Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Başkanlık Sisteminin İslamiyet Ve Tarihimiz Açısından Tahlili (II)

2. Hilâfetin Manası ve Halifelerin Yetki ve Sorumlulukları

İslâma göre, devletin ve onun başı olan organın en önemli fonksiyonu icra edilen yürütme erkinde kendini gösterir. Bir başka ifadeyle, devlet ve onun yüksek otoriteyi temsil eden yürütme organı, Allah’ın kendilerine tanıdığı yetkiler çerçevesinde, şer’î hükümleri icraya memurdurlar. Günümüzde devlet başkanlığı, hükümet veya benzeri tabirlerle ifade edilen ve yüksek otoriteyi temsil eden organ veya organlara eski hukukumuzda ülül-emr denmektedir. Eski hukukumuzda yürütme organı demek olan ülül-emrin, günümüzdekinden farklı bazı önemli özellikleri vardır. Bunlardan birincisi, yasama organı bahsinde de gördüğümüz gibi, ülül-emrin, bütün tasarruflarında (sınırlı yasama tasarrufu da dâhil) Kur’an ve sünnetten kaynaklanan kesin şer’î hükümlere aykırı davranamayacak. 1293/1876 tarihli Kanun-ı Esâsî’de bile bu hüküm açıkça yer almıştır. İkincisi, devleti temsil eden ve icranın başı olan makam (sultan, halife veya benzeri), bütün tasarruflarında şûrâ (ilgili ve yetkili şahıslara danışma) esasına riâyet etmelidir. Bu danışma organının şekli ise mühim değildir. Müslüman Türk devletlerinde bu prensibe, Divân usulüyle riâyet edilmiştir. Divân-ı Hümâyûn devletin en yüksek danışma organıdır. Üçüncüsü ise, eski hukukumuzda devletin ve onun başının halife özelliğine sahip oluşudur. Aslında bütün insanlar, Allah’ın emirlerini yaşama ve yaşatma yetkisine sahiptir ve bu cihette Allah’ın halifesidirler (umumî hilâfet). Ancak bu umumî hilâfetin kamu idaresi ve devletle ilgili alanda Müslümanları temsil etmek üzere seçilen şahısta kendini göstermesi demek olan hususî hilâfet, şer’î hükümlerin icrasından sorumlu almayı ifade eder.

O halde Râşid Halifeler dışındaki bütün halifeler, sadece yürütmek erkinin başıdırlar. Yasama ve yargıda yetkileri bulunmamaktadır.

2.1. İcrâ Organının Başı: Halife Veya Sultan (Hilâfet Veya Saltanat)

İslâm hukukunda icranın başı olan şahıs için üç unvan zikredilmektedir; Halife, emîr’ül-mü’minin ve İmam. Hilâfet, aslında bir kimseye halef olmak, onu temsil etmek demektir. Müslümanların lideri olan şahıs da şer’î hükümlerin icrasında Hz. Peygamber’e halef olduğu için kendisine halife denmiştir. Bu ünvanlı taşıyan âmme müessesesi yani hilâfet ise, değişik şekillerde tarif edilmiştir. Bunlardan ikisini zikredelim: “Hz. Peygamberin halefi olarak dinî ve dünyevî meselelerde bütün Müslümanları temsil etmek’; “Müslümanlar üzerinde umumî tasarruf hakkına sahip olmak yetkisi.” Yani kısaca Müslümanların devlet reisliği demektir. Hilâfete imâmet de denir ve namazdaki İmamlık görevinden ayırmak için buna “imâmet-i kübrâ” adı verilir. İmamet, aslında öne geçmek ve lider olmak demektir. Halifeye “İmam” veya “İmam-ül-Müslimin” denmesi de bundan kaynaklanmaktadır. Emir’ül-mü’minin ünvanlını ise ilk kullanan Hz. Ömer olmuş ve daha sonraki devlet reisleri bu ünvanlı “insanların emîri” manasında halifenin eş anlamlısı olarak kullanmışlardır.

İslâm dini, hem diyaneti hem de siyâseti kendinde birleştiren bir dindir. Hz. Peygamber, sadece bir hukuk sistemi (şeriatı) vaz ‘etmekle yetinmemiştir. Bir taraftan şer’î kanunları vaz ’ederken, diğer taraftan da o şer’î kanunların tenfiz ve icrasını bizzat üstlenmiştir. Kamu hizmetlerinin yürütülmesini temin etti ve ülkenin çeşitli yerlerine, valiler, kadılar gönderdiği gibi, vatanın korunmasında da bizzat ve bilfiil başkumandanlık vazifesini ifa etmiştir. İşte bu manada hilâfet müessesesinin dinî açıdan lüzumlu ve sosyal bir zaruret olduğunu,
Bütün dünya Müslümanlarının bir tek devlet olmasının zarurî olmadığı, belki müstakil devlet başkanları bulunan birden fazla Müslüman devletin aynı anda yeryüzünde bulunabileceği, İslâm hukukçularının büyük ekseriyeti tarafından kabul edilmemişse de, hem vâkıanın hem de azınlıkta kalan bir kısım hukukçuların aksi görüşü te’yit ettiğini müşâhede ediyoruz.

1.2 Halifenin Görev Ve Yetkileri

Bu başkanlık sistemiyle hilâfet yahut saltanatı açıklaması açısından çok önemli bir konudur. Hilâfetten gaye, adaletin tevzii, hakların korunması, Müslüman halkın saadetinin te’mini ve şer’î hükümlerin icrasıdır. Halifenin şahıs olarak diğer Müslümanlardan farkı yoktur. Ancak kendisine yüklenen ağır görevler karşılığında sahip olduğu bazı hak ve yetkileri de vardır. Bunları kısaca görelim.
Halifenin görevleri hususunda klasik İslâm hukuku kitaplarında on görev zikredilmektedir. Bunlar:

aa) İslâm Dinini, ilk devirde tesbit edilen esaslara uygun olarak muhafaza etmek, dine yönelen şüpheleri bertaraf etmek; bunun için hakları korumak ve cezaları uygulamak.
bb) Çekişmeli taraflar arasında şer’î hükümleri uygulamak, adaleti tevzi etmek, yani yargılama hukukunu tatbik etmek.
cc) Emniyet, huzur ve âsâyişi sağlamak.
dd) Cezaları infaz etmek ve insan haklarını korumak.
ee) Ülkenin sınırlarını korumak ve dış tehlikelere karşı gereken tedbirleri almak.
ff) İslâmiyet’i yaymak ve gerekirse bu uğurda cihad (savaş) yapmak.
gg) Devletin gelirlerini meşrû’ yollar ve ölçüler içinde kimseye haksızlık etmeden tahsil etmek.
hh) Devlet hazinesinden (beytülmaldan) yapılan harcamaları, başta devlet memurlarının maaşları olmak üzere, adalet ölçüleri içinde yapmak.
ii) Kamu hizmetlerinin eksiksiz yürütülmesi için, layık olanlar arasında kamu görevlilerini tayin etmek.
jj) Müslüman halkın idaresini, yapacağı tetkik ve araştırmalarla bizzat kontrol etmek; zevk ve eğlenceye dalarak idareyi yeteneksiz kişilere terk etmemek.

Bu zikredilen görevlerden aynı zamanda halifenin sadece yürütme yetkisi olduğunu anlıyoruz. Ancak günümüzdeki anlayışa uygun olarak üç kuvvet açısından halifenin yetkileri şöyle özetlenebilir.
Yasama Yetkisi: İslam hukukunda kanun koyucu Allah ve onun Peygamberi olduğu için halifenin yasama yetkisi bunların verdiği ölçüde ve sınırlıdır.

Yürütme Yetkisi:

İslâm hukukunda yürütmenin başı halifedir; zaten yukarıdaki görevlerin çoğunluğu yürütmenin görev alanına girer.

Yargı Yetkisi:

Adaletin tevzii halifenin önemli görevlerinden birisidir. Bu suretle yargılama işinin yürütülmesi de halifeye aittir.
Halife, hukuken sorumsuz değildir. Halifenin manevi ve uhrevî sorumluluğu yanında, maddî ve dünyevî sorumluluğu da vardır. Halife, diğer fertler gibi, fiil ve hareketlerinden hem hukuken hem de cezâen sorumludur. Sorguya çekmek için mübâşir vasıtasıyla bir gebe kadını huzura celp ettirmek isteyen Hz. Ömer’in, kadının mübâşiri görünce korkudan çocuğunu düşürmesi üzerine, durumu büyük sahabe hukukçularına sorması ve Hz. Ali’nin “diyetini=kanlığını vermeniz gerekir” görüşünü benimsemesi konuyu aydınlatır kanaatindeyiz . Bu konunun diğer ayrıntılarına ilgili hukuk dallarında değineceğiz.

3. Türk Hukuk Tarihindeki Gelişmeler ve Başkanlık Sistemiyle Mukayese

3.1 Hilâfetin Mana Ve Fonksiyon İtibariyle İkiye Ayrılması

Her konuda Hz. Peygamber’in izinden yürüyecek ve onu temsil edecek makam demek olan hilâfet makamı, maalesef bu mana ve fonksiyonunu her zaman devam ettirememiştir. Bu sebeple bazı araştırmacılar hilâfeti iki kısma ayırmaktadırlar:

Birincisi; gerçek hilâfet (hilâfet-i kâmile veya hilâfet-i hakikiye)’dir ki, yukarıda zikredilen şartları haiz ve Müslümanların rızası ile yapılan seçim ve biat sonucu elde edilen hilâfettir. Büyük Türk hukukçusu Sadrüşşeria, buna hilâfet-i nübüvvet de demektedir.

İkincisi; şeklî hilâfet (hilâfet-i sûriye)’dir ki, gerekli şartları hâiz olmayan veya milletin seçim ve biatıyla değil de, cebir ve istilâ suretiyle elde edilen imâmettir. Bunda saltanat ve hükümdarlık manası ağır basmaktadır. Hz. Peygamber’in “Benden sonra hilâfet otuz senedir; ondan sonra saltanata inkılab eder” hadisinin işareti ve bütün İslâm hukukçularının ittifakıyla gerçek manada halife hülefâ-i râşidin’dir. Halife Ömer bin Abdülaziz bir tarafa bırakılırsa, Emevi ve Abbasi halifeleri hep ikinci grupta kalmışlar, bir başka ifadeyle şeklen ve hükmü halifeler olarak kabul edilmişlerdir. Hz. Peygamber’in bahsettiği 30 sene, Hz. Ebubekir’den itibaren Hz. Hasan’ın altı aydan ibaret bulunan hilâfet süresiyle sona ermektedir.

Yukarıdaki izahlardan anlaşılacağı gibi şeklî hilâfet de iki kısımdır:

Birincisi; hilâfet makamını işgal eden şahsın gerekli vasıfları hâiz olmaması ve tayin usulünün İslam’ın tavsiye ettiği şekilde bulunmaması manasında şeklîliktir. Bu manada halife, daha önceki bahislerde zikredilen halifenin hak ve yetkilerine (velâyet-i âmmeye) fazlasıyla sahiptir.

İkincisi ise, gerekli vasıflar mevcut olmasına ve tayin usulünün meşrû bulunmasına rağmen, halifeye tanınan hak ve yetkileri kullanamayan hilâfet makamıdır. Bu kısımda halife ünvanlı sadece manevî reislikten ve maddî alanda ise bir formaliteden ibarettir. Emevî halifeleri ve ilk Abbasi halifeleri birinciye, Fatımîler ve Memlûklüler zamanına rastlayan son Abbasi halifeleri ise ikinciye misal teşkil eder. Osmanlı Padişahları, birinciye misaldirler.
Bilindiği gibi Osmanlı Padişahları, 923/1517 tarihinde Yavuz Sultan Selim’in Ayasofya Camiinde son Abbasî halifesi tarafından halife ilan edilmesiyle, sultan ünvanının yanında halife ve halife-i Resûlüllah ünvanlarını da kullanmışlardır.

Osmanlı padişahlarının saltanat usulü hakkında şunları söyleyebiliriz:

Fâtih devrine kadar ehl-i hall ve’l akd denen beyler tarafından sultan tayin edildiğinden veliahdlık söz konusu değildir. Sadece Çelebi Mehmed’in saltanatı, oğlu Murad’a vasiyet etmesi bunun istisnasını teşkil eder. Fâtih Sultan Mehmed ise, doğruluğu tartışmalı olan şu kanun maddesi ile saltanatın evladına intikalini, ancak bunun için yaşa itibar edilmemesini prensip haline getirmiş; fakat saltanata geçen hükümdarların kamu düzeni (nizâm-ı âlem) için kardeşlerini bile öldürmelerine müsaade etmiştir; “Her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerin nizâm-ı âlem için katletmek münasiptir ekser ulemâ dahi tecvîz etmiştir; onunla âmil olalar”. Kamu düzeni için bağy (isyan) cezası olarak idam verileceğini Hanefi hukukçularının çoğunluğunun câiz gördüğü doğrudur; ancak Osmanlı uygulamasındaki gelişmelerin hepsinin bu hukuki görüşe uygun olarak cereyan ettiğini söylemek de mümkün değildir.

3.2 Osmanlı Padişahlarının Hak ve Yetkileri

Osmanlı Devlet şeklini tam anlamıyla Batıdaki monarşik devlet şekillerine benzetmek mümkün olmadığı gibi, Osmanlı padişahlarını da batılı kral veya diktatör hükümdarlar gibi görmek mümkün değildir. Zira Osmanlı padişahları sadece icrâ konusunda âmme maslahatı ile kayıtlı ve sınırlı geniş yetkilere sahiptirler. Yasama yetkileri yine şer’î hukukun tanıdığı ölçüde mevcuttur. Devletin, padişahdan ve padişah ailesinden ayrı hukukî bir varlığı vardır.
Osmanlı padişahları, Yavuz Selim’den itibaren hem sultan ve hem de halifedirler, yani İslâm âleminin reisidirler. Saltanat itibarıyla otuz milyonu idare ediyorsa, hilâfet itibarıyla 300 milyona başkanlık etmektedir. Saltanat kanadını sadâret, hilafet kanadını ise şeyhülislamlık temsil etmektedir. Padişahlar, halife olmaları hasebiyle, halifelere tanınan hak ve yetkilere de sahiptirler. Osmanlı padişahlarının yasama, yürütme ve yargı yetkilerini daha yakından görelim:

Yasama yetkisi açısından;

Osmanlı padişahlarının sınırsız bir yasama yetkisi yoktur. Sadece mevcut şer’î hükümleri kanun haline getirebilir. Meselâ Girit Kanunnâmesi gibi… Herhangi bir meselede mevcut içtihadî görüşlerden birini tercih edebilir. Müruru zaman ve nakit para vakfının cevazı ile alakalı emirleri gibi… Yahut da İslâm hukukunun kendisine tanıdığı sınırlı yasama yetkisini kullanır. Meselâ, buna dayanarak askerî ve idarî düzenlemeler yapabilir, ta’zir cezaları koyabilir. (Osmanlı hukukunda cürm-ü cinayet cezaları denmektedir) ve toprak rejimi ile ilgili kanunlar yapabilir. Kısaca örfî hukukun sınırları, padişahın yasama yetkisinin de sınırlarıdır. Fâtih Sultan Mehmed’in devlet teşkilâtına dair kanununun başına “Bu kanun atam dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur Evlâd-ı kirâmım neslen ba’de neslin bununla âmil olalar” ifadelerini bu manada anlamak gerekir. Zaten Kanunnâmenin muhtevasını tetkik edince durum kendiliğinden ortaya çıkar.

Yürütme yetkisi açısından;

Padişah yürütmenin başıdır. Her çeşit idarî karar ve tanzimî tasarruflar onun tasdikinden geçer. Fâtih devrine kadar, padişahlar devletin en önemli icra organı olan Divân’ın başkanlığını bizzat yürütmüşlerdi. Halifelerin onuncu vazifesine uygun olan bu durum, yani padişahların devlet işleri ile bizzat ilgilenmeleri usulü, Fâtih’in Kanunnâmesi ile kısmen de olsa değiştirilmiştir. Divân-ı Hümâyûn’un başkanlığını artık vezir-i a’zamlar yapacak ve Divân’ın aldığı kararlar telhis veya takrir adıyla padişaha arz edilecekti. Padişah’ın tasdikinden geçen Divân kararlarına hüküm denmekteydi. Padişahdan sâdır olan yazılı emirlere ise muhtevalarına göre, ilk dönemlerde, biti, menşûr, yarlığ, berât, fermân veya hükm-i şerif adı verilirdi. Osmanlı padişahları, 1248/1832 (II. Mahmut zamanı) yılın ortalarına kadar, Divân kararlarında tasdik ettiklerinin üstüne “manzûrum olmuştur” şeklinde kendi elleriyle not düştüklerinden bu çeşit yazılı emirlere Hatt-ı hümâyûn adı verilmiştir. 1832 yılında ise, Divân’ın veya heyet-i vükelânın aldığı kararlar, sadrazam tarafından padişaha arz edilir ve Padişah kendi tasdikini özel kâtibinin kaleme aldığı ve İrâde-i seniyye denilen bir yazılı emirle sadrazama iade ederdi. Başta sadrazam ve vezirler olmak üzere, biraz sonra göreceğimiz idarî teşkilâtta yer alan yüksek devlet memurlarının tayin yetkisi de padişaha aitti.

Yargı gücüne gelince;

Halife yahut Padişahın yargı yetkisi yoktur. İcrâ gücü açısından, Halifenin yetkilerinden birinin de yargı gücünü kullanmak veya kullandırmak olduğunu görmüştük. Osmanlı padişahları içinde aynı şey geçerlidir. Padişah yargının başıdır ve bütün kadılara yargılama yetkisini padişah tevzi eder. Ayrıca bir çeşit yüksek mahkeme gibi çalışan Divân-ı Hümâyûn’da da, Fâtih devrine kadar Padişah bizzat bu mahkemenin başkanıdır; ondan sonra ise Divânın verdiği kararları şeyhülislama danışarak infaz eder ve ilgililere hüküm gönderir. Siyaseten katl denilen ve padişahların istedikleri şahsı diledikleri şekilde idam ettirmeleri şeklinde -bazı yazarlarca- açıklanan durumlarda da padişahın şeyhülislamdan fetva almadan böyle bir şeye girişemediğini, giriştiği takdirde sorumlu tutulduğunu tarihçiler ifade etmektedir. Fâtih’in haksız yere elini kestirdiği gayr-i Müslim usta ile yargılanıp elinin kesilmesine hükmedildiğini ve Yavuz’un sorumsuz bazı Davranışlarından dolayı Zembilli Ali Efendi tarafından uyarıldığını tarih kaydetmektedir.

3.3 1293/1876 Kanun-ı Esâsîsine Göre Padişah’ın Yetkileri ve Sorumluluğu

1293/1876 tarihli Kanun-ı Esâsî, Osmanlı Devletindeki saltanat usulü ve padişahların yetki ve hakları konusunda mevcut hükümleri sadece yazılı hale getirmiştir. Buna göre:

Osmanlı Saltanatı, İslâm halifeliği ünvanını hâiz olup, Osmanlı hânedanından eski usul üzere en büyük erkek evlada aittir (md. 3). Padişah İslâm Dininin hâmisi ve Osmanlı teb’asının hükümdarıdır (md. 4).

Padişahın yetkilerine gelince; Vekillerin (bakanların) azli ve tayini, devlet memurlarının tayini, nişan verilmesi, adına hutbe okunması ve para basılması, yabancı devletlerle antlaşma akdi, harp ve sulh ilanı, silahlı küvetler kumandanlığı, askerî nizamlar, şer’î hükümler ve kanunî kaidelerin icrası, idarî düzenlemeler yapılması, kanunî cezaların tahfifi ve afvı ve meclisin feshi, tatili ve benzeri yetkiler padişaha aittir (md. 7) Bu yetkiler, halifenin yetkileriyle karşılaştırılırsa, fazla bir fark olmadığı görülecektir.

Padişaha verilen yürütme yetkilerinde en önemlisi, Başbakan demek olan Sadrazamları ve bakanlar demek olan vezirleri atama yetkisidir.

3.4 Vezir’i A’zam (Sadrazam) ve Yetkileri

Osmanlı Devletinde sonradan halife ünvanını da alan sultanların vekili, tam yetkili temsilcisi ve icranın ikinci reisi vezir-i a’zam’dır. Sultan Orhan zamanından beri var olan bu makamı işgal eden şahsa, diğer vezirliklere olan üstünlüğünü belirtmek ve devlet teşkilâtında hiyerarşiyi sağlamak için önceleri vezir-i evvel ve vezir-i a’zam denilirken, Kanuni’den itibaren Sadr-ı A’zam ünvanı kullanılmaya başlanmıştır. Sadr-ı âli, sahib-i devlet, zat-ı âsafî ve vekil-i mutlak tabirleri de bu makamı ifade etmek için kullanılır. Sadâret mühründe bu makamın ilga edilişine kadar vezir-i a’zam klişesi muhafaza edilmiştir. İslâm anayasa hukukunda görülen vezâret-i tefvîzin karşılığıdır.

Padişahın mutlak vekili olan vezir-i a’zam, padişahın fermanıyla atanır ve diğer vezirlerden farklı olarak kendisine mühr-i hümâyûn, yani padişahın mührü verilir. Fâtih kanunnâmesindeki ifadesiyle “vezir-i a’zam vezirlerin ve beylerin başıdır; cümlenin ulusudur; cümle devlet işlerinin mutlak vekilidir; devlet mallarının vekili defterdar, nâzırı ise vezir i a’zamdır. Oturmada, durmada mallarının vekili defterdar nâz ve mertebede vezir-i a’zam hepsine takdim edilir”. Osmanlı Teşkilât Kanunnâmelerine göre, vezir-i a’zam’ın idarî yetkilerini şöylece özetleyebiliriz:

aa); Din, devlet ve saltanata dair bütün hizmetlerin ifasını temin;
bb) Had, kısas, hapis, sürgün, bütün çeşitleriyle ta’zir ve siyaset cezalarını infaz;
cc) İcap ettiği takdirde hususî davaları dinleme, Şerî’atın hükümlerini icra ve yapılan haksızlıkları önleme;
dd) Memleketin idarî yapısını tanzim, tımar, zeamet ve ulûfeleri tesbit;
ee) Başta beylerbeylik, sancak beyliği, mütevellilik, İmamlık, kadılık ve benzeri memuriyetler olmak üzere bütün askerî ve ilmiye sınıfına mensup memurları tayin ve azl;
ff) Kısaca bütün şer’î ve örfî meselelerin halli ve icrası için padişahın mutlak vekili ve Osmanlı tebeası üzerinde sözü ve yazısı, padişahın İrâdesi ve fermanı gibidir. Sadrazamın yazılı emrine buyruldu denir.

Sadrazam kendisine tanınan bu yetkileri kullanırken iki kayıtla bağlıdır.

Birincisi; önemli tayin işlemlerini ve devlet meselelerini padişaha telhis suretiyle arz etmekle görevlidir. Diğer devlet memurları ise, meselelerini ve kararlarını sadrazama arz edeceklerdir. Padişah bulunmadığı zamanlarda, telhis ve arz bulunmasa da yetkilerini onun vekili olarak kullanabilir. Eğer vezirlerden ve diğer yüksek memurlardan padişaha arzda bulunmak isteyenler olursa, bu arz hususu sadrazamın aracılığıyla olacaktır.

İkincisi; bütün bu yetkilerini kullanırken şer’î hükümlere ve örfî kanunlara uymak zorundadır. Sadrazamın arzına rağmen, Şeyhülislamın câizdir diye fetva vermemesinden dolayı reddedilen meseleler, Osmanlı Arşivinde önemli bir yekûn teşkil etmektedir.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Başkanlık Sisteminin İslamiyet Ve Tarihimiz Açısından Tahlili (I)

1. KUVVETLER AYRILIĞI VE BAŞKANLIK SİSTEMİ

Günümüzde başkanlık sistemi deyince, başkan olacak şahsın, devletin üç erkini yani yürütmek, yasama ve yargı erklerini tek başına üstleneceği manası verilmektedir. Bu anlayış tamamen yanlıştır. Devletin üç temel fonksiyonu olan yasama (teşrî’), yürütme (icrâ) ve yargı (kazâ) görevini hangi organlarla ve nasıl yürüteceği, kuvvetler ayrılığı prensibi gereği, bütün demokratik sistemler açısından açık ve net bir hadisedir. Başkanlık sisteminin asıl odaklandığı erk, yürüme organıdır. Demokratik sistemlerde, Amerika ve Fransa dâhil, başkanın yasama yahut yargı sistemi bulunmamaktadır.

İslam’da devlet nizamının üç prensibi bulunmaktadır:

Hukukî, siyasî ve sosyal bir düzen ve otoriteyi temsil eden devlet müessesesinin İslâm hukukundaki önemli özelliklerine kısaca temas edelim.

1) Devlet nizâmında hâkimiyet Allah’a aittir. Yani hukukun kaynağı Allah’ın irâdesidir. Bu sebeple Müslüman devletlerde tam anlamıyla yasama organı yoktur. Sadece Allah ve peygamberinin tanıdığı sınırlı yasama yetkisi kullanılabilir. Konuya bütün ayrıntılarıyla ilerde değineceğiz.

2) Kur’an, Peygamber’e ve O’nu takip edenlere eşitlik ve adaletten ayrılmamalarını değişik yerlerde tavsiye etmektedir. Kur’an’da “Allah katında en hayırlınız, O’ndan en çok korkanınızdır” denmekte ve ruhban sınıfını şiddetle reddetmektedir. Kanun kuvvette değil, kuvvet kanunda olmalıdır esasını kabul etmektedir.

3) Devlet nizâmının önemli bir özelliği de, itaat ve teslimiyettir. Merkezî bir otoriteye itaat edilmeden devletin teşekkül etmesi mümkün olmadığından, bu konuya büyük önem verilmektedir. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” ifadesi bu teslimiyeti ifade eder. Çok az istisnaların dışında İslâm hukukunda devlete itaat, dinî bir görev olarak kabul edilmiştir. Kur’an, açıkça ülül-emre itaati emretmektedir.

4) İslam hukukunun kabul ettiği önemli bir anayasa hukuku prensibi “şûrâ” esasıdır. Devlet idaresinin en önemli temeli kabul edilen şûrâ prensibi, devlet adına ve devlet işleri için alınacak kararların, seçilmiş ve yetkili meclisler tarafından alınması manasını ifade eder. Yetkili meclisi teşkil eden fertlere “ehl-i hall ve’l-akd” denir. Bu konuya ileride tekrar döneceğiz. Bu zikredilen dört temel özellik dışında, İslâm hukukunda devlet nizâmının başka özellikleri de vardır. “Dinde zorlama yoktur” esasıyla getirilen hoşgörü prensibi; insanlar arasında ırk ve renk, farkını reddeden evrensellik esası ve “iyiyi emret, kötüyü önle” şeklinde özetlenen sosyal reformculuk özelliği bu arada zikredilebilir.

Acaba özel manada başkanlık sistemi, İslamiyet ve tarihimiz açısından nasıl yürümüştür? Bu soruyu cevaplandırdıktan sonra, günümüzdeki başkanlık sistemlerini de özetleyerek kanaatimizi açıklayacağız.

2. HZ. PEYGAMBER VE DÖRT HALİFE DÖNEMİNDEKİ HİLÂFET VE BAŞKANLIK SİSTEMİ İLE MUKAYESESSİ

2.1 Hz. Peygamber’in Statüsü

Hz. Peygamber, Allah’ın elçisi ve vahyin tebliğcisi olması hasebiyle, diğer halifeler yahut devlet başkanı sultanlarla kıyaslanmayacak geniş yetikleri bulunmaktadır. Bu dönem istisnâi bir dönemdir. Zira Hz. Peygamber, sınırlı yasama (teşrî’), yürütme (icrâ) ve yargı (kazâ) görevini üstlenmiştir. Osmanlı hukukunun kaynakları hakkındaki incelemelerimize geçmeden önce, kendi tabiriyle Flemenk gavuru olan Hollanda’lı bir gayr-i müslim hukukçunun Osmanlı hukukunun mahiyeti ve kaynakları hakkındaki mütâlaasını ibret olsun diye, II. Abdülhamid’e arz ettiği lâyihasından özetleyerek buraya almak istiyorum:

“Müslümanlara göre hukuk, ilâhî emirlerden ibârettir ve bunlar da dinî ve dünyevî emirler olarak ikiye ayrılır (ibâdât-muâmelât). Bunlar birbirinden ayrılmaz. Kur’ân, Müslümanlara göre şüpheden uzak ve ilâhi emirleri muhtevi mukaddes bir kitapdır. Kur’an’da mevcut olan hukukî hükümler, ayrıntılı hükümler veya genel esaslar tarzında hukukun bütün alanlarını kapsar. Kaynağı ilhâm değil vahiy olan Kur’ân, Hz. Muhammed’e indirilmiş ve o da tebliğ etmiştir. Kur’ân öyle bir kitabdır ki, her harfi ve her hükmü, bütün zemin ve zamanlarda geçerlidir. Hristiyanların Kitab-ı Mukaddes’i gibi sadece hukuk nizâmının esaslarını değil, hem esaslarını ve hem de değişmeyen bir kısım tafsilî hükümlerini de câmi’dir. Sünnet ise, Hz. Peygamber’in fill, söz ve hareketleridir. Bunların Kur’an’dan farkı, vahiy yoluyla değil, ilhâm yoluyla Allah tarafından kalbine ilkâ edilmiş olmasıdır. Müslümanlara göre, Hz. Muhammed bir beşerdir; ancak doğru sözlü ve vazifeli bir nebî ve resûldür. Bütün güzel ahlâkı ve gelmiş geçmiş ilimleri Allah’ın ihsânıyla zatında cem’ ettiğinden mümtaz bir insândır. Kur’ân’ın tebliğcisidir. Dinin tamamlayıcısıdır.”

“Ehl-i İslâm indinde hukuk, evâmir-i ilâhiyeden ibâret olup bunlar da umûr-ı diniye ve dünyeviyeden mürekkeptir. Bu iki sınıf evâmir, yekdiğerinden ayrılmaz ve birbirine merbut ve gayr-i münfek bir haldedir.”

Bütün bu izahlara göre, Hz. Peygamber, yürütme, yasama ve yargının başıdır. Bu özellik, diğer Halifelere tam olarak intikal etmemiştir.

2.2 Dört Halife ve Diğer Halifelerin Statüleri ve Başkanlık Sistemiyle Kıyaslanması

Hz. Peygamber’den sonra gelen devlet başkanlarına halife denmektedir. Devletin üç erkinden sadece yürütme gücüne sahiptirler. Sadece İslamiyet, müçtehid olmak şartıyla, devlet başkanlarına belli davalarda yargı yetkisi de vermiştir. Dört halife bu yetkilere sahiptirler. Ancak yasama yetkileri asla bulunmamaktadır.
İslam’ın tavsiye ettiği belirli bir devlet şekli yoktur. Devletin işlerinin yürütülebilmesi için öngördüğü bir “şûrâ meclisi” vardır. Devlete ait önemli işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kur’an âyetleri ve hadisler, gayet kesin ve açıktır. Hz. Peygamber ve râşid halifeler devrinde bu esas uygulanmıştır. İslâm hukukçuları, “şûrâ meclisinin” kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığı içindedirler. Tarih içinde bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olmadığı düşüncesi yerleşmiştir. Ancak Kur’an’ın bu müesseseye verdiği önem ortadadır.

“Şûrâ meclisi”nin üyeleri (ehl-i hall ve’l akd) nasıl teşkil edilecektir?

Bu konu zamana ve zemine terkedilmiştir. İlk dönemlerde “ahlak, fazilet, ilim ve tecrübe” gibi vasıflarla temâyüz etmiş bulunan şahıslar, şûrâ meclisinin tabiî üyesi kabul edilmiştir. Sahabe ve tabiîler devrinde hep bu esasa uyulmuştur. Abbasiler’de, Selçuklular’da devletin üst yöneticilerinden teşekkül eden Divân’lar bu görevi ifa etmiştirler. Osmanlı devletinin Tanzimat’a kadarki döneminde ise, Divân-ı Hümâyûn bir şûrâ meclisi olarak devletin önemli işlerini yürütmüştür. Şûrâ meclisi üyelerinin en azından şu vasıfları taşıması gerektiği belirtilmektedir: Tam ehliyetli olmak, hür olmak, ilim sahibi bulunmak, dindar, güvenilir ve dürüst olmak (âdil olmak) devletin vatandaşı bulunmak.

Sosyal münasebetlerin çoğalması, devlet işlerinin artması ve her sahada mütehassıs kimselere ihtiyaç duyulması sebebiyle “şûrâ” görevinin, branşında uzman olanlardan seçilmiş üyelerden meydana gelen milletin kalbi hükmündeki bir meclis tarafından ifa edilebileceği görüşü, Tanzimat sonrasında ağır basmış ve Osmanlı Meclis-i Mebusanının kurulması ve Meşrûtiyetin ilanında bu görüş şer’î bir dayanak teşkil etmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivinde konuyla ilgili çok kıymetli vesikalar bulunmaktadır.

Şûrâ meclisinin kararları nasıl bir hukukî mahiyet arz etmektedir?

Kitap ve Sünnetin açıkça hüküm vaz ‘ettiği konularda, şûrâ, mevcut hükümleri icra için kararlar alabilir. Hakkında açık bir hüküm bulunmayan meselelerde ise, şûrâ meclisi, birinci derecede rol sahibidir; meseleler müzâkere edilir ve ortak içtihad karara bağlanır. Kararda ittifak şart değildir, çoğunluk yeterlidir. İlk devir uygulamaları ve konuyla ilgili dinî emirler, cemaate yani çoğunluğa uyulmasını emretmektedir. Kesin nass (dinî metin) bulunmayan meselelerde, içtihadî kaynakların ürünü olan örfî hukuk esas alınacaktır. Ancak burada bir problem daha vardır: Devlet başkanı (halife, sultan veya padişah) ile şûrâ üyeleri farklı görüşleri ileri sürerlerse, devlet başkanına ait görüşün ağırlık kazanıp kazanmayacağı meselesi tartışmalıdır. Türk hukuk tarihinde, Türklerin kendilerine mahsus devlet anlayışının da tesiriyle, devlet başkanının (sultanın) görüşüne ağırlık verileceği esası benimsenmiş ve uygulanmıştır. Divân-ı Hümâyûn veya Meclis-i Mebusan’ın kararlarına rağmen Padişah’ın görüşünün tercih edildiği hadiseler arşivimizde numuneleri çok olan durumlardır. Hz. Peygamber, Uhud savaşından önceki şûrâda kendi fikrini değil şûrâ meclisinin fikrini tercih etmiştir.

İslâm hukukunda ve eski Türk devletlerinde “şûrâ” meclisinin vasfı yani devletin şekli nedir? Cumhuriyet var mıydı?

Yapılan araştırmalar, mevcut devlet şekillerinden hiçbirinin İslam’ın öngördüğü devlete tam olarak uymadığını göstermektedir. Monarşik devlet şekillerinde hâkimiyet tek şahısda, cumhuriyet idarelerinde bir heyette kendini göstermektedir. İslam’da ise hâkimiyet sadece Allah’a aittir. Ancak, Halife veya Sultan, Allah’tan aldığı hâkimiyetin temsilcisi değildir; belki İslâm milletinin vekili durumundadır. Hâkimiyetin kaynağı ilahî irâde olduğundan, sultan şer’î hukuka aykırı hareket edemeyecektir. Ettiği takdirde kendisine temsil yetkisi veren Müslümanlar onu görevden alabilecektir. Osmanlı Padişahlarının hal’ında mutlaka fetvaya başvurulmasının sebebi budur. Halife veya sultanın, hâkimiyeti Allah’tan doğrudan değil halk vasıtasıyla almış sayıldıkları için, İslâmî devlete batıdaki anlamıyla teokratik bir devlet nazarıyla bakılamaz. İslam’da halkın İrâdesinin üstünde ilahî İrâde bulunduğundan, halkın kendi irâdesi ile kendisini yönettiği cumhurî devlet şekli de buna tam uymamaktadır. İslâm hukukunda meşrû’iyet önemlidir. Eğer halkın İrâdesi meşrû’ ise, o zaman İslâmî devlet söz konusudur. Yapılan izahlar karşısında, İslâm hukukunun belli bir devlet şeklini öngörmediğini, ancak koyduğu prensipler ve hâkimiyet anlayışının dindar bir cumhuriyet olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten râşid halifeler, hem bir halife hem de dindar bir cumhur reisi idiler.

İslâm hukukunun anladığı manada ideal devlet, sadece râşid halifeler zamanında görülmüştür. Daha sonra zikredilen vasıfları taşıyan ideal bir devlet gelmemiştir. Ancak ideal olmasa da Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar da birer İslâmî devlettirler. Hem Selçuklu hem de Osmanlı devlet idaresini (Meşrûtiyetin ilânına kadar) kayıtsız şartsız mutlak bir monarşi olarak vasıflandırmak mümkün değildir. Zira mutlak monarşide hâkimiyet hükümdardadır ve hükümdar ise mutlak monarşide hiçbir bağlayıcı kurala bağlı değildir. Hâlbuki başta Osmanlı Padişahları olmak üzere, bütün Müslüman Türk sultanları, şer’î şerif denilen hukuk ile kayıtlıdır ve asıl hâkimiyet sahibi olan Allah’a ve onun kanunlarına karşı manen de olsa sorumludur. Son dönemdeki Osmanlı idaresi dindar bir meşrûtî rejim olarak vasıflandırılmaktadır.

Bediüzzaman’ın şu tesbiti manidardır:
“Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

Şu tesbitleri de unutmamalıyız.
“İslamiyet, Dîn’i devletten ayırmadıktan başka, ayrılmasını bile yasaklamış olduğundan, hem akâid-i diniyye ve ibâdât ve taâta müte‘âllik ve hem de a‘mâl ve harekât ve kisb ve vasiyet mısillü umûr-ı dünyevîye âit ahkâmı cami‘dir.

Padişah olan zât, devletin hem hâkim-i mutlakı, hem kuvve-i askeriyesinin emîr ve kumandan-ı a’zamı, hem de birinci imamıdır. Hükûmet, hudûd-ı şer‘iyeyi icra ve vergi tarh ve tahsiline nasıl me’mur ise, ahâlinin ibâdât ve taâtını ve aldıkları abdestin usûl ve erkânı üzere almalarını teftiş ve tetkik etmeye mecbur ve me’mûrdur. Bir de kâfirlere hürriyet ve müsaâdât verir. Lâkin hûkûmet kâfirleri ehl-i İslâm üzerine emir ve hüküm ve tasallutlarını mûcip olacak me’muriyetlere nasb edemez ise de kendi dindaşları üzerine tahakküm etmelerini mûcip me’muriyetlere tayin (9) edebilir. Bundan başka mecâlis-i mülkiye ve hatta menâsıb-ı devletin en yükseklerine ve hıristiyan devletleri nezdinde sefâret-i seniyye silkine dahil olabilir. Lâkin hiçbir vakit vâli yahut kâdı veya kaymakam olamaz. Zira mâdem ki, devletin maksâd-ı aslî, ihâk-ı hâk ve evâmir-i ilâhiyeyi tenfiz ve icrâ etmektir. Ve bu evâmiri celîle ise, ya Kur’an-ı Azimüşşan yahut sünnet-i seniyyenin ahkâm-ı kâtıasından ibârettir. Ve mâdem ki, küffâr, işbu ahkâm-ı celîlenin mefrûziyetini münkirdir, bu sebepden padişah-ı İslâmın tebe’a ve ra’iyyesi bulunan küffar umûr-ı şer‘iyeye müte’allık işlere karıştırılmaz.”

O halde dört halife, hem ordunun komutanı, hem icrâ gücünün başı ve hem de kısmen de olsa bazı yargı yetkileri bulunan şahsiyetlerdir. Yasama yetkileri yoktur. İçtihad hakları vardır.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Satranç Hakkında İslam Hukuku Ve Osmanlı Tatbikatı Ne Demektedir?

Evvela şunu beyân edelim ki, bütün İslam hukukçuları, bir bedel karşılığı oynanırsa, namazı tehir etmek gibi bir vacibin terkine sebeb olursa, kısaca haram şeylere vesile olursa, satrancın kesin olarak haram olduğunda ittifak etmişlerdir. İhtilaf edilen nokta, haram oluşuna dair olan şer’î delildir. Bu deliller, merfû’ hadis değil, mevkuf hadislerdir.

Eğer yukarıda zikrettiklerimizden biri olmadan oynanmışsa, âlimler ihtilaf halindedirler:

Malikî ve Hanbeliler ile bazı Şafii âlimler kesinlikle haram olduğu noktasında müttefiktirler. Hz. Ali, Abdullah ibn-i Ömer, İbn-i Abbas ve benzeri sahabe ve tabiiler, Ebüssuud’un bahsettiği aşağıdaki hadise dayanarak haram olduğuna hüküm vermişlerdir. İmam Malik, satrancın zar (nerd) oynamaktan daha çok insanı namazdan ve zikirden alıkoyduğunu açıklamaktadır.

Mesele: Bu surette “Hınzır eti yiyen oruç tutar” dese Zeyd “Hınzır eti yiyen kimdir” dedikte Amr dahi “Sen yersin ya hınzır eti yemişsin ya satranc oynamışsın” dese ne lazım olur?

El-Cevab: Eğerçi Hazret-i Ali kerremellahu vecheh bir kere bunlar gibi satranc oynayan taifeyi görüp abede-i esnam hakkında var olan ayet-i kerimesin okumuşlardır amme mehma imkan rıfkile nasihat etmek evladır. Ebussuud.”

Hanefi ve Şafiiler’in ekseriyeti ise, harama vesile olmadıkça, satrancın mekruh olduğunu beyan buyurmuşlardır.

Şimdi de Ebüssuud Efendi’nin bazı fetvalarını nakledelim:

Mesele: Zeyd’in abdesti var iken satranç veya tavla oynayub tekrar abdest almadan ve elin yumadan kalkub namaz kılsa şer’an caiz olur mu?

El-Cevab: Elin yumak evladır, abdest almak dahi evladır. Oynamamak din ve dünya saadetidir. Hak Teala müyesser buyura. Ebussuud.

Mesele: Zeyd kumar ile olmayıp salat vakti dahi geçmeyicek satrancın mücerret oynaması haram olmaz dese Zeyd’e ne lazım olur?

El-Cevab: İçtihadidir nesne lazım olmaz. Ebussuud.

Mesele: Bu surette kezalik kahvehanelere dahi muttasıl ehl-i heva cem olup ayrı ayrı meclis kurup şatranc ve tavla ve bunun emsali malayani kelimat edip bu ettiklerinin hurmetini hatıra getirmeyip istihfaf edip ve bu makule halle içenlere kahve helaldir diye itikad edenlere dahi ne lazım olur?
El-Cevab: Hak Teala celle ve ala hazretinin ve melaike-i kiramın ve cumhur-ı ehl-i İslamın laneti lahik ve lazım olur. Ebussuud.

Mesele: Zeyd birkaç nefer kimesne ile Ramazan gününde satranc oynarken Amr gelip oyunların bozup içlerinden biri yenildin diye Amr’a söyledikte Amr dahi hiddet ile üç kere kâfir oldun dese Zeyd dahi estağfirullah neden kâfir oldum dese Amr-ı mezbure ne lazım olur?

El-Cevab: Nehy-i münkeri dahi rıfkla etmek lazımdır. Bu miktar tağliz etmek ısrara ve inada bais olur. Ebussuud.

“Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken, zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir.

Cenab-ı Hak bize nur ve nuranî vazifeyi vermiş; onlara da, zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmağa tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envâr-ı imaniye kâfi ve vâfidir.” Kastamonu Lahikası ( 118 )

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Bedîüzzaman Şeyh Said’in Davetine Şiddetle Red Cevabı Vermiştir

Evvela Bedîüzzaman’ın bu tür dahilî isyanlar hakkında zikrettiği önemli bir yaklaşımını hatırlayalım:

Eski harb-i umumîden biraz evvel, ben Van’da iken bazı dindar ve müttaki zâtlar yanıma geldiler. Dediler ki: “Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor, gel bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.”
Ben de dedim: “O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüzbin evliya var. Ben bu orduya karşı kılınç çekmem ve size iştirak etmem.”

O zâtlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, harb-i umumî patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihâda girdi. O ordudan yüzbin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip kanlarıyla velayet fermanlarını imzaladılar. Her ne ise.. Biraz uzun söylemeye mecbur oldum. Çünki hiçbir hissiyatla ve haricî tesiratla müteessir olmamak mahiyetinin kat’î bir hâssası bulunan adâlet hakikatı namına, cüz’î ve hata hissiyat ve tarafgirlik ile bize ve Risâle-i Nur’a karşı müzeyyifane hareket eden bir müddeiumumînin acib vaziyeti, beni bu uzun ifadeye sevketti.

Maalesef Cumhuriyet döneminde konuyla alakalı kalem oynatanların bir çoğu, özellikle de resmî makamlar, 80 yıldır, Bedîüzzaman Said Nursî ile Şeyh Said-i Kürdî’yi birbirine karıştırmışlardır. Bu karıştırma bazan kasden ve bazan da cehâlet sebebiyle meydana gelmiştir. Bedîüzzaman’ın Trabzon, Erzurum ve Bitlis yoluyla Van’a gelişini ve onun her an bu isyancılarla alakalsı olup olmayışının adım adım takip ediliş hikâyesini belgelerle anlattık. Hatta Burhâneddin isimli Bedîüzzaman ile birlikte İstanbul’dan çıkarak Tatvan’a kadar ona arkadaşlık eden kişinin yaptıklarıyla alakalı hangi tarassudlar yapıldığını , hatta yapılan ihbar üzerine Bedîüzzaman’ın imzalayıp yahut bir şey yazıp ona verdiği bir mektubun bile, sanki isyancıları tahrik mazbatası gibi muamele gördüğünü ve neticede bu iddianın da gerçek olmadığını, ilgili vilâyet vâlilerinin raporlarıyla tesbit eyledik. Bunlara tekrar girmeyeceğiz.

1.Bedîüzzaman Şeyh Said’in Dolaylı yahut Dolaysız Bütün İsyana Katılma Tekliflerini Reddetmiştir

Şeyh Said hadisesi 13 Şubat 1925’te patlak verdiğinde, Said Nursî’nin görüşlerini dikkate alan binlerce kişinin hayatı kurtuldu. Aynı şekilde, onun desteğini kazanmak için çeşitli teşebbüslerde bulunan Şeyh Said’e, Said Nursî, bir mektupla cevap verdi ve aynı doğrultuda tenbihlerde bulundu. Bu mektubun metni aşağıda verilecektir. İsyan iki ay içinde bastırıldı. Ancak bu hadise, hem Said Nursî, hem bölge insanı ve tüm ülke için çok şümullü neticeler doğuracaktı.

Bedîüzzaman, bu hadise öncesinde sergilediği bu kararlı, şuurlu ve yapıcı tavrını hadise başladığı esnada da aynen devam ettirmiştir. Şeyh Said’in hareketine karışmayıp, “Türk’ü Kürd’e, Hasan’ı Hüseyin’e mi kırdıracaksınız? Dâhilde silah çekilmez” diyerek destek olmadığı gibi, onu vazgeçirmeye ve irşat etmeye dahi çalışmıştır. Şeyh Said’in kendisini ayaklanmayı desteklemeye davet eden, “Efendim! Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir. Bu harekâtımıza iştirak buyurur yardım ederseniz, galip oluruz.” yolundaki mektubuna, nasihat ve ikazlarla dolu şu ibretlik ret cevabını vermiştir:
Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslüman’ız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’an ve iman hakikatleriyle, tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç cani yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir.

Şeyh Said’in hareketi üstte kaydedildiği vechile, patlak verdikten sonra, artık Şeyh Said ister istemez hadisenin içine girmiş bulundu. Dolayısıyla kendisini dinliyenleri yardıma çağırmaya başladı. Tabii ki, harb tekniğini bilmez köylü, acemi halk kitlesinden ibaret bir miktar insan etrafına toplandı. Hükûmet kuvvetleriyle yer yer bazı çatışmalar devam ediyordu. Şeyh Said, Bedîüzzaman Hazretlerini de kendisine yardım etmeye çağıran bir mektup gönderdi. Mektubun mahiyeti; Bedîüzzaman’ın Şark’ta büyük nüfuza sahib olduğundan, başlatmış olduğu hareketine yardımcı olursa, muvaffak olabileceğ’ini yazıyordu ve onu da’vet ediyordu.

Bedîüzzaman Hazretleri de, ona mektupla cevab verdi.

Bedîüzzaman’ın bu cevabî mektubunun mahiyetinden, 1947’den sonra yazılan tüm Tarihçelerde bahs edildi. Mezkûr Tarihçelerde, Şeyh Said’in adı geçen mektubundan ve Bedîüzzaman’ın ona gönderdiği cevabtan kelime ve cümleler itibariyle değişik şekillerde yer verildi. Üstâd da bunları hep gördü ve okudu. Tasdik ve ikrar alâmeti olan sükûtla karşıladı.

Şeyh Said’le olan bu mektuplaşma hadisesini, ilk önce 1946 yıllarında İnebolu’lu Selâhaddin Çelebî yazdı ve ortaya çıkardı. Bu yazı, “Bedîüzzaman’ın Taihçe i Hayat’ından Bir Hülâsadır” başlığı altında makale gibi bir şey idi. Bedîüzzaman, Selâhaddin Çelebi’nin bu yazısını evvelâ bir lâhika mektubu şeklinde neşrettirdi. Bilâhare de, Osmanlıca Asây-ı Musa Mecmuasının İnebolu nüshalarının arkasında dercettirdi. Daha sonra, aynı yazıyı Isparta’da teksir makinasiyle çoğaltılan İslâm yazısı Asây-ı Musa’nın da ahirine az bir tensikten sonra dercettirdi.

Selâheddin Çelebî’nin Makalesinin İlk Metni

Bismihi Sübhanehü
(Üstâdıma son yapılan tazyik münasebetiyle yazılmıştır) ihtiyar, dermansız, eşsiz ve dostsuz, senelerdir inzivaya çekilmiş, ikamete me’mur ve daimi tarassut altında bulunan yetmişlik bir âlim, yirminci asrın hem Bedîüzzaman’ı hem garib üz zamanı… Tercüme i haline kısaca bir nazar.

9 Şark isyanında Şeyh Said onun Şark’taki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirâke davet ettiği zaman, cevaben:

“Yaptığınız mücadele, kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü Türk Kürd birdir, kardeştir. Türk milleti bin senedir İslâmiyete bayraktarlık etmiştir. Dini uğrunda milyonlarca şehid vermiştir. Binaenaleyh, kahraman ve fedakâr İslâm müdafilerinin torunlarına ( Türk milletine ) kılınç çekilmez ve ben de çekmem” diye hem reddetmiş, hem de neticesiz bir mücadeleden vazgeçmesini işaret buyurmuştur. İsyan hitamında Şark’ın ileri gelenlerini uzaklara ikamete nakilleri münasebetiyle, kendisi de Isparta’da ikamete me’mur edilmişti.

Bedîüzzaman Hazretleri bilâhare bu yazıyı bazı ta’dil ve tensiklerden geçirdikten sonra, Osmanlıca Asây-ı Musa’ların ahirlerine şu gelecek şekilde kaydettirmiştir. (Sadece Şeyh Said hadisesiyle ilgili kısmını kaydediyoruz)

Şark isyanında Şeyh Said ve askerleri Üstâdımız Bedîüzzaman’ı Şark’taki büyük nüfûzundan istifade için mücadeleye iştirâke davet ettikleri zaman, cevaben demiş: “Yaptığınız mücadele, kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü Türk milleti İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda yüzbinlerle, milyonlarla şehid vermiş ve milyonlar velî yetiştirmiştir. BinaenaIeyh kahraman ve fedakâr İslâm müdafilerinin torunlarına, yani Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem” diyerek hem cevab ı red vermiş, hem mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir.

Hz. Üstâd bu yazıyı, Savlı Marangoz Ahmed’in el yazısıyla yazılan bir Asây-ı Musa’da kendi eliyle tashih etmiş ve tasdik etmiştir.
Emekli Yüzbaşı Mehmed Kayalar da: “Bedîüzzaman’ın Şeyh Said’e yazdığı mektub, bilâhare Şeyh Said esir alındığında üzerinde bulunmuş ve Diyarbekir İstiklal Mahkemesi dosyalarına konulmuştur. Mektub halen İstiklal Mahkemesi dosyalarının içinde, Şeyh Said’in dosyasında mevcuttur” diyordu. Yazılanların çoğu Bedîüzzaman tarafından tashih ve tasdik görmüştür.

Bedîüzzaman’ın sağlığında neşredilen tüm Tarihçelerde Bedîüzzaman’ın mezkûr mektubunun metni kayda geçen şekliyle şöyledir:

Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez. Siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir.

Görüldüğü üzere, Bedîüzzaman’ın tashih ve teftiş nazarından geçmiş olan başta Büyük Tarihçe-i Hayat kitabında, Şeyh Said’e yazılan mektubun Asây-ı Musaların ahirinde neşredilmiş şeklinin bir özeti olarak bir iki cümlesini görüyoruz. Ancak ne var ki; Bedîüzzaman’ın vefatından sonra yazılan Tarihçelerde ise, daha değişik ibarelerle mezkûr mektubun metni verilmiştir.
Bedîüzzaman Hazretleri Şeyh Said’e hakikat olarak cevabî mektub yazmıştır. Ve kendisinin, Müslüman evlâdlarının kanını dökecek öylesi bir harekete katılmasının mümkün olmadığını yazdığı kesindir. Hem Şeyh Said’in başlattığı veya başlatmak istediği hareketinden de vazgeçmesini tavsiye etmiştir.

1935 tarihinde Eskişehir mahkeme müdafaanamesinin bir bölümünde hadise hakkında şunları kaydeder:
Salisen: Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvât-ı Sitte namındaki eserim ile mücahedatımı takdir edip beni oraya istediler. Gittim, gidişatları benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. Bizimle beraber çalış dediler. Dedim: Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor. Sizinle beraber çalışamaz. Fakat size de ilişmez.

Evet ilişmedim.. Ve ilişenlere değil iştirak, değil temayül, belki teessüf ettim. Çünkü an’anat ı milliye lehinde isti’mal edilebilir acib bir dehay ı askerîyi, an’ane aleyhinde bir derece çevirmeye maalesef bir vesile oldu.

Yine Eskişehir müdafaanamesinden:

Şark hadisesi münasebetiyle nefy edilmem, iddianamede iştirâkimi ihsas ettiği cihetle, cevab veriyorum ki: Hükûmetin dosyalarında, benim künyem altında hiç bir meşruhat yoktur. Sırf ihtiyat yüzünden nefy edildiğim hükûmetçe sabit olmuştur.
Bu paragrafta hakikatta olduğu gibi, Bedîüzzaman’ın Şeyh Said hadisesiyle hiç bir ilgisinin bulunmadığını göstermektedir.

1948’de Afyon Mahkemesi müdafaanamesinin bir bölümünde şöyle der:
“…Avam ı ehl i iman onu (şapkayı) giymeye mecbur olduğu zaman, o büyük allâmelerin adem i müsaadeleri; avam ı ehl i imanı tehlikede bıraktı. Ya’ni: Ya bir kısım münafıklar gibi dinini bırakmak.. Veya Vilâyât ı Şarkiye’de isyanlar gibi isyan etmek vaziyetinde iken.

Bedîüzzaman’ın bu ifadesinden de anlaşılıyor ki; Şark’ta vuku’ bulan Şeyh Said’in hareketi, şapka kanunu gibi dinî inanç ve akidelerine ters düşen, benzeri kanunlara karşı bir tepki ve bir reaksiyondur.

Afyon mahkemesi müdafi’lerinden Avukat Ahmet Hikmet Gönen’in yazdığı temyiz müdafaasının bir bölümünde:
Keza şark vilâyetlerinde vaki’ isyanlara iştirak etmemesi ve teklif edenlere “Bin seneden beri Kur’ân’ı taşıyan bir millete kılınç çekemem, siz de çekmeyin” şeklinde cevab vermesi yine da’vamızı ispat eder.

Bedîüzzaman Hazretleri, Avukat Hikmet Gönen’in bu paragrafının içerisindeki bir cümlesini kendi eliyle ve kalemiyle şu gelecek şekilde tashih ederek kabul etmiştir, aynen şöyle: “Bin senedenberi Kur’ânı kahramancasına taşıyan ve hizmet eden bir millete kılınç çekemem, siz de çekmeyiniz.”

Bedîüzzaman Hazretlerinin küçük kardeşi Molla Abdülmecid Efendi kendi hatıra defterinde hadise hakkında şunları kaydeder:
Şeyh Said hadisesinde, Van’da vali ve kumandan Sabri Bey’le birlikte, hadisenin dağılmaması için bir itfaiye vazifesini görmüştür.
Van’lı Molla Hamid’in Ağabeyisi Abdullah Ekinci ise, bu mevzu’da şunları söyler:

Şeyh Said isyanında Üstâd Van’da idi. İsyan haberi Ankara’ya yanlış aksetmiş, Bedîüzzaman’ın da isyan ettiğini zannetmişler, çok telâş etmişlerdi. Süleyman Sabri Paşa, Nurşin camiine Seyda’nın yanına geldi, bu yanlış durumu Üstâd’a bildirdi. Ve “Seyda bunu tekzib edelim, böyle bir yanlışlık olmuş” deyince Üstâd: “Lüzum yok tekzib etmeye.. Zaman bunu tekzib edecektir.” dedi.
Bu hadise gibi, Molla Hamid’in Kör Hüseyin Paşa ile ilgili hatırasında da geçtiği üzere, bir ara Ankara’dan gelen bir telgrafın emriyle Bedîüzzaman’ın imhasını iş’ar etmiş iken, Süleyman Sabri Paşa’nın verdiği cevab hadisesi bu vak’ayı te’yid etmektedir.

Yine aynı mevzu ile ilgili olarak; Bedîüzzaman Hazretleri Van’da iken, Kur’ân hizmetiyle meşgul olduğu müddetçe, ehl i dünyanın ilişmelerinden mahfuz kaldığını kaydetmek vesilesiyle şöyle demektedir:

Bu biçare Said, Van’da ders i hakaik ı Kur’âniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hadisatı zamanında vesveseli hükûmet, hiç bir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi.. Vakta ki, “Neme lazım” dedim, kendi nefsimi düşündüm, ahiretimi kurtarmak için Erek dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar, nefyettiler.

Bedîüzzaman’ın bu beyan ve i’tirafından da anlaşılmaktadır ki; Şeyh Said’in hadisesiyle onun hiç bir ilgisi olmamıştır. Onun içindir ki; Şeyh Said hadisesinin neticesine yakın bir zamana kadar, hükûmet ona hiç bir şey dememiş, ilişmemiştir.

Şeyh Said’e Üstâd tarafından yazılan mektub hususunda Bedîüzzaman’dan yapılan şifahî tek bir rivayet vardır. O da N. Şahiner’in, Dr. Nureddin Topçu’nun küçük kardeşi Hayreddin Topçu’nun hatıralarında kaydettiği rivayettir. Hayreddin Topçu şöyle demiş:

Üstâd bana Şeyh Said’den bahsetti. Onun hareketinden hiç memnun değildi. Mektup yazdım, “Sakın bir harekete girme” dedim. Ne yazık ki menfi harekete girdi.

Bedîüzzaman’ın evlâd-ı mânevîsi ve hizmetkârlarından Mustafa Sungur Ağabey, aynı mevzu ile ilgili şöyle bir hatırasını anlatmaktadır. Bu hatırasını mektupla istediğimizde cevab vererek şöyle kaydetmiştir:

Efendim, Bedîüzzaman ımızın ziyaretine gelip, şahid olduğum o mesele şudur:

1950 senesinde Ankara’ya iki takım külliyat götürüp; Bedîüzzaman ımızın Diyânet İşlerinden Ahmed Hamdi Aksekili’ye gönderdiği mezkûr kitapları teslim ettikten on gün kadar veya birkaç gün kadar Ankara’da kaldıktan sonra, tekrar Emirdağı’na döndüğümde, yirmi gün kadar Bedîüzzaman’ın hizmetinde kaldım. Zübeyir Ağabey’i İstanbul’a göndermişti. Ceylan da henüz hapiste, Afyon’dan Emirdağ hapsine nakledilmiş, Emirdağı cezaevinde yatmakta idi.
İşte o zaman 1950 Şubatı’nın sonlarında, belki de Mart’ın başında, gündüzleri Üstâdımızın yanında, beriki odada kalıyordum. Fakat geceleri bir otelde küçük bir odada kalıyordum. Yevmiyesi yirmi kuruşa.. Parasını da Üstâdımız veriyordu.

İşte Bedîüzzaman ımıza ilk hizmete lütf u Rabbanî ile nâil olduğumuz o yirmi günlük zaman içerisinde:

1 Hulusi Ağabey rahmetli Bedîüzzaman’ın ziyaretine gelmişti.
2 Van’dan Molla Hamid başka bir gün gelmişti.
3 Bir de iki kişi.. Birisi: Yaşar Zeydan Eskişehir’de dükkânı var, yiyecek vasaire satıyor, aslen Bitlisli bir tüccar.. Birisi de Ankara’da PTT’de çalışan Yaşar Zeydan’ın tanıdığı bir zât…

İşte Üstâdımız o ikisine Emirdağı’nda bir saatten epey fazla bir zaman sohbette bulundu. Bu sohbette şark hadisesine temasla, yapılan zulümleri vesaire bahsi içinde; “Cenab ı Hak o ulema ve evliyaların içinden veya o ulema ve evliyaların talebeleri içinden birisini veya Kur’ân’dan bir elmas kılınç çıkardı.. Veya bu Said’i çıkardı (kendisini kasdederek) bütün hayfimizi aldırttı“

Bunu söylerken, Bedîüzzaman mübarek yataklarından öyle fırladı ki, üç dört adım yataktan dışarı çıktı ve yürüdü.

Hatta fakirinizin Emirdağ Lâhikasının ikinci kısmında neşredilen mektubu var ya, (şark hakkında) işte, o dersden mülhemdir, Bedîüzzaman ımızın o beyanlarından aldığım ders iledir.
Şeyh Said’in oğlu falan gelmedi. Onlar 1959’un son aylarında; Bedîüzzaman’ın Ankara’ya teşriflerinde gelmişler. Ben Selahaddin Efendi’yi (Şeyh Said’in oğlu) iki üç sene evvel son hastalığında ziyaretimde bazı ilavelerle bazı meseleler anlatmıştı bu kadar.. Daha sonra bu meseleyi arzederim.

Bedîüzzaman’ın bir başka münasebetle sarf ettiği şu sözler de yukarıdaki cevabını teyit etmektedir:

Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü Türk-Kürd birdir, kardeştir. Türk milleti bin senedir İslâmiyet’e bayraktarlık etmiş, dini uğrunda milyonlarca şehit vermiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslâm müdafiilerinin torunlarına, Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem.

Üstad’ın tashih ettiği bir belgede Şeyh Said’e verdiği cevap

Durum böyle olmasına ve ayaklanmayı bastırmak, isyancıları teskin ve ıslah etmek için en fazla uğraş verenlerin başını çekmesine, en azından Van çevresini ayaklanma dışında tutmayı başarmasına rağmen ne yazık ki Bedîüzzaman Hazretleri, birtakım siyasî-ideolojik hesaplarla haksız ve suçsuz yere isyanı teşvik bahanesiyle bazı şeyh ve ağalarla birlikte jandarma eşliğinde Burdur’a, oradan da Isparta’nın Barla kazasına sürgün edilmekten kurtulamamıştır.18 Haksız bir muameleye maruz bırakılıp mağdur edildiği ve vatanından nefyedildiği bir halde bile, “Aman Efendi Hazretleri bizi bırakıp gitme. Müsaade buyur sizi göndermeyelim. Her türlü hazırlığımız tamamdır.” sözleriyle yalvarıp yollara dökülen ahaliyi şu son telkin ve nasihatlerle sükûnete davet etmekten geri kalmamıştır:

Hayır, ben muhafaza altında olmakla beraber gönül rızası ile gidiyorum. Türk milletinin şehametli sinesine gidiyorum. Ben bu gidişimden memnunum. Size de saadet ve selâmet temenni eylerim. Fitneden sakınınız.

Bedîüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatından Harikalar, sh. 63 (Irkçılık çok kötü bir şeydir; bütün bu nüshalarda var olan Şeyh Said’e cevabını inkâr eden biçarelerin varlığı insanı ürkütüyor. Dikkat edilirse bu Nüshanın üzerinde Üstad’ımızın emanetidir, satılmaz kaydı düşülmüştür)

Kısaca, Şark isyanında Şeyh Said ve askerlerine “Türk Milleti’ne kılınç çekilmez” ünvanı altında yazdığı mektup ile hükümeti müdafaa etmiyor; ama kılıç ta çekmiyor.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

BELGE 1: Avukat Hulusi Bitlis Aktürk’ün Müdafaası ve Bedîüzzaman’ın Tashihleri, Afyon Müdafaanameleri, sh. 167 vd.

BELGE 2: Üstad’ın tashih ettiği bir belgede Şeyh Said’e verdiği cevap

BELGE 3: Bedîüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatından Harikalar – Afyon Mahkemesi Müdâfâ’âtının Birinci Zeylinin Zeyli; Yazanlar: Talebeleri (Üstad’ımızın emanetidir, satılmaz)

BELGE 4: Bedîüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatından Harikalar, sh. 63 (Irkçılık çok kötü bir şeydir; bütün bu nüshalarda var olan Şeyh Said’e cevabını inkâr eden biçarelerin varlığı insanı ürkütüyor. Dikkat edilirse bu Nüshanın üzerinde Üstad’ımızın emanetidir, satılmaz kaydı düşülmüştür)

Yavuz Döneminde Osmanli’dan Yardim Isteyen Halep Beyleri

Yavuz Döneminde Osmanli’dan Yardim Isteyen Halep Beyleri, Bugün De Erdoğan Devrinde Türkiye Cumhuriyeti’nden Yardim Istiyor

Tarih tekerrür ediyor. Ey müslüman millet geliniz, halep beylerinin yavuz sultan selim’e 600 sene önce takdim ettikleri mektubu okuyalım ve aynı mektubu bugünün halep beyleri ve hanimlari bize sunmuş gibi harekete geçelim.

I- ARAPLARLA MÜSLÜMAN TÜRKLER ARASINA SOKULMAK İSTENEN NİFAK TOHUMLARINI YOK ETMELİYİZ.

İslamın iki bahâdır kahraman milleti olan Araplar ve Türkler arasında, sun‘î bir ihtilâf çıkararak İslam zaferle­rini gölgeleme gayretleri, Avrupalılar tarafından XVII. asırdan beri sürdürülegelen fesâd faaliyetlerinin başında gelmektedir. Maalesef bu fesâd faaliyetlerinin acı meyve­leri, I. Dünya Harbi’nde görülmüş ve bir çok müslüman millet, kahraman ağabeyi olan Türkleri arkadan vurmuşlardır. Gerçekten Hindistanlılar, paralı veya pa­rasız İngiliz askerleri olarak ve düşman zannederek, ger­çekte manevî pederi olan Türkleri öldürmüşler; şimdi başında oturmuş ağlıyorlar; zira babasız kaldıkları her hallerinden belli oluyor. İşte Araplar, yanlışlıkla ve düşmanın tahrikleriyle kahraman kardeşi Türkleri arka­dan vurarak öldürüp hayretlerinden ağlamayı da bilmiyor­lar. İşte Afrikalı bir kısım müslümanlar, tanımadan kurşun sıktıkları birâderlerinin başında şimdi vâveylâ edi­yorlar. Kısaca âlem-i islam, İslamın bin yıllık bayraktarı olan oğlunu gafletle bilmeyerek öldürülmesine yardım etti. Şimdi anneler gibi saçlarını çekip ah u fizâr ediyor. Kısaca Osmanlı Devleti, yakalarından ellerini çekti çe­keli, hiç bir İslam ülkesinin iki yakası, yaklaşık bir asırdır, bir türlü bir araya gelmiyor[1].

Bu fesât faaliyetlerini hâlâ devam ettiğini, 1985 ba­harında doktora tezim ile alakalı araştırmalarda bulun­mak üzere gittiğim Kuveyt’de de müşâhede ettim. Osmanlı Devletinin Arap ülkelerini işgal ettiklerini (işgal etmek demek olan “ihtilâl” kelimesini, 1990 baharında gittiğim Suudi Arabistan’da da maalesef yetkililerin ağzından duyma acısını tattım) ve kendilerini sö­mürdüğünü müdafaa eden bir kısım serseri mayınlara orada da rastladım. Daha da ötesi, dikkatinizi çekerek belirteyim. Arapça öğretmek üzere açılan Lisan Okullarında okutulan ve ancak Amerikalı ve Kanadalı ilim adamları tarafından hazırlanan Arapça Gramerinde de “Osmanlı işgal etti” “Osman sömürdü” gibi cümlele­rin, başka misal yokmuş gibi kâideleri açıklayan misaller olarak zikredildiğini esefle okudum ve gördüm.

Böyle bir durumda değerli araştırmacı Prof. Dr. Muhammed Harb gibi meseleye vâkıf insanların bu fesâd şebekelerini durdurmaları gerektiğine kanaat getirdim ve bu vazifeyi ifaya çalıştıklarını da yazdıkları makaleleri oku­yarak anladım. Muhammed Harb “El-Osmâniyyûn” adlı değerli eserinde haklı olarak şu soruları soruyor? Araplar Osmanlı hâkimiyetini nasıl karşılamışlardır? Buna mukâvemet etmişler midir? Nasıl bakmışlardır? Sevinmişler mi yoksa nefret mi etmişlerdir? Sömürgeci mi yoksa kurtarıcı nazarıyla mı bakmışlardır?

Kuzey Afrika veya bir diğer adıyla Mağrib yani Batı Arap Aleminin Yavuz’a ve Kanunî’ye mektuplar göndere­rek, Osmanlı Devleti’nin şemsiyesi altına girmeyi can ü gönülden istediklerini ve hatta Osmanlı Devleti’nin bir eyâleti olmayı teklif ettiklerini biz, daha önceki bir maka­lemizde belgeleriyle isbat etmiştik[2]. Muhammed Harb de aynı şekilde değerlendirme yapıyor ve değerli ilim adamı Dr. Abdülcelil Et-Temîmî’nin konuyla ilgili bir araştırmasından iktibaslar yapıyor. Ortadoğudaki Araplar açısından ise, bu sualleri şöyle cevaplıyor:

“Evet! Doğudaki Araplar da tıpkı Mağrib’dekiler gibi, Osmanlı Devleti’ni davet etmişler ve onlara merhaba demişlerdir. Bu durum, Mısır fethinden kısa zaman ön­cesinden değil, belki çok daha evvel başlamıştır. Özellikle Mısır’daki müslüman ahali, İslam’ı tatbik eden kuvvetli bir devlete tabi‘ olmayı başından beri istemekte­dir. Ortadoğudaki Araplar, tıpkı Mağribliler gibi, Osmanlı Devleti’ni, kendilerini Memlüklü devletinin zul­münden kurtaran bir kurtarıcı olarak görmüşlerdir.

Abdullah bin Rıdvan “Tarih-i Mısır” adlı eserinde, Mısır âlimlerinin, Mısır’a gelen Osmanlı sefiriyle gizliden gizliye görüştüklerini ve ona Sultan Gavri’nin şer‘-i şerife muhâlif hareket ettiğini şikâyet ettiklerini ve kendilerinin Osmanlı sultanının Mısır’ı fethetmesini beklediklerini if­âde eylediklerini kaydetmektedir[3]. Suriye bölgesi de Mısır’dan farklı değildir. Mısır’dan yola çıkarak Şam’a gelen ve oradan da Haleb’e varan Kansu Gavri’nin Haleb girişinde, çocukların “Yüce Allah sana yardım eylesin ey Sultan Selim” sesleriyle şaşkına döndüğünü tarihçiler kaydetmektedir[4].

II- HALEP İLERİ GELENLERİNİN YAVUZ’A GÖNDERDİKLERİ MEKTUP

Burada Halep âlimleri, kadıları ve halkın ileri gelenleri tarafından kaleme alınan ve Yavuz Sultan Selim’e takdim edilen bir Arîza yani dilekçeyi de aslına uygun olarak takdim etmek ve bu dediklerimizi belgelendirmek istiyoruz. Muhammed Harb tarafından özeti Arapçaya tercüme edilen bu belgenin aslı, Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır. Gerçekten Halep’de âlimler, kadılar, a‘yânlar, eşrâf ve ileri gelenler bir araya gelmişler ve kendi durumlarını aralarında tartışmışlardır. Neticede dört mezhebin kadısının ve şehrin ileri gelenlerinin, bü­tün halka vekâleten bir arîza yazmalarını ve arîzada Osmanlı Sultanı Selim’e hitâben istediklerini dile getir­melerini kararlaştırmışlardır. Alınan kararlara göre, Suriye halkı Memlûklu zulmünden bıkmıştır. Memlûklu idarecileri şer‘-i şerife muhâlefet etmektedirler. Sultan Selim, Memlûklu saltanatına son vermek isterse, Suriye halkı kendisine hoş geldiniz demeye hazırdır. Kendisini karşılamak üzere Anteb’e kadar gelecektir. Bununla da yetinilmeyerek Yavuz’dan güvenilir bir vezirini kendile­rine idareci olarak göndermesi istenecektir.

Önce mektubun aslını zikredelim ve sonra da özet olarak sadeleştirelim:

 

1- Mektubun Aslı:

“Bismillâhirrahmânirrahîm

İlâ Mevlânâ Sultân-Azze Nasruhû

Kıssat’ul-abîd ehl-i Haleb Abdül-fakir Seydi Ramazan ve Seydi İbrahim ibnân Saruhan, Abdül-fakir Ebül-Bekâ İbn-i Şıhne El-Kâdî Şafi’î, Abdül-fakir Şemsüddin El-Celâlî El-Kâdî Hanefî, Abdül-fakir Kâdî Cemâlüddin Yusuf El-Kâdî Hanbelî, Kadî Muhammed El-Mâlikî, Abdül-fakir Muhammed bin Bayram, Abdül-fakir Ali bin Ömer, Abdül-fakir İbn-i Şînî, Abdül-fakir İbn-i Kaşşân, Abdül-fakir İbn-i Hucce, Abdül-fakir İbn-i Receb, Abdül-fakir İbn-i Salih, Abdül-fakir İbn-i Saffâh, Abdül-fakir İbn-i Boyacı, Abdül-fakir İbn-i Halil Beg, Abdül-fakir İbn-i Satî, Abdül-fakir Cemâlüddin, Abdül-fakir İbn-i Nefs, Abdül-fakir İbn-i Kasvan;

Cemî’ul-ekâbir vel-a‘yân vel-eşrâf Ehl-i Haleb el-abîd Mevlânâ Sultan -Azze nasruhû- cümlesi tâi‘ muhtâr, mutî‘, münkâddır. Cemî‘isinin izniyle bu varaka ketb olunub Hazret-i Âlî’ye irsâl olundu. Haleb cemâ‘ati kul­larınuz Sultân Hazretlerinden ahd ü emân taleb eylediler ki, canlarına ve mallarına ve ehl ü ıyâllerine emân taleb içün. Siz fikr etmenüz, buyurursanuz Çerkez dutalum elünüze verelüm yahud kulum devletlü Hüdâvendigâr Ayntâb’a kadem basduğı vakit cemî‘-i ehl-i Haleb kul­larınuz karşu gelür. İn kâne Türkmân önce gelmezse. Bizi Çerkez elinden kurtarma, hemân kâfir elinden kur­tarmaktır. Sultânıma şöyle ma‘lûm ola, şerî‘at aslâ yürü­mez. Hâs kendüler üstüne her nesne ki, beğenürler, eğer maldan eğer ıyâlden hemân malın alurlar, kimesne­nin hayfı alınmaz. Her biri bir sultândur. Bizden yaya is­tediler, her üç evden bir muti‘ olmaduk. Bundan adâvet edüb Sultân’a çıkdılar.

Hüdâvendigarın devletlü başı içün bizi Türkmân elinde yesîr eylemeye. Önce Devletlü Hüdâvendigârunla bir yarar vezir gele ki, bizüm ehl-i iyâlimiz emânda ola, kerem eyleyesiz, bir i‘timâd ettüğünüz adam gönderesiz, sırran gelüb bunda bizimle buluşa, ahd ü emân eyleye ki, abîdânın gönlü mutmain ola.

Sallallâhu alâ seyyidinâ Muhammed ve âlihî ecma’în.

                                         El-Abd’ül-Kâdi Bi Haleb

                                         Şemsüddin Cemâlüddin“[5].

2 – Mektubun Kısa Özeti

“Mevlânâ Sultanımıza,

Biz Haleb’in ileri gelen âlimleri, eşraf ve a‘yânıyız. Bütün Halep ahalisinin izniyle size bu mektubu ve arîzayı yazıyoruz. Haleb ahalisi Sultan’a itâatkâr, kendi arzu­muzla emirlerine hazırız ve bağlıyız. Ahalinin izniyle bu mektup yazılarak hazretlerine gönderildi. Haleb ahalisi, Sultanlarından ahd ü emân talep eyledik ki, canlarımız, mallarımız ve ehl ü iyâllerimiz mahfûz kalsın. Siz isterse­niz, Memlûklüleri yakalar sizin elinize veririz. Sultanım Anteb’e geldiklerinde Haleb ahalisi sizi orada karşılamaya hazırdır. Eğer Memlûklüler önce davranırsa, ne olur, biz onların elinde esir olarak bırakmayın. Onların elinden kurtarmak kâfir elinden kurtarmak gibi­dir. Sultanım bile ki, şerî‘at asla uygulanmaz, malımızdan ve iyâlimizden dilediklerini zulmen alırlar. Kimse hesap soramaz. Her biri ayrı bir sultan gibidir. Bizden asker istediler, vermedik, bizi Sultanlarına şikâyet ettiler.

Sultanımızın devletlü başı için, bizi Memlûklüler elinde esir bırakma. Güvenilir bir vezirini bize gönder. Gizli gelsin, bizim başımıza geçsin ve bizi kurtarsın.

                                                    Halep Kadısı

                                         Şemseddin Cemâleddin”

Mazide İslamın iki bahadır kahramanı Araplar ve Türkler, elele vererek, Kur‘an’ın sadâsını aktâr-ı âlemde en yüksek gür sadalarıyla herkese duyurmaya çalışmışlardır. “İnşaallah yine, Araplar, ümitsizliği bırakıp, İslamiyetin kahraman ordusu olan Türklerle ha­kiki bir tesânüd ve ittifak ile elele verip, Kur‘an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edeceklerdir”[6].

Halep İleri Gelenlerinin Yavuz’a Gönderdikleri Mektup

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz,

[1]   Bediüzzaman, Sünûhât, Rü‘yânın Zeyli

[2]   Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, II, 17 vd.

[3]   Bu eser, Bâyezid Kütüphanesi, Yazma No: 4971’de bulunmaktadır.

[4]   Muhammed Harb, El-Osmâniyyûn, Beyrut 1989, sh. 168-171.

[5]   Topkapı Sarayı Arşivi, No: E-11634.

[6]  Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, 93-94 (Hutbe-i Şâmiye’den)