Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Müslüman Milletime Tarihî İkazımdır

Müslüman Milletime Tarihî İkazımdır : Sultan Abdülhamid Ve Menderesi Yalnız Bıraktığımız Gibi Tayyib Erdoğan’ı Yalnız Bırakmayalım; İslam Ve Türk Düşmanlarının Oyununa Gelmeyelim

Uluslararası İslam ve Türk düşmanlarının 2019 mahallî ve umumî seçimleri için fitneler ve tuzaklar hazırladıkları bugünlerde, saf Müslümanların iftiralara, algı operasyonlarına ve tuzaklarına aldanarak, mevcut Cumhurbaşkanımız Recep Tayyib Erdoğan’ı ve ülkemizin ilerlemesini durdurmak ve hatta vatanımızı parçalamak istiyorlar.

Bu ülke ve millet adına en çok korktuğum da, ülkeyi bu zamana kadar harabeye çeviren şer güçler, kendi aralarında ittifak yaparak ve çeşitli dalavereler çevirerek, İstanbul gibi 10 küsur yıldır cennete çevrilmiş olan ülkemizi, yukarıdaki ikazlara uymaz ve ittifak etmezsek, yeniden çöp yığınlarını çöp dağlarına çevirecek yâd ellere kaptırma tehlikesidir. Birbirimizin kusurunu söyleyelim; ama memleketi harap etmeyelim. Yoksa ne olacağını ayet ve hadislerden tekrar ve birlikte dinliyoruz. Daha da kötü olanı, 2019 umumi seçimlerinde, ehl-i imanın ihtilafı neticesinde, yırtıcı canavarlar gibi, Türkiye’nin Mısır’a dönmesini bekleyen iç ve dış düşmanları sevindirerek, Allah’ın gadabını üzerimize celb etmemizdir. Gelin rahmet meleklerini davet edelim ve şeytanları üzelim, yanımızdan kaçıralım. Unutmayınız ki, Türkiye, Sultan Abdülhamid devrinden ve hatta III. Selim devrinden sonraki en güzel günlerini yaşıyor. Bildiğiniz gibi, nimet şükür ister ki devam etsin.

1.    Sultan Abdülhamid’i İslam Ümmeti Yalnız Bıraktı ve İslam Alemi Parçalandı

Maalesef, İttihad ve Terakkiciler, içlerinde samimi Müslümanlar ve vatanperverler bulunsa da, İslam ve Türk düşmanlarının propagandalarıyla Sultan Abdülhamid’i devirdiler ve Osmanlı Devletini param parça ettiler; maalesef İslam ümmeti sahip çıkamadı ve bir kısmı da aldandı. 31 Mart 1909 ayaklanması, BIS (British Intelligence Servis) tarafından tertiplenmiş, imparatorluk politikasında henüz çok toy olan İttihatçılar’a icra ettirilmiş, iğrenç bir eylemdir. Hedef, Sultan Abdülhamîd’i tahttan indirmekti. Maksat hâsıl oldu.

Sultan İkinci Abdülhamid’in aleyhinde faaliyet gösterenlerin ele başçılarından biri olan feylâsof Rıza Tevfik, devlet elden gidince korkunç pişmanlığını dile getiren, “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdat” adlı mersiyesinde şöyle feryad eder:

Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?

Feryâdım varır mı bârigâhına?

Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,

Şu nankör milletin bak günahına.

Târihler ismini andığı zaman,

Sana hak verecek, ey koca Sultan;

Bizdik utanmadan iftara atan,

Asrın en siyâsî Padişâhına.

“Pâdişah hem zâlim, hem deli” dedik,

İhtilâle kıyam etmeli dedik;

Şeytan ne dediyse, biz “beli” dedik;

Çalıştık fitnenin intibahına.

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,

Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.

Sade deli değil, edepsizmişiz.

Tükürdük atalar kıblegâhına.

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,

Bir sürü türedi, girdi meydana.

Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?

Yuh olsun bunların ham ervâhına!

  Bunlar halkı didik didik ettiler,

Katliâma kadar sürüp gittiler.

Saçak öpmeyenler secde ettiler.

Tükürün onların pis külâhına.

Haddi yok, açlıkla derde girenin,

Sehpâ-yı kazâya boyun verenin.

Lanetle anılan cebâbirenin

Bu, rahmet okuttu en küstahına.

Çok kişiye şimdi vatan mezardır,

Herkesin belâdan nasîbi vardır,

Selâmetle eren pek bahtiyardır,

Harab büldânın şen sabahına.

Milliyet dâvâsı fıska büründü,

Ridâ-yı diyanet yerde süründü,

Türkün ruhu zorla âsi göründü,

Hem Peygamberine, hem Allâh’ına.

Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin

Âhiretten bile himmet eylersin,

Çok çekti şu millet murada ersin

Şefâat kıl şâhım mededhâhına.

2.    Adnan Menderes’e Sahip Çıkamadık; 70 Cente Muhtac Olduk

Maalesef sahip çıkamadığımız bir diğer değerli devlet adamımız da rahmetli Adnan Menderes idi. İslam ve Türk düşmanları, zamanın İttihad ve Terakkisi olan Cumhuriyet Halk Partisi ve ona destek olan bazı kafatasçıların ve elbetteki Amerika ve benzeri uluslararası maşaların desteği ile onu devirdiler. Millet olarak ona da sahip çıkamadık; hem ekonomik ve hem siyasî açıdan 50 sene geri kaldık ve neticede 70 cente muhtâc olduk. Cenab-ı Hak, merhum Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ı gönderdi ve biraz nefes aldık; ancak İslam ve Türk düşmanları onu da zehirlediler bu milleti altını tutamayan bir Başbakan’a ve kumarbazlara teslim ettiler. Bediüzzaman’ın korktuğu ve Menderes’i de ikaz ettiği şu acı netice meydana geldi:

“Ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve cazibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve manevî cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlub etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim ve İslâmiyet namına telaş ediyorum.” (Emirdağ Lahikası-2/164).

3.    İslam ve Türk düşmanlarının Son Hedefi Cumhurbaşkanımızdır; 2019’da Ona Sahip Çıkmazsak Vatanımız Böleceklerdir

Muhterem kardeşlerim! Cenab-ı Hak bu millete Cumhurbaşkanı Tayyib Erdoğan gibi bir zatı Nasip eylemiştir. Yakından ve şahsen 25 yıldır tanıdığım bu zat, samimi bir Müslüman ve önemli bir İslam Kahramanıdır. Beni tenkit edebilirsiniz, kanaatimce 21. Yüzyılın siyasi manada İslam Müceddidir. Biz bunu söylerken, asla onun peygamber veya ma’sum olduğunu iddia etmiyoruz. Ancak şunu söylüyoruz:

Muhterem Cumhurbaşkanımızın haseneleri de vardır; bazı hataları da bulunabilir. Allah’ın adâleti ile mizana vurursak, haseneleri ve İslam âlemine yaptığı hizmetler karşılığında, bir kısım zihinlerde oluşan hataları, küçük çakıl taşları hükmündedir. Ancak bu millete ve devlete yaptığı hizmetler; İslam ve Türk düşmanlarının tuzaklarını bozacak siyaseti ve maddi açıdan bakarsak sade Avrasya Tüneli ve manevi açıdan bakarsak sadece Büyük Çamlıca Camii, dağlar kadar kıymetli hasenelerdir. Eğer Kâ’be hürmetinde olan imanını ve Uhud Dağı büyüklüğünde buluna İslâmiyeti gibi çok İslamî vasıflarını düşünürsek; muhabbeti, hürmeti ve sahip çıkmayı gerektiren onlarca vasıfları vardır. Bir kısım biçare Müslümanların düşmanlığına sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurları, iman ve İslâmiyet ve diğer vasıfları gibi sıfatlarına tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğu ortadadır ki, aklımız varsa anlarız ve 2019’da ona sahip çıkarız. (Mektubat, 263).

İslam âlemi ve Türkiye tam bir buçuk asırdır, şu anda Türkiye’nin yaşadığı İslami inkişafı ve maddi refahı yaşamamıştır. III. Selim’den beri arzulanan hedefler, bugün birebir gerçekleşmektedir. Ne hizmet erlerine, ne medreseler, ne Kur’an kurslarına ve ne de hiçbir İslami hizmete engeller çıkarılmak şurada dursun, kapıları aralanmakta ve destekler yağmaktadır. Abdülhamdi’den beri yapılmamış dini eserler ve vakıf eserleri tamirleri yapılmıştır.

Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükür ister ki devam etsin, ziyade olsun.” (Tarihçe-i Hayat 139).

4.    Tayyib Erdoğan Uluslararası İslam ve Türk düşmanları Tarafından Neden Sevilmiyor?

Muhterem Cumhurbaşkanımızı sevmeyelnlerin bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

  1. Eğer Amerika, Avrupa ve bütün dünyadaki İslam ve Türk düşmanlarının yayın organlarını ve Cumhurbaşkanımız hakkında yazdıkları ithamları okursanız, dışımızda “Dinî cemaatlere baskı yap” diyen İslam düşmanı Trumplar ve Merkel’leri ve nihayet FETÖ denilen hıyanet örgütünü; İslam âleminde Müslümanlara zulmeden ve İsrail’le beraber olan Sisi’leri ve Amerikan köpeklerini; içerde ise Cami düşmanı mimarları, komunist sendika liderlerini, Müslümanları katleden Esed’cileri, Alevilikten nasibi olmayan ve o adı kullanan Ali’siz Alevîleri; kısaca ateistler, Kemalistler ve kafatasçıları görürsünüz. Bunların sevmediği Cumhurbaşkanımızı biz elbette seveceğiz.
  2. Avrupalı bazı radikal gruplar ve buna ilaveten Amerika ve İsrail’den karanlık güçler. Avrupa’daki bu gruplar, şu anda belki 2019’da özellikle Meral Akşener muvaffak olur diye bayram yapıyorlar. Aslında buna dair en güzel yorumu Rus Faşist lider Jirinowski yaptı: Türkiye’nin yeni Osmanlı olmasını engellemek, İslam âlemi ile ittifak yapmasını önlemek ve İslam âleminin maddi servetinin Türkiye’de toplanmasına mani olmak isteyenler. 
  3. PKK’yi bitirerek Kanal İstanbul, 3. Köprü, 3. Havaalanı, IMF borçlarının kapatılması ve Türkiye’nin uçuşa geçmesini istemeyenler. Abdülhamid ile ne kadar benzerlik arzediyor. 
  4. One Minute hadisesi yani yine Filistin Meselesi ve Türkiye’nin dünyada lider duruma gelmeye başlaması ve kısaca İttihad-ı İslam belirtilerinin görülmesinden rahatsız olanlar. 
  5. Kısaca dinini ve vatanını seven ehl-i  imanın büyük çoğunluğu bu hükümeti seviyor; ama bu iki değere düşman olanlar sevmiyorlar.

5.    Cumhurbaşkanımıza ve Hükümetimize Tavsiyelerim Var

  1. Bu hadiseler ve gerilimler, her iki tarafın açık hataları ve genellemeleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Genellemelerden kaçınalım.
  2. Son fitne olaylarını tasvip etmediğimiz gibi, dindar 28 Şubat dercesine bazı tasfiye hareketlerini de tasvip etmiyoruz. Hele hele genellemelere giderek, Üniversitelerde ve başka kurumlarda, haklıyı haksızı ayırt etmeden, tasfiye yoluna gitmek, memleketi perişan edecek ve bundan sadece din düşmanları gülüp memnun olacaktır.
  3. Maalesef hükümeti destekleyen bazı gazetelerde, Nur hizmeti aleyhinde makaleler yayınlanmaya başlamıştır. “Kırmızı kitap okuyan herkes FETÖ’cüdür” bozuk zihniyetinden kaçınmak şarttır. Devleterkânı bu fırsatçıların beyanlarına itibar etmemelidirler. Bütün dindar gazeteler, tahkik etmeden fırsatçıların ekmeğine yağ sürecek haberlere ve makalelere yer vermemelidir.
  4. Cemaat fobisi, devlet kadrolarının bazı müfsidlerin ve hatta bölücü terör yandaşlarının eline geçmesine vesile olmamalıdır.
  5. Bütün bu olaylar karşısında benim başta nefsime, sonra Cumhurbaşkanına ve diğer devlet ricaline tavsiyem şudur:

“Hiçbir müfsid (bozguncu ve çapulcu) ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.” Münazarat ( 14 )

“Hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve akibete bakınız.” Hizmet Rehberi ( 161 ).

6.    Son Sözüm

Ben söylemeyeceğim. Bediüzzaman’ın dediklerini aynen tekrarlayacağım.

“Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hürmetine ve alâka-i Kur’aniyenizin hakkına ve imana hizmetinizin şerefine, çabuk bu dehşetli, zahiren küçücük fakat vaziyetimizin nezaketine binaen pek elîm ve feci’ ve bizi mahva çalışan gizli münafıklara büyük bir yardım olan birbirinden küsmekten ve baruta ateş atmak hükmündeki gücenmekten vazgeçiniz ve geçiriniz. Yoksa bir dirhem şahsî hak yüzünden, bizlere ve hizmet-i Kur’aniyeye ve imaniyeye yüz batman zarar gelmesi -şimdilik- ihtimali pek kavîdir.” Şualar, 512 )

“İşte ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an: Uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal’a-i İslâmiyeyi, küçük adavetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilaf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!..

Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev’-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır.

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa; bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!..” Mektubat (269 – 270).

Prof.Dr.Ahmet Akgündüz

Laiklik, İslam ve Bediüzzaman

2- DEMOKRASİ, HUKUK DEVLETİ VE LAİKLİK GİBİ KAVRAMLARIN MÜSLÜMAN BİR TOPLUMA İKNA YOLUYLA BENİMSETİLMESİ VE DAYATMACI YÖNTEMLERLE DİKTE EDİLEN FARKLI YORUMLARIN YOL AÇTIĞI GERİLİMLERİN AŞILMASI NOKTASINDA SAİD NURSÎ’NİN YAKLAŞIMLARI SİZCE NE ANLAM İFADE EDİYOR?

2.1 Laiklik, İslam ve Bediüzzaman

1) İslâm hukukunun menşei, laik hukuk sistemlerinden farklıdır. Zira İslâm hukukunun menşei, temelde Allah’ın iradesidir. Hukukun kaynakları Allah’ın sözü olan Kur’an, Peygam-ber’in sünneti ve bu ikisinin kabul ettiği içtihadî kaynaklardır. Neticede hepsi de Allah’ın iradesine dayanmaktadır. Beşerî hukuk sistemlerinin menşei ise, insan iradesidir. Menşei Allah’ın iradesi olan İslâm hukukunda eşitlik söz konusudur, bütün insanlara gönderilmiştir ve ayrıca ilâhî olduğu için meşrûiyetini dinden gelen manevî duygularla vicdanlarda pekiştirir. Bu durum 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde özellikle belirtilmiştir.

2) Eski hukukumuzun günümüz hukuk sistemlerinden farklı bir özelliği de, müeyyidelerinin ikili oluşudur. Yani ceza, butlan ve tek taraflı bağımsızlık gibi maddî müeyyidelerin yanında, bir de akıllarda, kalplerde ve gönüllerde etkisini gösteren manevî müeyyidesi vardır. Osmanlı fetva mecmualarında karşılaşılan şu ifadeler bunu ifade eder. Mesela cuma ezanı okunduktan sonra yapılan alım-satım akdi “kazâen” yani hukuken geçerlidir, ancak “diyâneten” yani manevî sorumluluk açısından caiz değildir. Aynı şekilde bir başkasının malını telef eden şahıs, maddî müeyyide olan tazminata mahkûm edildiği gibi, “başkalarının malına taarruz” haramını da işlemiş bulunmakta ve uhrevî sorumlulukla da karşı karşıya gelmektedir.

3) Günümüz hukuk sistemleri, insan fertleri ve cemiyetleri arasındaki hukukî münasebetleri tanzim ederken, İslâm hukuku ayrıca Allah ile insanlar arasındaki kulluk münasebetlerini de düzenler. Bu sebeple, bütün fıkıh kitapları, namaz, oruç ve hac gibi ibadetlere ait hükümlerle başlarlar. Daha sonra ibadet manasına yakınlığı ölçüsü ile diğer hukukî münasebetlere ait kaideleri incelerler.

Ancak şunu da belirtelim ki, bütün hukuk sistemleri, hükümler ve müesseseler itibariyle önemli ölçüde benzerlik arz edebilirler. Laik hukuk sistemlerinde bulunan ve İslâm hukukunun hükümlerine aykırı olmayan hükümler, şerî‘at açısından da geçerlidir. Fakat aynı hükme Allah’ın emri olduğu için riâyet etme ile beşerî hukuk kuralı olarak ri’âyet etme arasında elbetteki önemli manevî farklılıklar vardır. Bu noktayı unutmamak gereklidir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, tekrar edelim ki, monarşik devlet şekillerinde hâkimiyet tek şahısda, cumhuriyet idarelerinde (demokrasi ile de idare edilse bile) bir heyette kendini göstermektedir. İslâmda ise hâkimiyet sadece Allah’a aittir. Ancak, Halife veya Sultan, Allah’tan aldığı hâkimiyetin temsilcisi değildir; belki islâm milletinin vekili durumundadır.

Hâkimiyetin kaynağı ilahî irâde olduğundan, sultan şer’î hukuka aykırı hareket edemeyecektir. İslâmda halkın iradesinin üstünde ilahî irade bulunduğundan, halkın kendi irâdesi ile kendisini yönettiği cumhurî devlet şekli ve demokrasi de buna tam uymamaktadır. İslâm hukukunda meşrû’iyet önemlidir. Eğer halkın iradesi meşrû’ ise, o zaman İslâmî devlet söz konusudur. Yapılan izahlar karşısında, İslâm hukukunun belli bir devlet şeklini öngörmediğini, ancak koyduğu prensipler ve hâkimiyet anlayışının dindar bir cumhuriyet olduğunu söyleyebiliriz.

O zaman şöyle demek lazım. İslam aleminde bazı alimlerin yaptığı gibi laikliğin ve demokrasinin İslamiyeti esaslarıyla birebir uyuştuğunu söylemek mümkün değildir. Ancak yukarıda zikrettiğimiz kural gereği, fertlerin İslam hukukunu uygulama sorumluluğu bulunmadığından, böyle rejimlere İslamiyet maslahatı ve de Müslümanların fitneye alet olmaması açısından idare ve müdara ile bakmak mümkündür. Bediüzzaman bunu yapmıştır. Baz alimlerin iddia ettiği gibi laiklik karşısında asla taviz vermemiş ve belki fitneye sebep olmamıştır. Bakınız bu manayı Eskişehir Müdafaasında nasıl dile getirmektedir.

Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki; lâik manası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telakki ederim. Yirmibeş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El’iyazü billah, eğer dinsizlik hesabına, imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-perva ilân ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeğe hazırım. Ne yaparsanız yapınız!

O halde lâikliğin manası nedir? Biz de soruyoruz. Lâiklik İslâmiyet düşmanlığı mıdır? Lâiklik, dinsizlik midir? Lâiklik, dinsizliği kendilerine bir din ittihaz edenlerin dine taarruz hürriyeti midir? Lâiklik, din hakikatlarını beyan edenlerin, imanî dersleri neşredenlerin ağızlarına kilit, ellerine kelepçe vuran bir istibdad-ı mutlak düsturu mudur?

Lâiklik, bir vicdan ve fikir hürriyeti olduğuna göre, dinsizler ve din düşmanları, İslâmiyet aleyhinde her çeşit hücumları, taarruzları yapar, anarşik fikirlerini o hürriyet-i vicdan ve fikir bahanesiyle neşreder de; fakat bir İslâm âlimi o hürriyet-i fikir düsturuna istinaden bin yıldan beri İslâmiyet’in serdarı olmuş bir millet içinde ve o milletin bin yıllık an’anesine, kanunlarına ittiba’ ederek ve yine o milletin saadeti uğrunda, ahlâk ve namusun muhafazası yolunda dinî bir ders beyan etmesi lâikliğe aykırıdır diye suçlu gösterilir, devletin nizamlarını dinî inançlara uydurmak istiyor diye mahkur gösterilir. Biz böyle bir gayr-ı mümkünün, mümkün olmasına ihtimal vermiyoruz. Adaletin buna müsaade etmiyeceğini şübhesiz biliyoruz.

Bu hakikatleri duyan arkadaşların Osmanlı Devletini laik diye nitelendirmenin ne kadar hatalı olduğunu anlamaları daha kolay olacaktır.

2.2 Demokrasi, Meşrutiyet ve Bediüzzaman

Maalesef bu konuda da çok ciddi kavram kargaşaları bulunmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri ister hürriyet kelimesini ve istese parlamnter idarenin ilk basamağı olan meşrutiyeti müdafaa ederken, ısrarla hürriyet-i şer’iyye ve meşrutiyet-i meşru’a ifadelerini kullanmaktadır. Burada karıştırılmaması gerekenler şunlardır:

1. Demokrasi kökünü Batı medeniyetinde bulan beşeri bir sistem ve ideolojidir. Ancak İslamiyet bir dindir. Din ile beşeri ideolojiler kıyas edilemez. Ancak kurulu düzenler arasında despot rejimler ile mukayese edilince elbette Müslüman fertler olarak tercih edilmelidir. Nitekim Bediüzzaman da meşrutiyet kelimesini de böyle tarif etmektedir:

Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mes’ele ise; hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdaddan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.

Asıl şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-ı meşrutiyet-i meşruadır.” Demek meşrutiyeti, delail-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi, taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim.

Meşrutiyeti, meşrûiyyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ, yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki, ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatle takyid ediniz; zira cahil efrat ve avam-ı nâs, kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira; hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dâva ettim.

2. Demokrasi ve hukuk devleti adına savunulan prensipler ile elbetteki İslamın düsturları arasında müşterek noktalar bulunmaktadır. Dolayısıyla meşru dairede hürriyeti ve temel hakları savunma noktasında birliktelik mevcuttur. Bunları reddeden de yoktur. Ancak unutulmamalıdır ki, evrensel insan hakları konusunda bile İslamiyet ile taban tabana zıt hak ve hürriyet anlayışları bulunmaktadır. Zira günümüz demokrasilerinin temelleri Batı’nın değerleri ve normalrı üzerine kurulmuştur. Mesela gay’lerin evlenme hakkını temel hak ve hürriyetlerden kabul eden Batı zihniyetinin ne İslam’ın prensipleri arasında ve ne de Müslümanların zihinlerinde yeri yoktur.

3. Bediüzzaman’ın eserlerinde övücü ve savunmacı bir şekilde demokrasi ile alakalı bir tesbit bulunmamaktadır. Tam tersine demokrasiyi bile suiistimal edenlere karşı haykırışı bulunmaktadır:

…… bizleri tevkif ve muhakemelere verip işimizi, gücümüzü ayaklar altında bırakmak ve bîçare evlâd ü iyalimizi perişan edip ağlatmak hangi demokrasi kanunlarıyla, hangi yeminli ve yümünlü âdil hâkimlerin vicdanî ve âdilane kararlarıyla kabil-i te’liftir? Mahkemenizden ve vicdanınızdan soruyorum.

Öteki taraftan demokratik bir idareye karşı olumlu muameleyi, Demokrat Parti Hükümetinin İslam alemi ile imzaladığı Bağdat Paktı sebebiyle takdir ediyor. Ancak bu takdirini görüp de Bediüzzaman demokrasiyi müdafaa ediyor denilemez. Karışmıyor ve İslamiyetle uyuşan noktalarını takdir ve tahsin ediyor denilir.

Demokrat Hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki, mübarek âlem-i İslâm’daki hareket-i İslâmiye bu hükûmet-i demokrasiyi takdir ve tahsinle karşılıyor.

2.3 Hukuk Devleti, Anayasa (Kanun-ı Esâsi) ve Bediüzzaman

Tarihi mütalaa edenler bilirler ki, dışardan yapılan tazyikler ve içerdeki haklı – haksız muhalefetlerle otoritesi zayıflayan Sultan Abdülaziz , 30 Mayıs 1876’da tahttan indirilmiş, bunu takiben tahta oturan V. Murad da devleti idare edemeyince, meşrûti rejimi kabul ve Kanun-ı Esâsi’yi ilan etmek şartıyla II. Abdülhamit’e 19 Ağustos 1293/1878’da bî’at edilmiştir. Zamanın sadrazamı olan Ahmet Mithat Paşa’nın şiddetli arzularıylâ meşrûti rejim ve Kanun-ı Esâsî meselesini gündemine getiren II. Abdülhamit, önce böyle bir anayasa hazırlamanın ve belli konularda yasama yetkisine sahip bir meclis kurmanın, Osmanlı hukukunun temeli olan “Şer’-i Şerife” aykırı olup olmadığını öğrenmek için, yetkili İslâm hukukçularından konuyla ilgili lâyihalarını kendisine arzetmelerini istemiştir. Bu husustaki kanaatler iki noktada toplanabilir:

Birincisi: “Kavanin-i siyâset” veya “usul” denilen böyle bir anayasa hazırlamak ve bu anayasaya göre kurulan meclisin çıkardığı kanunlara uymak İslâm hukukuna aykırıdır. Bu görüş sahipleri, hazırlanacak anayasanın açıkça şer’î hükümlere aykırı kanunlar yapılmasına yol açacağını zannetmişlerdir ve çoğunluk tarafından tasvip görmemişlerdir. Bunların dayandığı en önemli nokta, şûrâ meclisinin gayr-i müslimlerden değil, sadece müslümanlardan teşekkül edeceği meselesidir. Fetvâ Emini Kara Halil Efendi bunların başında gelmektedir.

İkincisi: Daha önce sınırlarını tesbit ettiğimiz ülül-emre tanınan sınırlı yasama yetkisinin dairesinde kalmak ve mevcut şer’î hükümlere aykırı olmamak şartıyla “şûrâ meclisi” mahiyetinde bir yasama meclisi kurmak ve bunun esaslarını düzenleyen ve usul denilen bir kanun-ı esâsî hazırlamak caizdir. Hatta bir yerde zaruridir. Bu görüşü müdafaa edenlerin başında ise, devlet erkânını yaptığı konuşma ile ikna eden Şûrây-ı Devlet azasından Seyfeddin Efendi’dir .

İslâm hukukunda anayasa, düstur yahut usûl ta’bir edilen bir temel kanun hazırlamanın caiz olduğunu belirten büyük ilmi şahsiyetler bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını, görüşlerini özetleyerek zikretmekte yarar vardır. Şöyle ki:

A) Meşrû’ dairede kalmak şartıyla İslâmî bir anayasa hazırlamanın ilk müdâfileri arasında büyük müfessir Alûsi bulunmaktadır. “Ruh’ul-Maâni” adlı tefsirinin 28. cildinde Mücadele süresinin tefsirini yaparken düştüğü “El-Kanun Ve’ş-Şer’'” adlı haşiyesinde aynen şöyle demektedir (özetle): Usûl adı altında, İslâm hukuku tarafından imama ve ülül-emre havale edilen askeri hukuk, ta’zir cezaları, miriye ait arazi nizamı, idarî teşkilât ve benzeri konularda kanun tanzim etmekte beis yoktur. Şer’î hükümlere aykırı olmayan usûl ile amel edenleri tekfir etmek ise büyük tehlikedir. 1270/1853 tarihinde vefat eden bu büyük allâmenin, sözkonusu risâleyi, Osmanlı Devletindeki yeni hukukî düzenlemeler ve anayasa tartışmaları üzerine kaleme aldığı tahmin edilmektedir.

B) Bu konuda ikinci meşrutiyet sıralarında görüş beyan eden büyük bir İslâm âlimi de Bediüzzaman lakabıyla anılan Said Nursi’dir. Çeşitli eserlerinde Kanun-i Esâsî, şûrâ meclisi ve meşrû meşrûtiyeti müdafaa eden bu dahinin bazı görüşleri şöyle özetlenebilir: Meşrûtiyet, meşveret, adâlet ve kuvvetin kanunda toplanması demektir. Meşrûtiyet ve Kanun-i esâsî, hakiki adalet ve şer’î meşveretten ibarettir. Dünyevi saâdetimiz meşrûtiyettedir. Meşrûtiyetin düşmanları, Meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve İslâm hukukuna aykırı göstermekle meşveretin de düşmanını çoğaltmaktadırlar. İsimlerin değişmesiyle hakikatlar tebeddül etmez. Geçmiş zamanda sosyal bağlar, geçim vasıtaları ve medeniyetin nimetleri o kadar çok olmadığından, az adamların fikri devletin idaresi için yeterli idi. Ancak bu zamanda sosyal münasebetler o kadar çoğalmıştır, ihtiyaçlar o kadar çeşitlenmiştir ki, sadece milletin kalbi hükmünde olan bir meclis, İslâm milletinin fikri demek olan şer’î meşveret ve medenîyetin kılıcı demek olan fikir hürriyeti ile bir devleti idare edebilir., ” Bu açık görüşlerinin yanında, mecliste kanun çıkaran kanun adamlarını körü körüne tekfir edenleri de Kur’an’ı anlamamakla suçlamış ve şer’î hükümlere uygun olmak şartıyla şûrâ meclisini ve kanun-i esâsî’yi müdafaa etmiştir.

3- NETİCE: MÜSBET HAREKET

Bediüzzaman’ın bütün hayatı boyunca ve özellikle de Yeni Said diye ifade ettiği dönemdeki en önemli hayat düsturu, müsbet harekettir. Bunu vasiyet manasında kaleme aldığı son mektubunda da dile getirmiştir:

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Ancak bu demek değildir ki, Bediüzzaman her ulûl-emre yahut ulûl-emrin her emrine itaat edip boyun eğmeyi tercih etmiştir. Onun dilinden bunu da dinleyelim:

Siz “şeriat” dersiniz, hâlbuki şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur’ân’la, hadîsle, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulûl-emre itaat farzdır.

Bediüzzaman’ın ilk defa geniş anlamda kullandığı manevi ve maddi cihad kavramı da günümğzde nazara alınması gereken en önemli kavramlardandır. Müslüman fertlerin sorumluluğunun devlet tarafından harici düşmana karşı savaşa davet edilmediği sürece sadece ve sadece manvi cihad olduğunu açıklaması ve maddi cihadın yalnız harice karşı yapılabileceğini izah etmesi, hem Nur hareketinin en mühim özelliği ve imtiyazıdır ve hem Emeviler döneminde aynı yolu takip eden Abudllah ibn-i Ömer, Abdullah ibn-i Abbas ve benzer büyük sahabelerin takip ettikleri en emin yoldur.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganîmet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Şūrā Meclisi, Cumhuriyet ve Bediüzzaman

Bugünlerde her şeyde sapla saman birbirine karıştırıldığından, bazı kişiler mefhumları da karıştırmaktadırlar. Onun için yazıyoruz:

1- BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN GÖRÜŞLERİNİ, CUMHURİYETİN TEMEL NİTELİKLERİNİN DOĞRU ANLAŞILMASINA SAĞLAYABİLECEĞİ KATKI AÇISINDAN NASIL DEĞERLENDİRİYORSUNUZ?

1.1 Şūrā Meclisi ve Bediüzzaman

Evvela, hukukî, siyasî ve sosyal bir düzen ve otoriteyi temsil eden devlet müessesesinin İslâm hukukundaki önemli özelliklerine kısaca temas edelim.

1) Devlet nizâmında hâkimiyet Allah’a aittir. Yani hukukun kaynağı Allah’ın irâdesidir. Bu sebeple Müslüman devletlerde tam anlamıyla yasama organı yoktur. Sadece Allah ve peygamberinin tanıdığı sınırlı yasama yetkisi kullanılabilir. Konuya bütün ayrıntılarıyla ilerde değineceğiz.

2) Kur’an, Peygamber’e ve O’nu takip edenlere eşitlik ve adaletten ayrılmamalarını değişik yerlerde tavsiye etmektedir. Kur’an’da “Allah katında en hayırlınız, O’ndan en çok korkanınızdır” denmekte ve ruhban sınıfını şiddetle reddetmektedir. Kanun kuvvette değil, kuvvet kanunda olmalıdır esasını kabul etmektedir.

3) Devlet nizâmının önemli bir özelliği de, itaat ve teslimiyettir. Merkezî bir otoriteye itaat edilmeden devletin teşekkül etmesi mümkün olmadığından, bu konuya büyük önem verilmektedir. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” ifadesi bu teslimiyeti ifade eder. Çok az istisnaların dışında İslâm hukukunda devlete itaat, dinî bir görev olarak kabul edilmiştir. Kur’an, açıkça ülül-emre itaati emretmektedir.

4) İslam hukukunun kabul ettiği önemli bir anayasa hukuku prensibi “şûrâ” esasıdır. Devlet idaresinin en önemli temeli kabul edilen şûrâ prensibi, devlet adına ve devlet işleri için alınacak kararların, seçilmiş ve yetkili meclisler tarafından alınması manasını ifade eder. Yetkili meclisi teşkil eden fertlere “ehl-i hall ve’l-akd” denir. Bu zikredilen dört temel özellik dışında, İslâm hukukunda devlet nizâmının başka özellikleri de vardır. “Dinde zorlama yoktur” esasıyla getirilen hoşgörü prensibi; insanlar arasında ırk ve renk, farkını reddeden evrensellik esası ve “iyiyi emret, kötüyü önle” şeklinde özetlenen sosyal reformculuk özelliği bu arada zikredilebilir.

Meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem’-i kuvvet’ ifadeleriyle İslam’ın idaī esaslarını özetleyen Bediüzzaman, yukarıdaki temel prensıpleri eski eserlerinde hulasa eylemektedir.

Bazı istisnaların dışında ve ideal manada olmasa bile, bütün Müslüman Türk devletlerinde bu esaslara riayet edilmeye çalışılmıştır. Toprakları milyonlarca kilometrekareyi bulan Osmanlı Devleti’nin altı asır yaşaması ve vatandaşlarındaki devlete bağlılık hissi, bu hususu doğrulamaktadır. Ayrıca özellikle gayr-i Müslimlere tanınan haklar da bu kanaatimizi te’yit etmektedir. Arşiv belgeleri, Kudüs fethedilince Hz. Ömer tarafından oradaki azınlıklara tanınan hakların Osmanlı döneminde padişahların değişmesine rağmen, aynı şekilde sürdüğünü açıkça göstermektedir.

İslam’ın tavsiye ettiği belirli bir devlet şekli yoktur. Bediüzzaman’ın meşveret ile kasdettiği de budur:

Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir.

Devletin işlerinin yürütülebilmesi için öngördüğü bir “şûrâ meclisi” vardır. Devlete ait önemli işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kur’an âyetleri ve hadisler, gayet kesin ve açıktır. Hz. Peygamber ve Râşid halifeler devrinde bu esas uygulanmıştır. İslâm hukukçuları, “şûrâ meclisinin” kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığı içindedirler. Tarih içinde bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olmadığı düşüncesi yerleşmiştir. Ancak Kur’an’ın bu müesseseye verdiği önem ortadadır.

Sosyal münasebetlerin çoğalması, devlet işlerinin artması ve her sahada mütehassıs kimselere ihtiyaç duyulması sebebiyle “şûrâ” görevinin, branşında uzman olanlardan seçilmiş üyelerden meydana gelen milletin kalbi hükmündeki bir meclis tarafından ifa edilebileceği görüşü, Tanzimat sonrasında ağır basmış ve Osmanlı Meclis-i Mebusanının kurulması ve Meşrûtiyetin ilanında bu görüş şer’î bir dayanak teşkil etmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivinde konuyla ilgili çok kıymetli vesikalar bulunmaktadır. Bediüzzaman bu noktayı Sünühat adlı eserinde vuzuha kavuşturmuştur; yani İslam hukukunun da birkaç kişiden oluşan şura meclisleriyle devam edemeyeceğini ve bunun daha umumi bir meclise bırakılması gerektiğini vurgulamıştır:

Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûralar o ruhu temsil eder.

Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.

1.2 Cumhuriyet ve Bediüzzaman

Şimdi Cumhuriyet meselesine gelebiliriz ve “Şûrâ” meclisinin vasfı yani devletin şekli üzerinde durabiliriz. Yapılan araştırmalar, mevcut devlet şekillerinden hiçbirinin İslam’ın öngördüğü devlete tam olarak uymadığını göstermektedir. Monarşik devlet şekillerinde hâkimiyet tek şahısda, cumhuriyet idarelerinde bir heyette kendini göstermektedir. İslam’da ise hâkimiyet sadece Allah’a aittir. Ancak, Halife veya Sultan, Allah’tan aldığı hâkimiyetin temsilcisi değildir; belki İslâm milletinin vekili durumundadır. Hâkimiyetin kaynağı ilahî irâde olduğundan, sultan şer’î hukuka aykırı hareket edemeyecektir. Ettiği takdirde kendisine temsil yetkisi veren Müslümanlar onu görevden alabilecektir. Osmanlı Padişahlarının hal’ında mutlaka fetvaya başvurulmasının sebebi budur. Halife veya sultanın, hâkimiyeti Allah’tan doğrudan değil halk vasıtasıyla almış sayıldıkları için, İslâmî devlete batıdaki anlamıyla teokratik bir devlet nazarıyla bakılamaz. İslam’da halkın İrâdesinin üstünde ilahî İrâde bulunduğundan, halkın kendi irâdesi ile kendisini yönettiği cumhurî devlet şekli de buna tam uymamaktadır. İslâm hukukunda meşrû’iyet önemlidir. Eğer halkın irâdesi meşrû’ ise, o zaman İslâmî devlet söz konusudur. Yapılan izahlar karşısında, İslâm hukukunun belli bir devlet şeklini öngörmediğini, ancak koyduğu prensipler ve hâkimiyet anlayışının dindar bir cumhuriyet olduğunu söyleyebiliriz.

Gerçekten râşid halifeler, hem bir halife hem de dindar bir cumhur reisiydiler.

İslâm hukukunun anladığı manada ideal devlet, sadece Râşid halifeler zamanında görülmüştür. Daha sonra zikredilen vasıfları taşıyan ideal bir devlet gelmemiştir. Ancak ideal olmasa da Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar da birer İslâmî devlettirler. Hem Selçuklu hem de Osmanlı devlet idaresini (Meşrûtiyetin ilânına kadar) kayıtsız şartsız mutlak bir monarşi olarak vasıflandırmak mümkün değildir. Zira mutlak monarşide hâkimiyet hükümdardadır ve hükümdar ise mutlak monarşide hiçbir bağlayıcı kurala bağlı değildir. Hâlbuki başta Osmanlı Padişahları olmak üzere, bütün Müslüman Türk sultanları, şer’î şerif denilen hukuk ile kayıtlıdır ve asıl hâkimiyet sahibi olan Allah’a ve onun kanunlarına karşı manen de olsa sorumludur. Son dönemdeki Osmanlı idaresi dindar bir meşrûtî rejim olarak vasıflandırılmaktadır.

İşte 1935 yılındaki Eskişehir Mahkemesinde Cumhuriyet düşmanlığı ile suçlanan ve idamı istenen Bediüzzaman gayet açık bir şekilde ve yukarıdaki düsturlara uygun olarak meseleye müdafaasında yer vermiştir:

Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?

Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.

Sonra dediler: Sen selef-i sâlihîne muhalefet ediyorsun?

Cevaben diyordum: Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.

Nitekim Türkiye Cumhuriyeti ilk kurulduğunda, 1921 Anayasasının ilk prensipleri, Cumhuriyetin dindar bir cumhuriyet olduğu ve İslam hukukunun kurallarını tatbik edeceği yazılı idi.

Bediüzzaman hayatı boyunca fikren ve kalemiyle kendi tarif ettiği laik Cumhuriyete asla taraftar olmamıştır; ancak bu cumhuriyet idaresine baş da kaldırmamıştır. Bakınız 1950’lere kadar uygulanan laik Cumhuriyeti Kur’an ayetlerinden çıkardığı işaretlerle nasıl tavsif eylemektedir:

“Dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet lâik cumhuriyete döner.” (Şualar, 277)

Bildiğiniz gibi dünyada cumhuriyet adı altında nice dikta rejimleri bulunmaktadır; herkes Sovyetlerin komünist bir devlet olduğunu ama cumhriyet diye anıldığını henüz unutmamıştır. Mısır’ın son Firavunu da idare şeklinin cumhuriyet olduğunu iddia etmektedir. İşte Bediüzzaman bu manadaki cumhuriyet uygulamalarını şiddetle reddederken şöyle demektedir:

“Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle, vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismini vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.”

Bütün bunlara rağmen Bediüzzmana şu hakikatleri çok iyi bilmektedir:

Sadece yetkili Müslüman devletler ve hükümetler, İslam hukuku ile alakalı uygulama otoritesine sahiptirler.

Müslüman bir fert, İslam hukukunu üçüncü kişilere karşı uygulama salahiyetine ve icra gücüne sahip değildirler.

İslam hukuku, hiçbir Müslüman ferdin İslam hukukunu üçüncü kişilere karşı uygulama salahiyetine ve icra gücüne sahip olduğunu söylememektedir.

İslam hukuku açısından, bu konuda Müslüman bir ferdin cesur bir kahraman, nefret, terör ve tahrip sonucunu doğuran gayr-ı ahlakî ve gayr-i meşru plan ve tertipleri inceden inceye planlayan bir kişi olması hiçbir önem ve mana ifade etmemektedir.

Sadece ve sadece özel bir eğitim almış ve yeterli vasıfları bulunan, ayrıca da Müslüman devletlerin yetkili makamları tarafından elinde yetki belgesi olan şahıslar, İslam hukuku konusunda fetva vermeye yetkilidirler.

Her Müslüman fert asla Müfti olacak diye bir kural yoktur. Müfti olabilmek için çok ağır şartlar aranmaktadır.

Bu sebeple Bediüzzaman konuyla ilgili Müslüman fertlere şu tavsiyede bulunmaktadır:

“Biliyoruz ki, Kur’an’ın temel gayeleri ve genel prensipleri dörttür: tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet.”

Adâlet hukuk demektir. Bediüzzaman başka bir Risalesinde de şunu ekler:

“Bırakalım bizim ulul-emir olan devlet adamlarımız ve yetkili alimlerimiz bunu düşünsünler”.

Kendisine Cumhuriyet adına zulm edenlere de şöyle seslenmektedir:

“Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunu ile dinsizlere ilişmiyor, elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmeyen ve âhiretine ve imanına ve vatanına dahi nâfi’ bir tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek gerektir ve elzemdir.”

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Kur an, AI-i İmrân, 189; Mâide, 17-40; Yusuf, 40; Nisâ, 65; Ebu Fâris, Muhammed Abdülkadir, En-Nizâm’üs-Siyâsî Fi’l-İslâm, Beyrut 1984, sh. 17-40.
Kur’an, Hucurât, 13; Bakara, 213, 216, Nisâ, 58 Ebu Fâris, 40-66; Alûsi, Ruh’ul-Maânî, c. 26, sh. 164; Karaman, Anahatlarıyla… 1/176.
Kur’an, Nisâ, 59, Al-i İmran, 32; Ebu Fâris, 67-77; Karaman, Anahatlarıyla… 1/176.
Kur’an, Şûrâ, 38, Al-i İmran, 159; Nebhan, 15 vd.; Ebu Fâris, 67-77; Karaman, Anahatlarıyla… l/177, 202 vd.
Kur’an, Bakara, 236.
Kur’an, Al-i İmran, 104.
Karaman, Anahatlarıyla… 176-178.
Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, sh. 81, 29 Şubat 324, Dinî ceride: 73, Mart 1909.
Serkiz Karakoç, Külliyât-ı Kavanin, c. I, TTK.
Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, sh. 60, Altıncı Kelime.
Kur’an, Al-i İmran, 159; Şûrâ, 38; Nebhan, 161-162; Ebu Fâris, 79-92.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Evrakı Tasnifi, No: 23-1516, 1515; 14-1610; 14-154; Alûsî, Ruh’ul-Maânî, c. 28, sh. 20-22; İbn’ül-Kayyım, İ’lâm’ül-Muvakkıîn, 4/373 vd.
Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat.
Ebu Fâris, 18 vd.; Nebhan, Anahatlarıyla… 1/179-181; Seyyıd Bey, Hilâfet ve Hâkimiyet-i Milliye, 36 vd.; Bu risale isimsizdir ve Cumhuriyet döneminde tarihsiz olarak devletçe bastırılmıştır. Seyyid Bey’in olsa gerektir.
Özellikle Osmanlı Devletinin yükselme devirlerinde bu denge daima korunmuştur. Fâtih’in bir Rum ile beraber vargılanması, Zenbili’nin Yavuz’u azarlaması ve benzeri hâdiseler bunu te’yit etmektedir. Bkz. İlmiye Salnamesi, İstanbul: MTM, I/498-500.
Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 363.
Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 277.
Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, sh. 287.
Bediuzzaman Said Nursi, Signs of Miraculousness, The Inimitability of Kur’an’s Conciseness, (Istanbul: Sozler Yayınevi, 2007), Giriş, sh. 18.
Ebu el-Hasan Ali ibn Muhammed el-Mawardi, el-Ahkâm el-Sultaniyyah fi el-Wilayat el-Diniyyah, (Kuwait: Dar ibn Qutaybah, 1989), sh. 22-23; Zafir el-Qasimi, Nizâm el-Hukm fi el-Şerî‛at wa el-Târîkh el-Islâmî, (Beirut: Dar el-Nafaʿis, 1990), sh. 352-53; Berger, Maurits, “Sahrî‘ah Law in

Başkanlık Sisteminin İslamiyet Ve Tarihimiz Açısından Tahlili (III)

Eğer, yukarıdaki verilen bilgiler incelenirse, zikredilen sınırları aşmamak şartıyla, başkanlık sistemi, hem İslam’ın yüce prensiplerine ve hem de tarihimiz boyunca uygulanan devlet başkanlığı sistemine uygundur. Özellikle belirtelim ki, Hz. Peygamber ve dört halife hariç, tarihimiz boyunca, hiçbir devlet başkanı, yasama, yargı ve yürütmeyi üstlenmeyi ne kastetmiş ve ne de İslamiyet’te ve hukuk tarihimizde buna müsaade edilmiştir. İster halifenin on temel görevi ve isterse Osmanlı ve Selçuklu devlet başkanlarının yetkileri ile alakalı açıklamalar, dediklerimizi tasdik eylemektedir.

Şu anda dünyada uygulanan devlet başkanlığı sistemleri de benzer özellikler arz etmektedirler. Fransa’da Cumhurbaşkanı konseylerin aldığı kararları durdurma, yasaları kabul etme, anlaşmaları imzalama kendisine sunulan önerileri kabul etme ya da reddetme hakkına sahiptir. Fransa anayasasına göre cumhurbaşkanı başbakanı atama yetkisine sahipken, onu azletme yetkisine sahip değildir. Cumhurbaşkanı yalnızca başbakanın kendisine istifasını sunması halinde onu görevden alabilmektedir. Bakanların durumu ise daha farklıdır. Bakanlar, cumhurbaşkanı tarafından görevden alınabilir, ancak bunun için başbakanın cumhurbaşkanına öneride bulunması gerekmektedir.

Fransız Anayasasının 12. maddesine göre ise cumhurbaşkanı Millet Meclisi’ni feshetme yetkisine tek başına sahiptir. Ancak bu yetki olağanüstü hal durumlarında kullanılamaz. Öte yandan cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi’nin üç üyesini ve Anayasa Mahkemesi başkanını atayabilir. Kriz zamanlarında bağımsızlık ve bütünlüğe yönelik tehditlere karşı tüm yetkileri kendinde toplayabilir. Bu durum İslam tarihindeki halifelerin ve nihayet Selçuklu’dan itibaren devlet başkanlarının yetkilerinde, bazı istisnalar dışında, farklı değildir.

Amerika’da ise, Anayasanın, başkanın yetkilerini tanımlayan 2. maddesinde, “İcra yetkisi, ABD başkanına emanet edilir” yazıyor. Başkan, aynı zamanda silahlı kuvvetlerin başkomutanı; af ve tecil yetkilerine sahip olan başkan, Senatonun fikrini sormak ve mevcut senatörlerin üçte ikisinin onayını almak kaydıyla anlaşmalar imzalayabilir. Büyükelçileri ve yüksek mahkeme hâkimlerini atayan başkan, bunu yaparken de Senatonun çoğunluğunun onayını almak zorundadır.

ABD Anayasaya göre, “birliğin durumu hakkında Kongreye bilgi vermek zorunda olan başkan, gerekli ve uygun gördüğü, önem arz eden her türlü önlemi Kongrenin bilgisine sunmak durumundadır. Başkan, ayrıca Kongre tarafından kabul edilen kanun metinlerini veto hakkına da sahiptir. Başkan, ihanet, yolsuzluk ya da herhangi başka bir suç yüzünden azledilebilir.”

Sonuç olarak, eğer başkanlık sistemi İslamiyet’e ve tarihteki devlet başkanlığı sistemlerimize uygun ise; benzerleri ABD ve Fransa gibi ülkelerde de uygulanıyorsa, Türkiye Cumhuriyetinin bunu uygulaması yerindedir ve daha da istikrar getirecektir. Tarih böyle konuşurken ve Dünya devletleri bunu uygularken, hala başkanlık sistemini despotluk yahut başka vasıflarla kötüleyenler, tarihimizi ve dinimizin esaslarını da inkâr ettiklerinin farkında değildirler.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

15 Temmuz İhanet Darbesi (PDY Ve Nur Cemaati Tartışmaları)

Maalesef 15 Temmuz İhanet Darbesi sonrası, Cumhurbaşkanımızın ifadesiyle, at iziyle it izi birbirine karışmıştır. Sadece dine saldıranlar tarafından değil, dindarlar arasında da “Kırmızı kitapları okuyan herkes potansiyel bir PDY’li ve hâindir” iddiaları tartışılıyor. Şu anda Nur Cemaati açısından, dindar bir 28 Şubat dönemi yaşanıyor desem mübalağa etmiş olmam. Bu sebeple bir kitabımın Önsöz’ündeki şu satırları aktarmak istiyorum:

“Birkaç senedir İslam âleminin ve Haziran 2013’den beridir de Türkiye’nin maruz kaldığı, musibetler, fitne olayları ve ihtilaflar, sapla samanın birbirine karışmasına sebep oldu. Hakikatları hatırlatmak ve bazan da hakkı tavsiye etmek için vesile aradığımızda, bazı gazete ve kanallar, meşreb ve meslek taassubu sebebiyle bize imkân tanımadılar ve hatta bir sempozyumda Akgündüz var ise, diğer konuşmacıları haber yapıp bizi es geçtiler. Bir kısım gazete ve kanallar ise, siyasî yaklaşımları sebebiyle, ısrarla bizim makalelerimizden ve Risâle-i Nur ile alakalı tesbitlerimizden uzak durmaya gayret gösterdiler. Dine ve İslama aykırı yayınlar yapan sol kesim ise, doğru İslamiyete hiçbir zaman doğru bir şekilde yaklaşmadılar. Geriye kalan yayın organları büyük hizmetler yapıyorlar ama hem imkânları kısıtlı ve hem de büyük kitlelere hitap etmiyorlar. Bazı siteler ise, Bediüzzaman’ın seyyidlilk meselesine bile asabiyet-i cahiliye sebebiyle ihtilafa sebep olur diye sansür koyuyorlar.”

Daha önce bir kitabımın önsözüne koyduğum bu hakikat, hala geçerlidir. Bunun delili olarak Darbe Komisyonunda sorulan bir soruya verdiğim cevabı aynen aktarıyorum:

“MİHRİMAH BELMA SATIR (İstanbul) – İkincisi: Siz, biraz evvel, bu grupla, bu PDY’cü grupla bir şekilde mücadele ettiğinizi, bunların İslam’ı, Kuran’ı, ibadet şekillerimizi tahrifat yaptığını söylediniz. Siz “Bilinmeyen Osmanlı” diye bir kitap yazdınız özellikle sağ kesimin gençlerinde, muhafazakâr kesimin gençlerinde çok okunan bir yazarsınız ve bu kitabınız da çok sattı. Bu mücadeleniz sırasında bir kitap yazsaydınız veya medyada daha çok yer alsaydınız daha iyi olmaz mıydı? En azından bu gençlere, bu kandırılmış gençlere ulaşabilir miydiniz diye düşünüyorum? Ben medyayı, özellikle siyaset konularını çok iyi takip ettiğimi düşünen birisiyim. Sizi medyada bu anlamda biraz evvel sözlü olarak eleştirdiğiniz konularda çok görmediğimi düşünüyorum.

ROTTERDAM İSLAM ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ PROF. DR. AHMET AKGÜNDÜZ – Ben bunu yazdım.

MİHRİMAH BELMA SATIR (İstanbul) – Yazmış olabilirsiniz ama nerede yazdınız, onları bir öğrenelim.

ROTTERDAM İSLAM ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ PROF. DR. AHMET AKGÜNDÜZ – Hemen söyleyeyim.

MİHRİMAH BELMA SATIR (İstanbul) – Bir de medyada sizi görmedik, bu konularda özellikle, görmedik. Bizim eksikliğimiz mi, yoksa siz sadece bunları düşündünüz, kendi camianız içinde mi anlattınız? Çünkü bunlar, Türkiye’de toplumun her kesimine, bölgelerin hepsine her yaş grubuna, zengine, fakire, doğulusuna, batılısına, herkese bir şekilde nüfuz ettiler. Siz sadece kendi çevrenizde mi mücadele ettiniz veya eleştirdiniz; bunu sormak istiyorum.

Teşekkür ederim.”

 Şu anda Sosyal Medyadaki takipçilerimiz 110.000’i geçti. “Köpekler serbest ama taşlar bağlı” kuralı yine devam ediyor. Sosyal Medyadaki makalelerimiz çok sayıda gazete ve kanallar tarafından ilgiyle takip edildi ve paylaşıldı. Ancak hala duymayanlar çoğunlukta. Bu sebeple, okuyucularımız ve takipçilerimiz, bu makale ve yazların kaybolmamasını ve tarihe not olarak düşülebilmesi için kitap haline getirilmesini istediler. İşte bu kitap mezkûr taleplerin müşahhas hale gelmiş cevabıdır.

“15 TEMMUZ İHANET DARBESİ – PDY VE NUR CEMAATİ TARTIŞMALARI” ADLI KİTABIMIZ ÇIKTI. ÜZERİ FİYATI: 15 tl. BELLİ SAYIDA ALANLARA İNDİRİM VAR. KİTAPÇILARDAN YAHUT http://www.osmanlisahafi.com/ SAYFAMIZDAN İSTEYEBİLİRSİNİZ.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz