Etiket arşivi: peygamberimiz

En Sevgiliyi Tanımalıyız

Efendimizi.. (s.a.v) çok sevmek  tanımakla mümkün….!

Aziz kardeşlerim herkes sevgiliyi anlatır. Ama Leyla’ya Mecnun’un gözü ile bakmayanlar onda bir şey göremezler.
Sözlerine  “Aişe binti Ebubekir Habibetü Habîbullah” (Ebubekir Kızı Aişe, Habibullahın Sevgilisi) diye başlayan mü’minlerin annesinden “En Sevgiliyi” dinleyelim. (1)

Yusuf’u gördüklerinde bu bir melektir diyen kadınlar
Benim efendimi görselerdi hançerlerini kalplerine saplardı.
” (2)

Bahar bahçelerine doğan güneşle, her bir parça toprakta ayrı ayrı renk ve kokularda çiçekler açar. Bu çeşitlilik güneşle toprak arasındaki cilveleşmenin dışa vuran yansımalarıdır.

Vefatında yüz bini aşkın sahabe bırakan kainat güneşi, her birinde ayrı bir renk, ayrı bir şahsiyet bırakıp gitti. Hz. Aişe’de O’nun cemalini görmek, kemalata aşık ruhlar için, bir ayrı bir saadet olsa gerektir:

Allah Rasülü (sav) çok yakışıklı ve alımlı idi. Mübarek yüzü ayın ondördündeki dolunay gibi parlardı. Orta boydan daha uzunca, uzun boydan biraz kısaca, başı büyük saçı dalgalıydı. Saçları kendiliğinden iki yana ayrılırsa öylece bırakır toplamaz, bir tarafa meylederse de olduğu gibi bırakırdı. Saçlarını uzattığı zaman kulak memelerini geçerdi. Beyaz renkli ve geniş alınlıydı. Gür kaşlarının arasında öfkelendiği zaman kabaran bir damar vardı. Gayet güzel burunluydu ve kaşlarına yakın kısmında hafif bir yükseklik, parlayan bir nur vardı. Dikkatli bakmayan kimse O’nu hafifçe kıvrık burunlu zannederdi. Gür sakallı, iri gözlü, düz yanaklı, geniş ağızlıydı ve gülümsediği zaman inciler gibi parlayan dişleri vardı. Boynu sanki gümüşten bir huzmeydi. Endamı ve azaları uyumlu olduğu gibi etleri asla sarkık değildi. Karnı ile göğsü aynı hizadaydı. İki omuz arası geniş omuz kemikleri kalın idi. Genel olarak kılsız beyaz tenliydi. Ancak boğazın bittiği yerden göbeğe kadar iplik gibi uzanan kılları vardı. Göbek kılları da inceydi. İki memesi ve karnı kılsız, kolları, omuzları ve göğsü hafif kıllıydı. Bilekleri uzun, el ayası geniş, el ve ayak parmakları kalıncaydı. Ayak altı çukur, üst kısmı düzdü. Üzerine bastığı zaman hafifçe yayılırdı. Ölçülü ve dengeli bir yürüyüşe sahipti. Acelesiz, vakur fakat süratli, sanki yokuş aşağı iniyormuş gibi rahat yürürdü.

Dönerken tüm vücuduyla dönerdi. Gözleri yere bakar bir durumda olurdu. Yere bakışı göğe bakışından daha uzun olurdu. Anlamlı bakardı. Yürürken ashabını önüne alır, rastladığı insana ilk selamı o verirdi.

Hüzünlü bir hali vardı, daima düşünceli olur, rahat yüzü görmezdi. Uzunca sessiz durur, gereksiz yere konuşmazdı. Konuşurken kelimeler ağzının içini doldururdu. (konuşmasına önem verir yarım ağızla konuşmazdı) kelamında fazlalık ya da noksanlık bulunmazdı. Özlü söyler, veciz konuşurdu. Haşin değildi hiç kimseyi küçümsemezdi. Az da olsa nimete önem verirdi.” (3)

Resulullah yüz olarak insanların en güzeli idi. Renk olarak en nurlusu idi. Hiç kimse onun güzelliğini anlatamaz, ancak O’nun yüzü Bedir gecesinde aya benzetilebilirdi. Yüzünde inci taneleri gibi terler birikirdi. Bunlar miskten daha güzel kokardı.” (4)

O aşırı uzun değildi. Kısa boylu da değildi. Yalnız başına yürüdüğü zaman orta boylu olarak nitelenebilirdi.

İnsanlar O’nunla beraber yürüdüklerinde ancak omuz hizasında kalırlardı. O’ndan ayrıldıklarında yine uzun görünürlerdi.

İnsanlar arasında bir yere oturduğunda, O’nun omuzları diğer bütün oturanların omuzlarından daha yüksek görünürdü.

Sevinçli olduğunda yüzünün kıvrımları ışıl ışıl nur saçardı.

O’nun saçları kulaklarının yarısına kadar inerdi. Kulaklarını aşmayan gür saçları vardı. (5)

Ayakta ip eğiriyordum. Nebi nalinini dikmek için çabalıyordu. Baktım mübarek alnında terler toplanmış yanaklarından süzülüyor, ter damlalarından nurlar saçılıyordu. Cemalinin güzelliği karşısında şaşırıp kalmışım. Bana baktı, “ne oldu sana” dedi.

Dedim, “Alnın terlemiş, damlaları nurlar saçıyor. Şayet Ebu Kebir el-Huzelî, seni görseydi; ‘Aydınlık yüzünün gülümsemelerinde ortaya çıkan nurların izlerine baktığım zaman: O’nu emzirenin her türlü hayız lekelerinden, fesattan ve emzirme ayıplarından uzak olduğu görünüyordu’ beytine senin daha layık olduğunu anlardı dedim.

Rasullullah ellerindekileri yere bıraktı. Ayağa kalkıp yanıma geldi. İki gözümün arasından öptü ve “Allah sana hayırla karşılık versin ya Aişe! Senin bu sözüne sevindiğim gibi daha önce hiç bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum” dedi. (6)

Onu kahkaha ile gülerken hiç görmedim, hoşlandığı bir şey karşısında ancak tebessüm ederdi. (7) Öfkelendiğinde ekseri sakalını sıvazlardı. (8)

Geceleri de gündüz gördüğü gibi görürdü. (9) “Benim gözlerim uyur kalbim uyumaz ey Aişe” derdi. (10) Işıkta gördüğü gibi karanlıkta, gündüzde gördüğü gibi gece de görürdü. (11)

Az da olsa devamlı yapılan ibadet O’na sevimliydi. (12) Ramazan’ın son on günü girince ehlini uyandırır, geceleri ihya eder (uyanık kalır), gömleğini bağlardı.
Hz. Peygamber cemaatin huzuruna çıkacağı zaman saçlarını, sakalını tarardı. ‘Ya Rasulallah niye böyle yapıyorsun’ derdim. ‘Allah kullarından kardeşinin yanına çıkarken güzelleşenleri sever’ buyururdu.

Resulullah, yanında oturan bir kimse onları ezberleyecek şekilde tane tane konuşurdu. (13)

Resulullah kötü söz söylemez çirkin iş yapmazdı. Sokakta bağırmaz, kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi. Ancak affeder, vazgeçer ve genişlik verirdi. (14) Resulullah duada kısa fakat cami’ manalar ifade eden sözleri severdi. (15) “Bazen mizah yapar ancak yine de gerçeği söylerdi.” (16)

Resulullah’ı hiçbir zalime yardım ederken görmedim. Bir haddin uygulanmasında, Allah’ın koyduğu hudut çiğnendiğinde insanların en şiddetlisi idi. Bunun dışında iki emir arasında serbest bırakılmışsa kolay olanı tercih ederdi. (17)

Hiçbir ferdin ahlakı Resulullah’tan daha güzel değildi. Ashabından ya da ailesinden birisi O’nu çağırmaya görsün O hemen “Lebbeyk” buyurun derdi. Bunun için Kur’an (Allah Azze ve Celle) O’nun şanına “Muhakkak ki sen büyük bir ahlak üzere yaratıldın” buyurmuştur. (18)

(Ona ‘Ey Mü’minlerin annesi Rasulullah’ın ahlakı nasıldı’ diye soruldu)

O’nun ahlakı Kur’andı. Siz Mü’minîn suresini okumuyor musunuz? (19)

Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir; Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler; Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler; Onlar ki, zekâtı verirler; Ve onlar ki, iffetlerini korurlar; …. onlar ki, emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler; Ve onlar ki, namazlarına devam ederler. İşte, asıl bunlar Firdevs’e vâris olacaklar ve bu kimseler, orada ebedî kalıcıdırlar.( Mü’min, 1-12)

O Tevrat’ta “Muhammed Allah’ın Resulüdür. O’nun ismi Mütevekkildir. Kötü kalpli, sert ve sokakta bağırıcı değildir; İncil’de ise: Kötü kalpli, sert ve sokakta çığırtkan değildir. Kötülüğe O’nun benzeri ile karşılık vermez bilakis affedici ve bağışlayıcıdır” şeklinde tarif edilmiştir. (20)

İki emir arasında muhayyer kalınca, günah olmadıkça kolay olanı tercih ederdi. O iş günah olursa O’na karşı insanların en uzağı Resulullah idi. O nefsi için intikam almaz ancak Allah’ın koyduğu hududun çiğnenmesi durumunda O’ndan Allah için intikam alırdı. (21)

Resulullah gecelerde içi kuru otla doldurulmuş, deriden bir yatak üzerinde uyurdu. (22)

Rasulullah (S.A.V) arkadaşlarının yanına kötü kokular saçarak çıkmaktan hoşlanmazdı. Gecenin sonu da olsa güzel bir koku sürünür, öyle çıkardı. (23)

Rasullullah için en güzel koku öd ağacı kokusu idi. (24)

O’nun bir sürme tası vardı. Uyumadan önce her iki gözüne sürme çekerdi. (25)

Başını sidr ile yıkar ve hafif kokulu misk sürünürdü. (26)

Başını evin sakfına (ya da gök kubbeye) kaldırdığında “Allah’ım seni tesbih ederim, hamd Sanadır ve Senden bağışlanma diler, affına sığınırım” derdi:

Bunlar nedir’ derdim.

Ben bununla emrolundum’ derdi. (27)

Gecenin evvelinde uyur; ahirinde uyanık olurdu. (28)

Onun iki elbisesi vardı. Cuma günleri giyinirdi. Sonra çıkarır beraber katlardık. (29)

Allah bana farzların ikamesini emrettiği gibi insanlara karşı müdarayı da emretti derdi. (30)

O’nun hastalıktan çektiği elemden daha şiddetli bir elem görmedim. (31)

O, taze kavunu severdi. (32)

O’ndan daha çok istişare eden bir kimse görmedim. (33)

Şiddetli bir kış O’na vahiy inerken gördüm: Vahyin ağırlığı ile, alnından terler boşanmak için sanki anlı çatlayacaktı. (34)

Rasulullah her yıl bir defa Kur’an’ı Cibril’e okurdu. Vefat edeceği yıl iki defa okudu.

O’ndan bir şey istendiğinde O’nu asla geri çevirmezdi. (35)

Ya Rasulallah sana feda olayım. Bir yere dayanarak (yaslanarak) yesen ya? Böylesi senin için daha kolaydır” dedim. O alnı yere değecek kadar başını yere eğdikten sonra, bana:
Hayır belki bir kul gibi yiyecek ve bir kul gibi oturacağım, dedi. (36)

Sevdiği bir şeyi gördüğü zaman ‘verdiği nimetlerle güzellikleri tamamlayan Allah’a hamd olsun’ derdi.” (37)

O’nun sözleri tane tane idi. Dinleyen herkes anlardı. Aynaya baktığında “Allah’ım yaratılışımı güzelleştirdiğin gibi ahlakımı da güzelleştir” derdi. (38)

Uyumak istediğinde Muavizeteyn surelerini okur, avucuna üfler sonra vücuduna sürerdi.

Hayra yormaktan ve tefe’ülden hoşlanırdı. (39)

Her şeye sağdan başlamayı severdi. -Hatta adımını atarken ve bir yere girerken- (40)

Rasulullah bir hastayı ziyaret ettiğinde elini ağrıyan yere koyar “Bismillah bir şey yok” derdi. (41)

O, hediyeleri kabul eder ve onlara karşılık verirdi. (42)

Takvadan başka hiçbir şey O’nun yanında insanın şerefini ne azaltır ne de eksiltirdi. (43)

O’na hoşlanmadığı bir söz ulaştığı zaman ‘sen şöyle şöyle söylemişsin’ demezdi. ‘Bazılarına ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar’ derdi. (44)

İki öğün yemek yese bunlardan biri mutlaka hurma olurdu. (45)

O’nun en çok sevdiği içecekler, soğuk ve tatlı olan içeceklerdi. (46)

Ben ay hali olduğum halde Resulullah başını kucağıma kor Kur’an okurdu. (47)

Vefat hastalığında bana şöyle dedi:

Ya Aişe Hayber’de yediğim yemeğin acısı kaybolmadı. O anda zehrin şiddetinden kalp damarlarımın koptuğunu hissettim.” (48)

DİPNOTLAR:
1-Et-Teratibü’l-İdariyye c.1, s.52
2-la edrî
3-Cem’ul-Fevaid, no. 8425 (sadece bu kısmı Hz. Hasan iyi bir vassaf olan dayısından nakletmiştir.)
4-Hasais’ül – Kübra C.1S.115
5-Şemail’ül  Muhammediyye, c.1, s.47
6-Hasais’ül Kübra, c.1 s.115
7-Ahlak’un- Nebi, c.1, s.503
8-Ahlak’un- Nebi, c.1, s.425
9-Hasais’ül Kübra, c.1, s.118
10-Hassais ’ül Kübra, c.1, s.120
11-Hasais’ ül Kübra, c.1, s.104
12-Şemail’ül Muhammediyye, c.1 s.203
13-Şemail’ül Muhammediyye, c.1 s.200
14-Şemail’ül Muhammediyye, c.1 s.287
15-Mevaridü’z -Zam’an, c.1, s.598
16-Ahlaku’n- Nebi, c.1 s.485
17-Ahlaku’n- Nebi, c.1, s.175
18-Ahlaku’n- Nebi, c.1, s.75
19-Ahlaku’n- Nebi, c.1, s.124;  Musannef-u İbn-i Ebi Şeybe, c.5, s.300
20-(Buhari ve Ebu Naim’den)   El-Hasais’ül Kübra, c.1, s.20
Gayetü’s-seûl Fi Hasais’ir-Rasul c.1 s.223
21-Gayetü’s- Seûl fî Hasais’ir-Rasul, c.ı, s. 102
22-Ahlaku’n Nebi, c2, s.495
23-Ahlaku’n-Nebi, c.2, s.61
24-Ahlaku’n- Nebi, c.2, s.68
25Ahlaku’n-Nebi, c.3, s.77
26-Ahlaku’n- Nebi, c.3,s.109
27-El-Mu’cemül – Evsat, c.7, s.166
28-Ahlaku’n-Nebi, c.3, s.124
29-Mecma’üz-Zevaid, c.2, s.176
30Hasais’ül Kübra, c.2, s.398
31-Hasais’ül –Kübra, c.2, s.475
32-Ahlaku’n- Nevebi, c.3, s.355
33-Ahlaku’n- Nebi, c.4, s.18
34-Hassais’ül Kübra c.1 s.198
35-Ahlaku’n-Nebi, c.1, s.295
36-Ahlaku’n- Nebi, c.1, s.391
37-Misbahü’z- Zücace, c.4, s.131
38-Ahlaku’n-Nebi, c.3, s.88
39-Ahlaku’n-Nebi, c.4 s.78
40-Ahlaku’n- Nebi, c.4, s.130
41-Mecma’üz – Zevaid, c.2, s.299; Musannefü İbn-i Ebi Şeybe, c.6, s. 154
42-Ahlak u’n –Nebi, c.3, s.467
43-Mecma’uz- Zevaid, c.10, s. 269
44-Et-Tedvi fi Ahbar-ı Kazvin c.12 s.121
45-Ahlaku’n- Nebi, c.3, s.276
46-Ahlaku’n- Nebi, c.3, s.308-434
47-Müsnedi Ebu Avane, c.1, s.261
48-Şerh-i Sünen-i İbni Mace, c.1, s.254 (Böylece Resulullah (s.a.v)’de Nübüvvet şerefi ile birlikte şehadet

Kaynak: Ramazan Balcı / Risale Haber

Cemaati Terk Etmek

HADİSLERİN, İSLÂMÎ hayatın her zaman ve zeminde yeniden inşasında oynadıkları tartışmasız rol ortada. Bir mü’min şaire “İşte yeni bir dünya, peygamber sözlerinden” dedirten bu gerçeği İslâm’ın düşmanları da görüyor olmalı ki, İslâm ile Müslümanların arasını açmaya adanmış oryantalist teşebbüslerin ana saldırı noktalarından birini ‘hadis’in oluşturduğunu görüyoruz. Schacht ve Goldziher gibi isimlerden başlayarak bugünlere gelen bir çizgide, ‘hadis’ler konusunda mü’minleri şüpheye düşürmeye adanmış çalışmaların ardı arkası kesilmiyor.

Ve ne yazık ki, İslâm toprakları içinde, bu çalışmalardan etkilenmiş insanların, özellikle de ‘ilahiyat’ camiasında hatırı sayılır bir yekûn teşkil ettiği görülüyor.

Bugün ‘mütevatir’ hadislere dahi ilişen böylesi bir yaklaşıma karşılık, dünün âlimlerinin ince ve kademeli bir süzgeçle hadis rivayetlerini elemeye tâbi tutarken, fıkhî bir hüküm verirken çok daha ince bir elek kullanırken, siyere ve ahlâka dair konuşurken daha esnek davrandıklarını görüyoruz. Ebu Talib el-Mekkî’den İmam Gazalî’ye, Mevlânâ’dan İmam-ı Rabbanî’ye, İslâmî düşünce ve yaşayışın yeniden inşasında kritik bir görev üstlenmiş bütün mürşidlerde bu ayrımı görebiliyoruz.

Zaten işte bu yüzden, oryantalistlerin baktığı yerden hadislere yaklaşan zamane isimler, meselâ İhyâu Ulûmi’d-dîn’in siyaset, İsrailiyat, Yunan felsefesi ve Bâtınîliğin İslâmî düşünce ve hayata darbe vurduğu bir zeminde sünnet-merkezli bir ihyayı nasıl mümkün kıldığına odaklanacak yerde, ilm-i hadis kriterlerine göre ‘zayıf’ hadislerin de varlığına atıfla bu büyük eseri gözden düşürmeye teşebbüs edebiliyorlar.

Aynı isimler için, dünün Gazalî’si de, bugünün Bediüzzaman’ı da bu açıdan ‘sorunlu.’ Habuki, bu âlimlerin, bir hadis rivayeti Kur’ân’ın ve mütevatir hadislerin sahih çizgisine muvafık olduktan sonra ‘isnad’ zincirindeki zayıflığı—fıkhî bir hüküm sözkonusu değil ise eğer—‘gözardı edilebilir’ görmekle İslâmî edeb, ahlâk ve yaşayışa nebevî bir soluk verdiklerini görüyoruz.

Bunca sözü niye söyledik?

Yakınlarda, sünnet-merkezli bir tasavvufun öncü isimlerinden Ebu Talib el-Mekkî’nin Kûtu’l-Kulûb’unu okurken, böyle bir hadisle karşılaştım da, ondan.

Ebu Talib el-Mekkî’nin aktardığı rivayet, özetle şöyle:

Bir gün, bir adam, Mescid-i Nebevî’ye gelir ve cemaati yara yara en ön safa geçer. Mâlûm, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın mescide en ön safta namaz kılınan namazın faziletine dair sözleri vardır. Namazdan sonra, Peygamber aleyhissalâtu vesselam bu kişiye neden cemaati terk ettiğini sorar. Adam şaşkın haldedir. “Yâ Rasûlallah!” der. “Ben namazda sizinle beraberdim. En ön saftaydım.” Bunun üzerine, Efendimiz aleyhissalâtu vesselam kendisine şunu der: “Cemaate eziyet vere vere en ön safa geçen sen değil miydin?”

Kûtu’l-Kulûb’da okuduğum bu rivayet, ‘cemaati terketme’nin, bildiğimiz yollardan farklı, hatta bildiğimiz yolların tam zıddı bir yolunun da pekâlâ vâki olduğunu göstermesi bakımından çok öğretici gözüküyor bana.

Görüldüğü üzere, sadece alıp başını giderek, dağ başında veya çöllerde yapayalnız kalarak değil, mü’minler topluluğunun arasında ‘en önde’ olma gayretiyle de ‘cemaati terketmek’ mümkün. Sadece cemaati bırakarak yalnız başına kalanlar değil, cemaati ‘aşarak’ en önde olmaya çalışanlar da, cemaati terk etmiş oluyor!

Hele ki, bu çaba içinde abanarak, iterek, çekerek sair mü’minlere eziyet veriyorsa…

Bediüzzaman’ın İhlas Risalesi’nde ‘sevab hırsı’nı dahi ihlasın kalbde yerleşmesi için bir problem olarak kaydetmesi, bir hakikati anlatmaya en lâyık kişi olarak ‘istemeyen bir arkadaş’a işaret etmesi, dahası ‘mürşid vaziyetini takınma’ya karşı uyarısı da bu sırdan olsa gerek…

Dikkat etmeli. Cemaatin içinde ve en önündeyim derken de, gerçekte ‘cemaati terketmiş’ olma riski var çünkü…

Metin Karabaşoğlu

(Kaynak: www.karakalem.net)

Peygamberimizin Tevrat’taki vasıfları

Abdullah İbnu Amr İbni’l-As (ra)’a rastladım ve: “Resulullah (sav)’ın Tevrat’ta zikredilen vasıflarını bana söyle” dedim.

Bunun üzerine hemen: “Pekala dedi ve devam etti: Allah’a yemin olsun! O, Kur’an’da geçen bazı sıfatlarıyla Tevrat’ta da mevsuftur (ve şöyle denmiştir):

“Ey Peygamber, biz seni insanlara şahid, müjdeleyici ve korkutucu (Ahzab 45) ve ümmiler için de koruyucu olarak gönderdik. Sen benim kulum ve elçimsin. Ben seni mütevekkil diye tesmiye ettim(isimlendirdim). O, ne katı kalpli, ne de kaba biri değildir. Çarşı pazarda rastgele bağırıp çağırmaz. Kötülüğü kötülükle kaldırmaz, bilakis affeder, bağışlar. Allah, bozulmuş dini onunla tam olarak ikame etmeden onunla kör gözleri, sağır kulakları, paslanmış kalpleri açmadan onun ruhunu kabzetmez.”

Hadis No: 5558-Buhari

Risale-i Nurları neden tekrar tekrar okuyoruz? (3)

14- Öteki eserlerle bunların arasında ki farkı bildiğimiz için bunları çok okuyoruz. Sizde şahitsiniz ki, bugün çok hocaların evlatları okuldaki eğitimin tesirinde kalıp, babalarından aldıkları manevi eğitim onlarda tesirsiz kalıyor. Halbuki ibadetlerden ilgisini kesmiş hiçbir Risale-i Nur talebesini gösteremezsiniz.

Risale-i Nur eserlerini Arapçaya tercüme eden, İhsan Kasım Salih bey’e, Arap âlimler çıkışıp demişler. Hangi sebep seni Türkçeden Arapçaya kitap tercüme etmeye sevk etti? Halbuki Kur’an-ı Kerim, Hadisi Şerifler ve dini eserlerin çoğu Arapça yazılıdır. Hatta günümüze kadar hiçbir dini eser başka dilden Arapçaya tercüme edilmemiştir. O da onlara, “Cevabım tektir, gelin Türkiye’ye, görün bu eserler Nur talebelerine nasıl bir ahlak ve Allah korkusu sağlamıştır. Onlardan cevabınızı alırsınız” demiş. Risale-i Nur eserlerinin en büyük başarısı okuyucuların en azından % 80’i üniversite talebeleri, mühendisler, doktorlar ve çok çeşit fen dallarında ihtisas yapmış profesörlerden oluşmasıdır.

15- Bediüzzaman hazretleri Asr-ı Saadetten günümüze kadar bütün hakiki ehl-i sünnet âlimlerine muhabbet beslemiş bir şahsiyettir. Bediüzzaman Hazretleri, Peygamberimizin (a.s.m.) sünnetine bağlı olan diğer cemaatleri, ordunun karacısı, havacısı, denizcisi ve jandarmacısı gibi kabul ederek, onları tenkide yönelmeden , onlarla çekişmeden hedefine yürümüştür. O, bazı reformistler gibi kendi bilgilerini satmak için başkasını tenkit etmeye ve mezhepleri inkâr etmeye ihtiyaç hissetmemiştir. Hatta “Hizmette muvaffak olmak için ehli sünnet âlimlerine bağlı kim olursa olsun, onlara karşı muhabbet beslemek şarttır” diyerek, bunu eserlerinde kaydetmiştir. Kendisi şafii mezhebine mensup olduğu halde, “şafi-i mezhebi köylülerin ihtiyaçlarını karşılar. İmam-ı Azam’ın mezhebi ise, medeniyete daha yakındır ve İmam-ı Azamın Mezhebi şehirlilerin ihtiyaçlarını karşılar” demekten çekinmemiştir.

16-Risale-i Nur’un ehemmiyeti siyasetten uzak kalmasından da kaynaklanıyor. Hatta partisini desteklemeyen birisi, evliya gibi birine lanet, şeytan gibi birisine rahmet okuduğunu görünce: “Euzübillahi mineşşeytani vessiyaseti”(Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.) diyerek talebelerini siyasetten şiddetle men etmiştir. Hatta görülmemiş bir merhametle ortaya atılmış ki; idamına karar vermeye çalışan hakime, evladına zarar dokunur endişesi ile beddua etmeyerek kendisine Allah’tan hidayet temenni etmiştir.

17- Risale-i Nur eserlerinin hiçbir yerinde evlenme çağında olanların evlenmemelerini emreder bir yer olmadığı halde, Nur talebelerinden çok genç fakültesini bitirmiş vatani görevi olan askerliğini de yaptıktan sonra Risale-i Nurlardan aldıkları iman kuvveti ile gençlerin imanını kurtarmak gibi kudsi bir hizmete kendilerini Ashab-ı Kiram zamanında Ashab-ı Suffa gibi, feda eder derecede, yuva kurma gibi düşünceyi ya terk edip, veya ne kadar geçe bıraksalar kâr bildikleri için geçe bırakıyorlar. Bunları Peygamberimiz (a.s.m.): “Sizin en hayırlınız insanlara hayrı dokunanızdır” Hadisi Şerifi ile müjdeliyor. Bu mübarekler yalnız Risale-i Nurları okumakla yetinmeyip, kardeşler arasında bağlarını pekiştirmek ve daha çok okuyup daha iyi anlayanlardan faydalanmak için, haftada 3-4 defa dershanelerde toplanıp Risale-i Nurlardan ders almayı de ihmal etmemeye gayret ederler. İşte onların bu fedakarlıkları bizi bu eserleri dikkatle okumaya yöneltmektedir.

18-Nasılki insan, hayvana ve herhangi bir vasıtaya kaldırabilecekleri yükü yükler. Kaldıramayacakları yükleri yüklese hem hayvanı hem de vasıtayı mahvetmeye sebep olur. Çünkü, herhangi şeye taşıyamayacağı yükü yüklersen onu tehlikeyle karşı karşıya bırakmış olursun. Aynen bunun gibi, ibadet gibi bir çok “Zaruriyat-ı diniye” (dini zorunluluklar) ile yükümlü olan müslümanın imanı sağlam değilse, Allah’a karşı yapması lazım gelen işleri yapamadığı için, ecnebi gibi bir hayat yaşamaya başlar. Zaten İslamiyet’i yaşamayanlarda bundan başka bir sebep gösteremezsiniz. Her insanın en büyük görevi olan Allah’ın hak dinini yaşamasının ana sebebi iman olduğu için bizde, o imanı sağlam elde etmek için Risale-i Nur Eserlerini tekrar tekrar okuyoruz.

Nitekim Ahmed Şahin Hocamız bir Bursa yolculuğunu yaparken, Risale-i Nur eserleri sayesinde müslüman olmuş bir Almanla otobüste yan yana oturmuş. Çat pat Türkçe bilen Almanla tanıştıktan sonra. Alman, Hocaya, “Hoca, Hoca, siz çok yanlış“. Hoca, “neden yanlış?”. Alman, “camide insanlara onu yap bunu yapma dersiniz“. Hoca, “peki ne diyeceğiz?” Alman, “İslamiyet bir yüktür. Siz önce Müslüman’ın imanının sağlam olması için onu ikna edeceksiniz. Ondan sonra dinini yaşayabilme kuvvetine sahip olan müslümana ibadet yapma mesajlarını bildireceksiniz“. İşte gördünüz mü bizim yeni müslüman olmuş alman kardeşimizin Ahmet Şahin Hocaya sunduğu değişmez hakikati?

19-Bu eserlerden alınan kuvvetli iman sayesinde, daha önce namaz kılmayanlar, namaza başlıyorlar. Kılmasını bilmeyenler de, aldıkları kuvvetli iman sayesinde ibadetleri için lazım oldukları bilgileri öğreniyorlar ve namazlarını kılıyorlar ve öteki ibadetlerini de yapıyorlar elhamdülillah. Çünkü, Arapça bir kaide vardır: Teallemtül ilme littahsili, vel-ilmülfıkhi littatbiki.” Yani ilmi, tahsil ederek öğrendim, fıkıh ilmini ise, dini emirleri tatbik ederek öğrendim. Peki dini emirleri kim tatbik eder? Şüphe yok ki onu imanı sağlam kimseler tatbik edeceklerdir. İşte yukarıdaki metinden anlıyoruz ki: Nur talebeleri Nur eserlerinden sağladıkları iman sayesinde fıkıh bilgilerinden de cahil kalamazlar.

Bazıları bize, siz İmam-ı Gazalinin eserlerini okumuyorsunuz diyorlar. Onlara cevaben deriz ki: Bu zamanda ihtiyaç dörtten 20’ye belki yüze çıkmış, biz bu ihtiyaçlarımızı gidermeye çalışırken vakit bulamıyoruz ki onları de okuyalım. Yoksa onları da okuruz. Bu tenkide Bediüzzaman hazretleri kendisi şöyle cevap veriyor.”İmam-ı Gazalinin ve diğer âlimlerin eserleri tükenmez hazinedir. Fakat bazen olur ki, anahtar hazineden daha kıymetli olur”. O anahtar da imandır. Gazalinin eserlerini ve diğer dini kitapları imanlı kimseler okur. Biz vakit bulduğumuz zaman onları da okuruz.

Çantacı Necmi Ağabey bir ara kaplıcada iken, çevresine bir sürü kimseleri toplayıp onlara Risale-i Nur’lardan ders yapıyormuş. Orada bulunan bir ilahiyatçı, Necmi Ağabeye, “neden Gazalinin kitabından okumuyorsun da yalınız bu kitapları okuyorsun?” demiş. Necmi Ağabey hocaya, “işte görüyorsun ben Risaleleri okurken bu kardeşlerin hoşlarına gittiği için çevreme toplandılar. Sende beni tenkit edecek yerde, al Gazalinin eserlerini oku ve çevrene kimseleri topla ve onlara ders yap” demiş.

20-En son bunu da ilave edeyim, Risale-i Nurun üstünlüğünü tasdik eden bir hadise: çeşitli memleketlerden gelen Avrupada bulunan müslümanlar, çevresindekilere müslümanlığın güzelliğini tanıtmak için 15 gurup çalışıyormuş, bunlardan biri de Risale-i Nur talebeleri imiş. Öteki on dört gurup % 54’ün müslüman olmalarına sebep olmuşlar, yalınız Risale-i Nur Gurubuna dahil olanlar %46 nın müslüman olmalarına sebep olmuş. İşte görün Risale-i Nurlardaki tesirin kuvvetini.

Evet, maalesef, bazı kimseler kendileri hiç okumadan, muterizlerin(itirazcıların) laflarına inanarak, önyargıyla, şöyle olumsuz laflar ortaya seriyorlar: “Siz Risale-i Nurlara, Kur’andan fazla muhabbet ediyorsunuz; Said Nursi’yi Peygamberimizden daha fazla seviyorsunuz“. Biz bunlara şöyle cevap veriyoruz, Haşa ve kella! Yanlış düşünüyorsunuz. Çünkü Kur’anı ve Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamı tam manasıyla bize sevdiren Risale-i Nur eserleridir. Çünkü bu eserleri okumadan önce, bizde Kur’ana ve Peygamberimize karşı bu kadar muhabbet yoktu. İnanmazsanız okuyunuz, sonra sizde bizi tasdik edeceksiniz diye, onlara cevap veriyoruz.

Abdülkadir Haktanır

www.albnur.com