Etiket arşivi: peygamberimiz

Batılı Aydınların Gözüyle Peygamberimiz -2

Batı dünyasına önderlik yapmış olan aydınların gözüyle Hz. Muhammed (s.a.v)

Almanya’nın yetiştirdiği en büyük aydınlarından olan ve buradaki en büyük üniversiteye ismi verilen ünlü filozof GOETHE’nin beyanatı: “Biz Avrupa milletleri, bütün medeni imkanlarımıza rağmen Hz. Muhammed’in (s.a.v) son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki hiç kimse, O’nu geçemeyecektir.” (GOETHE)

“İnsanların büyüklüğü ne ile ölçülürse ölçülsün, Hz. Muhammed’den (s.a.v) daha büyük bir insan gelmeyecektir.” (LAMARTİNE)

“…Ben bu şayan-ı hayret insanı inceledim. Benim görüşüme göre, O’nu insanlığın kurtarıcısı olarak tanımak lazımdır. Daha şimdiden, benim milletime ve diğer Avrupa milletlerine mensup birçokları, Hz. Muhammed’in (s.a.v) dinine girmiş bulunuyorlar.” (Bernard SHAW)

 “İslamı seçmekle çağı seçtim. İslam’ın büyük peygamberi, “yarın ölecekmiş gibi ahirete, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışın!” derken, herşeyi anlatmıştır. İslam, hem maddeye, hem manaya hükmetmiştir. (Reca CARUDİ)

Alman Devletinin Kurucusu PRENS BISMARK’ın beyanatı:

“Muhtelif devirlerde, insanlık alemini idare etmek için yaratıcı tarafından geldiği iddia olunan bütün semavî kitapları tam ve etrafıyla inceledimse de, tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir ev halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin MUHAMMEDİ’lerin Kur’anı, bunların dışındadır. Ben Kur’anı her yönden inceledim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. MUHAMMEDİ’lerin düşmanları, bu kitap MUHAMMED’in sözleri olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel, hattâ en mütekâmil bir dimağdan böyle hârikanın zuhurunu iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder ki; bu da ilim ve hikmeti inkar etmek manasına gelir.

Seninle aynı asırda yaşayamadığımdan çok üzgünüm ey MUHAMMED! Öğretmenliğini yapıp tüm insanlara ulaştırmaya çalıştığın bu kitap (Kur’an), senin değildir; o Yaratıcının katındandır. Bu kitabın yaratıcının katından olduğunu inkar etmek, bütün ilimlerin inkarını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, tüm insanlık alemi senin gibi her bakımdan mükümmel bir insanı bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.” PRENS BISMARK

Fıransızların meşhur tarihçisi LAMARTİNE’nin beyanatı:

“Modern tarihinin en büyük şahsiyetlerini bile MUHAMMED’le (s.a.v) kıyaslamaya kim cesaret edebilir? Çağımızın en meşhur şahsiyetleri ancak maddi kuvvetler kurdular. Halbuki MUHAMMED (s.a.v), hukuk sistemlerini, kavimleri, dünyanın üçte birini ve üzerindeki milyonlarca insanı harekete geçirip, kötü alışkanlıklardan kurtulmalarını sağlayarak ahlaklı ve dürüst hale getirdi.” (LAMARTİNE)

Dünyada çok meşhur olan İskoç asıllı yazar ve filozof THOMAS CARLYLE ‘’Kahramanlar’’ adlı kitabında Hz. MUHAMMED’in (s.a.v) nasıl bir şahsiyet olduğunu adeta tüm dünyaya meydan okuyarak şu sözlerle ifade etmişti: “Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti insan dehasının üç ölçüsü ise, modern tarihin en büyük şahsiyetlerini dahi, Hz. MUHAMMED ile mukayeseye kim cüret edebilir ki?”  (Thomas CARLYLE)

Yazdığı romanları dünyada herkes tarafından okunan ve klasikler arasında kendine yer edinen Rus Yazar TOLSTOY, Peygamber Efendimizin hadislerini derleyerek bir kitap yazmıştı. İşte Tolstoy’un, Rusya’da yazdığı fakat komünizm dönemde halka gösterilmesinde sakınca görülen kitabındaki beyanatlarından biri: ”MUHAMMED (s.a.v) her zaman Evangelizmin (Hıristiyanların) üstüne çıkıyor. O insanı ALLAH saymıyor ve kendini de ALLAH ile bir tutmuyor. Müslümanların ALLAH’tan başka ilahı yoktur ve MUHAMMED O’nun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur. Eğer insan seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her Hıristiyan ve her bir insan şüphe ve tereddüt etmeden MUHAMMED’iliği, tek ALLAH’ı ve O’nun peygamberini kabul ederdi.” (TOLSTOY)

Batılı Aydınların Gözüyle Peygamberimiz

“Müslümanlık, Afrikalıları medenîleştirmiş, onları sanayi, ticaret vesair işleri inkişaf ettirmeğe sevk etmiştir. Müslümanların irşadıyla ve İslâmiyetin tesiriyle Afrika’nın her tarafında muhteşem şehirler tesis olunmuştur. Avrupa’lı seyyahlar buraları ziyaret ederek onları hemşehrilerine tavsif ettikleri zaman, Avrupalılar bunların ihtişamına inanmak istememişlerdi.” (Profesör Tomas Arnold’un “İslâm Tebliği” adlı eserinden. Bu eser “İntişar-ı İslâm Tarihi” ünvaniyle merhum Halil Hâlid Bey tarafından tercüme olunmuş ve Âsâr-ı İlmiye Kütübhanemiz tarafından neşrolunmuştur.)

“İnsanlığa hizmet, Müslümanlığın şiarı ve medar-ı iftiharıdır. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlık cihanşümul uhuvvet esaslarını ihtiva ve muhafaza etmiştir. İnsanlık bu esası kabul ve onunla âmil olduğu zaman mes’ud olacaktır.” (Hindistan’ın millî rüesasından Sarocni Neyda namındaki büyük kadının Londra’daki Voking câmiinde Müslümanlara hitaben îrad ettiği ve İslâm Mecmuası’nın 1920 senesinin Kânunusânisi nüshasında intişar eden nutkundan)

“İslâm çocukları, tahsillerine Kur’anla başlıyorlar. Çünki Kur’an, bütün dinî, dünyevî hakikatlerin menbaıdır. Fakat bu mekteblerin yanlarında, yine Kur’anın ilhamıyla, felsefe ve hikmet medreseleri vücud bulmuş, bilâhere bu medreseler, dârülfünunlar olmuştur. Bundan dolayıdır ki, Afrika’nın bugün bile dünyanın en karanlık noktası tesmiye olunan köşeleri fikrî, maddî terakkiler itibariyle muasırı olan Avrupa memleketlerinden çok yüksek bulunuyordu.” (Müslümanların asrî medeniyet üzerindeki tesiratı hakkında bir nutuk îrad eden H. S. Lider’in beyanatından)

“İslâmiyetin intişar ettiği sahalarda milletlerin seviyesini yükseltmek hususundaki büyük himmetlerini nazar-ı dikkate almamak mümkün değildir. Bu din sayesindedir ki, Afrika zencileri medeniyet ruhunu temsil edebilmişler ve aralarında adlî ve medenî idare tesis etmişlerdir. Müslümanlık bu akvam arasında bir hars ve bir medeniyet vücuda getirmiştir. İslâmiyetin istinadgâhı Kur’andır ve bu Kur’an bir berat-ı necattır.” (Mister Y. Moreyl’in 1922 de “Şimal Nicer” hakkındaki îrad ettiği nutuktan.)

“Kur’anın Medine’de nâzil olan âyetleri, İslâm cem’iyetini idare eden ve doğru yola sevk eden âyetlerdir.” (Stanley Lenpal’in “Kur’andan İntihablar” adlı eserinden)

“Kur’an dün olduğu gibi, bugün de mütemadiyen mütezayid insan kitlelerinden sadakat ve teslimiyetle karşılanmaktadır. Kur’an, putperestlik aleyhinde müttehid bir cephe vücuda getirmiştir.” (J. T. Batani’nin “Müslümanlık ve Akdeniz diyanetleri” adlı eserinden)

“Müslümanları medeniyet, hendese, heyet, mimarî, sanayi-i nefise ve felsefeyi inkişafa sevk eden zaferler, ancak Kur’anın insanları birleştirerek onları fazl-ü irfan servetini elde etmeye sevk etmesinden ileri gelmektedir.” (İngiltere’nin en büyük mütefekkir ve muharrirlerinden H. G. Vels)

“Müslümanların dini, Kur’an dinidir. Bu din, müsalemet, emniyet ve huzur dinidir.” (Piskopos Volter Meron’un “Müsalemete en doğru yol” adı ile Petersburg kilisesinde îrad ettiği konferanstan)

“Kur’anda siyasî riyakârlığı zerre kadar ifade eden hiçbir kelime yoktur. West Minister gazetesinin pek haklı olarak söylediği vechile, şarkta müstebid hükümdarları ve cebbarları zulüm ve ceberuttan men’eden bir şey varsa; o da onların karşılarında korkusuz ve lekesiz bir mürşidin okuduğu bir Kur’an âyetidir.” (Ud Frey Hicts)

“Kur’an, ihraz ettiği neticeler ve en muktedir iyi insanların dimağları üzerinde icra ettiği tesirlerle muhakeme olunduğu zaman, dünyanın en mukaddes ve en mükemmel kitabı olduğu anlaşılır.” (Leonard’ın “İslâmiyet ve ahlâkî ve ruhanî kıymeti” eserinden)

“Kur’anın kadr ü kıymetini, azametini, faziletini ve birçok nokta-i nazarlardan güzelliğini inkâr etmek, akıl ve mantıktan mahrum olmak olur.” (Londra’da intişar eden Near East “Şark-ı Karib” mecmuasının 13 Nisan 1922 tarihli nüshası)

 “Son bin üç yüz senelik buhranlar ve ihtilaller içinde Kur’an Türklerin, İranlıların ve Müslüman Hindlilerin kitabı olarak payidar olmuştur.” (Edvar Denison Ros’un “Sel”in Kur’an tercümesinin son tab’ına yazdığı mukaddemeden)

“Kur’an insanlara mükemmel bir terbiye dersi verdikten başka, onlara hayat-ı hususiyelerinde ahlâklı, âlîcenab, hayırperver, cesur ve şeci’ olmayı ve bütün Müslümanları sevmeyi öğretmektedir.” (Mister Arnold Havayt, İslâm Mecmuası, 1916 senesi Mayıs nüshası)

“Hakikat-ı halde imanın hakikî kitabı, fikre itminan veren kitab, ancak Kur’andır.” (Prencapta Siyh mezhebinin müessisi Baba “Nanak”ın Genem Sakihi adlı eserinden)

“Müslümanlık, medeniyetin meş’alkeşi olan Kur’ana müsteniddir. İslâmiyetin başlıca hususiyeti, hars ve medeniyetin esası, belki de en büyük rüknü olmaktır.” (Doktor İshak Teylor’un Times gazetesinde intişar eden bir konferansından)

“İslâmiyetin başlıca muvaffakıyeti, esasatını tatbike muvaffak olmasıdır.” (Herbert)    “Kur’an her asırda izini bırakmağa namzeddir.” (Mister Rodwell, Kur’anın İngilizce mütercimi)

“İslâm orduları Suriye’yi fethettikleri, yahut muzaffer bayraklarını Afrika’ya diktikleri, yahut Karadeniz’e vardıkları zaman, Kur’an hep beraberlerinde idi. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlar fethettikleri memleketlerde mezalim irtikâb etmemişler ve bir millete Müslümanlığı kabul ettirmek için onu kılınçtan geçirmemişlerdir.” (Bolinson)

*  “Kur’an, Müslümanlara bir faikiyet hissi vermiştir. Bu öyle bir histir ki, büyük milletleri terakkiye sevk eden en büyük kudret olmuştur.” (Profesör Margolyt’un “Muhammedîlik” eserinden)

Nur Çeşmesi

İnsanlık Sana Muhtaç Ey Nebî!

O’na iman eden, Onu destekleyen, Ona yardım eden ve Onunla indirilmiş olan Nûr’a uyan kimseler, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (A’râf sûresi, 7/157)

İnsanlık Sana muhtaç,
Emrin başımızda taç,
Namazın oldu mi’râc,
Adın (S.A.V) dertlere ilaç…

Ey doğuşu özlenen ve ilk insandan beri yolu gözlenen Nebî !
Ey şefkat ve merhamet ufkuna erişilmez muhteşem zirve !
Ey Hira’dan ufkumuza doğan İlâhî Rahmet !
Ey Cenâb-ı Hakk’ın Nûr’u, âlemlerin gururu ve sürûru !

Günahkâr, âsî, yolunu kaybetmiş insanlığa yeniden senin rehberliğinde ve önderliğinde zulmetten Nur’a çıkışın, Kur’ânca, Sünnetçe bakışın yolunu gösteriver de; daralan gönüller rahatlasın, tıkanan işler çözülsün, ağlayan yetimler gülsün, mazlumlar sevinsin, günahlar silinsin, helal gıdalar yenilsin, tembeller silkinsin, gaflet perdesi delinsin, kötüler ve kötülükler çekilsin, arza adalet insin, feryatlar dinsin, gönüller incinmesin, zalimler sevinmesin, haksızlar gülmesin, insanlık yeniden dirilsin, hak-hukuk bilinsin, Sünnetin hâkim olsun, gönüllere nur, ruhlara sevinç dolsun!…

Seni gönderen Zât-ı Zülcelâl’in ve Senin hakemliğinde tağûtî düzenler ve sistemler yerine Semâvî mesajlar çınlasın kulaklarda ve yerleşsin kalplerde…

Yerleşsin ki; akan kanlar, işlenen günahlar, kirlenen yer ve gök temizlensin O rahmet esintileriyle…

Kavgalar barışa, şerler hayra, karanlıklar nura dönüşsün.

Hanelerdeki keşmekeşlik, huzursuzluk bertaraf olsun, bozulan aile yapısı mutlulukta zirve yapsın, sosyal denge, psikolojik travmalar yerini sulh ve sükûna, barış ve kardeşliğe bıraksın.

Çünkü Sen (a.s.m), tüm dünyanın problemlerini bir kahve içimi süresinde halledebilecek donanımla gönderildin.

İnsanlığa hidayet rehberinle, hastalıkların teşhisiyle elindeki eşsiz reçete ile indin cahiliyye çağının ortasına…

Medeniyet öğrettin vahşilere, nezaket dersi verdin devrin ve devirlerin cebbarlarına…

Çünkü Senin getirdiğin Nûr ile görmeyenler bile görür, işitmeyen kulaklar işitir, kapalı kalpler açılır, yolunu şaşıranlar istikameti bulur hale geldiler.

Çünkü Sen; en mükemmel üstad, şaşmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber, Kur’ân’ın tercümanı, en mükemmel insan, en mükemmel mürşid, en mükemmel öğretmen, en büyük dellâl, Kâinatın mânevî güneşi, insanlığın şanlı bülbülü, umum cennet ehlinin reisi, insanlığın iftihar vesilesi oldun.

Senin getirdiğin NUR’a gözünü kapayanlar, gündüzleri kendilerine gece yaparlar.

Sana uyanlar, sana uyananlar, gür sadânı duyanlar, ona uyanlar hep kazandılar. Barışa, özgürlüğe, mutluluğa susayanlar hep seni andılar, güzele, doğruya, huzura, hakka kanatlandılar.

Gözlerini kapayanlar, ebedî kalacaklar sandılar ve aldandılar…

Hoş geldin âlemimize, şefkat getirdin gönlümüze, bizi anlattın bize. Rabbimizi tarif ettin hepimize. Kâinat sarayının sırrını çözdün ders verdin bize

Salât, Selâm; Kâinatın iftihar tablosu, Rahmet Nebîsi, şefkat öncüsü ol Resûl’e, O’nun kutlu sahâbîlerine ve kıyâmete kadar O’na tâbi olanlara olsun.

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

NOT: Müdakkik ve muhakkik muhterem NurNet.ORG okuyucularının ve âlem-i İslâm’ın Mevlid kandilini tebrik ediyorum. İsmail Aksoy

Zamanın Ashabı Uhdudları

Yüce kitabımız Kuran Kerim ehli Hakkın  ve küfür ehlinin  mücadelesini anlatan kıssalarla doludur.Bu kıssaların çoğu Peygamberlerin kıssaları olmakla birlikte insanlara ders vermek amacı ile aktarılan  başka kıssalarda vardır. Son zamanlarda Mısırda yaşanan olaylar ve Müslümanların Mısırda yaşadığı katliamlar bana Kuranda geçen Ashab-ı Uhdud kıssasını hatırlattı. Ashab-ı Uhdud, hendek veya çukur halkı anlamına gelmektedir.

Bu kıssa hangi tarihte ve ne zaman yaşandığı tam olarak bilinmemektedir.Fakat  Ashab-ı Uhdud kıssası ile ilgili Müslim, Suhayb İbn Sinan er-Rumi’den Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

Sizden  öncekiler arasında bir kral vardı,  onun da bir büyücüsü vardı. Büyücü yaşlanınca, krala şöyle dedi: Ben yaşlandım, kendisine büyü öğretmek için bana bir çocuk gönder. O da öğretmek için kendisine bir çocuk gönderdi. Çocuk yolda gelip giderken bir rahibe rastladı. Yanına oturarak konuşmasını dinledi ve söylediklerini beğendi. Artık ne zaman büyücünün yanına giderse rahibe uğrar, yanında otururdu. Büyücüye geldiğinde de, büyücü kendisini döverdi. Çocuk bunu rahibe şikâyet etti. Rahip şöyle dedi:“Büyücüden  korktuğun  vakit,  beni  ailem  salmadı, ailenden korktuğun vakit de beni büyücü salmadı, deyiver.”

Çocuk yolda giderken, büyük bir hayvana rastladı. Bu hayvan insanların yolunu kapatmıştı. Kendi kendine “Büyücü mü üstün, yoksa rahip mi bugün anlayacağım” dedi. Bir taş alarak “Allah’ım! Eğer rahibin işi senin yanında büyücünün işinden daha makbul ise, bu hayvanı öldür de insanlar işlerine gitsinler” dedi ve taşı attı. Hayvanı öldürdü. İnsanlar da işlerine gittiler. Arkasından rahibe gelerek olayı anlattı.

Rahip ona: Ey oğul, bugün sen benden daha üstünsün. Senin durumun gördüğüm aşamaya ulaşmıştır. Sen kesinlikle imtihan olunacaksın. Şayet imtihan olunursan, benim nerede olduğumu kimseye söyleme. Çocuk körleri ve cüzamlıları iyileştiriyor, diğer insanları tedavi ediyordu. Derken kralın yakınlarından kör olmuş birisi bunu işitti ve kendisine birçok hediyeler getirerek “Beni iyileştirirsen, şu şeylerin hepsi senin olsun “dedi.

Çocuk, “Ben hiç kimseyi iyileştiremem. Şifayı ancak Allah verir. Sen Allah’a inanırsan, ben ona dua ederim, o seni iyileştirir” dedi. Adam Allah’a iman etti. Allah da onu iyileştirdi. Daha sonra kralın yanına gelerek eskiden oturduğu gibi oturdu.

Hükümdar ona; senin gözünü kim geri getirdi diye sordu. Adam, Rabbim, diye cevap verdi. Kral; senin benden başka rabbin mi var dedi. Adam; Benim rabbim de, senin rabbin de Allah’tır, dedi. Bunun üzerine kral adamı hapsettirdi ve işkenceye başladı. Sonunda   adam, çocuğun yerini söyledi. Çocuğu da getirdiler. Kral ona “Ey oğulcuğum! Büyücülüğün, körleri ve cüzamlıları iyileştirecek ve şöyle şöyle yapacağın seviyeye gelmiştir” dedi.

Çocuk “Ben hiçbir kimseyi iyileştiremem. İyileştiren ancak Allah’tır” dedi. Bunun üzerine hükümdar onu da hapsetti ve işkenceye başladı. Sonunda çocuk rahibin yerini söyledi. Rahibi de getirdiler. Kendisine “Dininden dön!” dediler. O kabul etmedi. Derken kral bir testere istedi ve onu başının ortasından ikiye böldü, iki parçası yere düştü. Sonra kralın adamlarından olan adam getirildi ve kendisine; dininden dön denildi. O da kabul etmedi. Hemen testereyi başının ortasına koyarak yardı ve iki parçası yere düştü. Sonra çocuk getirildi. Ona da dininden dön denildi. Fakat o da kabul etmedi. Bunun üzerine çocuğu yanındakilerden bazı kişilere vererek; “Bunu filan dağa götürün. Dağın üzerine çıkarın, zirveye ulaştığınızda dininden dönerse ne ala, dönmezse aşağı atın” dedi. Çocuğu götürdüler ve dağa çıkardılar.

Çocuk “Allah’ım! Dilediğin şekilde benim adıma bunların hakkından gel!” dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve aşağı düştüler. Derken çocuk yürüyerek krala geldi. Kral ona “arkadaşların sana ne yaptılar?” dedi. Çocuk “Onlar hakkında Allah bana kâfi geldi” dedi. Kral onu yine yanındakilerden birkaç kişiye vererek; “Bunu götürün, bir gemiye bindirerek denizin ortasına varın. Eğer dininden dönerse, ne ala, dönmezse, denize atın” dedi.

Çocuğu götürdüler. O yine “Allah’ım! Benim adıma dilediğin şekilde sen bunların hakkından gel!” diye dua etti. Hemen gemileri alabora oldu ve boğuldular. Çocuk yine yürüyerek krala geldi. Hükümdar ona “arkadaşların sana ne yaptılar?” diye sordu. Çocuk “benim adıma Allah onların hakkından geldi!’ dedi ve şunu ekledi: “Sana emredeceğim şeyi yapmadıkça, sen beni öldüremezsin.” Hükümdar; nedir o dedi. Çocuk şöyle dedi: Halkı bir yere toplarsın ve beni bir ağaca asarsın. Sonra dağarcığımdan bir ok alırsın. Bu oku yayın ortasına yerleştirir ve “bu çocuğun rabbi olan Allah’ın adıyla” diyerek bana atarsın. Bunu yaparsan, beni öldürürsün, dedi.

Kral hemen halkı bir yere topladı ve çocuğu bir ağaca astı. Sonra dağarcığından bir ok aldı ve oku yayın ortasına koydu. Sonra; “Bu çocuğun rabbi adıyla” diyerek çocuğa attı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini şakağına, okun vurduğu yere koydu ve öldü. Bunun üzerine halk “Çocuğun rabbine iman ettik! Çocuğun rabbine iman ettik! Çocuğun rabbine iman ettik!” dediler. Hemen krala gidilerek “Ne buyurursun, vallahi korktuğun başına geldi. Halk iman etti” denildi. Bunun üzerine kral yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti ve kazıldı. Ateşler de yakıldı ve “Kim dininden dönmezse buraya atın” dedi yahut krala sen at, denildi. Bunu da yaptılar. Nihayet yanında bir çocuğu olan bir kadın geldi, kadın oraya düşmekten çekindi. Bunun üzerine çocuk ona “Anneciğim! Sabret! Çünkü sen hak üzeresin” dedi.” (Müslim, Kitabu’z-Zuhd ve’r-Rekaik,17)

Bu olayda sözü edilen “Ashabı-ı Uhdûd”, bazılarının sandığı gibi hendeğe atılıp yakılan müminler değil, müminleri ateşte yakan zalimlerdir. Günümüzde de Mısırda,Arakanda Müslümanları katledenler gibi Ashâb-ı Uhdûd’un yolunda giden bir çok zalim vardır. Fakat bu zalimlerin akıbeti de ehli hakka çukur kazıp;ateş yakıp içine atan zalimlerden farklı olmayacaktır.Bunların sonu da cehennem olacaktır.

HAMİT DERMAN

Miraç Kandili İle İlgili Sorular ve Cevapları

Feyiz ve bereketin coştuğu mübarek gecelerimizden biri de Miraç Gecesidir. Miraç bir yükseliştir, bütün süfli duygulardan, beşeri hislerden ter temiz bir kulluğa, en yüce mertebeye terakki ediştir. Resulullahın (a.s.m.) şahsında insanlığın önüne açılmış sınırsız bir terakki ufkudur. Bu ulvi seyahat, mucizelerin en büyüğüdür. Miraç mucizesi Kur’ân-ı Kerimde âyetlerle anlatılmış ve varlığı inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya konmuştur. Bu îlâhî yolculuğun ilk merhalesi olan Mescid-i Aksâya kadarki safha Kur’ân’da şöyle anlatılır:

Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.” (İsra Suresi, 1)

Miraçın ikinci merhalesi de Mescid-i Aksâdan başlayarak semânın bütün tabakalarından geçip tâ İlâhi huzura varmasıdır. Bu safha da Necm Sûresinde şöyle’ anlatılır:

O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi O’nun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki suretinde gördü. Sidre-i Müntehâda gördü. Ki, onun yanında Me’vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre’yi Allah’ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.” (Necm Suresi, 7-18.)

Miraç nasıl oldu?

Miraç, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ’ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmesidir.

Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam Mescid-i Haramdan (Mekke’den), Mescid-i Aksâ’ya (Kudüs’e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi. Kudüs’e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa’nın makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ’ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miraçını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu.

Bir rivayette Hz. İsa’nın doğduğu yer olan Betlaham’a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü’s-Sahra’nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Miraça yükseldi.

Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler.

Bundan Sonra Hz. Cebrail ile birlikte imkân ile vü-cub ortası (kâinatın bittiği yer) Sidretü’l-müntehâ’ya geldiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam orada ikisi gizli, ikisi açıktan akan (Nil, Fırat) dört nehir gördü. Sonra hergün yetmiş meleğin ziyaret ettiği Beytü’l-Ma’mur’u ziyaret etti.

Hz. Cebrail’in buradan öteye gitmesi mümkün değildi. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bundan sonra Refref adında bir vasıta ile zaman ve mekândan münezzeh (uzak) olan Cenab-ı Hakkın cemaliyle müşerref oldu.

Süleyman Çelebi’nin dediği gibi

Aşikâre gördü Rabbü’l-izzeti/Âhirette öyle görür ümmeti” İnşaallah…

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Rabbinin huzurundan döndükten sonra Hz. Musa ile karşılaştı., “Allah ümmetine neyi farz kıldı?” diye sorunca, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam “50 vakit namaz” buyurdu.

Hz. Musa’nın, “Rabbine dön, azaltması için Rabbinden niyazda bulun, ümmetin buna güç yetiremez” demesi üzerine, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, beş sefer Cenab-ı Hakka niyazda bulundu, her seferinde 10 vakit indi, sonunda beş vakitte karar kıldı.

Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail’in rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke’ye döndü.

Sabah olunca Kabe’nin yanında Mekkelilere Miraçı anlattı. Onlar Peygamberimizden delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam de onlara yolda gördüğü kafilelerinden haber verdi. Kureyşliler hemen kafileleri karşılamak için Mekke dışına çıktılar. Gelenleri aynen Peygamberimizin Aleyhissalâtü Vesselam haber verdiği gibi gördüler, ama iman nasip olmadı.

Ama yine de Peygamberimizden üst üste Miraça çıktığına dair delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Kudüs’e, Mescid-i Aksâ’ya uğradığını anlatınca Kureyşliler, “Bir ayda gidilebilen Bir yere Muhammed nasıl bir gecede gidip gelebilir?” diye itiraz ettiler, ardından da Mescid-i Aksâ’yı görmüş olanlar, “Mescid-i Aksâ’yı bize anlatır mısın?” diye Peygamberimize soru yönelttiler.

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam şöyle anlattı:
Onların yalanlamalarından ve sorularından çok sıkıldım. Hatta o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak birden Beytü’l-Makdis’i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü’l-Makdis’in kaç kapısı var?’ diye sordular. Halbuki ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü’l-Makdis karşımda görününce ona bakmaya ve kapılarını teker teker saymaya ve anlatmaya başladım.

Bunun üzerine müşrikler:
Vallahi dos doğru tarif ettin” dediler, ama yine de iman etmediler.

O esnada Hz. Ebû Bekir çıkageldi, müşrikler durumu ona haber verdiler. Hz. Ebû Bekir, “Eğer bu sözleri ondan duymuşsanız seksiz şüphesiz doğrudur” diyerek hemen tasdik etti ve bundan sonra Hz. Ebû Bekir “Sıddîk, tereddütsüz inanan” ünvanını aldı.

Peygamberimiz neden mirac’a çıktı?

Bir padişahın iki türlü konuşması vardır. Biri, bir vatandaşla telefon ederek küçük bir meseleyi görüşmesi. Diğeri de devlet başkanı, halifelik yönü ve milletin idarecisi olarak, emirlerini her tarafa duyurmak için özel bir elçisi ile konuşması, sohbet etmesi, onun aracılığı ile ferman yayınlamasıdır.

Bu örnekte olduğu gibi Cenab-ı Hakkın da kulları ile iki tarzda muhatap olması vardır. Biri, özel ve cüz’i, diğeri de geniş ve genel mahiyette bir konuşması. Cenab-ı Hakkın bazı velilerle özel ve cüz’i anlamda ilham etmesi birinciye örnektir.

Ama Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün velayet mertebelerinin üstünde bir büyüklük ve yücelikte, kâinatın Rabbi, bütün varlıkların Yaratıcısı olarak Cenab-ı Hakkın sohbetine müşerref olması ise ikinci ve mükemmel olanına misaldir.

Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam elçiliği iki taraflıdır. Birisi halktan Hakka, diğeri de Haktan halka. Birisi mi’râcin bâtıni tarafı olan velayet yönüdür, diğeri de zahiri tarafı olan risalet yönüdür.

Yani Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam bizi temsilen Cenab-ı Hakkın huzuruna çıktı, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkların ibadet, kulluk, tesbih ve zikirlerini toplu olarak (askerin komutana tekmil vermesi gibi) arz etti. Bu yönüyle Miraç halktan, insanlardan, varlıklardan Hakka bir gidiştir. Diğeri de Cenab-ı Hakkın biz kullarından istediklerini, emir ve yasaklarını Resul olarak getirmiştir. İbadetlerin özü ve esası olan beş vakit namazı Miraç hediyesi olarak getirmesi gibi…

Peygamberimiz, Allah ile nasıl görüşebilir?

Soru: “Bize herşeyden daha yakın olan Cenab-ı Hakka binlerce senelik mesafeyi aşarak yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Rabbiyle görüşmesi ne demektir?

Cenab-ı Hak herşeye herşeyden daha yakındır, fakat herşey O’ na sonsuz şekilde uzaktır.
Meselâ, güneşin insan gibi aklı olsa da bizimle konuşacak olsa, elimizdeki ayna aracılığıyla bizimle konuşabilir.
Diğer taraftan biz bir çeşit ayna olan gözümüzle güneşe yaklaşabiliyoruz. Oysa güneş bize 150 milyon km. uzaklıkta bulunuyor, hiçbir şekilde ona yanaşamayız. Güneşe bir derece yaklaşmak için ancak Ay kadar büyümek lazım. Bu da mümkün değildir.
Bu misalde olduğu gibi, gerçek anlamda Cenab-ı Hak herşeye yakındır, ama herşey ona sonsuz derece uzaktır. Ancak Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam, Cenab-ı Hakkın lütfuyla bir anda binlerce perdeyi geçerek Miraça yükselmiş; bütün manevi mertebeleri aşarak huzura varmıştır.

Bir insan nasıl göklere çıkabilir?
Soru: “Bunun bir örneği var mıdır? Bir uçak ancak 10-15 bin metre yukarı çıkabiliyor, bir uzay gemisi ancak Ay’a ve Venüs’e ulaşabiliyor. Bir insan birkaç dakika gibi kısa bir sürede milyonlarca metre uzaklara nasıl gidip gelebilir?

Yerküremiz, yani Dünya bir yılda yaklaşık 188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada döner, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alır. Bu muazzam hareketi ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kudret, bir insanı Arş-ı Âlâya getiremez mi? Güneşin çevresinde o ağır cisim olan dünyayı gezdiren bir hikmet bir insan bedenini şimşek gibi Rahman’ın Arşına çıkaramaz mı?

Peygamberimiz sadece ruhuyla gitse olmaz mıydı?
Soru: “Öyleyse ise neden Miraça çıktı? Ne lüzumu var? Evliya gibi ruhu ve kalbi ile gitse yetmez miydi?

Cenab-ı Hak görünen ve görünmeyen âlemlerdeki güzellikleri göstermek için, kâinat fabrikasını ve merkezini gezdirmek, insanlığın amel ve ibadetlerinin âhiretteki neticesini göstermek için Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamı oralara davet etmesi gayet makuldür. Sadece ruhu ve kalbi ile değil, bu seyahate bedeninin de iştirak etmesi gerekir.

Görünen âlemin anahtarı olan gözünü, işitilen âlemin anahtarı olan kulağını Arşa kadar birlikte alması gerektiği gibi, ruhunun sayısız görevlerini üstlenen âlet ve makinesi hükmünde olan mübarek bedenini Arşa kadar çıkarması akıl ve hikmet gereğidir.

Zaten Cenab-ı Hak Cennette bedeni ruha arkadaş ediyor. Çünkü pekçok kulluk görevine ve sınırsız lezzetlere ve acılara beden kaynaklık etmektedir.

Öyle ise bu mübarek beden ruha arkadaşlık edecektir. Cennette ruh bedenle birlikte olacaksa Cennetü’1-Me’vâ’nın gövdesi olan Sidretü’l-Müntehaya Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın zatının arkadaşlık etmesi hikmetin tâ kendisidir.

Peygamberimiz Miraça sadece ruhen çıkmış olsaydı, zaten mucize olmazdı. Çünkü her veli ruhen ve kalben o âlemlere çıkabiliyor.

Peygamberimiz kısa zamanda nasıl gidip geldi?
Soru: “Birkaç dakikada binlerce yıllık mesafeye gidip gelmek aklen mümkün müdür?

Cenab-ı Hakkın sanatında hareket ve hızın derecesi farklı farklıdır. Sesin hızı ile ışığın hızı, elektriğin hızı, hatta ruhun ve hayalin hızı birbirinden bütünüyle farklıdır. Gezegenlerin hızları da birbirinden farklıdır. Meselâ ışığın hızı 300.000 km/sn iken sesin hızı 360 km/sn’dır.

Acaba Peygamberimizin lâtif bedeninin yüce ruhuna tabi olması, ruh hızında hareketi nasıl akla ters gelebilir?

Yine bir insan on dakika uyusa bazı olur ki, bir yıllık iş görebilir. Hatta bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, rüyada işittiği sözleri, konuştuğu kelimeleri toplansa uyanıkken bir gün, belki daha fazla bir zaman gerekir.

Demek ki bir zaman dilimi iki kişiye göre değişebiliyor, birisine bir gün, diğerine de bir yıl hükmüne geçebilir.

İşte Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam, Burak’a binerek şimşek gibi bütün kâinatı gezip İlâhi huzura çıkıp Rabbiyle sohbet şerefine ermiş, Onun cemalini görmüş, emirlerini alıp dönüp gelmiştir.

Miraçın benzeri bir olay var mıdır?
Soru: “Peygamberimizin Miraça çıkması mümkündür. Fakat her mümkün gerçekleşmiyor. Bunun bir benzeri var mı ki kabul edelim?

Miraçın çok örnekleri vardır:
Bir insan, gözüyle bir saniyede Neptün gezegenine çıkabilir.
Bir bilim adamı, astronomi kanunlarına binerek tâ yıldızların arkasına bir dakikada gidebilir.
İman sahibi her insan, namazın hareketlerine düşüncesini bindirerek bir çeşit Miraçla kâinata arkasına alarak İlâhî huzura girebilir.
Kalb gözü açık bir veli, İlâhî sırlara kırk günde ulaşabilir. Hattâ Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbanî gibi bazı evliyanın bir dakikada Arş-ı Âlâya kadar ruhen çıktıkları bildiriliyor.
Yine nurlu bir cisme sahip olan melekler bir anda yerden Arşa, Arştan yeryüzüne gidip geliyorlar.
Cennette, Cennet ehli mü’minler, Cennet bahçelerine kısa bir zamanda çıkabiliyorlar.

Bu kadar örnekler gösteriyor ki, bütün evliyanın sultanı, bütün mü’minlerin imamı, bütün Cennet ehlinin reisi ve bütün meleklerin makbulü olan Resul-i Ekrem Efendimizin bir anda Miraça çıkması, dönmesi, bütün yüce âlemleri gezip görmesi gayet makuldür ve şüphesizdir.

Miraçla gelen hediyeler

Birincisi: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün iman hakikatlerini gözleriyle gördü. Melekleri, Cenneti, âhireti, hattâ Cenab-ı Hakkın cemâlini gözleriyle müşahede etti. Sözlerinde ve vaadinde en küçük bir hilafı, aksi beyanı olmayan o yüce insan mü’min ruhlara manen şöyle diyordu: “Sizin inandığınız, melekleri, âhireti, Rabbinizin Nur cemâlini bizzat gördüm; bu iman esasları vardır, mevcuttur; tereddüt ve şüphe etmeyiniz.” Böylece mü’minler sonsuz bir imana ermenin saadetine kavuştular.

İkincisi: İnsan herşeyi merak ediyor. Ayda hayat var mı, yok mu diye araştırıyor. Halbuki Ay O Ezelî Sultanın memleketinde ancak bir sinek kadar yer kaplıyor.

Mü’minler merak ediyorlar. “Rabbimiz bizden ne istiyor? Acaba ne yaparsak Rabbimiz bizden razı olur? Bir yolunu bulsak da doğrudan doğruya Rabbimizle muhatap olsak, bizden ne istiyor, anlasaydık” derken, İki Cihan Serveri yetmiş bin perde arkasından ezel ve ebed Sultanının razı olacağı amelleri Miraç meyvesi olarak getirdi beşere hediye etti. Bu hediye başta namaz olmak üzere İslâmın diğer esasları ve ibadetleridir.

Üçüncüsü: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam ebedî saadet definesinin anahtarını alıp getirmiş, cinlere ve insanlara hediye etmiştir. Peygamber Efendimiz kendi gözüyle Cenneti görmüş, sonsuz saadetin varlığını müşahede etmiş ve bu büyük müjdeyi haber vermiştir. Öyle ki, bir adama idam edileceği anda affedilerek padişahın yakınında bir saray verilse ne kadar sevinir.
Öyle de bütün cinler ve insanlar sayısınca toplu bir müjde olan bu sevinç ne kadar önemli ve değerlidir.

Dördüncüsü: Peygamber Efendimiz Miraçta Cenab-ı Hakkın cemalini görme nimetini tattı. Bu manevi nimetin Cennette mü’minlere de nasip olacağı müjdesini verdi. “Ayın on dördünü nasıl açıkça gözünüzle görüyorsanız, Rabbinizi de öyle Cennette apaçık göreceksiniz” buyurarak bu ezelî müjdeyi bizlere hediye olarak getirdi.

Beşincisi: İnsan kâinatın en kıymetli bir meyvesi ve Kâinat Sahibinin en nazlı bir sevgilisi olduğu Miraçla anlaşıldı. Kâinata nisbetle küçük bir varlık, zayıf bir canlı olan insan bu meyve ile öyle bir dereceye çıktı ki, bütün varlıklar üzerinde bir makam ve mevki kazandı. Çünkü rütbesiz bir askere, “Sen paşa oldun” dense ne kadar sevinir.

Öyle de âciz, fani, devamlı ayrılık ve zeval tokadını yiyen biçare insana birden, “Sonsuz ve baki bir Cennette Rahman ve Rahîm olan Allah’ın rahmetine gireceksin” dendiğinde o insan ne kadar büyük bir mevki ve makama çıkar. Cennette hayal hızında, ruh genişliğinde, akıl akıcılığında, kalbin bütün arzularında Cenab-ı Hakkın ebedi mülkünde seyir ve seyahate erecektir. Cenab-ı Hakkın nur cemalini seyretme nimetini tadacaktır. Böyle bir insanın kalb ve ruhu ne kadar büyük bir sevince kavuşur değil mi? Miraçın bu meyvesi insanın en büyük arzu ve hedefidir.

Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 31. Söz eserinden faydalanılarak hazırlanmıştır.

Kaynak : Mübarek Gün ve Geceler, Nesil Yayınları