Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Diyalog ile alakalı Bediüzzaman Sıçratılmak İstenen Çamurlara Belgelerle Cevap

  • Bir belgesel veya YouTube videosunda, ya cehaletlerinden ya da Nura düşmanlıklarından dolayı, son fitne hadisesini de fırsat bilerek Bediüzzaman ile fitne başı Gülen’i aynı kefeye koyan bazı hezeyanlar yayınlanmıştır. Hata ve yalanlarla dolu bu iddiaları çürütmek bizim vazifemizdir.
  • Bediüzzaman Hazretleri, Papa’ya mektup falan göndermemiştir. Tam tersine Hz. Muhammed’in peygamberliğini isbat eden Zülfikar Mecmuası adlı eseriyle tevhidi isbat eyleyen Asasy-ı Musa kitabını 1951 yılında Papa’ya göndermiştir. Kaldı ki, Bediüzzaman’ın “İslam’dan taviz vererek İslam’a hizmet edilmez” düsturu hayat prensibidir. Bediüzzaman’ın şu sözlerini önceden hatrırlatmak istiyoruz:
  • “Nasraniyet, ya intifa ya ıstıfa bulacak. İslâm’a karşı teslim olup terk-i silâh edecek.” Sözler ( 703 )
  • Dinsiz bir millet yaşamaz. Asya, din noktasında Avrupa’ya benzemez. Ve İslâmiyet, hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinde Hıristiyanlığa uymaz. Ve dinsiz bir müslüman, başka dinsizler gibi olmaz.”
  • Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıp, yalnız memleketimin mamulâtını giyerim”
  • “Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur’ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi’ ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.” Mektubat ( 57 )

  • BEDİÜZZAMAN’IN PAPA’YA GÖNDERDİĞİ KİTAPLAR VE PAPA’NIN CEVÂBÎ MEKTUBU: 22 ŞUBAT 1951

Bedîüzzaman Said Nursî ile birlikte Denizli ve Afyon hapislerinde mevkuf bulunan Selâhaddin Çelebi, babası merhum Nazif Çelebi ile birlikte Nur eserlerini ilk defa teksir makinasıyla biner nüsha neşretmişler ve dünyanın muhtelif merkezlerine göndermişlerdir. Bu merkezlerden çeşitli teşekkür mektupları gelmiştir. Bunlar arasında Papalıktan gelen cevabı aynen alacağız.

Hazret-i Üstâd, bütün hayatında, Avrupa’nın ve ecnebilerin İslâm âlemine vurdukları hainane darbelerden ve musallat ettikleri gizli ifsad komitelerinin ifsadlarından ve İslâm âleminin içine soktukları medeniyet namı altındaki san’at ve terakkiyât hususları hariç mimsiz pis, rezil sefahat ve lehviyattan, ayrıca da İslâm âleminde türettikleri ırkçılık gibi pis hasletlerden dolayı; Avrupa’ya karşı daima nefretli davranmış ve onların bu cihetteki durumlarına muhabbeten, dostluktan, hele hele taklidden iğrenmiş, uzak kalmış ve o tip bir taklidçiliği her zaman milliyetsizlik, tinetsizlik saymıştır. Avrupaya karşı bu şekil bir muhabbeti aynı zamanda çok zararlı, çok hatarlı ve körü körüne bir iltihak addetmiştir.

Ama bunun yanında da, her zaman Hıristiyanlık âleminden hakikî dindar bir ruhani cemaatının İslâma iltihaklarını, yardımlarını Bazı sahih hadislerin işaretleriyle olacağını da ümidle beklemiştir. Evet Hazret-i Üstâd bunları Resulullah Efendimizin Hazret-i İsa (A.S) ile ilgili hadis-i şeriflerinin işaretlerinden aldığı kesin bir kanaatla, bu büyük hâdiseye hep muntazır kalmıştır. Hatta Avrupa’da, Amerika’da bu hakikat lehine ve ona işaret edici en ufak kıpırdanışları dahi çok ehemmiyetle değerlendirmiş ve hadislerdeki o büyük hakikatın bir alâmeti, bir nişanı, bir işareti olarak tatbik etmeye çalışmıştır. Risâle-i Nur eserlerinde bu mevzu’un bir çok defalar ele alındığı okuyanların malûmlarıdır.

1950’de Almanya’ya Berlin’e gönderilen Zülfikar ve Gençlik Rehberleri münasebetiyle, yine ehemmiyetle değerlendirmeli beyânlarda bulunmuştur. Daha sonra aynı yıl içinde Papa’ya gönderilen Zülfikar eseri ve 1953’de İstanbul’da Üstâd’ın bizzat gidip Fener Patriğiyle görüşmesi dahi, onun bu meseleye ne derece ehemmiyetle baktığını ve o büyük hakikatın tezahürünü ne kadar ve nasıl beklediğini göstermeye kâfidir.

Papa’ya gönderilen Zülfikar kitabıyla ilgili girişim ve Hazret-i Üstâd’ın bu husustaki ifadeleri gelecek şekildedir ve 29.12.950’de Salâhaddin Çelebi’nin Üstâd Hazretlerine yazdığı bir mektubunda ezcümle şunları yazmıştır:

Câmi’ül-Ezher’e ve Pakistan Sefirine, Roma Vatikan Papa’ya birer Zülfikar hediye edilecektir.

Almanya’da Müslüman reisi Berlin cami’ imamına bir Zülfikar hediye edilmiştir. Vasıta olan Hacı Bey söyledi: “Berlin gazetelerinde gayet kıymettar olan Bedîüzzaman Hazretlerinin Zülfikar’ını ilan etmişler.” Tayyare Acentası Hacı Bey tarafından Zülfikar hediye edilmiştir…

Abdurrahman Salâhaddin Çelebi.

Buna karşılık Papa’dan gelen cevap aynen şöyledir:

Papalık Makam-ı Âlisi Kalem-i Mahsusu Başkitabet Dairesi, Vatikan

22 Şubat 1951

Numara: 23 22 47

Efendim!

Zülfikar nam el yazısı güzel eseriniz İstanbul’da Papalık makam-ı vekâleti vasıtasiyle Papa Hazretlerine takdim edilmiştir. Bu nazik saygınızdan dolayı gayet mütehassis olduklarını bildirirken, üzerinize Cenab-ı Hakkın lûtuflarını dileklerini tebliğe beni memur ettiklerini arza müsaraat eylerim. Bu vesile ile saygılarımı sunarım.

İmza: Vatikan Kâtibi.

Bahri Çağlar anlatıyor:

“Papa’nın cevabî mektubu bende”

Üstad, Papa’ya Zülfikar’ı gönderiyor. Papa cevaben mektup yazıyor. Mektuptan bir parça: “‘O güzel el yazılı göndermiş olduğun Kur’ân tefsiri Zülfikar Mecmuasını aldım. Cenab-ı Hak sana lütuf ihsan etsin.’

Bu mektup şimdi bende…

Risâle-i Nur’un çeşitli yerlerinde Zülfikâr-ı Mucizât, Zülfikar Mecmuası, Zülfikar-ı Mucizâtı Kur’âniye Mecmuası gibi isimlerle anılır. Pek çok yerde ise Asâ-yı Mûsâ isimli risâleyle zikredilir ve her iki Risâlenin iman hakikatlerini ispat konusundaki önemi hatırlatılır.

Başta Kur’an-ı Kerim’in pek çok açıdan mu’cize oluşunun ele alındığı 25. Söz ve Hz. Peygamber’in (a.s.m.) peygamberliğini ispat eden 19. Mektup Risâleleri olmak üzere, aynı çerçevede Risâle-i Nur’un çeşitli yerlerinde yer alan bölümlerin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Üstad Bedîüzzaman bu eserinin başında, özellikle hâfızlar ve hocaların Zülfikar’a şiddetle muhtaç olduğunu ifade eder.

Bu eserin Hıristiyan Âleminin bir nevi dini ve ruhani reisi olan Papaya gönderilmesiyle, vahdaniyet-i ilâhiyye, Risâlet-ı Muhammediye Aleyhisselâtü Vesselâm ve Kur’ân’ın kelamullah olduğunu ispat eden bu eser, mezkûr tebliği de yapmış oluyordu.

  • FENER PATRIĞI İLE GÖRÜŞME

Üstteki hâdise ve mesele münasebetiyle, Hazret-i Üstâd Bedîüzzaman’ın 1953 yaz aylarında, hususi şekilde gidip İstanbul Fener Patriği Alt Henagoras ile görüşmesini burada kaydetmek lâzımdır. Üstâd’ın bu görüşmesi manidardı. İslâm ve hakikî Hıristiyanlık dinlerinin barışmasının veya hiç olmazsa esas mes’elelerde ittifakın tebliği gibi idi.

O günlerde Üstâd’la beraber bulunmuş halen hayatta Nur Talebelerinden bir çoğu rivayet ederler ki: Bir gün Hazret-i Üstâd, yanında Üniversiteli Ziya Arun olduğu halde, Fener’deki Patriğe gitmiş, görüşmüş ve ona:

Hristiyanlığın din-i hakikisi olan tevhid ve nübüvveti kabul ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammedi de (A.S.M) peygamber ve Kur’ân-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul ederseniz, ehl-i necat olacaksınız.” dedi.

Patrik Althenagoras cevabında: “Ben kabul ediyorum…” deyince Bedîüzzaman: “O halde siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?”

Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar.” diye cevab vermiş.

Bu hâdiseyi nakleden, Üstâd’ın o sıra beraberinde bulunmuş birçok talebesi hâlâ hayattadır. Ezcümle Ahmed Aytimur, şimdi Almanya’da bulunan Abdulmuhsin, Mehmed Fırıncı vesaire…

Mehmed Fırıncı anlatıyor:

“Üstadın Fener Patriğiyle görüşmesi”

Çarşamba’da Ziya Arun kardeşimizle birlikte gezmeye gitmişlerdi. Eve döndüklerinde Ziya Arun heyecanlı bir şekilde. Üstadla birlikte Fener Patrikhânesine gittiklerini ve Üstadın Patrik Athenagoras’la görüşüp konuştuğunu anlattı.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

(Bahri Çağlar Ağabey 1899 Barla doğumludur. Ağustos 1984’te Barla’da vefat etmiştir. Bahri Ağabey, 1927 senesinde Barla’ya nefyedildiğinde Bedîüzzaman Hazretlerini bir hafta kadar evinde misafir eden dershânenin bitişiğindeki Yokuşbaşı Mescidi’nin imamı Muhacir Hâfız Ahmed’in damadıdır. Özcan, Ağabeyler Anlatıyor, c. I, sh. 69 vd.)

nurnet.org

OSMANLI KANUNNÂMELERİ KÜLLİYÂTININ XI. Cildini Takdim Ederken

  •  Onbir Ciltlik bu külliyât ile Osmanlı Hukukunun sadece % 15’ini teşkil eden Örfî Hukukun bütün düzenlemeleri neşredilmiş oldu.
  • Geriye kalan yaklaşık % 80’lik kısmın ise tamamen Şer’î Hükümlerden ibaret olduğu ortaya çıktı ki, Mukayeseli İslâm ve Osmanlı Hukuku Külliyâtı isimli 3 ciltlik eserde de bunları neşr eylemiştik.
  • Osmanlı müesseselerinin tamamen eski Müslüman devletlerinden iktibas edildiğini gösteren Mukaddime-i Kavânîn-i Teşrîfât’ı bu ciltte neşrettik. Bu Kanunnâme gösteriyor ki, Osmanlı Devleti taşkilâtının Bizans’ın kopyası olduğu şeklindeki iddialar, ilmî temele dayanmayan laf u güzâfdan ibarettir.  

osmanli kanunnameleriOsmanlı Kanunnâmeleri Ve Hukûkî Tahlilleri” adlı araştırma serimizin XI. ve son cildine bizi ulaştıran Allah’a hamd ü senâ ve O’nun Resûlü olan Hz. Muhâmmed’e salât ve selâm olsun.

Osmanlı Hukuk mevzuatı hakkında iki temel eser yayınladık. Birincisi, 11 ciltten oluşan ve yaklaşık 700 küsur kanunnâme ve siyâsetnâmeyi içinde bulunduran Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri adlı bu eserimizdir. İkincisi ise, Mukayeseli İslam ve Osmanlı Hukuk Külliyâtı adlı 3 ciltlik çalışmamızdır.

Biz, birinci eseri telif ve neşretmeye başlayıncaya kadar, genellikle Cumhuriyet tarihi dönemi tarihçileri ve müsteşrikler, Osmanlı Devleti’nin bu kanunlarla idare edildiğini ve devletin laik olduğunu iddia ediyorlardı. Hatta Fâtih Sultan Mehmed’in bile Kanun-ı Osmânî ile şerî’at hükümlerini bir tarafa bırakıp kendi vaz’ ettiği kanunları tatbik ettiği ileri sürülüyordu. 700 küsür kanunnâmeyi neşredince, bu kanunların sadece, idare hukuku, askerî hukuk, kısmen vergi hukuku, arâzî hukuku, kısmen ta’zir cezalarıyla alakalı ceza hükümlerinden ibaret olduğu açıkça ortaya çıktı. Hatta merhum Yılmaz Öztuna bizi arayarak şunları söyledi:

“Akgündüz Kardeşim! Peki, asıl hukukun belkemiğini teşkil eden Kamu Hukuku dalları olan Ceza Hukuku; Yargılama Hukuku, Devletler Umumî Hukuku ve Malî Hukuk ile alakalı hükümler ile Özel Hukuk ile alakalı Şahsın hukuku, Aile hukuku, Miras Hukuku, Borçlar Hukuku ve Eşya Hukuku gibi dallarla alakalı hükümler nerede?”

Cevabımız şu oldu: Muhterem Hocam! Eski hukukumuzla ilgili araştırmalarda en çok hataya düşülen konu, Müsliman Türk devletlerinin yasama organı olarak sultanın veya padişahın yahut da bir başka müessesenin görülmesi ve değerlendirmelerin buna göre yapılmasıdır. Bu, hatalı bir değerlendirmedir. Bu sebeple İslam Hukukundaki yasama faaliyetinin mahiyetini ve sınırlarını iyi tesbit etmek gerekir.

Tanzimat’tan önceki Müsliman Türk devletlerinin hemen hemen tamamında, sınırları Şerî’at tarafından çizilen ülül-emre ait yasama yetkisi, kanun adamları, sultan ve padişahlar tarafından kullanılmıştır. Kamu yararı gerektirdikçe bazı içtihadlar tercih edilmiş, yeni ortaya çıkan hukukî meseleler karşısında zamanın şeyhülislamlarından alınan fetvalar üzerine fermanlar verilmiş, özellikle fethedilen arazilerin rejimi kamu yararının gerektirdiği şekilde tanzim edilmiş ve tazir cezaları değişen zamana göre farklı tarzlarda düzenlenmiştir. İşte idarî, malî, cezaî ve değişik hukuk alanlarında, muhtelif zaman ve zeminlerde, padişahların emir ve fermanlarıyla zamanın şeyhülislamlarının fetvalarına dayanılarak vaz `edilen hukukî düzenlemeler aynen veya özet halinde derlenmiş yahut padişahın arzusuyla derletilmiş ve adına “kanunnâme” denmiştir. Daha önceden intikal eden Zülkadiroğulları ve Akkoyunlulara ait kanunnâmeler de elimizde bulunmakla beraber, sayıları 500’e varan bu kanunnâmelerin çoğunluğu Osmanlı padişahlarına ve özellikle de Kanunî Sultan Süleyman’a aittir. Kanunnâmelerin kendi aralarında iki kısma ayrıldığını görüyoruz:

  1. A) Umumî mahiyet arz eden kanunnâmeler. Bunlar bütün Osmanlı ülkesi için geçerli olan örfî hukuk kâidelerini ihtiva etmektedir. Fâtih’e ait biri devlet teşkilâtı diğeri ceza hukukuna ilişkin iki kanunnâme, Yavuz Selim’e ait umumî kanunnâme, Kanunî’ye ait umumî bir Kanunnâme, Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnamesi (Osmanlı Devlet Teşkilâtı), III Ahmet Kanunnâmesi ve Zülkadiroğullarına ait iki Kanunnâme bu grubun misalleridir.
  2. B) Hususî ve mahallî kanunnâmeler. Osmanlı idarecileri, fetih yoluyla ülkelerine kattıkları her bölgenin fetihten hemen sonra tapu-tahrîrini yapmışlar ve arazinin hukukî mahiyetini, o bölgede mevcut eski örf âdet kâideleri, eski nizamları ve arazinin verimliliği ile yaşayan nüfusu göz önüne alarak özel kanunnâmeleri o bölgenin tapu tahrîr defterinin başına yazmışlardır. Bu kanunnâmelerin çoğu hükümleri genel kanunnâmelerdeki hükümlerin o bölgelere adapte edilmiş şeklidir. Kanunnâmeler de, ait olduğu mahalli ilgilendiren bazı özel maddeler mevcuttur. Mesela Girit kanunnâmesinde mülk arazi ve haraç’la ilgili hükümlere yer verilirken, Budin Kanunnâmesinde mîrî arazi ile alakalı hükümler derlenmiştir.

Görüldüğü kadarıyla söz konusu Kanunnâmelerde örfî hukukun dışına çıkılmamış ve uygulamada görülen aksaklıklar, kanun ve şerî’at hükümlerini hatırlatıcı ferman demek olan adaletnâmelerle ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Kanunnâmelerin hükümleri ciddi olarak tahlil edilirse, bunların ya mevcut şer’î hükümlerin kanun haline getirilişi ya bazı içtihadların tercihi, ya da ülül-emrin, yasama yetkisine dâhil alanlardaki hukukî düzenlemeleri olduğu görülecektir.

Osmanlı Devleti Müsliman bir Türk devletidir. Bu devletin hukuk nizâmı da İslâm hukuku yani fıkıhdır. Ancak Kanunnâmeler de ne oluyor? denirse, bu gerçeği şöyle izah etmek gerekir.

Osmanlı hukukundaki mevzûât hükümleri iki kısımdır:

Birincisi; Doğrudan doğruya Kur’ân ve sünnete dayanan ve fıkıh kitaplarında tedvin edilmiş bulunan hükümlere şer‘î hükümler, şer‘-i şerif veya şer‘î hukuk denmektedir. Osmanlı hukukunun % 85’ni bu hükümler teşkil eder. Bu sebepledir ki, Molla Hüsrev’in “Dürrer ve Gurer”i ile İbrahim Halebî’nin “Mülteka” sı Osmanlı Devletinin medeni kanunu olarak görülmüştür.

İkincisi; şer‘î hükümlerin tanıdığı sınırlı yasama yetkisine veya içtihad esasına dayanılarak, özellikle malî hukuk, toprak hukuku, ta‘zir cezaları, askerî hukuk ve idâre hukukuna ait hukukî düzenlemeler ve temelini örf-âdet, âmme maslahatı gibi tâlî kaynaklar teşkil eden içtihadî hükümlerdir ki, bunlara da örfî hukuk, siyâset-i şer‘îye, kanun kanunnâme ve benzeri isimler verilir. Bunlar da şer‘î esasların dışına çıkamayacağı için, İslâm hukukunun dışında bir hukuk nizâmı olarak kabul edilemez.

  1. XI. Cildde de çok önemli Kanunnâmeleri neşr eyledik.
  2. Kısım’da III. Ahmed Devri Kanunnâmeleri (1115-1143 / 1703-1730)’ni ele aldık ve iki bölüme ayırdık. Birinci Bölüm‘de Umumî Kanunnâmeler Ve Siyâsetnâmeler’e yer verdik. İlk Umumi Kanunname Kânûn-ı Cedîd oldu ve Kanun-ı Cedid’den ne anlayacağız? Sorusunu cevapladıktan sonra Kanun-ı Cedîd’in metnini değişik nüshalar ile mukayese ederek yayınladık. Değişik araştırmacılar tarafından neşredilen bu Kanunnamenin MTM’daki nüshasının bile hatalarla dolu olduğunu gördük. İkinci olarak ise Fatih’den beri devam eden Kanunnâme-i Osmânî’nin son versiyonu olduğunu tahmin ettiğimiz nüshasını neşrettik. Bu Kanunnamenin Mukaddimesininö İslam Hukukundaki sınırlı yasama yetkisini nasıl tanzim ettğini hayretle gördük.

Bu arada daha evvel neşredilen Nesâyıh’ul-Vüzerâ V’el Ümerâ’yı metnine ve sadık kalarak kitabımıza aldık ve önemli bir siyasetname olduğunu gördük.

İkinci Bölüm‘de ise III. Ahmed Devri Eyâlet Kânûnnâmeleri üzerinde durduk. Girit Eyâleti Kânûnnâmeleri arasında yer alan Kandiye Sancağı Kanunnâmesi (1116); Eyâlet-i Cezâyir-i Bahr-i Sefîd Kânûnnâmeleri arasında yer alan Mora Sancağı Kanunnâmesi; Adalar’daki Sultân III. Ahmed Vakıfları ile Alakalı Hüküm; Midilli Sancağı Kanunnâmesi; Sakız Adası Kanunnâmesi; Rodos Sancağı Kanunnâmesi; Nakşe Cezîresi Kanunnâmesi ve Gence-Karabağ Eyâleti Kanunları arasında yere alan Gence Kanunnâmesi’ni neşrettik.

  1. Kısım ise I. Mahmud Devri Kânûnnâmeleri’ne ayrılmıştır. Birinci Bölüm’de Umumî Kânûnnâmeler ve Siyâsetnâmeler’i arasında yer alan 1750 Tarihli Teşrîfât Kânûnnâmesi’ni ve Osmanlı müesseselerinin tamamen eski Müslüman devletlerinden iktibas edildiğini gösteren Mukaddime-i Kavânîn-i Teşrîfât’ı neşrettik. Bu Kanunnâme de gösteriyor ki, Osmanlı Devleti taşkilâtının Bizans’ın kopyası olduğu şeklindeki iddialar, ilmî temele dayanmayan laf u güzâfdan ibarettir.

III. Kısım‘da II. Mahmud Devri Kânûnnâmeleri’nden İhtisâb Ağalığı Nizamnâmesi’ni yayınladık.

Son olarak Osmanlı Kanunnâmeleri İle Alakalı Son Değerlendirme başlığı altında ise, Siyâset Kelimesinin Yanlış Yorumlanması Ve Sınırları ile Siyâset-i Şer’iye, Kısımları Ve Osmanlı Kanunnâmeleri arasındaki ilişkileri özetledikten sonra Tanzîmât’tan Sonraki (1839 Sonrası) Osmanlı Kanunlarının Bilgi Kaynakları hakkında bilgi verdik.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Sözler’in Flemenkçe Tercümesi Yayınlandı

“Sözler”İn Flemenkçe Tercümesini (De Woorden) Takdim Ederken

IUR Press 694 sayfalık Bediüzzaman Hazretlerinin Sözler adlı eserini, De Woorden adı altında ve 6 sene gayret göstererek, Flemenkçe neşrine muvaffak oldu. Bunu Mektûbât ve diğer büyük eserler inşallah takip edecektir.

IUR Press, Sözler adlı eserin Felemenkçe Tercümesini (De Woorden) okuyucuların ve ilim âleminin istifadesine takdim ederken, başta Avrupa’da Nurların neşri konusunda bize vekâlet veren Nurun vârislerinden Mustafa Sungur Ağabeye Allah’tan rahmet niyaz ediyor; tercümede emeği geçen Ahmed Said Karadeniz, Musa Kees, Kâmile Altıok ve görünmeyen kahramanlara şükrânlarımızı takdim eyliyor ve basımı için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan İMAK Matbaası ve yetkililerinden Allah razı olsun diyoruz.

Önsöz’ün Türkçe tercümesinin kısmen almak istiyoruz.

Risale-i Nur Nedir?

Kur’anın hakikatlarını müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve isbat eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mes’ele olan “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatları nedir?” gibi suallerin cevabını vâzıh ve kat’î bir şekilde, çekici bir üslûb ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.

Bir diğer ifadeyle, Kur’andaki temel unsurlar ve Kur’anın takib ettiği maksadlar, tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür. Yani benî-âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücud ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celbetti. “Şu garib ve acib mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?” diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükûmeti, fenn-i hikmeti yani bugünkü tabiriyle felsefeyi karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:

Hikmetin “Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?” şeklinde özetlenecek sorularına, benî-âdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, nev’-i beşere vekaleten karşısına çıkarak şöyle cevabda bulundu:

Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’s-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî’nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azîmüşşan elimdedir. Şübhen varsa al, oku! Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın verdiği şu cevablar, Kur’andan muktebes ve Kur’an lisanıyla söylenildiğinden; Kur’anın anasır-ı esasiyesinin şu dört maksadda temerküz ettiği anlaşılıyor.[1]

Yirminci asrın Kur’an Felsefesi olan bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve san’at olarak maddiyatı, diğer taraftan iman ve ahlâk olarak maneviyatı câmi’ ve havi olacak Türk medeniyetinin, sadece maddiyata dayanan sair medeniyetleri geride bırakacağını da isbat ve ilân etmektedir.

Risale-i Nur, nasıl bir tefsirdir?

Tefsir iki kısımdır. Birinci kısım tefsir: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’anın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve isbat ederler. Bunlara lafzî tefsirler denir. Bu çeşit tefsirler de iki kısımdır: Birincisi, Rivâyet Tefsirleridir ki, Kur’anı izah ve tefsir ederken, yine Kur’an âyetlerine, Resûlüllah’ın sünnetine veyahut Sahabe ve Tabiîn sözleri ve eserlerine dayanan tefsirlerdir. Bunlara örnek olarak İbn-i Cerir Taberî’nin ((d. M.838/H.224, – ö. M.923/H.310), Cami’ul Beyân an Tevil’il Kur’ân adlı tefsiri ile İbn-i Kesir’in (d. 1301- ö. 1373) Tefsir’ul Kur’an’il-Azim adlı eserleri zikredilebilir. İkincisi ise, Dirâyet tefsirleridir ki, sadece rivâyete değil, dirâyet ve muhakemeye, akıl ile hüküm çıkararak Kur’an âyetlerini izah etmeye dayanır. Bu gruba misal olarak ise, Zemahşeri’nin (1074-1144) Keşşâf adlı Tefsiri ile Fahreddin Râzî’nin (d. 6 Şubat 1149 – ö. 29 Mart 1210) Tefsîr-i Kebîr isimli dev külliyatıdır.

İkinci kısım tefsir ise: Kur’anın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bunlara manevî tefsirler de denir. İmam Gazâlî’nin İhyâu Ulûmiddin adlı eseri ile İmam Rabbânî’nin Mektûbât’ı bu grupta yer alabilir. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Ancak bu çeşit tefsirlerin en muhteşem misali Risâle-i Nur Külliyâtıdır ki, Sözler adlı eser, bu külliyâytın dört temel rüknünün birincisidir. Bu manevî tefsir; “Sözler”, “Mektubat”, “Lem’alar”, “Şualar” diye dört büyük kısımdan müteşekkil olup, yekûnü 130 risaledir.

Zahirî ve lafzî tefsirler, iman ve Kur’anın yüce hakikatlarını bazan mücmel bir tarzda dercediyorlar; fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları da susturan bir manevî tefsirdir. Risale-i Nur sübjektif nazariye ve mütalaalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur’anın hakikatlarını rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır.

Tercümesiniz sizlere sunduğumuz Sözler adlı bu eser, Kur’an âyetlerinin nurlu bir tefsiri; baştanbaşa iman ve tevhid hakikatlarıyla müberhen; her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış; müsbet ilimlerle mücehhez; vesveseli şübhecileri ikna ediyor ve en avamdan en havassa kadar herkese hitab edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor. Büyüklü küçüklü risaleler halinde, asrın ihtiyaçlarına tam cevab veriyor; aklı ve kalbi tatmin ediyor ve Kur’an-ı Kerim’in yirminci asırdaki -lafzî değil- manevî tefsiri özelliğini taşıyor. İslamiyet ve özellikle iman hakikatları hakkında, akla gelen bütün istifhamları, zerreden Güneş’e kadar iman mertebelerini; vahdaniyet-i İlahiyeyi ve Nübüvvetin hakikatını isbat ediyor. Arz ve Semavat’ın tabakatından, melaike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatından, haşir ve âhiretin vukuundan, Cennet ve Cehennem’in varlığından, ölümün mahiyet-i asliyesinden ebedî saadet ve şekavetin menbaına kadar, akla gelen ve gelmeyen bütün imanî mes’eleleri en kat’î delillerle aklen, mantıken, ilmen açıklıyor. Pozitif ilimleri teşvik ederek, riyazî mes’elelerden daha kat’î delillerle aklı ve kalbi ikna’ edip, merakları izale eden bir şaheser olarak karşımıza çıkıyor.[2]

Bedîüzzaman’a göre Yüce Allah’ın iki kitabı mevcuttur: Birincisi, Kâinat Kitabıdır ki, Allah’ın tekvin ve kudret sıfatının tecellisidir ve bu kitabın hükümlerine yani kâinatta carî olan kanunların mecmuuna Şerî’at-ı Tekvîniye denir ve yanlış olarak ehl-i inkâr tarafından tabiat kanunları diye ifade edilir. İkincisi ise, Kelâm sıfatından gelen Kur’an-ı Kerîm’dir ve bu ikinci kitap birinci kitabın gerçek tefsiri mahiyetindedir. Yani Kur’an Kâinat Kitabının tercümanıdır. İşte bu sebepledir ki, Allah’ın iki kitabı arasında muhâlefet olamaz. Kâinat kitabını insan aklı ve vahye dayanarak tefsir eden bütün ilimler, Kur’an ile tezad teşkil edemezler. Sözler adlı eser, bu hakikatı Kur’an’dan misaller zikrederek isbat eylemektedir.

Bedîüzzaman’a göre, Akıl ve nakil taâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir. Yine Bedîüzzaman’a göre, Bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saadetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyet’i münkesif ettiren, sû’-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir. Ona göre, köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Zira İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir. [3] Bu sebepledir ki, Bedîüzzaman 25. Sözde, bir kısım ehl-i ilim yahut bazı gayr-ı Müslimler tarafından itiraz edilmiş âyetleri ele alarak, onların içinde akla ve ilme muhâlif bir harfin dahi bulunmadığını ve hatta itiraz edilen âyetlerin tam aksine ilmî ve kevnî mu’cizelerle dolu olduğunu ortaya koymuştur.

Biz iddia ediyoruz ki, Sözler adlı bu eser, sadece Müslümanların iman hakikatleri için bir kaynak değil, Allah’a ve ahirete iman gibi iman esaslarını kabul eden bütün ehl-i iman için kapsamlı bir kaynaktır. Bu eser, imanı olmayanı inşâallah imana getirir. İmanı zaîf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlettirir. İmanı geniş olana bütün kemalât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nurani, daha parlak manzaraları açar. [4]

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü

Rotterdam 22 Mayıs 2016.

[1]    Bediüzzaman, İşarat-ül İ’caz, sh. 12 – 13.

[2]    Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, sh. 681 vd.

[3]    Bediüzzaman, Muhakemat, sh. 10 vd.

[4]    Bediüzzaman, Sözler, sh. 690.

“SÖZLER”in Flemenkçe Tercümesini (DE WOORDEN) Takdim Ederken

IUR Press 694 sayfalık Bediüzzaman Hazretlerinin Sözler adlı eserini, De Woorden adı altında ve 6 sene gayret göstererek, Flemenkçe neşrine muvaffak oldu. Bunu Mektûbât ve diğer büyük eserler inşallah takip edecektir.

IUR Press, Sözler adlı eserin Felemenkçe Tercümesini (De Woorden) okuyucuların ve ilim âleminin istifadesine takdim ederken, başta Avrupa’da Nurların neşri konusunda bize vekâlet veren Nurun vârislerinden Mustafa Sungur Ağabeye Allah’ta rahmet niyaz ediyor; tercümede emeği geçen Ahmed Said Karadeniz, Musa Kees, Kâmile Altıok ve görünmeyen kahramanlara şükrânlarımızı takdim eyliyor ve basımı için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan İMAK Matbaası ve yetkililerinden Allah razı olsun diyoruz.

Önsöz’ün Türkçe tercümesinin kısmen almak istiyoruz.

Risale-i Nur Nedir?

Kur’anın hakikatlarını müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve isbat eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mes’ele olan “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatları nedir?” gibi suallerin cevabını vâzıh ve kat’î bir şekilde, çekici bir üslûb ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.

Bir diğer ifadeyle, Kur’andaki temel unsurlar ve Kur’anın takib ettiği maksadlar, tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür. Yani benî-âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücud ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celbetti. “Şu garib ve acib mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?” diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükûmeti, fenn-i hikmeti yani bugünkü tabiriyle felsefeyi karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:

Hikmetin “Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?” şeklinde özetlenecek sorularına, benî-âdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, nev’-i beşere vekaleten karşısına çıkarak şöyle cevabda bulundu:

Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’s-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî’nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azîmüşşan elimdedir. Şübhen varsa al, oku! Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın verdiği şu cevablar, Kur’andan muktebes ve Kur’an lisanıyla söylenildiğinden; Kur’anın anasır-ı esasiyesinin şu dört maksadda temerküz ettiği anlaşılıyor.

Yirminci asrın Kur’an Felsefesi olan bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve san’at olarak maddiyatı, diğer taraftan iman ve ahlâk olarak maneviyatı câmi’ ve havi olacak Türk medeniyetinin, sadece maddiyata dayanan sair medeniyetleri geride bırakacağını da isbat ve ilân etmektedir.

Risale-i Nur, nasıl bir tefsirdir?

Tefsir iki kısımdır. Birinci kısım tefsir: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’anın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve isbat ederler. Bunlara lafzî tefsirler denir. Bu çeşit tefsirler de iki kısımdır: Birincisi, Rivâyet Tefsirleridir ki, Kur’anı izah ve tefsir ederken, yine Kur’an âyetlerine, Resûlüllah’ın sünnetine veyahut Sahabe ve Tabiîn sözleri ve eserlerine dayanan tefsirlerdir. Bunlara örnek olarak İbn-i Cerir Taberî’nin ((d. M.838/H.224, – ö. M.923/H.310), Cami’ul Beyân an Tevil’il Kur’ân adlı tefsiri ile İbn-i Kesir’in (d. 1301- ö. 1373) Tefsir’ul Kur’an’il-Azim adlı eserleri zikredilebilir. İkincisi ise, Dirâyet tefsirleridir ki, sadece rivâyete değil, dirâyet ve muhakemeye, akıl ile hüküm çıkararak Kur’an âyetlerini izah etmeye dayanır. Bu gruba misal olarak ise, Zemahşeri’nin (1074-1144) Keşşâf adlı Tefsiri ile Fahreddin Râzî’nin (d. 6 Şubat 1149 – ö. 29 Mart 1210) Tefsîr-i Kebîr isimli dev külliyatıdır.

İkinci kısım tefsir ise: Kur’anın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bunlara manevî tefsirler de denir. İmam Gazâlî’nin İhyâu Ulûmiddin adlı eseri ile İmam Rabbânî’nin Mektûbât’ı bu grupta yer alabilir. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Ancak bu çeşit tefsirlerin en muhteşem misali Risâle-i Nur Külliyâtıdır ki, Sözler adlı eser, bu külliyâytın dört temel rüknünün birincisidir. Bu manevî tefsir; “Sözler”, “Mektubat”, “Lem’alar”, “Şualar” diye dört büyük kısımdan müteşekkil olup, yekûnü 130 risaledir.

Zahirî ve lafzî tefsirler, iman ve Kur’anın yüce hakikatlarını bazan mücmel bir tarzda dercediyorlar; fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları da susturan bir manevî tefsirdir. Risale-i Nur sübjektif nazariye ve mütalaalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur’anın hakikatlarını rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır.

Tercümesiniz sizlere sunduğumuz Sözler adlı bu eser, Kur’an âyetlerinin nurlu bir tefsiri; baştanbaşa iman ve tevhid hakikatlarıyla müberhen; her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış; müsbet ilimlerle mücehhez; vesveseli şübhecileri ikna ediyor ve en avamdan en havassa kadar herkese hitab edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor. Büyüklü küçüklü risaleler halinde, asrın ihtiyaçlarına tam cevab veriyor; aklı ve kalbi tatmin ediyor ve Kur’an-ı Kerim’in yirminci asırdaki -lafzî değil- manevî tefsiri özelliğini taşıyor. İslamiyet ve özellikle iman hakikatları hakkında, akla gelen bütün istifhamları, zerreden Güneş’e kadar iman mertebelerini; vahdaniyet-i İlahiyeyi ve Nübüvvetin hakikatını isbat ediyor. Arz ve Semavat’ın tabakatından, melaike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatından, haşir ve âhiretin vukuundan, Cennet ve Cehennem’in varlığından, ölümün mahiyet-i asliyesinden ebedî saadet ve şekavetin menbaına kadar, akla gelen ve gelmeyen bütün imanî mes’eleleri en kat’î delillerle aklen, mantıken, ilmen açıklıyor. Pozitif ilimleri teşvik ederek, riyazî mes’elelerden daha kat’î delillerle aklı ve kalbi ikna’ edip, merakları izale eden bir şaheser olarak karşımıza çıkıyor.

Bedîüzzaman’a göre Yüce Allah’ın iki kitabı mevcuttur: Birincisi, Kâinat Kitabıdır ki, Allah’ın tekvin ve kudret sıfatının tecellisidir ve bu kitabın hükümlerine yani kâinatta carî olan kanunların mecmuuna Şerî’at-ı Tekvîniye denir ve yanlış olarak ehl-i inkâr tarafından tabiat kanunları diye ifade edilir. İkincisi ise, Kelâm sıfatından gelen Kur’an-ı Kerîm’dir ve bu ikinci kitap birinci kitabın gerçek tefsiri mahiyetindedir. Yani Kur’an Kâinat Kitabının tercümanıdır. İşte bu sebepledir ki, Allah’ın iki kitabı arasında muhâlefet olamaz. Kâinat kitabını insan aklı ve vahye dayanarak tefsir eden bütün ilimler, Kur’an ile tezad teşkil edemezler. Sözler adlı eser, bu hakikatı Kur’an’dan misaller zikrederek isbat eylemektedir.

Bedîüzzaman’a göre, Akıl ve nakil taâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir. Yine Bedîüzzaman’a göre, Bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saadetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyet’i münkesif ettiren, sû’-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir. Ona göre, köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Zira İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir. Bu sebepledir ki, Bedîüzzaman 25. Sözde, bir kısım ehl-i ilim yahut bazı gayr-ı Müslimler tarafından itiraz edilmiş âyetleri ele alarak, onların içinde akla ve ilme muhâlif bir harfin dahi bulunmadığını ve hatta itiraz edilen âyetlerin tam aksine ilmî ve kevnî mu’cizelerle dolu olduğunu ortaya koymuştur.

Biz iddia ediyoruz ki, Sözler adlı bu eser, sadece Müslümanların iman hakikatleri için bir kaynak değil, Allah’a ve ahirete iman gibi iman esaslarını kabul eden bütün ehl-i iman için kapsamlı bir kaynaktır. Bu eser, imanı olmayanı inşâallah imana getirir. İmanı zaîf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlettirir. İmanı geniş olana bütün kemalât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nurani, daha parlak manzaraları açar.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü

Rotterdam 22 Mayıs 2016.

 

Osmanlı Devleti Bizans’ın kopyası değildir

Osmanlı Devleti, Bizans’ın bir kopyası mıdır? Bizans devlet müesseselerinin Osmanlı devlet müesseselerine etkisi var mıdır?

Bu iddia, tamamen, Batılı olan Busbecq gibi seyyâhların, Rambaud ve Gibbons gibi tarihçilerin, tıpkı İslâm Hukukunun Roma Hukukunun aynen devamı olduğuna dair iddialarda bulunan Müsteşrikler gibi, ileri sürdükleri, delilden mahrum bir iddiadır. Maalesef, bütün Osmanlı hukuk sistemi ve devlet teşkilâtı ile ilgili arşiv belgeleri, bu iddiaların tamamen hayalî ve esassız olduklarını ispat ettikleri ve Fuad Köprülü gibi araştırmacılar da, ileri sürülen bütün iddiaları, satır satır delillerle çürüttükleri halde, Avrupalı bazı tarihçilerin iddialarını sürdüren bazı tarihçilerimiz ve bilim adamlarımız hâlâ bulunmaktadır. Bu sebeple, kısa da olsa, meseleyi özetlemekte yarar vardır. Konu ile ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenleri, Osmanlı müesseselerinin, Bizans müesseselerinin bir taklidi olmayıp, kendi geleneği içinde geliştiğini gösteren ve peşin hükümlerle değil, sağlam bir tarih metoduyla ve ilmî delillerle bunu ispat eden Fuad Köprülü’nün Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te’siri adlı eserine; III. Ahmed’in fermanıyla kaleme alınan, sadece bu soruya cevap veren ve Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserimizin 11. Cildinde neşredilecek olan Kanun-ı Teşrîfât ve Teşkilât adlı Kanunnâmeye havale ediyoruz.

Böyle bir iddiayı ileri atanların en büyük delilleri, Fâtih’in Kanunnâmesindeki bazı hükümlerin Bizans Hukukundan adapte edilmiş olması; Anadolu-Rumeli Beylikleri ikilisinin, Kazaskerliğin, Defterdârlığın ve hatta Padişahların her hafta İstanbul’daki camilerden birine gitmesinin bile Bizans’tan taklid edildiği şeklindeki hayali sözlerdir. Bu iddialara karşı özetle şunları söylemek icab etmektedir:

  1. A) Osmanlı Devleti, Müslüman bir devlettir. Dolayısıyla bu devletin hukuk, idare ve kısaca bütün müesseselerinde İslâm’ın esasları etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin teşkilâtında iki önemli etki söz konusudur. Birincisi, İslâm Dininin esasları ve Müslüman devletlerin tesiri. Buna misâl olarak Abbasî Devletini zikredebiliriz. İkincisi, eski Türk Devlet teşkilâtı. İslâm’ın esaslarına aykırı olmayan hususlar, Türk Devletlerinde aynen korunmuştur.

Osmanlı Devleti’nin örnek aldığı devlet, çeşitli milletlerin elinde gelişip büyüyen İslâm Devletidir. Bilindiği üzere, her şeyde olduğu gibi siyasî, hukukî ve askerî bir teşkilât olan devletin gelişmesinde de tedrîcilik esastır. Her şey gibi İslâm devleti de basitten daha mükemmele doğru gelişmiştir. Hz. Peygamber kendi devrinde yasama, yürütme ve yargının başıdır. İlk yazılı anayasayı kendisi hazırladığı gibi, ihtiyaçlara göre devlet teşkilâtını da kurabilmiştir. Kur’ân’ı ve önemli belgeleri kaleme alan vahiy kâtiplerinin tesbiti, kendisine danışmanlık yapan kimselerin tayin edilmesi, vergi tahsili için âmillerin (vergi memurlarının) çevreye gönderilmesi, belli merkezlere kadı tayini yapılması ve benzeri hususlar, Asr-ı Sa’âdette de önemli bir devlet teşkilâtının bulunduğunu göstermektedir.

Hz. Ömer zamanında devletin malî ve askerî meselelerinin yürütülmesi için, Sasânî devletinde bulunan divan sisteminin benimsenmesi, İslâm devlet teşkilâtında önemli bir gelişme olmuştur. Eski Türk kurultay ananesinin de tesiriyle, bütün Müslüman Türk Devletlerinde devlet merkezinde bulunan ve devletin işlerini birinci derecede görmeye yetkili kılınan bir divan, daima bulunmuştur.

İdarî teşkilâtın oturması Abbasîlerde mümkün olmuştur. Abbasî Devletinin idarî teşkilâtı, kendisinden sonraki bütün İslâm devletlerini ve özellikle de Osmanlı Devleti’ni ciddi manada etkilemiştir. Bazı ifade değişiklikleri dışında, Divan-ı Hümâyûn’un da, Kazaskerlik müessesesinin de, eyâlet sisteminin de, başta Abbasî Devleti olmak üzere Müslüman devletlerden alındığı kesindir.

  1. B) İslâm Hukuku, Kur’ân ve Sünnet’in esaslarına aykırı olmamak şartıyla, diğer devletlerin idarî teşkilâtlarının ve askerî-malî kanunlarının Müslüman devletler tarafından alınmasında beis görmemiştir. Selmân-ı Fârisi’nin tavsiyesi üzerine Divan sisteminin Sasanîlerden alınması ve Hz. Ömer’in İran’daki bazı vergilerin, mahiyetleri şer’î hükümlere aykırı olmamak şartıyla aynen bırakılmasını emretmesi bunun en müşahhas misâlidir. Nitekim İslâm Hukukunun kaynaklarından biri de, Şerâ’iu Men Kablenâ yani eski hukuk sistemleridir. Bu manada, Osmanlı Devleti’nin Bizans’a ait muhâberât sisteminden yararlanmış olması; sorguçlar, solaklar ve peykler gibi bazı giyim ve protokol kurallarının Bizans’tan ilham alınarak düzenlenmiş bulunması; Sırbistan’ı fethettiklerinde, “mîrî arazi üzerindeki madenlerin işletme esasları ülü’l-emr tarafından tanzim olunur” şer’î hükmüne uyularak, eski Sırp Kanunlarının tadil edilerek kabul edilmesi, hep bu esasların bir meyvesidir. Bu uygulamalar, Osmanlı Devleti’nin hukuk ve devlet teşkilâtını Bizans’tan aynen aldığı manasına da gelmemektedir.

Özellikle bazı örfî vergilerin Bizans yahut bir başka devletten alınması ise, İslâm’ın esaslarına uymak şartıyla, İslâm Hukuku tarafından câiz görülmektedir. Kaldı ki, bu iktibas iddiaları da doğru değildir. Hele hele öşür vergisinin Bizans’tan alındığını iddia etmek, İslâm Hukukundan haberdar olmamak demektir.

  1. C) Tamamen faraziyeler halinde kalan ve ama ispat edilmiş mesele olarak takdim edilen bu görüşlerin aksine, Osmanlı Devleti’nin müesseseleri, Bizans’tan değil, eski İslâm Devletlerinden, İslâm’a aykırı olmamak şartıyla eski Türk Devletlerinden ve özellikle de Anadolu Selçuklu Devleti ila Anadolu Beylikleri’nin siyasî ve idarî teşkilâtından ve ayrıca Moğol asıllı Müslüman devletlerin, mesela İlhanlı Devleti’nin müesseselerinden ciddi manada etkilenmiştir. Ancak kendini yenilediği, Bizans veya başka bir devlette gördüğü yeni bir müesseseyi tadil ederek kabul ettiği de bir gerçektir. Eğer Nizâm’ül-Mülk’ün Siyâsetnâmesi ile Uzunçarşılı’nın Osmanlı Devlet Teşkilâtı ile alakalı eserlerini mukayese ederseniz, bu söylenenlerin ne derece doğru olduğunu daha rahat anlayabilirsiniz.

Mesela, Osmanlı Devleti’nin asırlarca en mühim devlet organı olan Divan-ı Hümâyûn, Abbasîler’den itibaren Anadolu Selçuklularına kadar bütün Müslüman devletlerinde bulunan Divan’ların devamıdır; eğer İslâm hukuku eserleri incelenirse, vezâret-i tefvîz makamının sadece isim değişikliğiyle Osmanlı Devleti’ndeki sadrazamlık makamı olduğu hemen anlaşılacaktır. En çok itiraz edilen ve Bizans’tan alındığı iddia edilen iki beylerbeyilik usulünü ise, Anadolu Selçuklularında, Memlüklüler’de ve Altınordu Devleti’nde de olduğunu söylemek yeterlidir. Merak edenleri, Kalkaşandî’nin Subh’ül-A’şâ’sına havale ediyoruz.

Nihayet hukuk sistemi ile ilgili olarak da şunları söylemek yerinde olacaktır: Osmanlı Devleti, İslâm hukukunu tatbik hususunda diğer Müslüman Türk Devletlerinden farklı bir yol izlememiştir. İslâm Hukukunun açıkça hüküm vaz’ ettiği alanlarda fıkıh kitaplarındaki Hanefi görüşleri esas alınarak uygulamaya gidilmiştir. İslâm Hukukuna muhâlif bir görüşü uygulamak şöyle dursun, Hanefi mezhebine aykırı görüşleri uygulamayı bile çok ciddi şekil şartlarına bağlamıştır. Ancak İslâm Hukukunun yüksek otoriteye (ülü’l-emre) içi boş yasama yetkisi tanıdığı sahalarda, belli bir yasama formalitesini takip ederek örfî hukuk diye bilinen kanunnâmeleri de tanzim etmişlerdir. “Allah’ın kullarının maslahatlarını şer’ ve kanun üzere” görmüşler, bütün hukukî anlaşmazlıkları “şer’-i şerif ve kanun üzere ahkâm-ı şerife” vererek halletmişlerdir. Zaten Mültek’al-Ebhur 1648 ve 1687 tarihli fermanlarla Osmanlı Devleti’nin resmî hukuk kodu olarak kabul edilmiştir.

Kısaca, Osmanlı Devleti müesseselerinin, İstanbul’un fethinden sonra yeni baştan tertip ve tanzim edildiğini söylemek, tarihî vakıalara terstir. Fâtih Kanunnâmesi de, Bizans’tan etkilenerek hazırlanmış bir Kanunnâme değil; belki o zamana kadar uygulana-gelen kanun hükümlerinin resmi bir şekilde tedvîn edilmiş bir halidir. Fâtih devrinde Osmanlı Devleti’nin hukuk sistemi veya müesseseleri köklü bir değişikliğe tabi olmamıştır.

Yapılan incelemeler, Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine etki etmediğini göstermektedir. Alay ve efendi gibi bazı tabirlerin yahut bazı giyim tarzlarının Bizans’tan gelmesi ise, daha önce aktardığımız İslâm Hukuku kuralına dayanmaktadır ve zaten daha önceki dönemlerde geçmiştir. Öyleyse, Osmanlı Devleti’ni Bizans’ın İslâmlaşmış hali diye takdim etmek, tarihi bilmemek demektir.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz