Etiket arşivi: Prof. Dr. Alaaddin Başar

Aklın Cevap Beklediği Sorular

Akıl hakkında yapılan tariflerin bence en güzeli şu:

“Akıl, zâtıyla maddeden mücerret, fiiliyle maddeyle alâkadar bir cevherdir.”

Bu tarife, okur okumaz hayran olmuştum. Ama, meseleyi tam olarak da kavramış değildim. Hem maddeden mücerret, hem de maddeyle alâkadar olmak nasıl olurdu?

Bir zaman sonra şu örnek hatırıma geldi:

Çalışan bir buzdolabına yahut çamaşır makinesine elimizi rahatlıkla dokundurabiliyorduk ve bizi elektrik çarpmıyordu. Demek ki, elektrik, zâtı ile o cihazda yoktu. Ama fiiliyle onunla alâkadardı.

Akıl ile beyin arasında da, aynen olmasa bile, benzer bir alâka olsa gerekti.

AKIL NEDİR?

Aklın vazifesi hakkında çok şeyler söylenmiş. Bunlardan oldukça kabul görmüş birisi şu:

“Akıl anlama âletidir.”

Akıl âlet olunca, bir de onu kullanan olacaktır. Herhalde, gözü kullanıp bakan, dili kullanıp tadan kim ise, aklı kullanıp anlayan da o olmalı. Bu ise ruhtan başkası değil. Nitekim, yanlış iş gören birisini ikaz ederken, “aklını kullan” demiyor muyuz? Bu sözü herhalde o adamın eline, koluna yahut iç organlarına söylemiyoruz.

İşte, aklını kullanmasını istediğimiz o ruh, aklı tarif edemiyor. Nasıl etsin ki, daha kendi mahiyetinden habersizdir.

Her âletin bir kapasitesi, her terazinin tartabileceği asgarî ve azamî yükler vardır. Bir tonluk kantarla, ne on tonluk demir tartılabilir, ne de on gramlık altın. Her iki halde de, âlet bize bir fikir vermez, sadece hareketsiz kalmakla yetinir.

Her âleti yerli yerinde kullanmayı düşünen, hiçbirine gücünün üstünde yük yüklemeyen, onları hırpalamayan, ezmeyen, perişan etmeyen insan, her nedense, sıra kendi aklına gelince bütün bu tedbirleri unutur; ona her şeyi yüklemeye kalkar.

Halbuki aklın da iş görebileceği belli sahalar vardır. Hele bazı konularda insanın, değil konuşması, tahmin yürütmesi bile doğru değildir.

AKLIN ÜÇ SORUSU

Akıl ve vicdanın üç önemli sorusu: Necisin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun?

İnsanların bu sorular karşısındaki düşünce ve davranışları birbirine pek uymaz.

Bir kısmı bu sorulara şahsî yorumlar getirirler. Ya da yanlış bir yorumcunun peşine takılır, onun iddialarını tekrarlayıp dururlar. İç bükey aynanın eşyayı ters göstermesi gibi, onların da yanlış fikirlerle daima örselenen zihinleri, gerçekleri doğru olarak tespit edemez. Onlar bu ters görüntüye alışa alışa, sonunda başkalarının hep yanlış düşündüğüne inanmaya başlarlar.

Bazıları da, bu sorularla hiç ilgilenmez; aklın ve vicdanın zorlamalarına hiç aldırmazlar. Onlar ne derlerse desinler, bunlar bildiklerini okurlar. Sefahat ve eğlencelerle, günlük dedikodularla, neticesiz tartışmalarla ömür tüketirler.

Bunlar kendilerince, doymanın çaresi olarak açlığı düşünmemeyi bulmuşlardır. Ama bu geçici ve geçersiz çözüm, ruhu hiç mi hiç tatmin etmez.

Üçüncü bir grup insan da var ki, bunlar okur, düşünür, sorar, öğrenir ve sonunda anlarlar ki: Ne insanlar başıboş, ne bu âlem sahipsiz. Her varlık bir kaderin plânı ve bir kudretin icadıyla meydana geliyor.

Güneşin doğuşu ve batışı gibi, her canlının dünyaya gelişi ve göçüşü de; mükemmel bir nizam ve sonsuz bir ilim ile oluyor.

Bütün gelenleri getiren ve bütün gidenleri götüren birisi var.

Yıldızları durduran, gezegenleri döndüren, insanları gezdiren, balıkları yüzdüren hep o ilim ve kudret, hep o irade ve hikmet sahibi…

İşte bunlar, Allah’ın kulu olduklarını bilen, ruhlar âleminden bu dünyaya “rıza ve cennet” imtihanını kazanmak üzere gönderildiklerinin şuuruna varan ve ömürlerini istikamet üzere geçirip Saadet Yurduna doğru yol alan bahtiyar misafirlerdir.

AKLIN ULAŞAMAYACAĞI SAHALAR

En ileri akılların bile rehbersiz dolaşamayacakları nice meydanlar var.

İşte bunlardan birisi: Kâinat niçin yaratılmıştır?

Akıl ancak “kâinatın nasıl yaratıldığı” konusunda bir şeyler söyleyebilir. Onun yaradılış gayesi, aklın sahasını aşar.

Aklın tek başına dolaşamayacağı bir diğer saha, “İnsanın Allah’a karşı vazifeleri.”

İnsan, her mahlûkun hikmetli ve gayeli yaratıldığını, kendisinin de başıboş olamayacağını aklıyla kavrayabilir. Ama Rabbine karşı neler yapması gerektiğine kendisi karar veremez.

Bir başka saha, ölüm ve ötesi; kabir, haşir, hesap, mükâfat ve ceza… Bunlar hakkında tahminler yürütmek de aklı aşar.

Bütün bu ve benzeri konularda, yâni metafizik denilen sahalarda, aklın gereği, İlâhî fermana aynen uymaktır.

“Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine, her bir âyet-i Kur’an, birer yıldız misüllü (gibi) sana ışık verir.” (Sözler)

AKIL VE NAKİL UYUŞMAZSA

Bir temel hüküm:

“Akıl ve nakil tearuz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur.”

Nakil kelimesi, ayet ve hadislerle bildirilen hükümleri ifade eder. Akılla naklin tearuz etmesi, yani mana yönünden birbiriyle uyuşmaması halinde, esas alınacak olan akıl, söz konusu meselede mütehassıs ve reyi geçerli olan kimsenin aklıdır.

Naklin birinci şubesi olan âyet-i kerimelerden bir örnek verelim:

Fetih Sûresi’nin Onuncu âyetinde, “Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir” buyrulur.

Akıl, bütün madde ve mana âlemlerinin yaratıcısı olan Allah’ın, “el” sahibi olmaktan münezzeh olduğunu çok iyi bilir. Ayette ise “el”den söz edilmektedir. İşte burada akıl ile nakil tearuz etmişlerdir. Bu durumda, akıl esas alınarak naklin tevili cihetine gidilecektir.

Tefsir âlimlerinin bir kısmı tevilden sakınmış, “Bununla ne murat edildiğini en iyi bilen Allah’tır.” diyerek susmayı tercih etmişlerdir. Diğer kısım ise, bu gibi âyetlerin tevili yoluna gitmişler ve “el”den maksadın “kudret” olduğunu ifade etmişlerdir.

Bu bir tevildir ve bu tevili yapmaya da tefsir âlimleri yetkilidir.

Bir başka âyet-i kerime:

“Onun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır.” (Bakara Sûresi, 255)

Cenâb-ı Hakk hakında maddî bir kürsü ve taht düşünülemeyeceği için bu âyette geçen “kürsi” kelimesi, “Allah’ın saltanat ve kudreti” olarak tevil edilmiştir.

Bir başka örnek:

Bakara Sûresinin 154 üncü âyetinde; “Allah yolunda öldürülmüş olanlara ‘ölüler’ demeyiniz. Hayır onlar diridirler, fakat siz bilmezsiniz” buyurulur.

Akıl, o insanların öldüğüne hükmetmekte, nakil ise “onlara ölü demeyiniz” buyurmaktadır. İşte burada da, akıl esas alınmış, “her nefis ölümü tadıcıdır” âyeti gereğince, şehitlerin de ölümü tattıklarına hükmedilmiş, onların cenaze namazları kılınmıştır. Ama kabir âleminde, bu İslâm kahramanlarının kendilerini ölmüş bilmedikleri ve diğer ölülerden çok daha farklı bir kabir hayatı sürdükleri kanaatine varılmıştır.

AKLI DOĞRU KULLANMAK İÇİN

Aklını yerinde kullanmayı başaran insan, yaprağın oynamasında rüzgârı seyreder, parmağın hareketinde ruhu keşfeder.

Okşamada şefkati, yardımda merhameti, nimette ikramı görür.

Eserde sanatı okur, sanattan sanatkâra intikal eder.

Okuldan, mezuniyet sonrasını; dünyadan, âhireti seyreder.

Günahta hesabı, inkârda ebedî azabı görür.

İşittiği her cümleyi, bir ağacın meyvesi ya da bir fabrikanın mahsulü gibi değerlendirir; o sözün arkasında çalışan tezgâhı hayâlen seyreder.

Şuursuz, akılsız, iradesiz ve hayatsız bir kâinatın elinde yetişen canlılar âlemini, ibretle temaşa eder. Kâinatı bir saray, canlıları misafir, insanları halife, sebepleri hizmetçi olarak değerlendirir.

Ağacın gölgesinde meyvesini yerken ve ciğerlerini temiz havayla doldururken, ne ağaca, ne de havaya değil, tabiatın tek sahibi ve Hâlık’ı olan Allah’a şükreder.

Âlemde hiçbir varlığın başıboş olmadığını görür ve kendine çekidüzen verir; kulluk vazifesine özen gösterir.

Bedenleri hayatla neşelendiren ve hissiyatla kaynaştıran Cenâb-ı Hakk’ın, şu sonsuz âlemleri de hadsiz meleklerle ve ruhanîlerle şenlendirdiğine inanır.

Kısacası, aklı yerinde kullanmak, o kıymetli sermayeyi Allah’ın razı olduğu sahalarda gezdirmekle olur.

Ve ebedî saadet, aklını böyle kullanan insanlar içindir.

Prof. Dr. Alaaddin Başar – Zafer Dergisi

Karanlığın Melekleri

“…Fâtır-ı Hakîm, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasip, şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i latifeden bir kısım zîşuur mahlukları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır.” (Sözler, 29. Söz)

Su ve toprağın, ruh ve hayatla doğrudan ilgisi görülmediği halde, bunlardan bu kadar çok canlı türünün yaratılması gösteriyor ki, güneş ve yıldızların ışıklarından, elektrikten, havadan hatta karanlıktan da latif varlıklar yaratılabilir.

“Karanlık” kelimesi üzerinde kısaca duralım.

“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur.” (En’âm Suresi, 1)

Bu âyet-i kerîmede; Allah’ın, zulümatı (karanlıkları) ve nuru var ettiği beyan edilmekle, karanlığın da bir mahluk olduğu ve her mahluk gibi onun hakikatinin de esmâ-i İlâhiyeye dayandığı ders veriliyor. Bir kısım melekler nur unsurundaki esmâ tecellilerini seyrederken bir kısmı da karanlıktaki tecellileri seyrederler.

Allah’ın bütün esması nuranî olduğuna göre taş da, toprak da, ışık da karanlık da bu nuranî isimlerin tecelli etmesiyle meydana gelmişlerdir. Buna göre, Cenab-ı Hak, karanlığı yaratmakla bir celâl tablosu sergilemiş, onu tefekkür ve onun tesbihlerini temsil edecek melekler de yaratmıştır. Karanlığı temaşa ve tefekkür için yaratılan bu meleklerin karanlıkla doğrudan bir ilgileri yoktur.  Bütün meleklerin kün emriyle doğrudan yaratılan nuranî varlıklar olduğu malûmdur. Nitekim sudan ve topraktan yaratılan canlıları tefekkür eden ve onların tesbihatını temsil eden melekler de nurdan yaratılmışlardır, bunların yapılarının da su ve toprakla bir alâkası yoktur.

Bu ayet-i kerimede karanlığı ve aydınlığı Allah’ın yarattığı ders verildiği gibi, bir başka ayette de ölümü ve hayatı yine Allah’ın yarattığı beyan edilmektedir.

“O, hanginizin daha güzel amel yapacağınızı imtihan için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk Suresi, 2)

İnsan, gündüzün aydınlığında dağları, denizleri, ağaçları, çiçekleri seyrettiği gibi, gecenin karanlığında da yıldızları ve ayı seyreder.

Ve yine insan, hayatta iken dünyadaki dostlarıyla görüştüğü gibi, kabir âlemine imanla göçtüğünde de maziye göçmüş bütün sevdikleriyle görüşür. Bunun bir küçük misalini hayatta iken de yaşıyor ve biliyoruz. Uyanıkken birlikte çalıştığımız insanlarla görüşürüz, uykuya daldığımızda ise rüya âleminde başka diyarlara göçer, uzaktakilerle buluşuruz.

Bu kadar farklılıkları bizzat gördüğümüz ve bildiğimiz halde, görgü ve bilgimiz ötesi farklılıkların bulunabileceğini de rahatlıkla kabul ederiz.

Yasin Sûresinde beyan edildiği gibi, “O, yaratmanın her türlüsünü bilir.” (79)

Dilerse, güneşten kopan bir ateş parçasından okyanuslarla çevrili bir dünya yaratır, dilerse o denizleri karalara çevirir ormanlar yaratır ve o ormanlarda çıkan yangınlardan yine ateş yaratır.

Dilerse sudan çiçekler yaratır, dilerse ırmaklardan elektrik akımı yaratır.

Dilediğini süründürerek yürütür, dilediğine iki ayak, dilediğine dört ve altı ayak takar. Hepsi de yolculuklarını rahatça yaparlar.

Dilediğine suya girmeyi yasaklayıp göklerde uçurur, dilediğine karaya çıkmayı yasaklayıp denizlerde yüzdürür.

“…Hattâ şu zulmet bahrinden, … bir kısım zîşuur mahlukları vardır”, ifadesi, bu davanın delilini de birlikte beyan etmektedir. Yani denizlerde birbirinden farklı bu kadar balık türünü yaratan Allah, şu “karanlık denizi”nden de yine birbirinden çok farklı nice melekler yaratabilir.

Ve yaratmıştır.

Prof. Dr. Alaaddin Başar – Zafer Dergisi

Bela ve Musibetlerin Kader Cephesi

“Musibet” kelimesi, daha çok, insana isabet eden hastalık, bela, sıkıntı gibi elem ve keder verici hâdiseler için kullanılır. Ve bunlarla insanoğlu, sabır imtihanına tabi tutulur.

Bir hadis-i şeriften aldığımız müjdeye göre, lambanın sönmesiyle yeniden yanması arasında çekilen cüz’i bir sıkıntı bile günahlara kefaret oluyor. Hastalıklar, musibetler, özellikle umumî afetler, bunları sabır ve rıza ile karşılayan bir kulun günallarına keffaret oluyorlar, manevî makamını yükseltiyorlar; kalbini safileştiriyor, ruhunu olgunlaştırıyorlar.

“Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar.”(1)

Her hastalık, her musibet ayrı bir sabır imtihanıdır. Bu imtihanı kaybeden insanlar, kadere itiraz etme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.

Kaderin ince sırlarını bilmenin insan idrakinin çok ötelerinde olduğu, Kur’an-ı Kerimde, Hz. Musa’nın(as.) bir kıssasıyla müminlere ders verilir. Bu kıssada Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Hızır’ın(as.) seyahatlerine yer verilir.

Hz. Hızır, ilm-i ledün denilen, “hâdiselerin hikmet yönünü bilme,” konusunda İlâhî lütfa mazhar olmuş bir büyük veli, yahut bir peygamber.

Hazret-i Musa (as.) bu zattan hikmet dersi almak ister. Hz. Hızır onun arkadaşlık teklifini, “Sen benimle beraberliğe sabredemezsin.” şeklinde ilginç bir gerekçe ile reddeder ve sözünü şöyle tamamlar: “(İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?”

Hz. Musa (a.s.)’nın “İnşallah sen beni sabreden bir kul olarak bulacaksın, senin emrine de karşı gelmem.” demesi üzerine arkadaş olurlar.

Hz. Musanın sabrını taşıran üç olaydan sonra yolları ayrılır. (Bu üç olay, Hz.Hızırın bindikleri gemiyi yaralaması, sokakta bir çocuğu öldürmesi ve kendilerini misafir etmeyen bir köyde yıkılmak üzere olan bir duvarı tamir etmesi.)

Ayrılırlarken, Hz. Hızır yaptıklarının hikmetini açıklar ve bütün bu işleri, kendi hevesiyle değil, İlâhî ilhamla yaptığını özellikle vurgular.

Allah kelâmında yer almış bu kıssadan almamız gereken en büyük ders şu olsa gerek:

“Hz. Musa gibi büyük bir peygamber bile, hâdiselerin altında yatan İlâhî hikmetleri tam olarak bilemediğine göre, biz boşuna kendimizi yormayalım.”

Beşerin iradesi dışında cereyan eden olaylara kendilerince yorumlar getirenler, bir bakıma Hz. Hızır’ı taklide kalkışmış oluyorlar. Ancak, o, bütün bunları İlâhî ilhamla söylüyordu; bunlar ise ya nefislerinin isteklerini aktarıyorlar, yahut kendi his ve heveslerine tercüman oluyorlar.

Kıssanın ayrı bir yönü üzerinde de durmak isterim:

Seçilen üç olay âdeta birer semboldür. Birincisi “mala gelen zararları”, ikincisi “cana, çoluk çocuğa, akrabalara gelen musibetleri” üçüncüsü de “İslâm düşmanlarının dünyada nâil oldukları nimet ve ihsanları” temsil ediyor.

Şu nokta da çok önemlidir: Her musibet kahır değildir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek gerekir.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:

“Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.”(2)

Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değildir. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemlidir.

“… Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır.”(3)

İnsan, bu gerçeği nefse de tam kubul ettirebilmek için öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş?

Sonra ruhunu ve ondaki akıl, hayal, hafıza gibi bütün latifeleri ve hisleri de aynı şekilde değerlendirmeli. Görecektir ki, insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte.

Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzeldir.

Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Ondaki hikmet ve rahmet tecellilerini hatırlamalı, bu olaylarda da Rabbimizin bilemediğimiz nice rahmetlerinin saklı olduğunu düşünmeliyiz.

“Allah’a karşı hüsnüzan ibadettir.”(4)

hadisinden dersimizi tam alarak, bizi rahmetle besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız.

İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir” gerçeğine ulaşır. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.

Nur Külliyatında, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye…

Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz:

Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de muhtacız. Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzeldir. İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi.

Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâlini vermek isterim.

“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” (Bakara, 2/216)

Âyet-i kerime cihatla ilgilidir. İnsan nefsi için, ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi?

Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş oluyor.

Bir hadis-i kudsîde “Rahmetim gazabımı geçti.” buyrulur. Alimlerimiz bu hadis-i kudsiyi musibetler yönünden değerlendirildiklerinde şu sonuca varırlar:

“Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçer, onları geride bırakır.”

Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar:

Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirirler. Veya, günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmazlar. Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye birer vasıtadırlar. Ya da bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdırlar.

Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret.

Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.

Dipnotlar:

(1) bk. Lem’alar, İkinci Lem’a.
(2) bk. Tirmizi, Zühd 57; Ahmed b. Hanbel, I/172, 174.
(3) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz.
(4) bk. Ebu Davud, Edeb, 81, no: 4993)(Ebu Davud, Edeb, 81, no: 4993.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Semaların Sakinleri / Uzay Boş mu?

“Hakikat kat’iyyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki;

zemin gibi, semavatın dahi sekeneleri bulunsun ve

zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semavata münasib bulunsun.”

(Sözler, 29. Söz)

Hakikat ve hak kelimeleri yakın anlam taşırlar. Hakikatin zıddı “yanlış, safsata”; hakkın zıddı ise “bâtıl”dır.

Hikmet; fayda, maslahat, gaye gibi mânâlara gelir; zıddı “abesiyet”tir.

Zeminin küçüklüğüyle birlikte canlılarla dolu olduğu halde, semanın sakinlerden hâlî (ıssız, boş) olduğunu düşünmek hakikat değildir, yanlış bir fikirdir ve bâtıl bir inançtır.

“Semavatın sekeneleri” tabiriyle semanın sakinlerle dolu olduğu ders veriliyor. Zaten, melekler nurdan yaratıldıklarından, onların maddî hanelere ihtiyaçları olmadığı açıktır. Ancak o hanelerde vazife yaptıkları, onların tesbihlerini temsil ettikleri için bu ifadeler kullanılmıştır.

Dünyamızı bakterilerden, karıncalardan, ceylanlara, aslanlara kadar üç milyondan fazla canlı türleriyle dolduran Cenab-ı Hak, elbette bu uçsuz bucaksız sema âlemini boş bırakmaz, o âlemleri de onlara münasip canlılarla şenlendirmiştir.

“O mahluklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar.”

Bu ifadelerle kâinatın üç önemli yönü nazara veriliyor:

– Seyrine doyum olmaz güzel bir saray.

– Her şeyi ilim ve hikmet dolu bir kitap.

– Her mahluku Allah’ın rububiyetini ilân eden bir dellâl (ilan edici).

İşte o güzellikleri seyretmek, o mânâlara vâkıf olmak ve o dellâllara kulak vererek hayran olmak şerefi üç grup mahluka ihsan edilmiştir: İnsanlar, cinler ve melekler.

Dellâl kelimesini iki şekilde anlayabiliriz. Birisi hal diliyle ilan… Süleymaniye Camii, kendisini seyreden herkese Sinan’ın büyük bir mimar olduğunu durmadan ilan etmektedir. Çiçeklerden yıldızlara kadar her İlâhî sanat eseri de hal diliyle böyle ilanat yapmaktadır.

Diğeri ise, doğrudan konuşarak ilan etmek. Kâinatı tefekkür eden ilim ve irfan sahipleri; ondaki ince mânâları sözlü veya yazılı olarak ilan ediyor, ders veriyorlar.

Kâinat sayılamayacak kadar çok İlâhî eserlerle dolu. Bu eserler çok ince sanatlarla yapılmış, çok güzel süslendirilmiş ve çok faydalarla donatılmışlar. İnsanlar bunların çok az bir kısmını, onlardaki inceliklere fazla nüfuz edemeden seyrediyorlar. Kaldı ki çoğu eserler hiç görünmüyor ve bilinmiyorlar bile. Bir dağdaki sayısız çiçekler, o harika güzellikleriyle ve ince sanatlarıyla bir süre görünüp sonra solup gidiyorlar. O çiçeklerden binden birisi bile seyredilemiyor.

Bir çiçekteki ince sanatları; ancak bir botanik hocası, bir derece bilebilir. O da sadece incelediği çiçek üzerinde düşünür, diğer bütün çiçekler yine seyircisiz kalırlar. İşte bu hal gösteriyor ki, bütün çiçekleri seyredecek, güzelliklerine hayran olacak, ince sanatlarını takdir edecek başka varlıklar gerekmektedir. Onlar da Üstadımızın ifadesiyle “nihayetsiz melaike envaı”dır.

Yeryüzünde durum böyle iken, gökyüzündeki İlâhî sanatları beşer çok uzaklardan bir derece seyretmekte, yıldızlar âleminin çok az bir kısmını görebilmektedir.

Yaratılan her şey hem çok güzeldir, hem de çok ince sanat harikalarını sergilemektedir.

Kendi varlığımıza bakalım. Her organımız ne kadar mükemmel ve ne kadar güzel! Örnek olarak gözümüzü düşünelim. Bizim göz hakkında bildiklerimiz çok özet bir bilgidir. Ondaki ince sanatı anlamak için uzun bir tıp tahsili yapmak gerekiyor. Göz üzerinde ihtisas yapan kimseler bile, gözü sürekli düşünüyor değillerdir.

İnsan kendi vücudunu bile çok az tefekkür ettiğine göre, bütün hayvan nevilerinin sayısız fertlerindeki ince sanatların tefekkür edilmesi için elbette “nihayetsiz melaike envaı” lazımdır.

Arştan, levh-i mahfuzdan, âlem-i misalden, kürsiden, bütün sema tabakalarından, onlardaki bütün yıldızlardan, güneş sistemimizdeki bütün gezegenlere kadar, öte yandan dünyamızın bütün denizlerine ve onlardaki sayısız balıklar âlemine, karalardaki milyonlarca tür canlıya, her bir canlının da organlarına, hücrelerine, farklı ruh dünyalarına kadar bütün varlık âlemini ne hakkıyla bilmemiz mümkündür, ne de tamamını birden görmemiz… Bu vazifeyi ancak  sonsuz denecek kadar çok melekler yerine getirebilirler.

Öte yandan bu varlıkların birbirinden farklılıkları da “nihayetsiz melâike envaı”nı ister. Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi; bir yağmur tanesine müekkel olan melek, arşa müekkel melek cinsinden değildir. Bu hakikati kendi varlığımızda bir derece tefekkür edelim. Bedenimizin tamamı bir tek eser gibi görünse de her bir organımız, her bir sistemimiz, hatta her bir hücremiz ayrı bir âlemdir. Bunların her biri için ayrı ilim dalları teşekkül etmiştir ve her birinde yüzlerce, binlerce bilim adamı görev yapmaktadır.

Ayrıca insan nevinin büyük kısmı imandan yoksun, bâtıl görüşlere sapmış yahut sadece nefsin arzuları peşine koşan sefih ve ahlâksız kimselerdir. Sözü edilen ulvî görevleri yapacak olanlar ancak müminlerdir. Onların da her birinin belli bir meşgalesi vardır. Ancak namazlarda ve ilmî sohbetlerde bu ulvî hakikatler hatırlarına gelir. Zaten günlerinin bir kısmı da uykuyla geçmektedir.

İnsanın bu yaratılışı gösteriyor ki; vazifesi sadece ibadet, tesbih ve tefekkür olan bir başka varlık nevi olacaktır. İşte o nuranî varlıklar meleklerdir.

Kaldı ki yerküremiz ve içindeki bütün varlıklar; kâinat içinde bir nokta kadar küçük kalıyorlar. Henüz, ışığı dünyamıza ulaşmayan yıldızlar bulunduğuna göre, bu akıl almaz derecede büyük sahadaki İlâhî icraatları temaşa ve tefekkür vazifesini ancak melekler görebilir.

İnsan ahsen-i takvimde yaratılmış olduğundan; mahiyeti itibariyle cinlerden de meleklerden de üstündür. Ancak, insan bu uçsuz bucaksız âlemi ve ondaki bütün varlıkları görmekten ve bilmekten mahrumdur. Zira insan sadece yeryüzünde yaşamakta, bütün bu âlemlerden çok uzak bulunmaktadır. Bu hal gösteriyor ki; bu nihayetsiz âlemin tefekkürü ve temaşası için “nihayetsiz melaike envaı” lazımdır.

Prof. Dr. Alaaddin Başar – Zafer Dergisi

Gizli Şirk, Allah’a Ortak Koşmak Ne Demek?

İslâm, tevhid dinidir. Hangi varlığa baksak, üzerinde “Ben ancak, varlığı vacib ve bütün sıfatları sonsuz olan bir zâtın eseri olabilirim.” mührü vardır.

Allah’ın Zâtında şeriki (ortağı) olmadığı gibi, sıfatlarında ve fiillerinde de şeriki yoktur. Allah’ın zâtına koşulan şirk açık şirktir ve şirk denilince de öncelikle bu şık akla gelir; putlara tapmak, güneşe tapmak, Hz. İsa’ya (as) uluhiyet isnat etmek gibi…

Allah’ın isimlerine ve sıfatlarına koşulan şirk yanında, sebeplere olduğundan çok fazla önem vermekle düşülen şirk ise şirk-i hafidir, yani gizli şirktir.

Bir ağaç, kökü ve gövdesiyle, dalları ve yapaklarıyla, çiçek ve meyveleriyle bir bütündür. Dallarının bir kısmını başka ilahlara isnat etmek aklen mümkün değildir; aynı şekilde meyvelerin de bir kısmı başka ilahlara isnat edilemezler. Bir ağaçta rahatlıkla okunan bu hakikat, kâinat ağacının değerlendirilmesinde bazı yanlış tevillere ve bâtıl görüşlere yol açabiliyor. Bu yanlış düşüncelerin her biri, gizli şirkin ayrı bir çeşididir.

Allah’ın isim ve sıfatları konusunda düşülen gizli şirk konusunda Mâlik, Şâfi’, Rezzâk ve Hâdi isimleri üzerinde kısaca söz edelim:

Mâlik ancak Allah’tır. O, bütün mülk âleminin yegâne sahibidir. İnsan, kendisine emanet olarak verilen ve bir süre sonra bırakıp gideceği bir mülke kendisini sahip zannederek büyüklenme yoluna girdiği takdirde Mâlik ismine gizli şirk koşmuş demektir.

Tedavi ettiği bir hastanın sıhhate kavuşması halinde bu hayırlı neticeyi kendi hüneri ve marifeti sayan bir doktor da şifa sahasında gizli şirk yoluna sapmış olur. Her hayır gibi şifa da Allah’ın elindedir, Onun ihsanı ve ikramıdır. İnsanlar tıp sahasında yaptıkları çalışmalar ve elde ettikleri başarılarla Şâfi’ isminin tecellisine vesile olurlar ve bununla bir şeref kazanırlar. Aldıkları olumlu neticeler için Allah’a şükrettiklerinde de ibadet yapmış olurlar. Aksini düşündüklerinde, bütün şifaları ihsan eden Allah’ın Şâfi’ ismine bir nevi şirk koşmuş sayılırlar.

Bakımını ve bekçiliğini yaptığı meyve ağaçlarına kendi eseriymiş gibi sahiplenen ve onlardan faydalanan kimselerden aşırı derecede teşekkür ve hürmet bekleyen kişi de gizli şirkin bir başka çeşidine maruz kalmıştır. Suyu ve toprağı yaratan, kışı götürüp baharı getiren ve meyve ağaçlarını birer sanat mucizesi olarak yaratan kim ise meyvelerin hakikî sahibi de odur. Aksini düşünmek Rezzâk ismine şirk koşmak olur.

Ağacın bakımını yapan kimsenin meyvenin yaratılışında hiçbir hissesi olmaması gibi, insanlara hakkı tebliğ eden kimsenin de kalplerde hidayetin yaratılmasında bir tesiri yoktur.

Bütün maddî rızıkları yaratan Allah olduğu gibi, en büyük manevî gıda olan hidayeti ihsan eden de yine ancak Odur. Alimler ve mürşitler insanların hidayete ermelerine vesile olmak için çalışırlar; sözlerinin akıl ve kalplerde mâkes bulması için de Allah’a yalvarır ve Onun rahmetini beklerler. O bahtiyar insanlar bilirler ki kendileri sadece birer vesile, birer sebeptirler. Aksini düşünmeyi Hâdi ismine gizli şirk koşma olarak görürler.

Sebepleri tesir sahibi zannederek, meyveyi ağacın, balığı denizin, balı arının yaptığını söylemek de birer gizli şirktir. Bunlar içerisinde en dehşetlisi, insanı annesinin ve babasının yaptığını vehmetmektir.

“…Sizi annelerinizin karnında bir yaratılıştan öbürüne geçirerek üç (kat) karanlık içinde (O) yaratıyor. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Mülk yalnız Onundur…” (Zümer Sûresi, 6)

İnsanın yaratılışını sebeplere, tabiata, tesadüfe, evrime, yahut maddeye isnat eden insanlar işledikleri bu büyük şirkin cezasını akıl almaz biçimde çekeceklerdir.

“Şu memleketin haşmetli mâlikinin elbette cezası da dehşetlidir.” (Sözler)

Nur Külliyatı’nda riyanın da şirk-i hafi olduğu beyan edilir.

Yeryüzünün halifesi olan insan, “dinin direği” olan namazına “Allah rızası için” diye niyet ederek başlar.

Allah bütün âlemlerin Rabbidir. O âlemlerden hassas ölçülerle insan varlığını süzüp çıkaran da Odur. Elbette akıl, kalb ve vicdan birlikte hükmederler ki, şükür ve ibadet ancak Ona mahsustur.

Namaz boyunca “ancak Allah’a ibadet ettiğini ve yine yalnız Ondan yardım dilediğini” defalarca ifade eden insan, toplum hayatının içine girdiğinde bazı cüz’i menfaatler için yetkili kişilere kendini beğendirmeye çalışmakla riya yoluna girer. Riya ise rızaya zıttır ve ona talip olmak da gizli bir şirktir.

Riyanın da akıldan en uzak olanı, yaptığı ibadetlerinde yahut İslâmî hizmetlerinde başkalarının teveccühüne ve alkışlarına talip olmaktır. Zira, bununla hiçbir maddî menfaat kazanılmadığı gibi manen büyük bir zarara uğranılmaktadır.

Kısacası, her şey ve her hadise Allah’ın esmâ tecellileriyle ortaya çıkmaktadır. Ağaçlar Rezzâk ismine, tabipler Şâfi’ ismine, mürşitler Hâdi ismine, zenginler Gani ismine, devlet yetkilileri Hâkim ismine birer aynadırlar. Bunların eliyle kavuştuğumuz nimetler, güneşin aynadaki aksinden edindiğimiz ışığa benzetilmiştir. Ayna ışığı yansıtmakla, güneşin ışığına ortak olamayacağı gibi sebepler ve vesileler de o İlâhî isimlere ortak olamazlar.

Prof. Dr. Alaaddin Başar – Zafer Dergisi