin meyvesi olarak sunarken, bana kendi uzaklığım içinde ona yakın olmanın sırrını da veriyor. Onu okurken, bu çağda yaşıyor olmanın bir mazeret olmadığını anlıyorum. Dilerse, bu asırda bile olsa, insanın onun yolunu yol edinebileceğini kavrıyorum.

Ama bir şartı da var: asrının mahkumu olmamak. Nitekim, “risalet-i Ahmediye”yi anlatırken, “İstersen gel, Asr-ı Saadete, Ceziretü’l-Araba gideriz” diye söze giriyor Said Nursî. Neden? “Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.” Vazife başında. Yani, doğrudan doğruya. Perdesiz. Bunun için ise, bazı hazırlıklar gerekiyor: “Mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyun.” “Zamanın denizine gir.” “Tarih ve siyer sefinesine bin.”

Senelerdir, böylesi yolculukları özlüyorum. Gerçi ne mimsiz medeniyetin giydirdiği dar ve boğucu elbiseden tam olarak sıyrıldım; ne de tam anlamıyla tarih ve siyer gemisine bindim. Yine de, “risale” kılavuzluğunda yapılan kısa kısa yolculuklar dahi, “onunla kâinat” ile “onsuz kâinat” arasındaki farkı anlamama yetiyor. Böylesi yolculuklarla anlıyorum: sevgili Peygamber, kâinatın gözbebeği sanki. Herşey onun bakışıyla anlam kazanıyor. Geçmiş ve gelecek onun getirdiği nur ile aydınlığa kavuşuyor. Onsuz âlem ise, tam bir karanlık; gri değil, alaca değil, zifirî bir karanlık.

Delili mi?

İslâmdan önce Ömer, İslâmdan sonra Ömer… Ebu Bekir ile Ebu Cehil… Cahiliyye ile Asr-ı Saadet…

Benim asrım ise alacakaranlığı temsil ediyor. O yüzden, bu fark, kendi asrımda o denli belirmiyor. Gece ile gündüz arasındayım. İşime geldiği zaman gecenin karasına sığınıyor, işime geldiği zaman “Henüz gündüz” diye avunuyorum. Zira “ülfet”im var. Resul-i Ekrem gelmiş. Tüm kâinata Rabbi adına bakmış. Tüm kâinata Rabbinin nurunu yaymış. Bize her fiilden Ona giden bir yol bırakmış. Binlerce sahabinin, milyonlarca evliyanın ve asfiyanın önderi, imamı olmuş. Onlar, getirdiği nuru, herşeye rağmen bugünlere taşımışlar. Bu halin rahatlığı içinde, bu nurun kıymeti nazarımda tam belirmiyor.

Tıpkı, güneşin doğuşuna ülfet edip alışmam gibi. Güneş her gün doğuyor, gün boyu bana konuşuyor, ve gidiyor. Sonra tekrar doğuyor. Her bir doğuşu ayrı bir haber, her bir dolanışı ayrı bir harika, her bir batışı ayrı bir güzellik sunduğu halde, ülfetim çoğu kez güneşe hiç baktırmıyor. “Güneş zaten doğar ve batar” diyorum. Sanki hiçbir hikmet, hiçbir harika, hiçbir rahmet yokmuş gibi, sanki sıradan birşeymiş gibi muhatap oluyorum. Ona muhtaç yaratılmamışım, o olmasa da yaşarmışım gibi geliyor.

Herhalde, Resul-i Ekrem’e ve getirdiği vahye de öyle nazar ediyorum. Örülen tüm duvarlara, çekilen tüm perdelere, taşınan tüm sis bulutlarına rağmen büs bütün karanlığı yaşamıyorsam; belli-belirsiz de olsa hâlâ birşeylerin farkına varabiliyorsam, bunun, onun getirdiği hediye sayesinde olduğunu görmezden geliyorum. Sanki, o olmasa da ben Rabbime inanırdım gibime geliyor. O olmasa da, çiçeğe “Ne güzel yapılmış” diye bakardım gibime geliyor. Oysa, bugün bir hakikati görüyorsam, aslında onun elçiliğiyle görüyorum. Bir sırrı anlıyorsam, risaleti sayesinde anlıyorum. “Lâilaheillallah”ı, o “Muhammedün resulullah” olduğu için diyebiliyorum. Yoksa, onun ubudiyeti ve risaleti olmasaydı, hiçbiri olamazdı. Kendi hayatım da, kâinatın vücudu da anlamsız ve abes kalırdı.

Çünkü Rabbimiz kâinatı yaratmış, sonra, şu kâinata bakan her akıl mutlaka onun Rabbimizin eseri olduğuna hükmetmiş değil. Her bir akıl sahibi, kâinatta görünen nakışlarla bir Nakkaş’ı, güzelliklerle bir Cemîl’i, sanatlı yapılışlarla bir Sânii, intizam ve düzenle bir Munazzım’ı görmüş; kendiliğinden, kâinatı Rabbi’nin isim ve sıfatlarının aynası bilmiş değil. Öyle olsaydı, bu sırrı en ziyade, her biri birer deha olan filozoflar bulurdu. Ne ki, onların maddede boğulmuş, her biri diğerini çürüten, yine her biri kendi içinde çelişen tabloları, gerçeğin öyle olmadığını gösteriyor. Ben, herşeye rağmen, kâinata bakıp “ne güzel yapılmış” diyebiliyorsam, kâinata muhatap olmanın usulünü bildiren bir muallim sayesinde diyorum. Bir Resul-i Ekrem —ve diğer tüm peygamberler— sayesinde diyorum. Onun irşadı, rehberliği, tarifi, talimi, teşrifi, elçi ve dellal ve gösterici oluşu sayesinde diyorum. Kâinata bakan; ve içindeki en küçük sineğin bile çok hikmetler ve vazifeler kanadına takılarak, ince bir nakışla işgördüğünü gören aklım, “Bunda büyük bir iş var. Bu boşuna böyle olamaz” demekle kalmıyorsa; ardından ondaki büyük sırrı görebiliyorsa, o öğretici ve gösterici sayesinde görebiliyor.

Sözgelimi, onunla gelen “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih ederler” mealindeki âyetle birlikte olduğu gibi. Bu âyetten, şu halimle, ne habersizim, ne de haberdar. Habersiz değilim; çünkü böyle bir âyeti biliyor ve mânâsına itiraz etmiyorum. Haberli de değilim; çünkü kendi kafamdaki “yer,” “gökler,” “uluhiyet” ve “tesbih” anlayışını tartmadan, üstünkörü kabullenip geçiyorum. Halbuki, onun getirdiği böylesi manidar haberlerin gerçek kıymetini anlamak için, Said Nursî beni 1400 yılı aşan bir yolculuğa çağırıyor. Gidiyorum. Kendimi Cahiliyet asrında tasavvur ediyorum. Gökte güneş yok. Hattâ ay bile yok. Çok uzaklarda belli-belirsiz bir-iki yıldız var sadece. Herkes şu dünyadan gelip gittiğini ap açık görüyor; ama nereden gelip nereye gittiğini göremiyor. Her bir çiçeğin nakşını görüyor; o nakışların ne anlama geldiğini göremiyor. Dahası, üç günde solan birşeyin bu denli güzel oluşuna bir anlam veremiyor. Herşey cehalet ve gaflet perdesi altında. Herşey kör tabiata ve serseri tesadüfe emanet edilmiş. Hiçbir şey bize konuşmuyor. Veya konuşuyor da, işitilmiyor. Hiçbir şey imdadımıza yetişmiyor. Geliyor, ve istemeye istemeye gidiyoruz. Sanki karanlıktan gelip, karanlıkta kalmış sırlarıyla, yine karanlığa dönüyor herşey.

İşte öylesi bir karanlığın ortasına, aydınlık yüzlü bir elçi, bir haber getiriyor: “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih eder.”

O haberlerle birlikte, sanki düğmeye basılmış gibi, herşey aydınlanıyor. Geçmiş ve geleceği, aydınlık kuşatıyor. Ölmüş veya yatmış mevcutlar “Tüsebbihu” yahut “Sebbeha” sadasıyla, işitenlerin zihninde diriliyor. Ayağa kalkıp zikre başlıyor. Küçücük çiçekler Onun adını fısıldar, koca küreler Onun adını haykırır bir hal alıyorlar. Kuşlar dilleniyor, ağaçlar dilleniyor, zerreler ve yıldızlar dilleniyor. “Tüsebbihu” sadasıyla, âdeta, işitenin nazarında, gökyüzü bir ağız ve bütün yıldızlar birer hikmetli kelime, birer hakikatli nur sûretini bürünüyor. Yeryüzü bir baş, denizler ve karalar birer dil, bütün hayvanlar ve bitkiler birer tesbih kelimesi sûretini alıyor.

Kur’ân’a muhatap olduğumda, Resulullah’a bildirilen böylesi nice hakikatin farkına varıyorum. Onun getirdiği Kur’ân’ın nuruyla bakarak “varlık” diyegeldiğim şeyleri birer mevcut ve mahluk ve de masnu olarak görür hale geliyorum. Herşey Onu bildiriyor: güneş ve doğuşu, ay ve güneşin ışığını yansıtışı, gece ve üstümüze yorgan oluşu, gündüz ve hayatımıza beşik oluşu, gökyüzü ve üstümüzde duruşu, dağlar ve hazineli direkler gibi dikilişi… Yahut yerde biten ekinler, gökte uçuşan kuşlar, denizde yüzen balıklar… Yahut deve, inek, örümcek, sivrisinek, arı, karınca… Yahut düşen bir yaprak, çatlayan bir taş… Yahut incir ve zeytin… Hepsi de, onun getirdiği nur ile, benim için karanlığını ve katılığını yitiriyor. Her biri süslü, hikmetli, doğrudan Onu bildiren birer mektuba dönüşüyor. Dünyamın o nurla ne denli aydınlandığını , o nurun olmadığı bir dünyanın ise ne denli karanlıklı olduğunu böylece daha bir anlıyorum. Said Nursî, “…getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor” diye boşuna demiyormuş meğer.

Çünkü, o sevgili Resul, getirdiği vahiy nuruyla, aksi halde asla kavrayamayacağım bir âlemden işaretler sunuyor. Kendisine vücud verilmiş âciz, zayıf, fani biriyim ben. Yaratılmışım. Neyim varsa verilmiş; hiçbiri mutlak değil. İradem cüz’î. İktidarım kısıtlı. Gözümün görmesi, kulağımın duyması, aklımın kavraması, bir yere kadar. Öteleri, şu kâinatın dışını kavrayamıyor. Şu kâinatı bile tamı tamına kavrayamıyor. Ama Kur’ân, beni ve kâinatı yaratan Rabbimin kelamı olarak, bana kâinatın ardında, işgören bir Fail’i bildiriyor. Mülk âlemine nazar eden akıl gözüme, melekûtu bildiriyor. Şehadet âleminden, gayb âlemini haber veren şahitler getiriyor. Gölgeden asıla, perdeden pencereye sevkediyor. Çünkü, kâinatı yorumlayışı o kadar açık, o kadar net ve tutarlı ki… Âdeta “Kur’an’ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihata eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin sanatkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur’ân dahi, elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor.”

Ve ben, Resul-i Ekrem’le gelen ve bana benden ve kâinatımdan haber veren Rabbimin kelamının rehberliğinde baktığımda, kâinatın rengi değişiyor. Lekeler temizleniyor. Karanlık görünen yerlerde bile aydınlık izler buluyorum. Kesif şeyler saydamlaşıyor. Mikroptan kuyrukluyıldıza, sanki beni altetmeye hazır halde bekliyor gördüğüm tüm mevcutlar birer kardeş, birer dost halini alıyor. Onlarla enis oluyorum. Her biri, kendi zikir ve tesbihini bana dinlettiriyor. İç dünyalarını bana açıyorlar. Süslü zarflarını açıp, birer mektup olarak dünyama geliyorlar. Tüm âlemlerin Rabbi olan Rabbimin rahmetine, hikmetine, kudretine.. elçi oluyorlar.

Sanırım, herşey, onun nuru ile bu yüzden alâkadar. Çünkü o, Rabbinin nurunu görüyor ve gösteriyor. Anlıyor ve anlatıyor. Tanıyor ve tanıtıyor. Seviyor ve sevdiriyor. Rabbinin gönderdiği nura ayna olduğu gibi, mahlukların ettiği zikir, dua ve tesbihlerin de aynası oluyor. Tüm kâinatı barındıran kalb gözbebeği ile, bütün yaratılmışların ibadetlerini, kendi namına, celâl ve cemal sahibi Mabud-u Zülcelâle takdim ediyor. Rabbinin vekili olup, bütün mevcutları kendi hesabına söylettiriyor.

Duasında ve tesbihatında, bunu açıkça görüyorum. Bütün hayatında, ve hayatının bütün anlarında buna dair deliller görüyorum. Meselâ, bir günün bitiminde “gözü uyur, kalbi uyumaz” halde yatağa uzanırken, “Allah’ım” diye sesleniyor: “Gökleri ve yeri idare eden, Arş-ı Azîme malik olan, bizi ve herşeyi kumanda eden, daneyi ve çekirdeği yarıp patlatan, Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’ân’ı indiren Sensin. Evvel Sensin, Âhir Sensin, Zahir Sensin, Bâtın Sensin.” Bir süre sonra uyanıyor. Her uyanışı küçük bir haşir örneği olarak sunarcasına, “Öldükten sonra bizi dirilten Allah’a hamdolsun” diyor. Yatağından kalkıyor. Kuddüs olan Rabbine ibadet etmek üzere, abdest alıp temizleniyor. Âlemlerin Rabbinin huzuruna pâk bir yüzle çıkmanın zeminini hazırlıyor. Ardından, dışarı çıkıyor. Gecenin ıssızlığında, göğün kandilli yüzünü seyrediyor. O seyr ile mest iken, tefekkür halinde, Kur’ân’ı terennüm ediyor. “Gerçekten göklerin ve yerin yaratılmasında ve günün ve gecenin ard arda gelişinde akıl sahipleri için âyetler vardır” mealindeki âyetleri okuyor. “Onlar ayakta iken, otururken ve yan uzanıyorken, Allah’ı zikredip göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünerek, ’Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın’ derler.” Teheccüde duruyor. Ağlıyor. Hz. Bilal sabah namazına çağırmak üzere geliyor. Görünce, “Ya Rasulallah, niçin ağlıyorsun?” diyor. O cevaplıyor: “Allah bana şu âyeti indirdikten sonra, artık nasıl ağlamam?”

-devam edecek

Metin KARABAŞOĞLU – Karakalem – 2004

Risale Haber

Artık O Büyük Kurtarıcı Bekleniyor

Bütün bir insanlık alemi, kendilerini bu zulümlerden kurtaracak olan en büyük bir insan-ı kâmili bekliyor ve bazıları da O’nun geleceğini müjdeliyorlardı. Nitekim, Resûl-i Ekrem’in dünyaya teşrifini Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplar ile kahinler de müjdelemişlerdir.

Evet, bazı devletler arasında senelerden beri devam eden savaşlar dünyayı baştan başa harap etmişti. Herkesin gönlünde huzur arzusu ve selamet iştiyakı had safhada idi. İnsanlar, acaba, Cenab-ı Hak, sulh ve müsalemete vesile olacak bir mürşit ve bir kurtarıcı göndermeyecek mi? diye söylenmekte ve aşk ve şevk ile O’nu beklemekte idiler…

İşte Hz. Peygamber (s.a.v) böyle bir zamanda dünyaya teşrif etti. O’nun nuru ile irşat olanlar her vadide ve her sahada insanlık alemine rehber oldular. İrfan, marifet, fazilet ve ubudiyeti her tarafa neşrettiler. Acaba böyle bir zatı bizzat Cenab-ı Hakk’ın terbiye ettiğine, O’nun yanında en sevgili, en anlayışlı ve keskin zekalı bir kulu olduğuna şüphe olur mu?

“Madem o kitablar semavîdirler ve madem o kitab sahibleri enbiyadırlar; elbette ve herhalde onların dinlerini nesheden ve kâinatın şeklini değiştiren ve yerin yarısını getirdiği bir nur ile ışıklandıran bir zâttan bahsetmeleri, zarurî ve kat’îdir. Evet küçük hâdiseleri haber veren o kitablar, nev’-i beşerin en büyük hâdisesi olan hâdise-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı haber vermemek kabil midir?”1

Evet, Zebur, Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplar büyük bir tahrifata uğramalarına rağmen, Hüseyin-i Cisrî o kitaplardan Hz. Muhammed’in (s.a.v) nübüvvetine işaret eden yüz on dört delil çıkarmış ve “Risale-i Hamîdiye” adlı meşhur eserinde yazmıştır. Bu eser Manastırlı Merhum İsmail Hakkı tarafından tercüme edilmiştir.

Hem yine Yahudi ve Nasara ülemasından bir çok kişi, “Kitablarımızda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın evsafı yazılıdır.” diye itiraf etmişlerdir. Meşhur Rum Meliklerinden Hirakl “İsa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan haber veriyor.” diye itirafta bulunmuştur.

Ayrıca Rum Meliki Mukavkis namındaki Mısır hâkimi, ülema-i Yehud’un en meşhurlarından İbn-i Suriya ile İbn-i Ahtab ve onun kardeşi Kâ’b Bin Esed ve Zübeyr Bin Bâtıya gibi meşhur ülema ve reisler, gayr-ı müslim kaldıkları halde;“Evet kitablarımızda onun evsafı vardır, ondan bahsediyorlar.” diyerek ikrarda bulunmuşlardır.

Meşhur Abdullah İbn-i Selâm ve Vehb İbn-i Münebbih ve Ebî Yâsir ve Şâmul (ki bu zât, Melik-i Yemen Tübba’ zamanında idi. Tübba bi’setten evvel gıyaben Hz. Peygamber’e iman ettiği gibi, Şâmul Yahud da iman etmiştir. Yemen meliki Tübba şöyle demiştir:

“Ben Ahmed’in (A.S.M.) risaletini tasdik ediyorum. Ben O’nun zamanında gelseydim, O’na vezir ve ammizade olurdum.” (Yani, Ali gibi ona fedai bir hâdim olurdum.)

Hem yine ülema-i Yehud’dan İbn-i Bünyamin ve Muhayrık ve Kâ’b-ül Ahbar gibi bir çok ülema-i Yehud, Hz. Muhammed’in evsafını görüp imana gelmişler ve bir çok insanı da ikna ederek O’na iman etmeye ikna etmişlerdir.

Hem yine ülema-i Nasara’dan meşhur Buheyra-i Rahib ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Şam tarafına amcasıyla gittiği zaman on iki yaşında idi. Buheyra-i Rahib, onun hatırı için Kureyşîleri davet etmişti. Resûl-i Ekrem’i kafilenin yanına bırakıp Rahibin yanına geldiler. Büheyra bulutun kafilenin konakladığı yerde gölge ettiğini görünce, “Demek aradığım adam orada kalmış!”diyerek bir kişiyi gönderip onu da yanına getirtmiş ve Ebu Talib’e şöyle demiş:

“Sen hemen Mekke’ye geri dön! Yahudiler hasûddurlar; bunun evsafı Tevrat’ta mezkûrdur; hıyanet ederler.”

Hem Dağatır isminde meşhur bir Nasrani âlimi; Hz. Peygamber’in evsafını İncil’de görüp iman etmiş. Rumlara da bunu ilan edince şehid edilmiş.

Yemen padişahlarından Seyf İbn-i Zîyezen, kütüb-ü sâbıkada Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın evsafını görmüş; iman etmiş, müştak olmuş idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ceddi Abdülmuttalib Yemen’e kafile-i Kureyş ile gittiği zaman, Seyf İbn-i Zîyezen onları çağırıp şöyle demiş:

“Hicaz’da bir çocuk dünyaya gelecek. O’nun iki omuzu ortasında hâtem gibi bir nişan vardır. O çocuk umum insanlara imam olacak!”Daha sonra Abdülmuttalib’e gizlice, “O çocuğun ceddi de sensin.”

diyerek Hz. Peygamber’in geleceğini , kerametkârane haber vermiştir.

Ayrıca, Sevad İbn-i Karib-id Devsî ve Hunafir ve Ef’asiye Necran ve Cizl İbn-i Cizl-il Kindî ve İbn-i Halasat-ed Devsî ve Fatıma Bint-i Nu’man-ı Neccariye gibi meşhur kâhinler, siyer ve tarih kitablarında tafsilen beyan ettikleri vecih üzere; âhirzaman peygamberinin geleceğini ve o peygamberin de, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu haber vermişler.

Tevrat’ın bir âyetinde şöyle buyrulur:

“Hazret-i İsmail’in vâlidesi olan Hacer, evlâd sahibesi olacak ve onun evlâdından öyle birisi çıkacak ki, o veledin eli, umumun fevkinde olacak ve umumun eli huşu’ ve itaatle ona açılacak.”

Tevrat’ın başka bir âyetinde ise:

“Benî İsrail’in kardeşleri olan Benî İsmail’den senin gibi birini göndereceğim. Ben sözümü onun ağzına koyacağım, benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azab vereceğim.”

Türkçe Yuhanna İncili’nin On dördüncü Bab ve otuzuncu âyeti şöyledir:

“Artık sizinle çok söyleşmem, zira bu âlemin reisi geliyor. Ve bende, onun nesnesi aslâ yoktur!”

İşte “Âlemin Reisi” tabiri, “Fahr-i Âlem” demektir. Fahr-i Âlem ünvanı ise, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın en meşhur ünvanıdır.

Yine İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab ve yedinci âyeti şudur:

“Amma ben, size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faidelidir. Zira ben gitmeyince, tesellici size gelmez.”

İşte bakınız! Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kimdir? Evet Fahr-i Âlem odur ve fâni insanları i’dam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur.

İncil’in bir yerinde, İsa (a.s) şöyle demiş: “Ben gideceğim; tâ dünyanın reisi gelsin.” Acaba Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dan sonra dünyanın reisi olacak ve hak ve bâtılı fark ve temyiz edip Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın yerinde insanları irşad edecek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiştir? Demek Hazret-i İsa Aleyhisselâm ümmetine daima müjde ediyor ve haber veriyor ki: Birisi gelecek, bana ihtiyaç kalmayacak. Ben, onun bir mukaddimesiyim ve müjdecisiyim.

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nübüvvetinden evvel nübüvvetini tasdik ettiren ve tasdik eden pek çok vakıalar, pek çok zâtlar zahir olmuşlar. Evet dünyaya manen reis olacak2 ve dünyanın manevî şeklini değiştirecek ve dünyayı âhirete mezraa yapacak ve dünyanın mahlukatının kıymetlerini ilân edecek ve cinn ü inse saadet-i ebediyeye yol gösterecek ve fâni cinn ü insi i’dam-ı ebedîden kurtaracak ve dünyanın hikmet-i hilkatini ve tılsım-ı muğlakını ve muammasını açacak ve Hâlık-ı Kâinat’ın makasıdını bilecek ve bildirecek ve o Hâlık’ı tanıyıp umuma tanıttıracak bir zât; elbette o daha gelmeden her şey, her nev’, her taife onun geleceğini sevecek ve bekleyecek ve hüsn-ü istikbal edecek ve alkışlayacak ve Hâlıkı tarafından bildirilirse, o da bildirecek. Nasılki sâbık işaretlerde ve misallerde gördük ki; her bir nev-i mahlukat, onu hüsn-ü istikbal ediyor gibi mu’cizatını gösteriyorlar, mu’cize lisanıyla nübüvvetini tasdik ediyorlar.”3

Kainatın Fahr-i Ebedisine peygamberlik vazifesi tevdi edilmeden birkaç yıl önce Arapların Cahiliyye Devrindeki meşhur panayırından biri olan Hicaz’daki “Suk-ı Ukaz”, binlerce insanla dolup taşmıştı. Bu sırada kızıl tüylü bir deve üstünde yüz yaşını aşmış, gözleri çukura kaçmış, iki büklüm olmuş olan İyad kabilesinin büyüğü Kuss b. Saide geldi. Cenab-ı Hakk’ın varlık ve birliğine, haşir ve neşre inanan Kuss, Arapların şairi, hatibi ve hakimi idi. Fesahatı ile dillere destan olmuş bu zat, dikkat kesilmiş ve derin bir sükuta dalmış yüzlerce insana beliğane şöyle hitap ediyordu:

“Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz! İbret alınız! Yaşayan ölür, ölen fena bulur. Olacak neyse olur. Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, annelerinin ve babalarının yerini alır. Derken hepsi ölüp gider. Hâdiselerin ardı arası kesilmez. Hepsi birbirini kovalar. Kulak tutunuz, dikkat kesiliniz; gökte haber, yerde ibret alınacak şeyler var.Yeryüzü bir büyük divan, gökyüzü bir yüksek tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnud olup da mı kalıyorlar? Yoksa orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar? Yemin ederim, yemin ederim ki, Allah’ın indinde bir din vardır ki, şimdi içinde bulunduğunuz dinden daha sevgilidir. Ve Allah’ın gelecek bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başınızın üstüne geldi. Ne mutlu o kimseye ki, ona iman ede; O da kendisine hidayet eyleye! Yazıklar olsun Ona isyan ve muhalefet edecek bedbahta! Yazıklar olsun O’na isyan ve muhalefet edecek bedbahta!”

“Ey İnsanlar! Hani babalar, dedeler, atalar? Nerede soy sop? Hani o süslü saraylar ve mermer binâlar yükselten Ad ve Semûd kavimleri? Hani dünya varlığından gururlanıp da kavmine, ‘Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?’ diyen Firavun’la Nemrud?” Onlar, zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sizden çok daha üstün idiler. Ne oldular? Bu yer onları, değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini, yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor? Sakın, onlar gibi gaflete düşmeyin! Onların yolundan gitmeyin! Her şey fanidir. Baki olan ancak Allah’dır. O, birdir, şerîki ve nazîri yoktur. İbadet edilecek ancak O’dur, doğmamış ve doğurmamıştır. Evvel gelip geçenlerde, bize ibret alacak şey çoktur. Ölüm bir ırmaktır. Girecek yerleri çok, ama, çıkacak yeri yoktur. Büyük, küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kat’i bildim ki, herkese olan, size ve bana da olacaktır.”

Gariptir ki, bu muazzam hitabesini verip, Hâtemü’l-Enbiyânın pek yakında geleceğini haber veren Kuss bin Sâide, o anda kendisini dikkatle dinleyenler arasında geleceğinden söz ettiği zâtın bulunduğundan habersiz idi. Cahiliyye Devrinde Cenâb-ı Hakk’ın kalblerine hidâyet ihsan ettiği bahtiyarlardan biri olan Kuss bin Sâide’nin bu hitabesinden az zaman sonra Kâinatın Efendisine nübüvvet ve risâlet geldi. Fakat, Kuss, bu sırada hayata gözlerini yummuştu. Haliyle, pek yakında geleceğini müjdelediği Efendimizle görüşmek kendisine nasip olmadı

Aradan yıllar geçti. Benî İyad’ın müvahhid ve Hz. İsâ’nın dinine mensup bulunan büyüğü Carud bin Alâ adındaki zât, kavminin ileri gelenleriyle birlikte vasıflarını öğrenmek üzere Resûlullah Efendimizin huzuruna vardı. Peygamber Efendimize ne ile gönderildiğini sorup öğrendikten sonra,

“Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, senin vasfını İncil’de buldum. Seni, Meryem’in oğlu müjdeledi. Sana devamlı selâm olsun ve seni gönderen Allah’a da hamdolsun. Elini uzat. Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve sen Allah’ın Resûlüsün.”

diyerek Müslüman oldu. Onu takiben diğer arkadaşları da İslâmiyet’e girdiler. Bu durumdan fazlasıyla memnun olan Fahr-i Kâinat Efendimiz sordu:

“İçinizde Kuss bin Saide’yi bilen var mı?”

Carud: “Elbette yâ Resûlallah,” dedi, “hepimiz onu biliriz. Hususan ben, hep onun yolunda gidenlerdenim.”

Bunun üzerine Resûl-i Zişân Efendimiz şöyle buyurdular:

“Kuss bin Sâide’nin bir zamanlar ‘Suk-u Ukaz’ da bir deve üzerinde, ‘Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak neyse olur’ diye okuduğu hutbesi hiç hatırımdan çıkmaz. O, bir hayli söz daha söylemişti. Zannetmem ki, hepsi hatırımda kalmış olsun.”

Mecliste hazır bulunan Hz. Ebû Bekir (r.a.) atılarak, “Yâ Resûlallah,” dedi, “ben de o gün Sûk-u Ukaz’da hazırdım. Kuss bin Sâide’nin söylediği sözler hep hatırımdadır. Müsaade buyurursanız okuyayım.” Sonra da mezkur hutbeyi başından sonuna kadar huzur-u Risâlette okudu. Bunun üzerine heyetten de bir kişi ayağa kalktı ve Kuss’un şiirlerinden bir kaçını daha okudu. Bu şiirlerinde de o, Harem-i Şerifte Hâşimoğullarından Muhammed’in (a.s.m.) peygamber gönderileceğini açıkça zikir ve beyan etmişti.
Bütün bunlardan sonra Resûlullah Efendimiz de Cahiliyye Devrinde hidâyet yolunu bulmuş bu bahtiyar için şöyle buyurdu:

“Ümit ederim ki, Cenâb-ı Hak, kıyâmet gününde Kuss bin Sâide’yi ayrı bir ümmet olarak haşreder.”

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Mektubat.

2 Evet, Sultan-ı LEVLÂKE LEVLÂK, öyle bir reistir ki: Bin üçyüz elli senedir saltanatı devam ediyor. Birinci asırdan sonra herbir asırda lâakal üçyüz elli milyon tebaası ve raiyeti vardır. Küre-i Arz’ın yarısını bayrağı altına almış ve tebaası, kemal-i teslimiyetle ona hergün salât ü selâm ile tecdid-i biat ederek emirlerine itaat ederler.

3 Mektubat.

Peygamberimizin Müjdeleyen Bir Rüyası

SEVGİLİ Peygamberimiz, bütün yeryüzüne gönderilmişti. Onun daveti bir ırka, millete, kavme veya yöreye değil, bütün insanlığadır. Onun için Kuran-ı Kerim’de “Ey Araplar!” tarzında bir çağrı cümlesi bulamazsınız. Kuran’daki bütün hitaplar, “Ey insanlar, ey iman edenler” şeklinde geneli kuşatır.

Kuran-ı Kerim, Hz. Peygamber’in misyonunu, “Seni bütün insanlığa müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik” (Bakara 19, Sebe 28, Fatır 24, İsra 105, Furkan 56, Ahzab 45, Fetih 8) cümlesiyle duyurmuştu.

Halbuki kendisinden önce gelen peygamberler belli bir ırka, bölgeye veya kavme indirildi.

İşte bu Peygamber (S.A.V), bütün çabasını insanlığın hidayetine yönlendirdi. Önce imanı öğretti. Allah’a imana ve itaate çağırdı. Sonra Yüce Rabb’e ibadet etmeye, kötülüklerden vazgeçmeye, ahlaki zafiyetleri ıslah etmeye, erdemli tavırlarda bulunmaya davet etti. Bazen konuşarak, bazen konuşturarak, bazen bakarak, sadece lisanı haliyle (duruşuyla), bazen de ikna etmenin en güzel yöntemlerini kullanarak bunu sağlamaya çalıştı.

Bu anlamda Efendimizin gördüğü ve aktardığı bazı rüyalarda önemli yer tutar. O, gördüğü rüyaları paylaşır, sonra da yorumlardı. O’nun gördüğü rüyalar, apaçık ve müjde dolu rüyalardı. İnsanları bağlardı. Çünkü Peygamberlerin rüyaları da bir anlamda vahyin bir parçasıdır.

İşte bu yazımızda, toplumu ıslah etmek için büyük çabalar gösteren Peygamberimizin müjde ve umut dolu rüyalarından birine yer vereceğiz. Efendimiz (S.A.V) buyuruyor:

Dün gece acayip bir rüya gördüm: Ölüm meleği, ümmetimden birinin canını almaya geldi, ana-babasına iyiliği onu çevirdi.

Ümmetimden birini kabir azabı ona açılmışken gördüm. Abdesti geldi, onu bundan kurtardı.

Yine birini şeytan korkutuyordu, zikri geldi, aralarına engel oldu.

Ümmetimden birini gördüm; susuzluktan dili dışarı çıkmış, havza ne zaman gelse men ediliyordu. Orucu geldi, onu suladı.

Ümmetimden birini gördüm; azap melekleri korkutuyordu. Namazı geldi, ellerinden kurtardı.

Ümmetinden birini gördüm; nebiler halka halka oturmuşlardı. Onlara yaklaşmak isteyince kovuluyordu. Gusül abdesti geldi, elinden tuttu. Onu benim yanıma oturttu.

Yine ümmetimden birini gördüm; onun arkası, sağı, solu, üstü, altı karanlık idi. O ise şaşkın halde idi. Haccı ve umresi geldi, onu karanlıklardan çıkardı, nura girdirdi.

Ümmetimden birini gördüm; müminlerle konuşuyor, fakat müminler onunla konuşmuyorlardı. Sıla-i rahim (akrabalarıyla ilgilenmesi) geldi, “Ey müminlerin topluluğu! Onunla konuşun” dedi. Konuştular.

Ümmetimden birini gördüm; ateşin hücumunda kalmıştı. Alev yüzünden eline geliyordu. Sadakası geldi; yüzüne perde, başına gölge oldu.

Ümmetimden birini gördüm; cehennem melekleri onu yakalamış. Emr-i bil-maruf, nehy-i anil-münker (iyiliği emretmesi, kötülükten sakındırması) onu ellerinden kurtardı. Onu rahmet meleklerinin yanına dahil etti.

Ümmetimden birini gördüm; dizleri üzerine oturmuş, onunla Allah arasında hicap var. Güzel ahlakı geldi, elinden tuttu, onu Allah’ın huzuruna girdirdi.

Ümmetimden birini gördüm; sayfası sola uçtu. Allah korkusu (ve Allah’ı sevmesi) geldi, sayfasını yakalayıp sağ tarafa getirdi.

Ümmetimden birini gördüm; mizanı hafif geliyordu. Çok çalışması geldi ağırlaştırdı.

Ümmetimden birini gördüm; cehennemin kıyısında duruyordu. Takva ile hareket etmesi geldi, onu kurtardı, biraz geçti.

Ümmetimden birini gördüm; cehenneme atıldı. Allah için dökülen gözyaşları geldi, onu oradan çıkardı.

Ümmetimden birini Sırat’ta dururken gördüm; hurma dalının titremesi gibi titriyordu. Allah’a olan hüsn-ü zannı (Allah’ı unutmaması ve Allah’ı terk etmemesi) geldi, titremesi durdu. Biraz geçti.

Ümmetimden birini bazen sürünüyor, bazen emekliyor, bazen takılıyor gördüm; bana olan salavatı geldi. Elinden tuttu, onu kaldırdı, Sırat’ı geçti.

Ümmetimden birini cennetin kapısına kadar gelmiş gördüm; kapı içten kapanıyordu. La ilahe illallah şehadeti geldi, kapılar açıldı, onu cennete girdirdi.

Hayatı boyunca hep güzele çağıran bu sevgili davetçinin cennetten sunduğu şu manzara ile yazımızı sonlandıralım: “Cennete girdim. Kuran sesini işittim. Kim bu okuyan diye sordum. Orada bulunanlar cevaben, Numan oğlu Harise’dir, dediler. Harise’nin içinde bulunduğu nimetin sebebi şudur: O, anasına, babasına karşı çok saygılıdır.”

SORALIM ÖĞRENELİM

Radyo, teyp veya televizyonlardan secde ayetlerini dinleyen kimsenin tilavet secdesi yapması gerekir mi?

Kuran-ı Kerim’de on dört yerde secde ayeti bulunmaktadır. Bu ayetleri okuyan veya işiten kişinin, tilavet secdesi yapması gerekir. Tilavet secdesi, ayetteki ilahi mesajı okuyan veya dinleyen kişinin, yaradanına itaatinin ifadesidir. Bu itibarla radyo, teyp veya televizyondan da olsa, ilahi mesajı işiten kişinin, tilavet secdesi yapması gerekir. Ancak, okunan ayetlerin tilavet secdesi olduğunu bilmeyenler, tilavet secdesi yapmakla yükümlü değildirler.

Yatarak Kuran okumak ve dinlemek caiz midir?

Kuran-ı Kerim’i okumak isteyen kimsenin abdest alıp kıbleye doğru oturarak okuması, Kuran’a saygının bir ifadesidir. Ancak Kuran’da, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anmak tavsiye edilmektedir (Ali İmran 3/191). Kuran da Allah’ın zikri olduğundan, herhangi bir saygısızlık kastı olmaksızın, yatarken Kur’an okumak ve dinlemekte sakınca yoktur.

Kadınların özel hallerinde (ádet ve loğusalık) yapamayacakları şeyler nelerdir?

Kadınlar  (hayız) ve loğusalık hallerinde, cinsel ilişkide bulunamaz (Bakara 2/222), namaz kılmaz, oruç tutmazlar (Buhari, hayz 1; Müslim, hayz 14-15). Bu konuda müçtehitler görüş birliği içindedirler. Kadınlar (hayız) ve loğusalık hallerinde kılmadıkları namazları daha sonra kaza etmez, ancak oruçları kaza ederler. Kadınların bu hallerinde, namaz ve oruçtan muaf tutulmaları. Diğer taraftan kadınlar, bu hallerinde müçtehitlerin büyük çoğunluğuna göre Kábe’yi tavaf edemezler. İslam, kadını bu durumda manen ve maddeten temiz ve duru kabul eder. Ancak ibadet konusunda yükümlü kılmak istemez, rahatlatmak ister.

Derleyip Nakleden: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Şeyh Galip’ten “Müseddes Na’tı Şerif-i Nebevî” (Şiir)

Sultan-ı rûsül şâh-ı mümeccedsin efendim 
Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim
Divân-i ilâhide ser-âmedsin efendim
Menşur-ı “le-amrük”le müeyyedsin efendim
.
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammedsin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
.
Hutben okunur minber-i iklim-i bekâda 
Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda
Gülbank-i kudümün çekilir arş-ı Hudâ’da
Esmâ-i şerifin anılır arz ü semâda
.
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
.
Ol dem ki velilerle nebîler kala hayrân 
“Nefsi” deyü dehşetle kopa cümleden efgân
Ye’s ile usâtın ola ahvâli perişân 
Destur-ı şefaâtla senindir yine meydân
.
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
.
Bir gün ki dalup bahr-ı gama fikrete gittim 
İlden yitürüp kendümi bî-hodlıga yitdim
İşyânım anıp âkıbetimden hazer etdim
Bu matlaı yâd eyledi bir seyyîd işittim
.
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
.
Ümmideyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz
Sermaye-i imanı tebâh eylemeyiz biz
Babın koyup agyâre penâh eylemeyiz biz
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz
.
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultan-ı müeyyedsin efendim
.
Bîçâredir ümmetlerin isyânına bakma 
Dest-i red urup hasret ile dûzaha yakma 
Rahm eyle aman âteş-i hicrânına yakma 
Ez-cümle kulun Gâlib-i pür-cürmü bırakma
.
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultan-ı müeyyedsin efendim
.
Şeyh Galib
Paylaşım: Prof. Dr. Himmet Uç

1400 Yıl Önce ve Bugün..

1400 sene önceydi. Allah’ın Resulü (S.A.V) bir meseleden dolayı üzgündü.

Ağır adımlarla “hane-i saadetlerine” doğru ilerliyordu.

Bu, günümüze göre çok fakir saadet evinin kapısını zevceleri Hz Ayşe açtı.

Yüzündeki tebessümle Peygamberi (S.A.V) içeriye aldı. Selamdan sonra Allah’ın elçisi (S.A.V) Hz. Ayşe’ye yanından ayrılmamasını söyledi.

Hz. Ayşe yanına oturdu.

“Konuş ey Ayşe dedi Peygamber! (S.A.V) Konuş da biraz içimiz ferahlasın!”

Ve Ayşe konuşmaya başladı. Allah’ın rahmetinden, merhametinden, Peygamberin (S.A.V) şefkatinden, dünyanın fâniliğinden bahsetti.

O konuştukça Peygamberin (S.A.V) üzüntüsü dağıldı, yüzüne bir tebessüm geldi, ferahladı.

Rabbine şükretti

Tarih: 2000’li Yıllar..

Peygamber (S.A.V) ümmetinden Mehmet Bey’in işyerinde cani sıkılmıştı. Yeni aldığı Opel marka arabasıyla evinin önüne geldiğinde park yerinin dolu olduğunu gördü. Cani bir daha sıkıldı. Arabayı kaldırımın kenarına park ederken söyleniyordu. Onuncu kattaki dairesine çıkarken asansör de çok ağır isliyordu. Sonra kapıyı çaldı. Sıcak bir tebessümle hanımı açtı kapıyı. Yemek hazırlıyordu. O da ne yine çocuklar ayakkabılarını evin kapısında   bırakmışlar, dolaba almamışlardı. “Nerede bu çocuklar?” diye sordu hanımına. Daha sonra da içerideki çocuklarını çağırıp bir güzel fırçaladı. Zaten her zaman böyle yapıp ayakkabılarını dışarıda bırakıyorlardı. Etraf da hırsız kaynıyordu ve Mehmet Bey o ayakkabılara bir sürü para saymıştı. Mehmet Bey içeriye girince “kurt gibi açım dedi. Sofrayı hemen hazırla da yiyelim:”

“Ben sofrayı hazırlıyorum, on beş dakikaya kadar yemek de pişer” dedi hanimi. Mehmet Bey kızgınlıkla baktı hanımına: ” Ben bütün gün iş yerinde bir sürü şeyle uğraşıyorum, kaç tane adamın derdini çekiyorum, sen bir türlü  ben gelmeden şu yemeği yetiştiremiyorsun” dedi. O lavaboda ellerini yıkayıp üstünü değişinceye kadar hanımı yemeği yetiştirememesi hakkında pek çok mazeret sıraladı. Yemeği biraz da bu fırçalar yüzünden koş koş yediler.   Sadece çocuklar aralarında bir iki atıştı. Bu çeşit çeşit yiyeceklerin bulunduğu sofrada pek iştahları da kalmamıştı. Alelacele televizyonun başına oturdu Peygamber ümmetinden Mehmet Bey. Zira ekonomi yine kotu gidiyordu. Borsadaki küçük yatırımı yüzde otuz değer kaybetmişti. Döviz çıkıyordu. Nasıl da ekonomideki bahar havasına aldanıp   dövizdeki parasını borsaya yatırmıştı? İş yerinde durmadan borsayı öven arkadaşını hatırladı kızgınlıkla. Neyse ki başbakan her şeyin kontrol altında olduğunu soyluyordu. Mutfakta isini bitiren hanimi elinde çay tepsisi ile odaya geldi. Çocuklar ders çalışmaya gittiler. Hanımı az önceki olumsuz havayı dağıtmalıydı. Çay içerken biraz havadan sudan bahsetti. Mehmet Bey’in bir kulağı televizyondaydı, bir kulağı hanımında. (Nasıl   oluyorsa!) Hanımı birkaç defa “beni dinliyor musun” diye sordu. “tabi tabi dedi Mehmet Bey, istersen son söylediğini tekrar edebilirim” Biraz sonra yemeğin verdiği rehavetle Mehmet Bey iyice uzandı. Televizyonla hanımı arasında gidip gidip gelmekten de iyice bıkmıştı. Onun gevşediğini fark eden hanimi kafasındaki bombayı patlattı:

– Biliyor musun x şirketi buzdolabını, çamaşır ve bulaşık makinesini ayda yüz liraya veriyormuş.

– İyi bizde bunların üçü de var.

– Olur mu, bak karsıdaki Selda Hanımlar üçünü de değiştirdiler. Her şeyleri ye yeni oldu. Bizim bulaşık makinesi öldü ölecek. Buzdolabı da artik yetmiyor. Çocuklar büyüdü. Çamaşır makinesi de çok enerji yakıyor. Şöyle A sınıfı bir şey alalım da elektrikten tasarruf edelim. Bunları da veririz bir fakire, sevap isleriz. Bak zaten.. Mehmet Bey’in kafası karıncalanmaya başlamıştı. Artık iki kulağı ile hanımını ve televizyonu takip edemez olmuştu. Oysa her ikisi de mutemadiyen konusuyor ve bir şeyler anlatıyordu. Kendi kendine söylendi

– Sus be Ayşe ya! Sus da biraz içimiz rahatlasın. Ne bu böyle her gün dır dır dır..” 

Tabii ki bu sözü Ayşe Hanım duymadı.

O konuşmasına devam ediyordu.

Bu cümleyi 1400 kusur sene önce hanımına “Konuş ey Ayşe!” diyen Peygamber’i duyan melekler işitti.

Sonra da yüzyıllar önce hanımına;

“Konuş ey Ayşe  içimiz ferahlasın, diyen bir Peygamberin (S.A.V)ümmetinin bugün nasıl olup da, sus ey Ayşe, sus da biraz içimiz acilsin” noktasına geldiklerine şaşırıp durdular.

Ne erkekler Peygamberimiz (s.a.v) gibiler…

Ne de kadınlar Hz. Ayşe gibiler…

 NE ACI DEGIL MI?