Etiket arşivi: Prof. Dr. Hayrettin Karaman

Emanet ve adaletin gerçek sorumluları kimlerdir?

“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.” (Nisa, 4/58)

Burada emanetin yerine getirilmesi, ehline verilmesi ve insanlar arasında adaletle hükmedilmesi yönündeki emirlerin muhatapları genel olarak bütün insanlar, özel olarak müminler ve daha özel olarak da emanet ve adaletten kamu adına sorumlu olan şahıslar yöneticiler ve kurumlardır.

Tarih boyunca insan topluluklarının huzur ve mutlulukları iki sebeple kazanılmış veya kaybedilmiştir: Emanet ve adalet. Emanet ve adaletin gerçek sorumluları kimlerdir?

Emanetler ehline verildiği ve adalete riayet edildiği müddetçe cemiyette huzur ve saadet bulunmuş, hıyanetler ve haksızlıklar ise huzursuzlukların, kavgaların, savaşların, servet ve neslin helâk olmasının baş sebepleri arasında yer almıştır.

Emanet, korunması istenen maddî ve manevî değerdir. Kişinin kullanıp sahibine iade etmek üzere aldığı eşya emanet olduğu gibi devletin hizmet makamları da emanettir; ilim, din, antlaşma ve sözleşmeler, komşuluk hakları… emanettir.

Bütün bunlar korunacak, muhatap ve ilgililerine teslim edilecek, ne maksatla verilmiş ise ona uygun olarak kullanılacaktır.

Hz. Peygamber (asm),

“Münafığın üç belirtisi vardır: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.” (Müslim, Îmân, 107-109)

buyurarak emanete riayet etmeyenleri münafık vasıflı insanlar olarak tescil etmiştir.

İnsanlar arasında hüküm genellikle bir ihtilâf ve dava halinde, haklı olanı haksız olandan ayırmak veya hakkın kime ait olduğunu açıklamak suretiyle gerçekleşir.

Adalet, “eşitlik ve dengeyi sağlamak” demektir.

Burada eşitlikten maksat, herkese aynı şeyi, aynı vasıf ve miktarda vermek değildir; herkesin hakkını, hak ettiğini, lâyık olduğunu almada eşit olmasıdır; güçlü de olsa haksızın, güçsüz de olsa haklı ile davası, problemi, anlaşmazlığı… olduğunda hukuk karşısında eşit muamele görmeleridir.

İnsanların haklarını yiyenler bunu, genellikle kendilerini karşıdakilerden üstün ve güçlü görerek yaparlar.

Kamu gücünü, zayıf olmasına rağmen haklı olanın yanına koymak suretiyle muamelede eşitlik, yani adalet sağlanmış olur.

Adaletin gerçekleşmesi -âdil uygulayıcılar yanında- kimin neye lâyık, kimin neyi hak ettiği konusunda doğru, hakkaniyete uygun, dengeli bilgi ve ölçülere sahip olmaya bağlıdır. Hukuk kuralları, bağlayıcı mevzuat işte bu bilgi ve ölçüleri vermek için oluşturulur, vazedilir.

Hukuk kurallarını, ilâhî irşaddan bağımsız olarak insanlar koyarlarsa, insanların kendilerini aşmaları, beşerî kayıtlardan, cemiyet kültür ve değerlerinden etkilenmemeleri mümkün olmadığı için, hakkaniyet ölçüleri, hak ediş dengeleri bozuk olabilir.

Bilgi eksik, ölçü bozuk olunca da –düzen, hukuk ve mahkeme bulunsa bile– adalet gerçekleşmez.

İnsanı ve kâinatı yaratan Allah mîzanı da koymuştur.

Mîzan, “maddî ve mânevî alanlarda denge, hakkaniyet ve adalet ölçüsü” demektir. Hukukla ilgili mîzanın aranıp bulunması bakımından vazgeçilemez kaynak ilgili naslardır (âyet eşitlik

ve hadisler).

Âyet ve hadislerin nokta tayini şeklinde açıklamadığı konularda ise fayda (mesâlih), yorum (anlama, beyan), kıyas içtihatlarına ve örfe başvurulacak; bu yoldan, adaleti gerçekleştirecek olan hüküm ve ölçülere ulaşılacaktır. Hüküm ve ölçüler bulunup bilindikten sonra sıra uygulamaya gelir.

Uygulamada adaletin bozulmamasının iki teminatı vardır:

a) İmana dayalı ahlâk.

b) Cemiyetin emanet ve sorumluluk duygusu içinde gerçekleştireceği denetim.

Sağlam hukuk kurallarının, ahlâk ve kamu denetiminin bulunduğu yerde adaletin gerçekleşmemesi için bir sebep kalmaz.

Adâlet ve emanete riayet edecek olan insandır; İslam gibi en kâmil yol göstericiye rağmen Müslüman toplumlarda görülen emanet ve adâlet arızaları İslam insanının eksikliğinden, sözde Müslümanların iman, ahlak ve aksiyonda Müslüman olamayışlarından kaynaklanmaktadır.

Üst yöneticiler bulunabildiği ölçüde emaneti ehline vermede ve denetimde titizlik göstermezlerse en büyük sorumluluk da onlara ait olur.

Yazar:
Prof. Dr. Hayrettin Karaman
sorularlaislamiyet

İslam öldürmez, diriltir…

Savaş ve barışla ilgili âyetleri bir bütün halinde değerlendirerek genel bir sonuç çıkarma konusunda tefsirciler görüş ve söz birliğine ulaşamamışlardır. Savaşın amacını dünyada müşrik kalmaması veya müminlerin dünyaya hâkim olmaları olarak anlayanlara göre barışı emreden âyetlerin hükmü, sonradan gelen şu âyetlerle kaldırılmış, neshedilmiştir:
Müşriklerin yakalandıkları yerde öldürülmelerini emreden âyet (Tevbe, 9/5) veya Ehl-i kitab’a karşı, İslâm’ı kabûl edinceye yahut da İslâm devletine boyun eğerek cizye ve haraç vermeye râzı oluncaya kadar savaşılmasını emreden âyet (Tevbe, 9/29), kezâ
“Siz üstün durumda iken düşmanı barışa çağırarak gevşeklik göstermeyin.”(Muhammed, 47/35)
meâlindeki âyet.
Bu anlayışa karşı Ebû Bekir İbn el-Arabî’nin (II, 875 vd.) ve Cessâs’ın (III, 68) dile getirdikleri ikinci görüş şöyledir:
Nerede bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler, Arabistan kıtasında o zaman yaşayan ve Müslümanların kökünü kazımaya azmetmiş bulunan müşriklerdir. Âyetlerin devamlı olan hükümlerinin bunlarla alâkası yoktur. Savaş ve barış Müslümanların güçlerine, menfaatlerine ve dînin amaçlarına bağlıdır; buna göre savaşmak, teklif ederek veya karşı tarafın teklifini kabûl ederek barış yapmak, barış karşılığında bir şey almak veya vermek câizdir. Âyetler birbirini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini göstermiştir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) de buna göre davranarak Medine’ye geldiğinde bazı Yahudi ve müşrik gruplarla barış antlaşması yapmıştır, kezâ Mekke müşrikleri ile Hudeybiye sulhunu yapmış, karşı tarafın anlaşmayı bozarak -Müslümanlarla ortak savunma antlaşması yapmış bulunan- Huzâ’a kabilesine savaş açmalarına kadar barışa sadık kalınmıştır. Necran Hristiyanları ile barış antlaşması imzalamıştır. Müslümanlar güçlenince Ehl-i kitab’a ya İslâm, ya cizye; yarımada müşriklerine ise “ya İslâm, ya bölgeyi terk veya ölüm” teklifi gelmiştir.“Savaş ve barışın güç, fayda ve meşru amaç esaslarına göre yürütülmesi, bu konuda Ehl-i kitap müşrik farkının gözetilmemesi” hükmünün uygulamasına ilk halifeler döneminde de devam edilmiştir
Savaş, nerede ise insanlıkla yaşıttır. İdam cezâsını kaldırarak suçsuz, günahsız insanların hayat hakkını korumak nasıl mümkün olmazsa, savaşı kaldırarak, yok ederek, hesap dışı tutarak barışı ve uluslararası ilişkilerde adâleti sağlamak, zulmü ve kötülüğü önlemek de öyle mümkün değildir. Yapılması gereken savaşın, hukukî ve ahlâkî amaçlarını belirlemek ve onu bu amaçtan saptırmamaktır. Savaşla ilgili âyetlere bakıldığında İslâm’ın, ancak zulmü, din yüzünden baskıyı ve haksız saldırıyı ortadan kaldırmak için buna izin verdiği görülmektedir.
Girişte meâlleri verilen iki âyet (Nisâ, 4/75-76) savaşın iki önemli amacını ortaya koymaktadır:
a) Allah rızâsı,
b) Zulmü engelleyip adâleti sağlamak.
“Allah rızâsı” da fayda bakımından kullara râci olmaktadır; Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığından, O’nun rızâsı için savaşmak, kullarının yararı, din ve vicdan hürriyetinin temini için savaşmaktır; Allah mutlak âdil olduğu ve zerre kadar zulme râzı olmadığı için“Allah rızâsı için savaşmak”, adâlet, hukuk ve hakkâniyet uğrunda savaşmaktır. Allah’a ve hak dîne inanmayanların da bir tanrıları, baş eğdikleri, itâat ettikleri -nefis dahil maddî, manevî- bir önderleri olacaktır; bu önderler Kur’ân’a göre tâğutlardır, şeytanlardır; bunlara tâbî olanların savaş amaçları ise, hukuk ve adâletin gerçekleşmesi değil, egoizmin tatminidir, zulüm, baskı ve sömürüdür.
Hac sûresinin meâlleri verilen 39-40. âyetleri, İslâm’ın farklı dinler ve inançlar konusundaki tavrını, hiçbir şüpheyi barındırmayacak ölçüde açık olarak ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ’nın, kendisine itâat eden mücahid kulları ile koruduğu mâbetler yalnızca mescitler değil, aynı zamanda diğer dinlere ait ibâdet yerleridir. İslâm’a göre ve gerçekte Allah bir olduğu için, O’nun adını anıp başka bir varlığı kastedenler veya adını -O’na yakışmayan- niteliklerle birlikte ananlar da, bilerek bilmeyerek, doğru veya yanlış Allah’ı zikretmektedirler. Dünyada insanları, farklı inanıyorlar, inançları belli bir dîne aykırı düşüyor diye cezâlandırmak veya baskı altına almak İslâm’ın -câiz görmesi bir yana- savaş sebebi saydığı bir davranıştır.
Silâhlı mücadele ve şiddet, amacı veya şekli bakımından -din, hukuk ve ahlâkça meşrû sayılan- sınırları aşınca zulüm olur, terör olur; İslâm’ın bunu da tasvip ve tecviz etmesi düşünülemez. 
Prof. Dr. Hayrettin Karaman

Terörün İslâmîsi olmaz.

Bir din, cemaat, tarikat, hatta seküler kuruluş, gizli bir maksadı örtmek ve bu maksada alet edilmek için kullanılmış olabilir, ama bu kurum ve kuruluşlara o gizli ve kötü maksadı yamamak doğru, adil ve insaflı olmaz.
Dinlerin ilâhî olanları ve beşeri olanları vardır.
İlâhî dinler Allah Teâlâ tarafından bir peygambere vahyedilir, son peygamberden sonra bir peygamber daha gelmeyeceğine göre, artık yeryüzünde bir tane hak din vardır ki, onun da adı İslam’dır. Diğer ilâhî dinlere de geçerli oldukları çağlarda bu isim verilebildiği için, son peygambere vahyedilen dine “son İslam” demek de mümkündür.
Beşerî dinler birileri tarafından uydurulmuş olan, vahye dayanmayan dinlerdir. Bu dinlerde terör meşru olabilir, ama ilâhî dinlerde terör meşru olamaz.Kendilerini ilâhî bir dine ait gösterip de terör eylemleri yapanlar ve bu eylemlere dinden meşruiyet delilleri devşirenler sapkınlardır.
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de Hz. Âdem’in, biri diğerini haksız yere öldüren iki oğlunu anlattıktan sonra şöyle buyuruyor:
“İşte bundan dolayı İsrâiloğulları’na şöyle yazmıştık: ‘Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.’ Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.” (Mâide. 5/32).
Bu âyetler açıkça şunu gösteriyor:
İlk insan ve ilk peygamberden beri bütün ilâhî dinlerde, cinayeti yüzünden ölümü hak edenler dışında bir kimseyi öldürmek insanlık suçudur; yani bütün insanlara karşı işlenmiş bir cinayettir; yani terör ilâhî dinlerde yoktur.
Batı’nın komünizm belasından sonra İslam’ı düşman ilan ettiğini biliyoruz. Bu ilanın iki önemli sebebi var:
1. Din ve ideoloji taassubu; yani İslam’ı kendi dinlerine veya ideolojilerine ters ve engel gören bağnazlar onu yok etmek istiyorlar.
2. Maddi menfaat; yani İslam ülkelerine hakim olup sömürmek isteyenlerin, buna ‘Hayır!..’ diyecek olan İslam’ı hedef tahtası yapmaları.

Bazı örnekler konuyu daha açık hale getiriyor:

Bazı dikkatli gözlemcilerin gözünden kaçmamış: Keri Fransa’yı ziyaret edip ayrılınca, Holand ilk defa “İslâmî terör” ifadesini kullanmış.
– 11 Eylül olayının bir ABD oyunu olduğu hakkında ciddi şüpheler var. 
– El-Kaide’nin lideri önce ABD istihbaratı ile çalışmış.
– IŞİD hakkında da “bir Batı oyunu olduğu” iddiası oldukça yaygın.
Bunları ve benzerlerini Batı icad etmiş olmayabilir, bunlar İslam’ı yanlış anlama ve/veya yorumlamadan yahut da istismardan kaynaklanmış olabilirler, ancak ortaya çıktıktan sonra Batı’nın bunları da kendi kötü ve kirli amacı için kullandığında şüphe yoktur.

Son olaya gelelim:

Gülen cemaatinin “ılımlı İslam’ı temsil ettiği” söylenirdi. Ilımlı İslam ise Batı’nın “radikal, köktenci, terörist, şeriatçı” dediği İslam anlayış ve temsillerine karşı olan bir temsil idi. Şimdi ise karşımıza zalim bir terör makinası olarak çıktı; yüzlerce masum insanı öldürdü, binlercesini yaraladı, ülkeye büyük maddi zarar verdi, hedefine ulaşsaydı, bunlar devede kulak olacak ölçüde zulüm ve terör estirecekti.
Şimdi dönüp de biri buna ve diğer terör gruplarına “İslâmî” derse İslam’a iftira ve kötü niyetini açık etmiş olur…

Prof. Dr.Hayrettin Karaman

sorularlaislamiyet

Faiz Devlet Sisteminde, Faydalı mı? Zararlı mı?

Faiz hak edilmeyen fazlalık, gelir, rant, getiri demektir. Faizi serbest bırakan laik sistemlerde faiz “hak edilmiş bir gelir” olarak kabul edilir; ama bütün ilâhî dinlerde faiz haram kılınmış, yasaklanmıştır.

Faiz zulümdür ve haramdır; çünkü faiz alan, hiçbir riske girmeden, emek sarfetmeden, zahmet çekmeden, her nasılsa elde ettiği bir sermaye sayesinde gelir elde ederken bu sermayeyi kullanan, bununla yatırım ve üretim yapmaya teşebbüs eden, emek ve zahmet çeken kimseler faizciye sağladığı sermayeden fazla (miktarı belli ve garantili) ödeme yapmaktadırlar; bu ödeme, müteşebbis kazanmasa da, zarar etse de, evini barkını satmak mecburiyetinde kalsa da yapılmaktadır.

Eğer faizi bankalar veya devlet ödeyecekse daha büyük bir zulüm söz konusudur; bu durumda rantiyer hem ana parasını hem de faizini alırken bu faizi ödeyen, çoğu dar gelirli halk olmaktadır. Mesela 2003’te devlet borç batağına saplanmıştı, faizi ödeyebilmek için yeniden faizli borç almakta, bu paradan hiç yarar görmeyen halk ise rantiyere faiz ödemekte idiler.

Bankalar iflas etmekte, faizi ve ana parayı, yine bu işten hiçbir menfaati olmayan halk ödemekte idi. İşte bu sebeplerledir ki dinler faizi haram kılmış, sermaye toplamak için kâr ve zararda ortaklık seçeneğini tercih etmiştir. Ticari değil de şahsi ihtiyacı için para/mal bulmak zorunda olan kimselere de şahıslar ve devlet faizsiz olarak kredi verecek, bundan sevap kazanacak, milli birliği güçlendirecek ve ahirete yatırım yapmış olacaklardır.

O yıllarda bir ekonomi yazarı, güncel olan faiz hareketi ile ilgili olarak şöyle diyordu:

Faizler yükseliyor… ‘Eyvaaahhh… Hazine bu faizi nasıl ödeyecek?’ diyerek dertleniyoruz. Faizler aşağıya inmeye başlıyor. ‘Eyvaaahh… Ayşe Hanım Teyzem ile Ali Rıza Bey Amcamın faiz geliri düştü… Perişan olacaklar…’ diyerek dertleniyoruz. Merkez Bankası faizleri indirdi. Ardından bono faizleri inmeye başladı… Ayşe Hanım Teyzem ile Ali Rıza Bey Amcam gibi yaşamlarını faiz gelirine bağlayanlar acep ne durumda diyerek dün banka banka gezdim…”

Bu yazar düşünmüyor ki, o amcanın ve teyzenin elde ettiği gelir, fakir fukaranın cebinden çıkıyor, onlar sıkıntı çekmeden faiz geliri ile geçinirken milyonların mutfağı biraz daha yoksullaşıyor, aç ve açıkların sayısı artıyor. O amca ve teyzelerin elde ettikleri faiz geliri, parayı kullananlar kâr etseler, faiz vergiden ödenmese de yine yoksul halkın cebinden çıkıyor.

Çünkü faizli kredi kullanan müteşebbis ürettiği mal ve hizmete, ödeyeceği faizi de ekliyor ve bu malı kullanan ve tüketen halk faizi de ödüyor. Eğer faiz olmasaydı mal ve hizmet, faiz miktarı kadar ucuza alınacaktı. O teyzeler ve amcalar yalnızca ahiret hayatları bakımından değil, dünyada yedikleri faizin kimlerin cebinden çıktığını düşünerek de rahatsız olmalıdırlar.

Pekala geliri giderini karşılamayan, elinde biraz parası olan ve onun faizi ile geçinenler faiz yemesinler de ne yapsınlar?

1. Devlet sosyal güvenlik kurumunu öyle kursun ve düzenlesin ki, ülkede bir tane aç ve açık kalmasın; birileri refah, hatta israf içinde yaşarken diğerleri de hiç olmazsa temel ihtiyaçlarını sosyal güvenlikten sağlasınlar.

2. Kendileri üretim ve yatırım yapamayan küçük-büyük tasarruf sahiplerinin paralarını değerlendirmelerini, faiz değil, kâr elde etmelerini sağlamak için devlet tedbirler alsın; bu paraların çarçur edilmesini, kötü niyetli veya ehliyetsiz kimselerin ellerinde zayi olmasını engellesin.

3. Katılım bankaları kanunundaki aksaklıklar giderilsin, bu bankalar İslam’ın rahmet ve bereket sistemini temsil eder hale gelsinler, tasarruf sahiplerinin onlara –helal yoldan işleterek kâr elde etmek için– verdikleri paraları uzaktan yakından faizle ilgisi bulunmayan, millet ve memleketin yararına olan işlemlerle nemalandırsınlar ve bir yandan üretimi ve ticareti desteklerken diğer yandan insanlara helal kazanç sağlasınlar. Böylece ekonomi faizsiz olmaz diyenleri mahcup etsinler!

Prof. Dr. Hayrettin Karaman

Neden Osmanlıca Öğrenmeli?

Bu neyin kavgasıdır?

Dilin mi, yazının mı?

İmam Hatip okulları dışında kalan okullara seçmeli olarak konan ders dilden ziyade yazıdır, ama hedef 1928’den önce asırlarca kullandığımız ve binlerce eserde kullanılan yazının okunması ve anlaşılması ise hem yazı hem de dil öğretimi isteniyor demektir ki, doğru olan da budur.

Halkımızın büyük çoğunluğu Kur’an-ı Kerim’i okumasını bilir ama manasını anlayamaz; çünkü Arapça ve bunun için gerekli olan diğer ilimleri bilmez. Osmanlıca öğretmekten murat bu olamaz; orta derecede de olsa dil devriminden önce konuşma ve yazıda kullanılan dili ve bunun yazısını öğretmek olur. Bu dilin adı ise -her ne kadar meşhur olanı Osmanlıca olsa da- dil devriminden önceki dilimizdir; yani zengin ve âhenkli Türkçemizdir.

Peki bu dili ve yazıyı çocuklarımız niçin öğrenmelidirler?

Tarih sahnesindeki varlığı binlerce yılı kaplayan bir milletin bu asırlar içinde ortaya koyduğu ilmi, kültürü, medeniyeti doğru ve tam öğrenmenin en önemli şartlarından biri bu yazıyı ve bu dili bilmektir.

Bir millet düşünün, milli marşının yazıldığı yazıyı ve dili bilmiyor, Latin harflerine aktarılmış olan şiiri -bu harfler o dile uygun olmadığı için- yanlış telaffuz ediyor ve manasını da anlamıyor. Medeniyetler aleminde okur yazarları bu cehalete mahkum olmuş bir millet var mıdır?

Şairlerini, alimlerini, düşünürlerini kendi eserlerinden okuyarak anlayamayan; Fuzuli’yi, Baki’yi, Nedim’i bırakın Akif’i, Namık Kemal’i, hatta Yahya Kemal’i anlayamayan bir okur yazar nesline benzer bir nesil başka milletlerde var mıdır?

Zavallı cehalet, bakın yüksek tahsil gömüş birilerine ne dedirtiyor: “Bu yazıyı öğrenip de mezar taşlarını mı okuyacağız?”

Adamın binlerce yıllık geçmişi ile ilgili tek bağlantı yeri “mezarlar” kalmış; çünkü ne kitap görmüş ne de kütüphane!

Hem vaktiyle dil ve yazı devrimi yapılırken halka sorulmadığı gibi “isteyen öğrensin, istemeyen eskisine devam etsin” de denmedi, bütün diğer devrim alanları gibi bu da mecbur kılındı, eskisi yasaklandı, yenisi dayatıldı. Düşünün, bir gece yatarken küçüklükten beri öğrendiğiniz bir yazı ve dil ile yatıyorsunuz, sabah uyanınca size yeni bir yazı ve dil dayatılıyor!

Uyum yapabilmek ve işlerini görebilmek için babalarımız ve dedelerimiz neler çekmişlerdir kim bilir?

Şimdi ise kimse kimseyi yeni bir yazıya ve dile mecbur etmiyor; tam da halkın egemenliğine uygun bir düzenleme ile “dileyen seçsin ve öğrensin” diyorlar.

Asıl sadede, karşı çıkışın asıl sebebine gelelim: Bence bu sebep yine ideolojik muhalefettir; yani bu millet kültür ve medeniyet değiştirerek Batılı mı olacak, yoksa kendi değerlerine sahip çıkarak ve kendi kalarak mı çağdaşlaşacak?

Batı’ya yönelenlere bir bakın; yüz yıla yakındır ne yapmışlar? Bir de kendileri kalarak, binlerce şekilden oluşan yazılarını terk etmeyerek çağdaşlaşan Japonya’ya, Çin’e ve yazısını değiştirmemiş Rusya’ya bakın!

Bu milletlerin sabit ayakları binlerce yıllık kültür ve medeniyetlerinde, hareketli ayakları ise bütün dünyadadır.

Bizimkilerin ise ayakları kaymış.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman