Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Şefaat ile Alay Eden Abdülaziz Bayındır’a İlmi Bir Tokat

Şah-ı Nakşibend, Mevlânâ Celâleddin Ve Bediüzzaman Hazretlerine Hakaretler Ederek Şefâ’at İle Alay Eden Abdülaziz Bayındır’a İlmî Bir Tokat

Hz. Resûlüllah’ın ilmini kötüye kullanan ulemâ’-i sû’ hakkında kırka yakın hadis-i şerifleri vardır. Herhalde bu tiplerin % 80’i bu asırda gelmiş gibi görünüyor. Halbuki Şems-i Hidayet olan Resûlüllah her asırda çiçek açmış; Ebu Hanife, İmam Şafiî, Bayezid-i Bistamî, Şah-ı Geylanî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Mevlânâ Celâleddin ve Bediüzzaman gibi milyonlar münevver meyveler vermiştir. (Sözler, 240). Asrımızın ulemâ-i sû’ grubunda yer alan Abdülaziz Bayındır, bu büyük zatlara dil uzatmakla yetinmemekte ve bir de Ehl-i Sünnetin kabul ettiği şefâ’at kavramına da dil uzatmaktadır. Özellikle de başta Peygamberler olmak üzere belli gruplara tanınan şefâ’at hakkı ile, yardımcı olma ve lehinde şehâdet etme manasında genel şefâ’at hakkını da birbirine karıştırmaktadır.

Burada iki meseleyi açıklamakta yarar vardır. Halbuki bu sözleriyle Kur’an’a hürmetsizlik ettiğinin farkında değildir.

BİRİNCİ MESELE; Kur’an ve sünnet varken bu âlimlere ve mürşidlere ne ihtiyaç var diyecek kadar ileri gitmektedir. Halbuki Kur’an-ı Kerim açık âyetleriyle iki şeyi anlatmaktadır: 

Birincisi, İslam’ı doğru yaşamak için bize Resûlüllah’ı  hayatını örnek almamızı emretmektedir: “Andolsun ki; sizin için Resulullah’ta güzel bir örnek vardır. Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için.” Her gün namazda kırk defa okuduğumuz Fâtiha’da ise kimlerin hayat yolunu istikamet yolu olarak alacağımızı bize dua olarak öğretmektedir:

“6-Bizi dosdoğru yola hidâyet eyle! 7-Kendilerine ni‘met verdiğin kimselerin yoluna; gazab edilmiş olanların ve dalâlete düşenlerin (yoluna) değil!” Âdem (as) zamânından beri, beşeriyette iki büyük cereyan birbiriyle çarpışarak gelmiş. Biri, istikāmet yolunu (doğru yolu) ta‘kīb ile ni‘met ve saâdet-i dâreyne (dünya ve âhiret saâdetine) mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salâhat ve îmandır (peygamberler, sâlihler ve mü’minlerdir). İkinci cereyan, istikāmeti bırakıp ifrât ve tefrît ile (aşırı giderek veya çok geri kalarak) aklı, bir vesîle-i azaba ve elemler toplayıcı bir âlete çevirenlerdir. (Şuâ‘lar, 15. Şuâ‘, 579).

İkincisi, bunların kim olduğunu da Kur’an-ı Kerim Nisâ Suresinde açıklamaktadır:

69-O hâlde kim Allah’a ve Resûl’e itâat ederse, işte onlar; Allah’ın kendilerine ni‘met verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kimselerle berâberdirler. Hem işte onlar, ne güzel arkadaştırlar!”

Kur’an’ın bu açık beyânları karşısında, bize örnek teşkil edecek ve rehber olacak maneviyât erlerine dil uzatmak, hamakatten başka bir şey değildir. “Dinle, bu ney neler hikâyet eder, 

ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.” Diyerek Allah’dan ayrı düşmenin sıkıntısını dile getiren Mevlânâ’ya dil uzatmek, maneviyatttan anlamamaktır. “Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” (Mektubat, 473).

İKİNCİ MESELE: Hayvanların ibâdetlerini ve şefâ’atlerini alaya alan Bayındır yine Kur’an âyetlerine muhâlefet etmektedir. “İsrâ 44-Yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbîh eder. Ve O’na, hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat (siz) onların tesbihlerini anlamazsınız. Şübhesiz ki O, Halîm (azabda hiç acele etmeyen)dir, Gafûr (çok bağışlayan)dır.”

“Evet nasıl ki semâ, güneşler, yıldızlar denilen nur saçan kelimeleriyle, hikmet ve intizâmıyla, onu takdîs ediyor. Öyle de zemin (yeryüzü), hayvanât ve nebâtât ve mevcûdât (varlıklar) denilen hayatdar (canlı) kelimâtıyla celâl sâhibi yaratıcısını tesbîh ve tevhîd etmekle kusursuzluğunu ve birliğini söylemekle) berâber, herbir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimâtıyla yine tesbîh edip, birliğine şehâdet eder.” (Zülfikār, 25. Söz, 53-54).

Peki bu Bayındır Efendi, ayın, güneşin, yıldızların ve bütün varlıkların Allah’a secde ettiklerini açıktan beyan eden âyetleri de mi inkâr edecektir? “Hacc 18-Görmedin mi, şübhesiz Allah (O Rabbinizdir ki), göklerde olan ve yerde bulunan herkes, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, (yeryüzünde) hareketli olan (bütün) canlılar ile insanlardan birçoğu O’na secde eder.”

“Kur’ân-ı Hakîm tasrîh ediyor (açıklıyor) ki, arştan ferşe, (gökten yere) yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere (balıklara), seyyârâttan zerrelere kadar herşey Cenâb-ı Hakk’a secde ve ibâdet ve hamd ve tesbîh eder. Fakat ibâdetleri, mazhar oldukları esmâlara (isimlere) ve kābiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir.” (Sözler, 24. Söz, 140)

“Sonra deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Ya Cemil, Ya Cemil, Ya Rahîm, Ya Rahîm” diyecekler.

Hattâ bir gün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?” Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarih bir surette “Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm” diyerek güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi: “Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa taifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?” Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil, fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidayette hırhırları arkasında “Ya Rahîm” farkedilir. Git gide hırhırları, mırmırları, aynı “Ya Rahîm” olur. Mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel “Ya Rahîm” çeker.” (Sözler, 334)

 

İşte hayvanların ve diğer varlıkların ibâdetleri farklı farklı olduğu gibi şefâ’atleri de farklı farklıdır. Hacer’ül-Esved’in bile şefâ’at hakkı olacağını beyan edn Resûlüllah, hayvanların şefâ’atine de işaret eylemiştir. Ancak elbetteki bu şefâ’atlerinin, farklı farklı olması da bir hakikattir. (Ahmed bin Hanbel, El-Müsned, 2511).

 

“Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında…” (Tekvir, 81/5) ayeti, hayvanların da mahşer meydanına çıkarılacaklarını haber vermektedir. Bir hadiste Peygamber Efendimiz (asm), “Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas suretiyle hakkı alınacaktır.” (bk. Müslim, Birr 15, 60; Tirmizî, Kıyâmet 2; R. Salihın, 204.)

İşte şefâ’at de tıpkı vahiy gibi iki kısma ayrılmaktadır.

Birincisi, genel manada şefâ’attir ki, şefaat kelime olarak; birinden, başkası adına bir ricada bulunma, kusurlarının bağışlanmasını dileme, bir suçlu veya ihtiyaç sahibinin af ve iyiliğe kavuşması için diğeri tarafından vâsıtalık etme, kayırma, iltimas ve yardım isteme mânâlarına gelmektedir. Bu geniş manayı esas aldığımızda, hayvanlara eziyet edenlerden onların hakkı alınacağı gibi, onlara iyilik edenlere de hayvanların âhirette hüsn-ü şehâdet edecekleri inkâr edilemez. Yoksa hayvanların şefâ’atini terim olarak, Peygamberlere, Kur’an’a, şehidlere ve Melâikeye ait olan şefâ’at ile aynı manada almak kimsenin maksadı değildir. Şefâ’at kelimesinin manasını tıpkı vahiy kelimesi gibi düşünmek gerekmektedir. Vahyin hakiki manada vahiy manası bulunduğu gibi, ilham manasında arılara vahiy ve yer küresine vahiy de Kur’an-ı Kerimde kullanılmıştır. Şefâ’at de öyledir. Hayvanların, Hacer’ül-Esved’in şefâ’ati demek, onların lehde şahadetleri ve böylece bir kula yardımcı olmaları manasındadır.

Bunun en güzel misali şudur ve Bayındır bu hadisi de mi inkâr edecektir:

“Bir adam yolda, yürürken susadı ve susuzluğu arttı. Derken bir kuyuya rastladı. İçine inip usuzluğunu giderdi. Çıkınca susuzluktan soluyup toprağı yemekte olan bir köpek gördü. Adam kendi kendine: ‘Bu köpük de benim gibi susamış.’ deyip tekrar kuyuya inip, mestini su ile doldurup ağzıyla tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti.”

Resûlullah’ın yanındakilerden bazıları: “Ey Allah’ın Resûlü! Yani bize hayvanlar (a yaptığımız iyilikler) için de ücret mi var?” dediler. Aleyhissalâtu vesselâm: “Evet! Her ‘yaş ciğer’ (sahibi) için bir ücret vardır.” buyurdu.” [Buhârî, Şirb 9, Vudû 33, Mezâlim 23, Edeb 27; Müslim, Selâm 153, (2244); Muvatta, Sıfatu’n Nebi 23, (2, 929-930); Ebû Dâvud, Cihâd 47, (2550)]

İkincisi ise, dar anlam ve İslâmî ilimler ıstılâhında ise şefâat, buna ehil olan bir zâtın, Allah Teâlâ’dan, günahkâr bir mü’minin affını niyaz etmesi demektir.  Ehl-i Sünnet inancına göre, büyük günah sahipleri hakkında peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve hayırlı mü’minlerin şefaatta bulunma selahiyetleri/yetkileri vardır. Bu husus meşhur hadislerle sabittir. Istılâhî manada şefâ’ati kimse inkâr edemez ve kimlere bu selahiyet verildiği Kelam kitaplarında açıklanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de de, “(Ey Muhammed!) Hem kendinin hem de mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların günahının bağışlanmasını dile.” (Muhammed suresi, 19/47) buyurulmuştur.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (rh.) hazretlerinin ifadeleriyle, başta Resûlüllah Efendimiz olmak üzere bütün peygamberlerin (A.S.) ve Allâh’ın izniyle sâlih kulların, evliyâullâhın, şehitlerin bazı günahkâr mü’minlere, cezayı hak eden büyük günah sahibi kişilere şefâat edecekleri haktır, âyet ve hadislerle sâbittir. Bu görüş, hiç şüphesiz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mensuplarının görüşünü temsil etmektedir. (Taftazanî, Şerhu’l-Akaid, 53).

İşte Osman Nuri Topbaş Hocamızın “BİR TESTİ SU” adlı kitabında Şah-ı Nakşibend Hazretleri yoluyla büyük veliyyullah Emir Külal Hazretlerinden naklettiği “köpeklerin de şefâ’at hali” tazında ifade edilen durum, geniş manada şefâ’attir. Yani köpek bile o iyilik eden kulun lehinde tezkiyeci ve ona yardımcı manasında şefaatçi olur manasındadır.

Hayvanlarda da cüz’i irade vardır. Çünkü, siz bir hayvana güzel davrandığınız zaman size korkmadan yaklaşır; kötü davranıp dövdüğünüz zaman sizi gördüğünde sizden kaçar. Buradan da anlıyoruz ki, hayvanların cüz’i iradesi vardır. Fakat teklifi iktiza edecek kadar değildir. Yani insanların taşıdığı “ibadet ve Allah’a itaat hususunda isterse yapar istemezse yapmaz” iradesi cinsinden değildir. (Osman Nuri Topbaş, Bir Desti Su,, Erkam yayınları, 2015, sh. 71 vd.)

“Kıyamet gününde hakları mutlaka sahiplerine vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyun, boynuzlu koyundan hakkını alacaktır” buyurmuştur. Elbette ki hayvanlara iyi muamele etmek ve bakmak sadaka olduğundan bunun da bir karşılığı olacak ve kendilerine iyilik edenler lehine şahitlik edeceklerdir. Buna genel manada şefaat demekte asla mahzur bulunmamaktadır. (İbn-i Cerir, c. 12, sh. 459).

Bu geniş manada şefâ’at kavramını bir de Bediüzzaman’dan dinleyelim:

“Namaz kıldığım o Bayezid Câmiindeki cemaatle iştirakimi ve herbiri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve davalara birer şahid ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatı içinde dergâh-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi. Birden bir perde daha inkişaf etti: Yani İstanbul’un bütün mescidleri ittisal peyda etti. O şehir, o Bayezid Câmii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine manen bir nevi mazhariyet hissettim. Onda dahi; rûy-i zemin mescidinde, Kâ’be-i Mükerreme etrafında dairevî saflar içinde kendimi gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedim. Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. Madem hayalen bu perde açıldı; Kâ’be-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek o safları işhad edip, tahiyyatta getirdiğim, اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ olan imanın tercümanını mübarek Hacer-ül Esved’e tevdi’ edip emanet bırakıyorum.” (Mektubat, 393).

“Mü’minler ibadetlerinde, dualarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki; her bir ferd, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevab cemaatten kazanıyor. Ve her bir ferd ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur, bilhâssa Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma… Ve keza her bir ferd arkadaşlarının saadetinden zevk alır ve Hallak-ı kâinata ubudiyet etmeye ve saadet-i ebediyeye namzed olur.” (Mesnevi-i Nuriye, 239)

Emir Külâl Hazretleri gibi bir zatin hatırasına, konuyu anlamadan dil uzatanlara söylenecek tek söz vardır: “Her üren köpeğe bir taş atacak olursanız, yer yüzünde taş kalmaz.” Burada belli bir şahsı kasdetmiyorum.

Erzurum Müftülerinden Yunus Kaya Hocamız şunu anlatmıştı. Bir gün Oltu’dan Erzurum’a bir köylü grubu gelir. Mevsim güzdür ve soğuktur. Alış-verişlerini yapıp dönüş yoluna girince akşamın karanlığı çöker. Önlerinde geçilmesi gereken bir çay vardır. Karar verirler. Çayın suyuna bakacaklar; soğuksa yakınlarındaki köyde gece misafir kalacaklar; yoksa çayı geçip gidecekler. Normalde bir gencin bakması gereken bu işe, en yaşlıları olan bir ihtiyar koşarak gider ve asasını nehre batırır ve bağırır: “Çok soğukmuş, geçemeyiz” der. İşte maneviyatta behresi olmayanların manevi meselelerdeki sözleri sopayı suya batırıp soğuk olduğunu söyleyen ihtiyar gibidir.           

Prof.Dr.Ahmed Akgündüz

Bediüzzaman’ın Şiddetle Karşı Çıktığı İki Hareket: Kürt Teali Cemiyeti Ve Şeyh Said Hadisesi

Son zamanlarda Bedîüzzaman’a yönelik bazı itirazlar yükselmeye başladı. Bir asırdır bu itirazlar yapılıyor ve hatta Bediüzzaman, yalancı peygamber bile ilan ediliyordu. Ancak “her üren köpeğe taş atılırsa yeryüzünde taş kalmaz” kaidesince bunlara cevap vermeye değmez deniliyordu. Fakat son zamanlarda televizyon kanallarından açık hatalar yapılmaya başlayınca, bazı meselelerde cevap verme ihtiyacını hissettim.

Hem devletin istihbarat raporlarında ve hem de Bediüzzaman’ı tanımayana yahut meşreb farklılığı sebebiyle çekemeyen insanların en büyük ithamları, onun Kürtçü ve devlet düşmanı olduğu ve bu sebeple de Kürt Te’ali Cemiyeti ila Şeyh Said Hadisesi’nin birinci derecede kurucusu ve tahrikçisi olduğu yönündeydi. Yıllardır Bedîüzzaman ve Risale-i Nur hakkında yazdıklarımı bir araya getirdim ve yenilerini de ekleyerek değerli okurlarımız için bu eseri telif eyledim. Umarım ki, bu eser, neşrettiğimiz 6 ciltlik “Arşiv Belgeleri Işığında Bediuzzaman Said Nursi ve Şahsiyeti” isimli eser, aslında bu tür iddialara yeterli cevabı vermiştir. Ancak konu hassas olunca, bu konuyu bazı küçük ilavelerle herkesin okuyabileceği şekilde ayrı bir kitapçık yapmayı tavsiye eden çok sayıda talep üzerine ayrı bir kitap olarak neşretmeye karar verdim. Umarım ki, bu eser, hem okuyucuların dualarını ve hem de ağabeylerimin de hem maddi ve hem de manevi katkılarını temin eyler.

Bediüzzaman’ın her iki kesim tarafından Kürtçülük ve de bölücülükle itham edilmesine, iki açıdan bakmak gerektir:

Bediüzzaman’a hücum eden birinci cephe: Cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman’ı yanlış tanımaktadır ve daha doğrusu, senelerdir devletin bütün imkânları ve bukalemun türünden aydınlar kullanılarak, Bedîüzzaman, Cumhuriyet nesline kötü tanıtılmaya çalışılmıştır. Onun mücadelesini tanımayan ve eserlerini okuyup talebelerini görmeyen, câhil veya aydın her cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman, Said Nursi veya Risâle-i Nur kelimelerini duyunca, yapılan telkinler sonucu, Kürtçü, bölücü, gerici ve devlet düşmanı bir insan ve eser hayaline bir nevi mecbur edilmiştir. İstihbârât teşkilâtımızın bu zat ve eserleri ile alakalı raporlarını; silahlı kuvvetlerimize dağıtılan bölücü faaliyetlerle alakalı bilgilendirici eserlerin konuyla ilgili bölümlerini; 12 Eylül Hareketinden sonra YÖK eliyle bütün üniversitelerimize dağıtılan bölücü örgütler kitabının ilgili başlığını ve de bunların tesirinde fikrini geliştirmiş ilim adamlarımızın sohbetlerini okur yahut mütâla’a ederseniz, Bedîüzzaman’ı sevmemeyi bir ibâdet ve millî vazife telakki edersiniz. Gerçekten ben de mezkûr yerlerde anlatılan Bedîüzzaman’ı asla sevemem. Hâlbuki bu çevreler, nasılki senelerce, dünyaya adâlet tevzi eden ecdadımızı bize barbar ve kızıl sultanlar diye takdim etmişler, öyle de İslam düşmanları, şahsiyetinden ve eserlerinden çok korktukları Bedîüzzaman ve eserlerini de Cumhuriyet nesline öyle yanlış ve kötü tanıtmışlardır. Ancak güneşin balçıkla sıvanamayacağı hakikatını unutmuşlardır. Ne acıdır ki, son on yıldan önceye kadar güvenlik kuvvetlerimiz de bu menfî propagandanın tesiri altında kalmıştır.

Vatanı için hayatını ortaya koyan bu büyük dahiyi, bir vatan hâini gibi değerlendirmişlerdir. Meseleyi uzatmamak için sadece bu menfî vasıflardan birisi üzerinde duracağım. Geriye kalanları da, sizin idrâklerinize havale ediyorum. Ne zaman Bedîüzzaman ve onun eserlerinden bahsetseniz, siz, ister Türk ouan, ister Arap olun ve isterse de Osmanlı Hânedânından olun, Kürtçü damgasını yersiniz. Hâlbuki dünyada Kürtçülük ve Risâle-i Nur kadar birbirine zıt iki kelime bulunmadığı gibi, Türkiye’deki bölücü kürtçü hâdiselere karşı, Risâle-i Nur’dan daha mükemmel bir panzehir asla bulunamaz. Mevzuyu isterseniz biraz açalım ve bazı müşahhas misaller verelim:

Birincisi: Bir kısım araştırmacılar, Bedîüzzaman’ınc umhuriyetten önceki yıllarda Said-i Kürdî ünvanını kullandığını da ileri sürerek, onun doğuda bir Kürt devleti kurmak gayesiyle 1918’de tesis edilen Kürt Te’âli Cemiyetinin üyesi olduğunu ve bölücü faaliyetlerde bulunduğunu iddia ediyorlar. Bu iddialarını desteklemek üzere, aynı cemiyetle beraber çalıştığını ileri sürdükleri Kürt Neşr-i Ma’ârif Cemiyeti kurucuları arasında Bedîüzzaman’ın da bulunmasını, fevkalade bir demagoji ile serrişte ediyorlar. Bu iddiaları hiçbir esasa dayanmadığını yapılacak kısa bir inceleme hemen ortaya koyacaktır.

Evvela, Osmanlı devleti kavim ve ırk esasına değil, din esasına dayanan bir devletti. Bu sebeple müslüman olmak şartıyla, millet farkı son 20-30 yıl bir tarafa bırakılırsa, ehemmiyet arz etmediğinden, Doğudaki bazı bölgelere Kürdistan Eyâleti yahut Bilâd-ı Ekrâd denilmesi ve orada yetişmiş devlet veya ilim adamlarına da Kürdî lakabının verilmesi, o zatın tanınması için kullanılan resmî bir ifade tarzıydı. Said-i Kürdî lakabı bu mana ile kullanılmış ve ne zamanki Cumhuriyet kurulup bu ifade yanlış anlaşılmaya başlanınca, bizzat Bedîüzzaman bunu Said-i Nursî şeklinde değiştirmiştir. Bununla da yetinmeyip eski eserlerindeki Kürdistan veya Bilâd-ı Ekrâd ifadelerini dahi vilâyât-ı şarkıyye şeklinde değiştirdiğini neşredilen eserleri ve talebelerinin şahâdetleri isbat etmektedir.

Sâniyen, Kürt Te’âli Cemiyeti ile Kürt Neşr-i Ma’ârif Cemiyeti arasında organik bir bağ yoktur ve maksadları da aynı değildir. Tarık Zafer Tunaya, bu cemiyetin kuruluşunu 1919’da demişse de, neşrettiği belgenin tarih ve kaynağını kaydetmemiştir. Ancak belgeyi, öylesine işlemiştir ki, mütalala edenler, Bedîüzzaman’ı Kürt Te’âli Cemiyeti üyesi zannederler. Hâlbuki ikisi arasında hiç bir alaka yoktur. Bedîüzzaman, İstanbul’a ilk defa geldiği 1907’lerden beri, şarkta bir dar’ülfünûn açılmasını müdâfa’a ettiği zaten bilinmektedir. Hatta Sultan Reşad’dan bu gaye ile belli bir tahsisat da almıştır.

Her ne kadar Kürt Neşr-i Ma’ârif Cemiyetinin ne zaman, hangi gayelerle ve hangi kurucularla tesis edildiği de tam belli değilse de, belli olsa ve Bedîüzzaman da bu cemiyetin kurucuları arasında bulunsa bile, bunda garipsenecek bir cihet yoktur . Zira Bedîüzzaman, şarkta maarifin geliştirilmesi ve bir üniversite açılması için başından beri gayret göstermektedir. Bu cemiyet, Erzurum yahut Bayburt Kültür ve Eğitim Vakfı gibidir.

Sâlisen, Kürt Teâli Cemiyetinin reisi olan Seyyid Abdülkadir’den gelen teklife verdiği şu cevap ise meseleyi kökünden halletmektedir:

“Allah u Zülcelâl Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de “Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever bu¬yurmuştur. Ben de bu beyan-ı ilahî karşısında düşündüm. Bu kavmin, bin yıldan beri âlem-i islamın bayraktarlığını yapan Türk Milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine ve 450 milyon (o zamanki islam âleminin nüfusu) kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi (bir kısım kürtçü) kimsenin peşinden gitmem” .

İkincisi: Bedîüzzaman’la alakalı yanlış tesbit ve yorumlardan biri de, onun Şeyh Said ile karıştırılması veya en azından Şeyh Said isyanına destek vermiş olduğunun yayılmasıdır. Maalesef gerçekle uzaktan yakından alakası olmayan bu tesbit, güvenlik raporlarına yazıldığı gibi, vatanperver ilim adamlarının zihinlerine de yer etmiş durumdadır. Şeyh Said’in Bedîüzzaman gibi bir dâhiyi yanına almak isteyişi doğrudur; ancak bu büyük âlimin mezkûr teklif karşısında takındığı tavır, kasden yanlış aksettirilmiştir. Buyurun, Şeyh Said’e olan cevabını beraber okuyalım:

“Türk Milleti, asırlardan beri islamiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştırmayınız. Bu şer’an câiz değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’an ve iman hakikatlarıyla tenvir ve irşâd etmektir. En büyük düşmanımız olan cehaleti izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akîm kalır. Bir kaç cani yüzünden binlerce kadın ve erkekler telef olabilir” .

Bediüzzaman’a hücum eden ikinci cephe: Kürtçülerdir. Bunlar da yukarıdaki iki hareketin kurucuları arasında Bediüzzaman’ın bulunduğunu ve Bediüzzaman’ın daima Kürtçülükten yana olduğunu izah etmeye çalışırlar.

Maalesef, yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi, Bediüzzaman’a Kürtçü, Devlet Düşmanı ve vatan haini diyenler, aslında birbirine zıt iki ayrı grup halindedirler:

Birinci Grup, Kemalist Devletin ve rejimin resmi tarihidir. Kitapta açıklayacağımız üzere, ilk İstiklal Mahkemelerinde bütün büyük alimleri gözaltına alırken Kürdistan Teali Cemiyetinin kurucu ve yönetim kurulu üyelerinin listelerini İstanbul Valiliğinden istemeleri ve bunlar arasında Bediüzzaman ismine rastlamamalarına; nihayet İngiliz Arşiv belgeleri de ithamlarını çürütmelerine rağmen Kürtçü ithamlarına devam etmişler. Hatta her iki dernek ile alakalı İstiklal Mahkemesi Savcısının hazırladığı 333 kişilik listede, İngliz Muhibler Cemiyetinin Cağaloğlu Şube Başkanı olan Molla Said, kurucu olmasa da sonradan Yönetim Kuruluna girmiş olması ve İngiliz Dışişlerine yazılan Kürdistan Mektubunda imzası bulunması hasebiyle, kasden Bediüzzzman Said Nursi ile karıştırılmıştır. Sonradan 333 kişilik her iki cemiyetin maznunları arasında ve üçüncü sırada “Molla Said (Bediüzzaman)” diye kasden tahrif edilmiştir.

İkinci grup, hatta günümüzde bile yazılan doktora ve mastır tezlerinde de konu böyle anlatılmıştır. Aynı şey, Bediüzzaman’ı kürtçü göstermeye gayret gösterilen ve Şeyh Said’e itiraz etmemiş gibi yalanlar üreten ırkçılar da aynı ithamlara sarılmışlardır. Bu ikinci grubun itham ve yalanları hala devam etmektedir.

Bu çalışma gelen istek üzerine kaleme alınmış ve tarihe beyaz bir sayfa açılmıştır. Bu eserde belgeler konuşacak ve tabular yıkılacaktır. Zannediyorum ki, her iki itham ve iftira sahiplerini de susturacak derecede ikna edici olacaktır.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rotterdam – 15 Nisan 2017

 

Bediüzzaman Ve II.Abdülhamid Kitabını Takdim Ederken

Cumhuriyet döneminde, maneviyat erenleriyle alakalı iki cepheden hücumlar yapılmıştır:

Birinci cephe, Kemalist idarenin kasdi hücumlarıdır ki, hem Sultan Abdülhamid ve hem de Bediüzzaman, bu hücumların birinci derecede kurbanlarıdırlar. Her ikisini sevmek te neredeyse, devlet düşmanlığı ve vatan hainliği sayılacak kadar bu şahsiyetler kötülenmek istenmiştir.

İkinci cephe ise, meşrep ve meslek farklılıkları sebebiyle, maalesef bazı dindar çevrelerin, Bediüzzaman hakkında ileri sürdükleri bazı iftira ve iddialardır. Meseleyi anlamadan ve belgelere dayanmadan bu konuda ileri geri konuşanlar arasında, meşreb farklılığı sebebiyle dil uzatan Ahmed Şimşirgil gibilerin yanında, Bediüzzaman’ı tanımaktan uzak kalan İhsan Süreyya Sırma, Kadir Mısıroğlu ve benzeri şahıslar gibi, “Bediüzzaman II. Abdülhamid muarızı” diyecek kadar haddini aşanlar olmuştur.

Biz bu kitapta, evvela Sultan Abdülhamid ve Bediüzzaman münasebetlerini belgelerle açıklayacak; sonra da itirazlara teker teker cevap vereceğiz. Bu arada, Sultan Abdülhamid ile alakalı bazı soruların cevaplarını da bu kitapçığa ilave edecek ve onun zamanının nasıl bir hukuk devleti anlayışında ilerlediğini de ayrı bir başlık altında inceleyeceğiz.

İsmi yukarıda zikredilen bazı şahıslar, Bedîüzzaman ve Mehmed Âkif gibi İslâm âlimlerinin meşrû dairedeki hürriyet ve meşrûtiyeti istemeleri ile Abdülhamid düşmanlığını birbirine karıştırmışlardır. Elbette ki o dönemin çok mühim simaları, özellikle Hafiye Teşkilâtının son zamanlardaki baskı idâresini tenkid etmişler ve Abdülhamid’in kurduğu hükûmetlerin, bazan istibdâd denebilecek faaliyetlerini tenkid eylemişlerdir. Ancak Abdülhamid’in de devletin devamını sağlamak için yürüttüğü şahsî idâre sistemini, her yönüyle meclis-i şûrâ esaslarına uygundur demek mümkün değildir.

İşte bu kitapda Bediüzzaman-Abdülhamid münasebetlerini kısaca özetledik ve belgelerle iddiaları cevaplandırdık. Belgeler konuşunca elbetteki tabular da yıkılacaktır.

Abdülhamid devrine tam devr-i istibdâd adını verenler, sadece ve sadece onun muhâlifi olan ittihâdcılardır. Ancak Meclis’in kapatılması meselesinde olduğu gibi, Sultân Abdülhamid, tarihin kanunlarına uyarak, Osmanlı Devleti’ni yıkılmaktan ve parçalanmaktan kurtulmak için, Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle, “mecburî, cüz’î ve yanlış olarak tamamen kendisine isnâd olunan hafif istibdâd”’a mecbur kalmıştır.

Bu meselede şu iki noktanın altını çizmek istiyoruz:

Evvela, Eğer Abdülhamid’in hükümetlerinin ve devlet ricalinin yaptığı bir istibdâd varsa, bunu, dünyadaki baskı idareleri ile ve özellikle de İttihâd ve Terakki Partisinin uyguladığı oligarşik istibdâd ile kıyaslamak mümkün değildir. Zira batıda istibdâd deyince, bir şahsın veya grubun yargı, yasama ve yürütme güçlerini kendinde toplaması manası anlaşılır. Halbuki II. Abdülhamid devrinde, yargı tamamen şer’î hükümler çerçevesinde ve kadılar veya hâkimler tarafından yürütülmüştür. En çok tenkit edilen Yıldız Mahkemesi meselesi, ayrıca izah olunacaktır. Yasama ise, 1876’da Kanun-ı Esâsí kabul edilmeden evvelki gibi, Tanzîmât devrinin temel özelliği olan Meclisler eliyle yürümüştür. Hatta bazı hukukçular, tamamen ehliyetsiz kişilerden oluşan Meclis yerine, hukukçuların teşkil ettiği bu tarz meclisleri tercih etmektedirler. Gerçekten de bu dönemde yasama gücü, Divan-ı Ahkâm-ı Adliye ve Şûrây-ı Devlet tarafından kullanılmıştır. Bazan Meclis-i Vükelâ ve kurulan Meclis-i Mahsûslar da bunlara yardımcı olmuşlardır. O zaman geriye sadece yürütme gücü kalmıştır. II. Abdülhamid’in yürütme gücünü, kendi kontrolündeki Meclis-i Vükelâ ve özellikle de devleti korumak için kurduğu Hafiye Teşkilâtı ile birlikte yürüttüğü doğrudur. Ayrıca sadrazamı ve nâzırları, kimseye danışmadan azil ve nasb etmesi, yürütmedeki tek güce misâl olarak verilebilir. Bu noktada, Meclis-i Meşveret usulüne riayet etmediği için, bazı İslâm âlimleri de onun zamanındaki icrâatlara istibdâd yaftasını vurmuşlardır. Netice olarak, Abdülhamid’in devrini, bütün hak ve hürriyetleri askıya alan bir baskı rejimi manasında istibdâd devri diye vasıflandırmak mümkün değildir.

İkinci olarak, Sultân Abdülhamid, 30 yıl devam ettirdiği bu idareyi kaba kuvvete dayandırmamıştır. Onu istibdâd ile suçlayan İttihâdcılar, asıl kendileri kaba kuvvetle istibdâd idaresini sistematik hale getirmişlerdir. Elbette ki Osmanlı zâbıtası denilen polis iş başında olmuştur; hafiyye tabir edilen istihbârât elemanları işe karışmıştır; ancak II. Abdülhamid, orduyu iç siyâsette aslâ kullanmamıştır ve en önemlisi de muhâlifleri için sürgün cezasından başka bir yola başvurmamıştır. Orduyu sadece devlete isyan eden isyancılara karşı (Ermeniler gibi) kullanmıştır. İç siyâsette orduyu kullanmak, İttihâdcıların marifetidir.

Bedîüzzaman ile diğer âlimler arasında muhalefet şeklinde de önemli farklar bulunduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu farkları iki noktada toplamak mümkündür:

Birinci Nokta: Bedîüzzaman, Abdülhamid’i belli noktalarda tenkid etse bile, İttihad ve Terakki Hükümetinin onu devirdikten sonra zamanın âlimlerinin aleyhinde sürdürdükleri iftira kampanyasına asla katılmamıştır. Mesela Şeyhülislâmlığın resmi yayın organı gibi olan Beyân’ül-Hakk’da Mustafa Sabriler, Sebilürreşad’da Mehmed Akifler ve benzeri âlimler aleyhte yazılara ve Abdülhamid devrini karalamaya devam ederken, Bedîüzzaman asla bunlara katılmamıştır. İsteyenler bu dergiye müracaat edebilir ve bazı makaleleri okuyabilirler.

İkinci Nokta: II. Abdülhamd’i tenkid eden Mehmed Akif ve Abdülaziz Çaviş gibi zatlar, Mısır’daki Muhammed Abduh ve benzeri şahsiyetlerin modernist ve reformist yaklaşımlarının tesiri altına girmişlerdir ve Osmanlı Devleti içinde onların tercümanı gibi davranmışlardır. Ancak Bedîüzzaman bu tür fikirlere karşı Ehl-i Sünnet’in düsturlarını müdafaadan asla vaz geçmemiştir. Bütün bu dediklerimizin delilleri, Beyân’ül-Hak, Sebil’ür-Reşâd gibi dergilerde yayınlanan makalelerde görülebilir.

1907’de İstanbul’a gelen Bediüzzaman, Meşrutiyetin ilanından evvel söylediği bir nutkunda, Sultân Abdülhamid’i, “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberî” diye vasıflandırmaktadır. 1909 Mart’ında kaleme aldığı bir makalede ise, ona şu tavsiyelerde bulunmaktadır:

“Ömrünün zekâtını Ömer bin Abdülaziz gibi sarf et. Ta ki, bi’atın manası gerçekleşsin. Meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, Yıldız’ı da mahbûb-ı kulûb eyle. Zebaniler gibi hafiyeler yerine rahmet melekleri olan âlimlerle doldur; Yıldız’ı Dârül-Fünûn gibi yap”.

Bediüzzaman’a göre, Abdülhamid zamanında yapılan bütün istibdâdlar onun şahsına verilmemelidir. Maalesef İttihâdcılar bunu yapmıştır. Zira o şefkatli bir sultândır. Başka bir eserinde de, Abdülhamid’in şahsî idaresini anlatırken, “Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdâd” ifadesini kullanmaktadır. Namık Kemal’in Abdülhamid’i tenkit ettiği Hürriyet kasidesini değerlendiren Bediüzzaman, 1930’lu yılların idaresini kasdederek, meseleyi bütün yönleriyle gözler önüne sermektedir:

“Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdâdı taşıyan şu asrın gaddâr yüzüne çarpılmaya layık iken, o tokada müstehak olmayan, gayet mühim bir zatın yani Abdülhamid’in yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün;

Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhây-ı hürriyet

Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyyetten.”.

1952 yılında bazı kimseler, Bediüzzaman’ın sanki İttihâdcıları destekleyerek Sultân Abdülhamid’e muhâlif olduğu iddialarını yaymaya başlayınca, talebelerine kaleme aldırdığı Lâhika Mektubunda aynen şunları ifade etmektedir:

“1) Bir adamın kusuru ile başkası mes’ul olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid’in hükümetlerinin hataları ona verilemez.

2) Bediüzzaman, II. Meşrutiyetin başında, hürriyet-i şer’iyyeyi teşvik etmiş, bazı siyasi muhâliflerinin istibdâd adını verdikleri, Abdülhamid idaresi için de, “mecburî, cüz’î ve hafif istibdâd”, İttihâdcıların zulmu için ise, “pek şiddetli külli istibdâd” tabirlerini kullanmıştır. Şu cümlesi meşhurdur: “Eğer meşrûtiyet, İttihâdcıların istibdâdından ibaret ise ve şerî’ata muhâlif hareket demek ise, bütün dünya şahid olsun ki, ben mürteciyim.”

3) Hürriyet, İslâmi terbiye ile terbiye olunmazsa, çok şiddetli bir istibdâda dönüşeceğini haykırmıştır ve maalesef öyle de olmuştur.

4) Abdülhamid’in yabancı düşmanlara karşı gösterdiği dehası, İslâm âleminin tam bir halifesi olması, Şark Vilâyetlerini Hamidiye Alayları ve İslâm Kardeşliği ile Ermenilere karşı koruması; İslâm’ın bütün hükümlerini hayatında yaşaması ve Yıldız Sarayında manevi şeyhini eksik etmemesi sebepleriyle bir veli olduğunu açıkça ifade etmiştir.

5) Ancak insan hatasız olmayacağından, onun da bazı hataları olduğunu ve ancak bu hataların mecburiyet altında işlenen hatalar bulunduğunu açıkça beyan eylemiştir.”.

O halde başta Bediüzzaman ve Mehmed Âkif olmak üzere, büyük İslâm âlimlerinin Abdülhamid’e muhâlif oldukları ve hatta aleyhindeki hal’ fetvâsını hazırladıkları şeklindeki iddialar doğru değildir. Fetvâyı zamanın Fetvâ Emini Hacı Nuri Efendi imzalamamıştır; ancak maalesef İttihâdcıların kuklası haline gelen Şeyhülislâm Mehmed Zıyâaddin Efendi imzalamıştır. Bu fetvâdaki hal’ gerekçeleri tamamen iftiradır. Zira Sultân Abdülhamid’in 31 Mart Vak’asına sebep olduğu zikredilmiştir ki, tamamen yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Dini kitapları yaktırdığı iddia edilmiştir ki, tam bir iftiradır; zira en çok dini kitap onun zamanında basılmıştır. Devlet hazinesini israf ettiği söylenmektedir ki, Abdülhamid gibi dindar bir Padişaha bunu isnad etmeye şeytan bile yaklaşmaz. Zâlim olduğu ileri sürülmüştür ki, iktidarı boyunca idam cezasını uygulamadığı herkesin malumudur.

Bu kitapta, bir kısım dindar yazarların belge olmadan ileri sürdükleri iddialar, belgeler ışığında çürütülecektir. Hedefimiz kimseyi karalamak değil, tam tersine çarpıtılan hakikatların ortaya çıkmasıdır.

Aslında bu kitapta yer alan konular ve belgeler, Bediüzzaman ile alakalı “Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi” adlı eserimizde yer almaktadır. Ancak yeni ilaveler, sorular, cevaplar ve belgeler de bu kitapta bulunmaktadır.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rotterdam, Mart 2017.

http://www.osmanlisahafi.com/arsiv-belgeleri-isiginda-sultan-ii-abdulhamid-ve-bediuzzaman

Fatura Ödeme Şirketleri Hakkında Şer’î Bir Tahlil

Evvela, konuyla alakalı uzman bir şirket sahibi kardeşimizin sorusunu aktaralım:

Fatura ödeme merkezi sahibiyiz. Gün içinde yüzlerce insan farklı faturalarını ödemek için dükkanımıza gelir. Aktif Bank bankasında bize ait bir  banka hesabına belirli bir miktarda para nakit olarak yatırırız. Daha sonrasında dükkanımıza gelen müşterilerin faturalarını bu hesap üzerinden öderiz. Parayı müşteriden tahsil ettikçe bu hesapta para azalır ve tekrar nakit olarak bu hesaba para yatırırız. Herhangi bir kanunsuzluğu mahal vermemek için bu banka hesapları ilgili kuruluşların (bayisi olduğumuz) kontrolü altındadır ve teminat verilerek bu tür dükkanlar açılabilir. Yine Aktif banka ait pos cihazından kredi kartı ile tahsilat yapılır.

Biz fatura ödeme merkezinde ödediğimiz tutar üzerinden değil sadece ödenen fatura adedi üzerinden hesap yaparız. Yani kişinin ne kadarlık bir fatura ödediği ile değil kaç adet fatura ödediği bizim için önemlidir. 

  1. Fatura başına biz 1.80 TL bir ücret tahsil ederiz. Bu tutar 10 TL bir fatura için 1000 TL lik bir fatura için de aynıdır. 

Müşteriler iki şekilde bu tutarları öderler. 1) Nakit olarak. 2) Kendi Kredi kartı ile.

Kredi kartı ile ödemede bankanın pos cihazından geçen tutar üzerinden %1.5 oranında bir ek ücreti olur. Bu ücret bizim hesabımıza ertesi gün geçer. 

Hesabı aşağıda bulabilirsiniz. 

10 TL fatura tutarı; 1.80 TL hizmet ücreti

%1,5 Kredi kartı banka komisyon ücreti (tutar üzerinden)

%2 dükkan komisyon ücreti (yani müşteri kredi kartı ile ödeme yaptığı için tutar üzerinden dükkana da bir ücret öder). Toplamda 11.80 TL hizmet ücreti ile birlikte 12.22 TL her şey dahil (%3.5 Kredi Kartı komisyonu ile) müşterinin kredi kartından tahsilat yapılır. Bu paranın 0.177 tutarı bankada kalır ve ertesi gün 12.04 TL olarak bizim hesabımıza geçer.

Not: Dükkan sahiplerinin de eklediği bir oran ile birlikte bazen %3.5 olarak tahsil edilir.  Genel geçer bir kaide olmuş.

Soru 1: Kredi kartı ile yapılan (%1.5 Banka Komisyonu) caiz midir?

Kredi kartı ile yapılan işlemde oran %2 (Dükkan komisyonu) caiz midir?  

0 komisyon ile (yani sadece fatura tutarı ve ödeme hizmet bedeli ile) tahsilat yapmak caiz midir?

Soru 2: Sadece kredi kartı ile ödeme yapacaklar için ve 0 komisyon ile olmak üzere, dükkanda satılan bir mal ile ilişkilendirmek caiz midir? Yani fatura ödeme tutarında limit belirlemek ve bu limite kadar 10 TL lik bir ampül ile birlikte ödenmesini istemek caiz midir?

300 TL (Fatura ve Hizmet ücreti dahil) bir ya da birkaç fatura için 310 TL Kredi kartı ile ve 0 komisyon ile tahsil etmek ve bu paraya bir adet ampül dahil etmek caiz olur mu? Burada şöyle bir söylem caiz olur mu? 300 TL lik faturanıza 0 komisyon ile kredi kartı ile ödediğiniz için 310 TL tahsil ettik ve size bir adet de ampül hediye ettik. 1.000 TL fatura ödeyen için ise 3 adet ampül vs gibi bir söylem caiz olur mu?”

ÜÇÜNCÜ KİŞİLER TARAFINDAN BORCUN ÜSTLENİLMESİ YANİ BORCA KEFÂLETİN HÜKMÜ NEDİR?

 

Borcu kapatmanın yollarından biri üçüncü bir şahsın yani Fatura Ödeme Şirketinin borcu ödemeyi üzerine almasıdır. Böyle bir durumda asıl borçlu yükümlülüğünü yerine getirmediği takdirde, kendisinin borcu ödemesi gerekir. Bu çeşit bir borcu üstlenmeye biz kefâlet akdi diyoruz. Kefâlet akdinin Mecelle’de[1] ve bütün fıkıh kitaplarında ayrıntılı hükümleri vardır.

Tartışılması gereken hükümlerden ikisi üzerinde duracağız:

Birincisi, bu borcu ödemeyi üzerine alan Fatura Ödeme şirketi ile borçlu arasında bir ücret (mu’amele ücreti, komisyon ve faiz gibi adlar altında) söz konusu olacak mı?

İkincisi, borcu üstlenen Fatura Ödeme şirketine cu’l[2] yani mükâfat olarak bir şey te’diye edilecek mi?

Zira bankalar, borcu üstlenilen şahıs belli bir ücret ödemeyi kabul etmediği takdirde, hiç kimsenin borcunu ödemeye kefil olmamaktadır. Çoğu kere bu istenen ücretin ödenecek borç meblağına orantılı olarak tesbiti sözkonusudur. % 3 yahut % 4 gibi.

Halbuki İslam Hukukunda kefâlet tıpkı ödünç verme (karz) akdi gibi, teberru’ akdidir. Bir ücret talep edilemez. O zaman, bir borcu ödemeyi üstlenme karşılığında herhangi bir ücret talebi caiz olmaz.

Bazı muasır hukukçular, kefâlet akdi karşılığında belli bir ücret almanın ciaz olduğunu söyleyerek, meseleyi şöyle gerekçelendirmişlerdir:

Günümüzde kefâlet, muasır ticaretin temel unsurlarından olmuş ve bu gayeyle bağımsız kurumlar teşekkül ederek (Fatur Ödeme Şirketleri gibi) yaptıkları bu hizmet karşılığında tahminin üstünde harcamalar yapmaya başlamışlardır. Kefâlet akdi yine tam bir teberru akdi olarak kalabilir; ancak artık ticaretin temel kurumlarından biri haline gelmiştir. Özellikle de uluslararası ticaret anlaşmalarında bu daha da önem arzetmektedir. Karşılıksız olarak teberru manasında kefiller bulunmayınca, kefâlet akdi karşılığı ücret alınmasında beis olmamalıdır.

Ancak bu delil doğru değildir. Eğer sahih olsaydı, o zaman karz akdi karşılığı da ücret alıp vermek caiz olurdu. Aynı iddia onun için de geçerlidir. Zira karz akdi, aslında bir teberru akdi olsa da, bugün ticaretin temel unsurlarından biri haline gelmiştir. Ödünç para vermek üzere bağımsız kurumlar ortaya çıkmış bulunmaktadır ki, bankalar bunların başında gelmektedir. Teberru şeklinde kaz verenler yeteri kadar bulunamayacağına göre, karz akdi karşılığında ücret almaya müsaade mi edilecektir.

Mesele şudur; Kefâlet ve karz akitleri, teberru’ akdi olmak noktasında asla farklı değillerdir. Karz akdinde ücret yani faiz almak caiz olmadığı gibi, kefâlet akdinde de ücret almak caiz değildir.

Bir misal verelim: Farz edelim ki Zeyd Amr’dan 100 TL borç istedi; Amr de bir kefil istedi. Halid Zeyd’e şunu söyledi: Ben senin borunu öderim; ancak sen bana 110 Tl verirsin. 10 TL benim yaptığım hizmetin ücretidir. Yahut Bekir geldi ve Zeyd’e şöyle dedi: Ben bana kefâlet ücreti olarak 10 TL vermek şartıyla borcuna kefil oluyorum. 100 Tl de borcunu ödemek mecburiyetinde kalırsam sana borç vermiş olurum.

Bu izahlar neticesinde ortaya çıkıyor ki, kefâlet akdi karşılığında kefâlet ücreti almak caiz değildir. O zaman Faizsiz Bankaların özellikle de uluslararası ticaret anlaşmalarında ve kredi mektubu verirken takip edebilecekleri şer’î yol ne olabilir?

İslam Bankalarının kefâlet akdi karşılığında ücret almak yerine yapabilecekleri iki meşru yol bulunmaktadır:

Birincisi, kefâlet işlemleri için gereken fiilî masrafları almaktır. Bu Fatura ödeme şirketleri için çok cüz’îdir.

İkincisi, vekil, simsar yahut ithalatçı ile ihracatçı arasında aracı sıfatlarıyla üstlendiği bütün faaliyetler karşılığı ücret almaktır.

Ancak borcu üstlenme (kefâlet) karşılığında bir ücret talep etmesi asla caiz değildir.[3]

 

ACABA FATURA ÖDEME ŞİRKETLERİNİN İŞİNİ VEKÂLET AKDİNE SOKUP ALINAN ÜCRETİ DE VEKÂLET ÜCRETİ OLARAK KABUL EDEBİLİR MİYİZ?

Dorudan doğruya araya kredi mektubu ve saire araya girmeden Fatura Ödeme Şirketinin borcu ödemeyi üstlenmesi, şirketin zimmetinin  borçlunun zimmetine katılması demektir ki, buna biz kefâlet yahut borcu üstlenme diyoruz. Bu bir vekâlet,[4] simsariye[5] yahut benzeri bir hukukî durum değildir. Mecelle’deki tariflerden de anlaşılacağı üzere, vekâlet sadece bir işi yapmak üzere yetkili kılmaktır; burada ise zimmeti zimmete kefil kılma sözkonusudur. Simsar ise, satın almaya vekil kılınan şahıs demektir. Zimmetin zimmete devri sözkonusu değildir.

 

Ancak arya kredi mektubu gibi bir şeyin girmesi halinde, garanti isteyen borçlu ile garanti belgesini veren kurum arasında vekâlet söz konusudur. Bu durumda kefil olunan borçlunun yararına olarak kefâlet ilişkisi devam etmekle beraber, vekâletin ücretli yahut ücretsiz olması caizdir.

 

NETİCE

İşte Fatura Ödeme Şirketleriyle alakalı soru ve bunun şer’î tahlili yukarıdaki gibidir. Bunu bu işi yapanlar, kendilerine tatbikte zorluk çekmeyeceklerdir. Ancak sorunun son kısmında sorulduğu üzere, bu işlemin için mal girmesi yahut kredi mektubu şeklinde olması konuyu etkilemez. Bu konu İslam Fıkıh Konseyinin 12 sayılı kararıyla açıkça belirtilmiştir. [6] Bu konu diğer mezheplerde de caiz görülmemiştir. [7]

Yukarıdaki sorulardan hiçbirine “Câizdir” demek bu durumda mümkün görünmemektedir. Şunu da unutmayalım:

“Evet, âyet-i Kur’aniye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. “Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder. Şakirdlerine “Girmeyiniz” emreder.” Sözler ( 409 )

“Ribanın kap ve kapıları olan bankaların nef’i; beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zalimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâma zarar-ı mutlaktır; mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira gâvur harbî ve mütecaviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir.” Mektubat ( 479 ).[8]

 

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rotterdam, 2017 Nisan

[1]   MADDE 612 – Kefâlet, bir şeyin mütâlebesi hakkında zimmeti zimmete zimmetlemektir. Yani bir kimse diğerin zatına zammedip ve onun hakkında lâzım gelen mütâlebeyi kendi dahi iltizam eylemektir.

[2]  Cüâle yahut Cu’l; İnsanın kendisi için yapılan bir iş karşılığı, işi yapan kimseye muayyen bir malı vermeyi kararlaştırmasına denir. Mesela, bir kişinin, “Kim benim kaybettiğim şeyi bulursa, ona şu kadar ödül vereceğim.” demesi buna örnektir. Cüâle ile icare yani, bir işi yapmak üzere ecîr olmak arasındaki fark ise şundan ibarettir: İcarede akit okunduktan sonra ecîrin işi yapması ve ecîr tutan kimsenin de kararlaştırılan ücreti ecîre vermesi gerekir. Ama cüâlede âmil isterse işi yapmayabilir ve o işi yapmadıkça da câilin ona herhangi bir şey vermesi gerekmez. Ahmed Akgündüz, Mukayeseli İslam ve Osmanlı Hukuku Külliyâtı, c. III, sh. 37 vd.

[3]   Muhammed Takî el-Osmanî, “Ahkam’ul-Bey’ bit-Taksit”, Mecelletü Mecma’il-Fıkh’il-İslâmî, 7. Devre, Sy. 7, c. II, sh. 40 vd.; Muhammed Emin İbn-i Âbidîn, Minhat’ül-Halık ala’l-Bahr’u-Raık, (El-Bahr’ur’Râık Haşiyesi), c. VI, sh. 341. Vd.

[4]    Mecelle MADDE 1449 –Vekâlet, bir kimse işini başkasına tefvîz etmek ve ol işde onu kendi yerine ikâme eylemekdir.

[5]   Mecelle 1504 – Ammâ dellâl ve simsâr gibi ücret ile bey‘a vekîl olan kimse mebî‘in semenini istîfâ ve tahsîle mecburdur.

[6]    Mecelletü Mecma’il-Fıkh’il-İslâmî, Sy. 2, c. II, sh. 1035 vd.

[7]    İbn-i Kudame, El-Muğnî, c. VI, sh. 441; Ebu Muhammed el-Bağdadî, Mecma’ud-Damânât, sh. 282; http://www.alifta.com/Fatawa/fatawaChapters.aspx?languagename=tr&View=Page&PageID=5042 &PageNo=1&BookID=3.

[8]   Bu fetvanın hazırlanmasında Fıkıh konusunda derin ihtisâsı bulunan Galal Amir Hocamızın katkıları olmuştur. Teşekkürlerimi takdim etmek vazifemizdir. Allah mahcup etmesin.

Memleketin Derdi İle Bağrı Yanan Bir Vatanperverin Cumhurbaşkanına Yazdığı Mektup

Bu mektubu yayınlamadan evvel iki şeyi belirteyim:

Birincisi, ben kardeşimiz kadar karamsar değilim; ancak tespitlerine ben de şahidim. Uşak, Aydın ve İzmir’de 15 Temmuz Konferansları verdim ve maalesef aynı halleri müşahede eyledim. Cumhurbaşkanımızı hainlerin oyunlarını Allah’ın yardımı ile bozan Ertuğrul Gazi’ye benzetiyorum. Zira İslamiyet hep yücelecek ve Türkiye İslam âleminin lideri olacaktır.

İkincisi, büyük harflerle aralara bazı müşahhas misalleri parantez içinde gireceğim. Parantezli yazılar bana aittir.

“GÖRDÜKLERİMDEN SONRA İÇİM ÜRPERDİ

Ankara’ya yaptığım hususi ziyaretimden ziyadesiyle üzgün döndüm. Gördüklerimi ve bildiklerimi Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN, Başbakanımız Binali YILDIRIM ve ikisi gibi düşünen Devlet adamlarımıza haber vermekten dolayı görevimi yerine getireceğine inanıyorum.

Sayın Cumhurbaşkanım gerçekten kefenini giyip hizmet ve Türkiye’yi lider ülke yapmak için yola çıkmıştır. Lakin yanında kim var? İşte konu budur.

Bu gece Diriliş Ertuğrul’u seyredince ufkumda ki sislenmiş düşünceler berraklaşmaya başladı. Hala sisler yoğun ancak ufka giden yolun aydınlanmaya başladığını görmeye başladım.

Ülkemiz dışarıdan Amerika, İngiltere, Avrupa, Rusya, İran ve İsrail gibi şer odakları, içeriden dâhilî şer odakları tarafından kuşatılmış, ülke adına Başkomutanı yıkmaya, öldürmeye ahdetmişlerdir. Dâhili ve harici düşmanlar her türlü melanetlerini işlerken gelin görün ki, Başkomutanın yanında yer alması gereken beyleri, ağaları yani Türkçesi bürokratları başka dünyalarda yaşıyorlar. Sanki rüzgârın nereden eseceğine bakıyorlar gibi geldi. Bürokratlar makamlarını ve dünyalıklarını muhafaza ediyorlar. İşler adeta rölantiye alınmış. Başkomutanın bulunduğu ortamlarda suret-i haktan yana, yanlarından uzaklaştıkça herkes kendi âleminde olduğunu görmekten utandım. Başkomutan bürokratlarının çoğu tarafından yalnız bırakılmış. Ve birçok bürokratın sanki yeni bir kalkışma olacak ve esen rüzgârın yönüne göre tavır alacaklarını üzülerek anlattılar.

Birçok devlet kademelerinde, üniversitelerde, kurumlarda fetö terör örgütü ile mücadele adeta durduruldu. Yöneticiler adeta işin üzerine yattılar. Kurumlarda yüzlerce yeni alınan eğitici, memur, amir gibi görevlere getirilen kişiler, yöneticiler tarafından adeta ödüllendiriliyorlar. Sanki fetö’ye yaranmak için yarış yapıyorlar. 15 Temmuz gecesi şehit edilen bunca vatan evladına inat, bunca yaralılara ve millete verilen zarar ve ziyana karşı bu teröristler sinsi sinsi gülüyorlar. Adeta ödüllendiriliyorlar. Maddi boyutu trilyonlara ulaşan bu darbenin yeniden yapılabilir olacağına inanan binlerce yönetici ve bürokrat var. Bu hain düşünceli yönetici ve bürokratları koruyan mahfiller ise perde arkasından işlerini yaparken Reis’e karşı ikiyüzlülüklerini devam ettiriyorlar. Veya Reis’i tehdit ediyorlar. (İÇİŞLERİ BAKANLIĞINDA DENGE SAĞLAYALIM DERKEN ULUSALCILARIN GÖREVE GETİRİLDİĞİ VE ONLARIN DA FETÖCÜLERLE İŞBRİLİĞİ YAPMA İHTİMALİ KONUŞULUYOR).

Çok tehlikeli ve hain fısıltı gazetesinin size manşetini okuyorum. “Hapiste yatanlar, görevden uzaklaştırılanlar yakın zaman da tahliye edilecekler. Pensilvanya’dan gelecek emirle hedeflerine ulaşacaklar. Türkiye’de yeniden bir kalkışma ile birkaç milyon insanı şehit ederek yönetime el koyacaklar.’’ Hainlerin yaydıkları korku imparatorlukları ve manşetleri budur.

Kendilerini suret-i haktan gösterip vatansever insanları fetöcü diye şikâyet edip görevlerinden aldırmaya devam etmektedirler. (IĞDIR ÜNİVERSİTESİ BUNUN EN AÇIK MİSALİDİR). Nice fetö terör örgütü hainlere karşı direnen ve Temmuz ayını şahlandıran insanlar görevlerinden yanlış şikâyetler sonucu alındılar. Mağduriyetleri aşikâr olan bu insanlarımız müracaat edecek kapı bulamıyorlar. Yavaş yavaş oy verdikleri ve iktidara taşıdıkları partilerine karşı inançları kaybolmaya ve kendilerini yalnız hissetmeye başladılar. Bir zaman yazdığım ‘’küskünler ordusu oluşturuluyor’’ düşüncemin hala arkasındayım. Görevlerinden alınanlar var, geri döndürülmüyorlar. Mahkemeye çıkarılmıyorlar.

Bunların çoluk çocuklarını düşünelim. “Bir kavme olan düşmanlıklarımız bizi adaletsizliğe sevk etmesin.” Sanki Reis’e karşı düşman ordusu hazırlıyorlar. Eh be Reisim, sana yapılan yanlışlığa dayanabilir miyim? Artık yakın arkadaş çevreni göreve çağır kurban olayım. Yüzüne gülüp arkandan kuyu kazanları gör be Reisim. Bu vatan hainlerini kıs kıs arkandan güldürme yiğit Reis’im, güldürme. 

Başka bir oyun da kurumlarda ki kurulmuş ‘’soruşturma komisyonlarıdır’’. İşi savsaklamak ve ertelemek için ellerinden geleni arkalarına koymuyorlar. 

Hani bilirsiniz oğul babaya derki, baba hırsızı yakaladım. Oğlum tut kolundan getir. Gelmiyor baba. Oğlum bırak gitsin. Gitmiyor baba. Oğul desene hırsız sensin. Teşbihte hata yapmayalım da bugünlerde kurulan komisyonlar bana bunu hatırlatıyor. Fetö terör örgütünün ta merkezine dâhil olmuş kişiler komisyonların üyesi. (MEDENİYET ÜNİVERSİTESİNDE KOMİSYONUN İKİ ÜYESİ TEMELDEN FETÖCÜ; AYNI DURUM İSTANBUL MÜFTİLİĞİNDE VE İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİNDE DE SÖZKONUSUDUR)

Kurumlarda ana merkezlerde, ana kumandalar da hep terör örgütü analar, ablalar ve ağabeyler görevlerinden alınmazsa bu beladan ne kurumlar ne de devlet kurtulamaz. Adım adım Siyonistlerin ve haçlıların arzu ettiği yöne doğru sürükleniyoruz.

Reisicumhur’ um artık bize hatırlatmak düşer.  Siz yürüyün biz arkanızdayız ve asla ayrılmayacağız. Sizin basiretinizden zerre şüphemiz yoktur. Sizin yukarıdan gördüklerinizi bizler aşağıdan göremeyiz. Hatta sizin belki bize ters gelen eylem ve söylemlerinizin mutlaka memleketimizin geleceği açısından öneme haizdir. Allah size yürüdüğünüz yolda engeller bırakmasın.

Ankara da gördüklerimden sonra içim ürperdi. Bunları paylaşmazsam kendimi sorumlu sayarım. Yazdığım bu bilgilerden dolayı alınma darılma olmasın. Zira görevini layığı ile yapan yönetici kardeşlerimize teşekkür ediyorum. Bu vatan hepimizindir. Hizmette kusur edenlere söylemesek, hataları varsa ikaz etmezsek, onlara karşı dost bile olamayız. Dost, dostunun hatası varsa eksiği varsa zamanında hatırlatmalıdır ki eksik veya hatalar yumak haline dönüştürülmesin.

Yarın Cuma’dır. Mübarek ola. Mağdur ve mazlum, evsiz barksız insanlara Allah imdat ede. Müslümanlar da hayırda yarışanlardan ola.

Selam ve dualarımla.”

BİR ÜNİVERSİTEDE ÖĞRETİM ÜYESİ. İSMİ BENDE MAHFUZDUR.