Etiket arşivi: Prof. Dr. Himmet Uç

Sınıfa  girmeyen kültür sanat edebiyat

Maarifimizin dertlerini dertlenerek anlatan arkadaşlar, güzel güzel tesbitlerde bulunuyorlar. Tanzimattan beri eğitimimiz üzerinde kitaplar dolusu sözler söylenmiş. Eğer biz 1840 lı yıllardan beri  eğitimizin ne olması gerektiği korusunda uygulamalar yapsaydık, toplumsal yapımız  ve insanlarımız farklı olurdu.

Bugünlere nasıl geldiğimizi anlatmanın faydası yok, şurası muhakkak ki milli eğitim farklı ve ne olduğu belli olmayan sanki gölge adamların idare ettiği bir yer, rejisör tiyatroyu arkadan yönetiyor, herkes yönetimden mutazarrır, ama tedavi eden, yenileyen yok. Hüseyin Çelik bakan oldu, neyin eksik olduğunu bilen bir insandı. Ben Yavuz Selim İlk Öğretmen okulunda hocayken  o da Van’dan oraya gelmişti, öğrenciydi, sonra İstanbul’da okudu,  dev gibi hocaların elinde. Sonra bu kadar dolu veya bekleneni bilen insanlar bu nasıl yönetildiği bilinmeyen Milli Eğitim kervanına bir şey katmadılar.

Bugün Ak Parti geldiği günden beri eğitimin uygulamasına ne kattı, bunu araştırmak lazım. Bu kadar mübrem bir ihtiyaçlar zinciri karşılanmazsa nesiller heba oluyor ve oldu. Yedi sene Demirel  üniversitesinde çalıştım, ordaki bir arkadaş hoca sen ultra bir adamsın diyordu, ama öğrenci örgütleniyor, yazdığım ruh kitaplar onlara ulaşmıyordu. Necip Fazıl ile ilgili beşyüz sahifelik  kitabım engellendi, Avrupadan istenmiş, ben yazdım kimsenin de yazamayacağı bir kitap. Yedi senede verdiğim kitapları  daha veremeden oradan ayrıldım, mecbur ettiler. Üniversiteler birkaç kendini bilmezin idare ettiği yerler, sadece otuz yıldır bir doktora yapmış adam, ne yapsa sen ne yapıyorsun diyen yok. Ne Osmanlıca öğretebildik ne temin tahlili, ne de bayrak şahsiyetleri anlatabildik, Diyarbakır‘da sen öğrencinin kafasına bizim istemediğimiz şeyleri koyuyorsun  deyip engellediler, Isparta’da aynı usül biribirine zıt kutuplar. Şimdi Okullara müsbet  fikir çocukları etkileyecek şeyler anlatılmıyor, çocuk bir siyasi görüşün ucuz fikirleri ile mezun ediliyor ve bunlar öğretmen oluyor.

Bakanlık başka telden çalıyor, okullar başka telden  çalıyor. Her yer bir kaç adamın elinde, senin kırk kitap yazman ultra olman kimsenin umuranda değil nereye gider bu ülke. En zaruri bilgileri bile veremiyorsun, yanında bir tane, ülkenin nereye gittiğinden rahatsız kişi yok, ailelere sordum çocuklarının durumundan haberleri yok, bu ta aile fertlerinin bile milli eğitim nedir, neler okutulmalı , çocuğun şahsiyeti konusunda bir fikri yok, çünkü aileler de  avam, bir veli ile konuştum, çocuklarının okuması konusunda hiç ısrarı olmamış,

Isparta’da bu çocuklara gelin Yunus, Ahmet Yesevi, Mevlana okutalım herkes yaz tatilini hangi sahil kasabasında geçireceğinin planını yapıyor, hepsi ideal eğitim almış gibi, ama ortada ideal adam yok, bu millete çalışmaya istek yok.

Mithat Efendi galiba Rodos’ta balıkçıların himmeti ile özel okul açmış ve okutmuş, bizim liselerde üniversitede olanlar işte ortada. Eğer partide nesillerin nereye gittiğini gören bir takım gerçekten rahatsız insanlar olsa hastaya koşarlar. Radikal adamlar iyi iş yapar, bana Halil Gel buraya hocam dedi, senin gibi adamlar iş yapar, beraber çalıştık, gazetelerde çıktım soruşturmalar geçirdim, suçum Türk Medeniyet Tarihi  okutmak, kimse okutmamış çocuklar mezun olamıyor. Ama ben ısrar ettim yaptım, bir sürü alay ve engele rağmen.

Murabba/Namık Kemal 

Değişmez fen mi vardır müstakar eşyâ mı kalmıştır
Delili sâbit olmuş binde bir da’vâ mı kalmıştır
Deme insâna ma’lûm olmadık ma’nâ mı kalmıştır
Eğer meçhûl ararsan her işin encâmı kalmıştır

Memâtı görmedim ömrümde bir inkâr eder mezheb
Fenâdır bir fenâ dünyâdayız intâc-ı her matleb
Firaak u haps ü nefyi kadr ü nâmûsumla gördüm hep
Cihânın bin belâsından bana pervâ mı kalmıştır

Sipihrin bahtını ikbâlini hep pây-mâl ettim
Hamiyyet mesleğinde terk-i evlâd ü iyâl ettim                       
Hayâtımdan muazzezken vatandan infisâl ettim
Sebât ü azme hâil bir denî dünyâ mı kalmıştır

Musırrım sâbitim tâ can verince halka hizmette
Fedâkarın kalır ezkârı dâim kalb-i millette
Denir bir gün gelir de sâye-yî feyz-i hamiyyette                     
Kemâl’in seng-i kabri kalmadıysa nâmı kalmıştır

Bu şiir Namık Kemal’in gayretini ve kişiliğini anlatır, dördüncü dörtlük kendini millete nasıl verdiğini gösterir. Cevdet Paşa, Mithat Efendi, Namık Kemal gayret etmişler.

Millet  partiye verdiği  oyunun getirdiği icraatı takip edemiyor veya etmiyor, Milli Eğitimin pusulası nereye bakıyor belli değil, partinin kültürün meselelerine  yenilik getirecek entellektüel milliyetçi muhafazakar adamı yok. Bizde trajediyi seyredip üzülüyoruz.

Ünlü Hintli aktivist ingiliz parlementosunun önünde yatıp  Milletinin haklarını istemiş, günlerce yatmış, biz de gidip milli eğitimin önünde yatalım, böyle eğitim olmaz, lütfen buna bir çare diyelim, ellerini bağla otur ağla ,

Yerler sağır gökler sağır

İşin yoksa durma bağır

Mehmet Akif eğitimimiz için harika şeyler düşünmüş, ben otuz üç manzum hikayesini bir kitapta anlattım, tam bir reçete. İki basım yaptım kendim sattım birkaç tane kaldı.

Fikret onlarca  yıl  önce sabah olmasını temenni eder  ve şart eki kullanır, olsa, yapılsa, gelse gibi bizim kullandığımız tarzda aradan yüz yıl geçmiş, sabah oldu mu ?

Sabah Olursa 

Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsıye-i
Mukadderatı, kavi bir elin kavi, muhyi
Bir ihtizâz-ı temasiyle silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse… O gün
Ben ölmemiş bile olsam, hayâta pek ölgün
Bir irtibatım olur şüphesiz; – O gün benden
Ümidi kes, beni kötürüm ve boş muhitimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni maziye çekmek ister; sen
Bütün hüviyyet ü uzviyyetinle âtisin:
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!

Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler
Tulû-i haşre kadar sürmez; âkıbet bu semâ,
Bu mâi gök size bir gün acır; melûl olma,
Hayâta neş’e güneştir, melâl içinde beşer
Çürür bizim gibi… siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedi iştiyâkı var nura.
Tenevvür…. asrımızın işte rûh-i amali;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli,
Zıyâ içinde koşun bir halâs-i meşkûra
Ümidimiz bu: ölürsek biz, yaşar mutlak
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!

Bu  şiir osmanlı zamanında yazıldı, aradan çok çok yıllar geçti, imparatorluk dağıldı, bugünlere geldik, aynı şikayet aynı tahassür, aynı kim kurtaracak vaveylası .

Prof. Dr. Himmet Uç

Sır, esrar

Sır ve esrar kelimesi ilimin, tasavvufun, dinin, Risale-i Nurların önemli bir  bahsidir. Tabiat bilimleri ile uğraşan alimler, araştırmacılar tabiatın büyük sırlar taşıdığına inanmışlar ve  kendilerini unutacak, gaşyolacak derecede uğraşmışlardır.  Edison ışığı yansıtan maddeyi yanlış olmasın iki bin deney yapmış, asistanı “Efendim böyle bir madde yok demek ki“ demiş, Edison ”Hayır Allah ışığı yaratmışsa onun yansıtan maddeyi de yaratmıştır der ve sonunda ışığı yansıtan maddeyi bulur. Bazı aklı evveller onun Cennete gidip gitmeyeceğini düşünürken, o büyük araştırmacı dünyamızı cennete çevirmiş sağolsun.

Allah adili Mutlaktır, herkesin hakkını verir. Biz cennetin kapısını tutmuyoruz kimse bize sormayacak. İstanbul’da Taksim’de bir kiliseye merak için gittim, bir kadın tahtaların üzerine yatmış ağlıyor ve sürekli “Allah’ım ben çok günahkarım benim halim  ne olacak“ üzülme Allah seni görüyor pişmanlığını da görüyor, bekle bakalım nasıl gerçekleşir.”

Nevton ışığın rengini bulmuş “bunu  şimdi açıklama, başına bela olur, bekle profesör olduğunda açıklarsın”. Birkaç dil bilen bir bayana doçentlik raporu yazmıştım, üçe iki ile kaybetti. Bir profesör arkadaş  bu kızcağızın yaptığını kimse  yapamaz, o da Avrupa’daydı. Ben de dedim bizim arkadaşlar kıskançtır  bu gayet normal bir olay, üzülme.

Nevton’a demişler ki” çok şeyler, sırlar  buldun sen büyük bir adamsın” o da bu “ sırlar okyanusu olan dünyada ben kıyıda bir kaç taş buldum, daha neler var neler “ demiş. Allah’a inanan bir büyük ilim adamı.

Resulullah çok sırlar biliyor ”Eğer benim bildiğimiz bilseydiniz, çok ağlar az gülerdiniz” buyuruyor, biz hep güldüğümüze göre sır bilmiyoruz demektir,  zannedersem. Muhiddin-i Arabi Sure-i Rumdan çok sırlar çıkarmış, biz nerden bilelim. Bildikleri sıradan insanları rahatsız edeceği için” bizim eserlerimizi  herkes okumasın, bize yaklaştığı oranda okusun”. Mübarek adam sana yaklaşsam ben de senin gibi olurum, daha seni okur muyum, öyle düşündüm.

Bediüzzaman ‘ın has talebesi, Zübeyir Abi birgün gece yarısı anahtar deliğinden odasına bakar, bakar ki cinlerle ders okuyor. Şimdi beni farketmiştir, der gider, tedirgindir. Ertesi gün Bediüzzaman Hazretleri “Zübeyir neden gece anahtar deliğinden içeri baktın, benim sırlarıma kafanı takma iyi olmaz”. Sonra  onu Isparta’dan bir kasabaya yaya gidip gelmesini ister, cezalandırır. Bir arkadaşı git arabaya bin git nerden bilecek der, oda bilir der. Yaya gider gelir.

Eserlerinden birçok yerde “makam kaldırmadığı için (bahsetmiyorum)“ diye söyler. Bir talebesini gece yanına alır gider. Başka bir dünyaya girmişlerdir, hepsi Melevi dervişleri gibi adamlardır, maveradan bir ülkedir, daha sonra o talebesi korkar ona katılmaz, “ Bediüzzaman gelseydin ya keçeli bak seni alemlere götürecektim”. Ben korkarım efendim demiş.

Bir çok meselede bahislerin, temaların sırlarını anlatmıştır. Kader konusu bunlardan biridir, Sad-i Taftezanı ”Mukaddeme i isna aşer“ kitabında ancak ulemaya hitab eden bir izahlar zinciri yapmış, bunu kendi söylüyor, Kırkıncı Hoca’dan  birisi rica etmiş bu bahsi bizim anlayacağımız şekilde izah et, biz de Erzurum da bir gurupla birlikte çalıştık. Telif edildi ben de bir Kurban Bayramında eseri daktilo ettim Kader Bahsi diye çıktı çok insan istifade etti. Birinci kaşif-i esrar Bediüzzaman, ikincisi Kırkıncı Hoca, Allah onlar hürmetine bize merhamet etsin.

Haşir bahsi, öldükten sonra dirilme  bir çok büyük kişi tarafından hatta islam uleması tarafından anlaşılmamış. Bunu Bediüzzaman anlatır. Eserinin yerini felsefe, ulema ve arasındaki yerini tesbit eder. Bu müthiş bir keşiftir. Aşağıdaki bilgileri nakleder, “Ey şu sözü insaf ile mütalaa eden kardeş. Deme  niçin bu Onuncu Söz‘ü  tamamıyla anlayamıyorum? Ve tamam anlamadığın için  sıkılma. Çünkü  İBNİ SİNA gibi  bir dahiyi hikmet (felsefenin büyük bir zekası, ) “Elhaşrü leyse ala makayis-i akliye“ demiş “iman ederiz fakat akıl bu yolda gidemez” diye hükmetmiş.

Hem bütün ulema-i islam  “Haşir bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir (yani nakledildiği için inanılır) akıl ile ona gidilmez.  Diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve  manen pek yüksek bir yol, birdenbire bir cadde-i umumiye –i akliye (aklın umumi caddesi , yani herkesin anlayacağı bir tarzda)  hükmüne geçemez.  Kur’an-ı Hakim’in feyziyle ve Halık-ı Rahim’in rahmetiyle  şu taklidi kırılmış ve teslimi bozuluş asırda  o derin ve yüksek yolu  şu derece ihsan ettiğinden  bin şükür etmeliyiz. Çünkü imanımızın kurtulmasına  kafi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup  tekrar mütalaa ile izdiyadına çalışmalıyız.

Haşre akıl ile gidilememesinin bir sırrı şudur ki  Haşr-i Azam  ismi Azam’ın  tecellisiyle olduğundan  Cenab-ı Hakk’ın ismi Azamının  ve her ismin azami mertebesindeki  tecellisiyle  zahir olan  efal-i azimeyi görmek ve göstermekle Haşr-i Azam  bahar gibi kolay isbat ve kati izan ve tahkiki iman elde edilir. Şu Onuncu Söz’de  feyz-i Kur’an ile  öyle görülüyor  ve gösteriliyor. Yaksa akıl  dar ve küçük düsturlarıyla  kendi başına kalsa aciz kalır, taklide mecbur  olur… ( Sözler S 90)

Haşir Risalesi istanbul’da matbaada basılır, ünlü ateist Abdullah Cevdet haşrin inkarına dair bir eser yazmak ister, Babıali’de  eseri görür alır ve okur, “Adam görür gibi isbat etmiş” der, vazgeçer. İşte Bediüzzaman asrın en iyi ifade edeni manasına geliyor, felsefeni ve ulemanın aklının gidemediği bir yolda eser veriyor. Onun aklı neredeyse bütün filozofların tırmanamadığı bir büyük bir yüksekliktir. İşte bu anlatılan Haşrin sırrıdır, kimse o sırrı anlayamamış.

Bir sır da Sırr-ı Vahdet’tir, bir papatyanın beş veya altı yaprağa bir göbek etrafında tam bir tenasüb ve uyuma yerlerini alırlar, sarkmazlar, o biçare yapraklar nasıl yerli yerinde duruyor  bu vahdet sırrıdır. Bütün çiçeklerdeki simetri sırrı vahdettir. Bütün büyük gezegenler kainat kurulduğundan beri güneşin etrafında bu sırla dizilmişlerdir. İnsan aklının alamadığı bir sırdır. Yoksa o gezegenler o kadar yüksek irtifada yerlerini nasıl aldılar, insan bedenindeki muhtelif aza, vücudundaki iki yüz sekiz kemik nasıl yerli yerinde. Kainattaki sayısız varlık nasıl insanlara ve düzene uygun yerlerini alırlar, bunlar gaybi bir vahdet elinin sayesinde olurlar. Ziya paşa’nın dediği gibi “

İdraki maali  bu küçük akla gerekmez

Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez,

Daha birçok sırları Bediüzzaman eserlerinde çözümlemiştir. Felsefenin  büyük dehaları, ulemanın büyük zekaları hepsi bu konuda mantıklı bir çözüm getirememişlerdir.

Ondan iki cümle alalım

“Kainatı nağamatıyla raksa getiren  hakaikın esrarını  ihtizaza veren  musika-isilahiye mütemadiyen güm güm eder.” Bu cümle nasıl anlaşılır, bütün hareketler bir büyük piyano gibi, kainat çapında musiki parçası çalarlar, zannedersem pisagor da bu musikaya dikkat çeker.

Bediüzzaman İşarüt ül icaz isimli eserini  cephede yazar, ruh halini anlatır.

Kur’an’ın esrarına ehemmiyet vermekle  o harb içinde  ruhunun muhafazasını dinlemeyerek Kuran’ın bir harfinin  nüktesini beyan etmiş” Yani Harpte kendini o kadar Kur’an’ın esrarına vermiş ki ölüm aklından bile geçmemiş onu koruyan Kuran’ın sırrıdır.

Prof. Dr. Himmet Uç

Koşmak ve imdad ve Bediüzzaman’ın gözlem muhiti

Onuncu Pencere

Şu kainattaki mevcudatın birbirine teavünü, tecavübü, tesanüdü, gösterir ki, umum mahlukat  bir tek mürebbinin terbiyesindedirler. Birtek Müdebbir’in idaresindedirler. Birtek  mutasarrıfın taht-ı tasarrufatındadırlar, bir tek seyyidin hizmetkarlarıdırlar. Çünkü zemindeki  zihayatlara  levazımat-ı hayatiyeyi  emri Rabbani ile pişiren  güneşten ve  takvimcilik eden kamerden tut ta  ziya, hava, ma, gıdanın  zihayatların imdadına koşmalarına  ve nebatatın dahi hayvanatın  imdadına koşmalarına  ve hayvanat dahi  insanların imdadına koşmalarına  ve hatta gıda zerratının  hüceyratı bedeniyenin imdadına koşmalarına  kadar cari olan  bir düstur-ı teavün ile ve camid ve şuursuz olan  o mevcudat-ı müteavine, bir kanun-ı kerem, bir namus-ı şefkat, bir düstur-ı rahmet altında  gayet hakimane, kerimane  birbirine  yardım etmek, birbirinin sada yı hacetine  cevap vermek, birbirini takviye etmek  elbette bilbedahe  birtek, yekta, Vahid-i Ehad, Ferd-i Samed, Kadir-i Mutlak, Alim-i Mutlak , Rahim-i Mutlak, Kerim-i Mutlak bir Zat-ı Vacib ül Vücud’un  hizmetkarları  ve memurları  ve masnuları olduklarını  gösterir.

İşte ey biçare müflis-i  felsefi, bu muazzam pencereye  ne diyorsun?  Senin  tesadüfün buna karışabilir mi ?

Birinci Söz’den

Şu hadsiz kainatı şenlendiren, bilmüşahade Rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı  ışıklandıran, bilbedahe  yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan  mahlukatı  terbiye eden  bilbedahe  Rahmettir. Ve bir ağacın  bütün heyetiyle  meyvesine müteveccih olduğu gibi  bütün kainatı insana müteveccih eden  ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan bilbedahe  Rahmettir. Ve bu hadsiz fezayı  boş ve hali alemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren bilmüşahade Rahmettir. Ve bu fani insanı ebede namzet eden ve ezeli ve ebedi bir Zat’a muhatap ve dost yapan bilbedahe Rahmettir.

Ey insan Madem Rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar  ve sevimli ve medetkar  bir hakikat-ı mahbubedir. Bismillahirrahmanirrahim de  o hakikate yapış  ve vahşet-i mutlakadan  ve hadsiz ihtiyacatın  elemlerinden kurtul ve O Sultan-ı Ezel ve  Ebedin  tahtına yanaş  ve  o Rahmetin  şefkatiyle, şefaatiyle ve şuaatıyla  o Sultana muhatab ve halil ve dost ol.

Evet kainatın envaını  hikmet dairesinde insanın etrafında  toplayıp  bütün hacatına  kemal-i intizam  ve inayet ile koşturmak  bilbedahe iki haletten birisidir. Ya kainatın her bir nevi  kendi kendine insanı tanıyor. Ona itaat ediyor, muavenetine koşuyor.  Bu ise yüz  derece akıldan uzak olduğu gibi  çok muhalatı intac ediyor. İnsan gibi bir aciz-i mutlakta  en kuvvetli bir sultan-ı mutlakın kudreti bulunmak lazım geliyor. Veyahut bu kainatın perdesi arkasında  Bir Kadir- i Mutlak’ın  ilmi ile bu mavenet oluyor. Demek kainatın envaı insanı tanıyor değil, belki insanı bilen  ve tanıyan merhamet eden  bir Zat’ın tanımasının ve bilmesinin delilleridirler.

Ey insan aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki  bütün enva-ı mahlukatı  sana müteveccihen  muavenet ellerini uzattıran  ve senin hacetlerine  Lebbeyk dedirten  Zat-ı Zülcelal  seni  bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de  O’nu bil  hürmetle bildiğini bildir ve katiyyen anla ki  senin gibi zaif-i mutlak  aciz-i mutlak, fakir-i mutlak  fani, küçük bir mahluka koca kainatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette, hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti  tazammun eden  hakikat-ı Rahmettir. Elbette böyle bir Rahmet  senden, külli ve halis  ve bir şükür  ve ciddi ve safi bir hürmet ister. İşte o halis şükrün  ve safi hürmetin  tercümanı  ve ünvanı olan  Bismillahirrahmanirrahim i de  O Rahmet’in vüsuluna vesile  ve Rahmanın dergahına  şefaatçi yap.

Önümüzde iki metin var, dünyanın en büyük ateistlerini getir bu metni onlara fiillerine ve kurgulanan gözlem muhitini dikkat ettirerek oku, başında mercimek kadar insafı olan Allah’a inanır ve kul olmaya karar verir.

Bu kadar görülmemiş bir gözlem dünyası ve onu anlatmak için seçilen hareketli fiiller  bu nasıl büyük bir toplu bakış, tek tek değil bütün kainata birden bakmak ihataya bak, sanki kainatın tepesine çıkmış everest tepesi gibi ordan bakıyor.

En çok kullanılan kelime k  o ş m a k hani günlük hayatımızın fiziki bir anlatımıdır. Bu kelime hiçbir yerde yazarın Bediüzzaman’ın anlattığı boyutta  görülmemiştir, lügatlerde her kelimeye edebi şahıslardan örnek cümleler verilir, lügatteki koşmak kelimesine bu anlamı nasıl yükleyebiliriz ki. Türkçemizdeki hiçbir felsefi ve dini derinliği olmayan bu kelimeye nasıl ihata edilmez bir anlam vermiş. Ahmet Vefik Paşa gel de şu adamın şu kelimeye baktığı, muhteva zenginliğine  dikkat et. Sen Türkçülerin babasının ve devrik kütüphanesinin büyük adamısın, gel bir bak Allah aşkına .

Resimlerine bak dağdan yuvarlanmış bir canlı gibi hurdahaş olmuş o insanda bu tefekkür, yalılarda her türlü nimet içinde mutlu insanlar gelin bakın o gariban neler düşünmüş.

Beş yerde koşmak kelimesini kullanmış,  izahların beyninde ve odağında bir kelime. Hegelin, spinozanın kaotik dediği alem nasıl birbirine koşan yardım eden bir mantıkla hareket ediyor. Gidi filozoflar. Ya Niçe’ye dersin, oku gidersin hiçe. Bir yerde lise öğrencileriyle konuşuyorduk, Niçe yi okumuş gitmiş hiçe sonra ona Ayet ül Kübra’yı oku dedim, bir süre sonra gördüm, abi beni kuyudan çıkardın dedi.

Üç yerde imdad keliesini kullanmış, birlikte imdadına koşturmak diyor, Allah’ım bu kelime gurubunu  nasıl kullanmış koşmak sadece o değil imdad eder gibi koşmak. Bravo sana, helal olsun, bütün övgüler sana. Bizi affet efendim, seni anlayamadık. Menfatinden başka bir iddiası olmayan adamlarla hakikate yürümek  gel de yürü vatandaş.

Teavün, tesanüd, tecavüb koşma nedenleri, Allah’ım aklıma mukayyed ol. İmdad ve koşmanın nedenleri bu üç kelime. Bu ne muhteşem grandioza, Kanuni Sultan Süleymana batılılar Grandiozing Men diyor, Ya  Bediüzzaman’a ne demeli. Muhteşem Süleyman Muhteşem Bediüzzaman. Ya Sen sen de little men  himmet baba. Bir Avrupalı Dinle Küçük Adam diye bir eser yazmış, dünya küçük adam dolu. Küçük kelimesi de Bediüzzaman da çok derin anlamlar ifade ediyor o da kazandığı yeni anlamla mutlu.

Prof. Dr. Himmet Uç

Din anlatımı ve Bediüzzaman’ın getirdiği yenilikler

Bizde geleneksel islam düşüncesi Kur’an ve Hadislere dayanarak ilahi emirler ve yasakları anlatır, bu yüzyıllardır böyle devam edip gelmektedir. Bazı mutasavvıflar, küçük hikayelerle, teknik olarak gelişmemiş anlık kurgularla dini hakikatlere kapılar açmışlardır. Hazreti Mevlana da yine hikayelerle anlatımda büyük bir dehadır. Bunların hikayelerle anlatılmasının nedeni nedir yine kaynak olarak Kur’an’dır. Allah da kitabı Celil’inde peygamberlerini anlatırken onların hayatlarındaki odak olayları, en ders verici ve kalıcı kısımları anlatmıştır ve göstermiştir.

Hz Nuh’un oğlu babasının arkasından bağırır “Baba beni de al“ Hz. Nuh onu almak isterse de Allah ona kitab-ı mübindeki şekliyle Ya Nuh Leyse min ehlik, o senin ehlinden değildir, diye buyurmuştur, bu aileden birinin büyük adam veya veli olmasıyla bütün aileyi kurtaracak diye bir şey yok, peygamberin oğluna faydası yok. Hz Peygamber kızı Fatıma’ya “Kızım bak ben babanım diye bana güvenme, kendini kurtarmaya bak” demiş.

Peygamberi vasıtasıyla özellikle olayların ağırlıklı yönlerini Allah dramatize ederek, bir nevi Bediüzzaman’ın deyimi ile “Kur’an sineması“ ile insanlara gösterir. Kur’an ve Roman diye bir kitap yazdım, basıma hazır bakalım ne zaman ortaya çıkacak.

Bediüzzaman ne düşündü, nerden düşündü, özellikle islamın önemli rükün emir ve ibadetlerini küçük sözlerde hikayelerle anlattı. O yolu neden tercih ettiğini kendisinden dinlemek isterdim. Batı romanı isteseydi toplumu daha makul roman vakaları ile islah edebilirdi, ama roman Bediüzzaman’ın deyimi ile “bir kitabı meyyittir” Belki de insanları diriltmek için hikaye ve büyük hikaye roman kılıklı eserler verdi.

Sözler’deki ilk dokuz hikayenin başında ihtiyar ettiği tekniği anlatır. “Sen bir asker olduğun için askerlik temsilatıyla sekiz hikayecikler ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle” Bunlar askerlik temsilatı neden insanı askere benzetir, çünkü insanın hayatı da asker gibi düzenli ve rabıtalıdır, kalkması yatması, namaza çağrılması kul demek asker demektir. Bediüzzaman’ın asker örneği üzerinde durulacak bir terimdir. Kumandanın çağırması ile asıl Kumandan olan Allah’ın camiye namaza çağırması arasında fark yok, biri namus ve haysiyeti diğeri de dini kurtarır. Zaten osmanlı da kumandanlar aynı zamanda imam ve müderris nitelikli adamlardı, savaş da yönetir, namaz da yönetir.

Birinci sözde bir temsili hikaye anlatır, temsili demek yeni tabirle kurmaca demek yani yazar bir hikaye kurguluyor ve ona bina ediyor hakikatı, temsil de bizde uzun zaman tiyatro anlamında kullanılmış, hem hikayedir, hem de temsildir, yani tiyatrodur.

“Bedevi Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin. Ta ki şakilerin şerrinden kurtulup hacatını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır.” Romanlarda iki kişilik vardır, iyi adam ve kötü adam bedmen, Bediüzzaman da iki adam kurgulamıştır.” Onlardan biri mütevazi idi, diğeri mağrur. Mütevazi bir reisin ismini aldı…mağrur almadı.. “ Fikir iyi kötü adam arasında netleşir, bütün kurmaca metinler de bu böyledir.

Mekan olarak hikayeci dünyayı gösterir “Şu dünya ise bir çöldür” neden dünyayı çöle benzetmiş, bilmem, çölde ne yapacak “Şu sahranın Malik-i ebedi ve Hakim-i Ezelisinin ismini al .. Tü bütün kainatın dilenciliğinden ve her hadisatın karşısında titremeden kurtulasın.” İki adam gibi bütün canlılar, mahlukat da roman kişileri gibidirler. Onlar da Bismillah ile işe başlarlar. Bütün canlılar hayatımızın devamı için düzenli bir şekilde birbiriyle müttehidane ve dostça çalışırlar. Bunları öğrencilerin önüne koymak gerekmez mi, liselerde din dersi kitapları ne kadar yavan ve cansız ve etkilemekten uzak.

Bediüzzaman Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem“ diyor. Bu hakikatler bu nesillerin dimağında olmasa hepimiz cennete gidelim hak mıdır, hakikat midir. (Sonra ikinci söz)

Prof. Dr. Himmet Uç

Kırkıncı Hoca’dan hatıralar

Kırkıncı Hoca, Bediüzzaman’ın ehassül havas talebelerindendi. Erzurum üniversite açılınca öğrencilerin çoğu kimliksiz, kısmen dinsiz kimselermiş. Birkaç vakada bunlar müşahade edilmiş. Kırkıncı Hoca Bediüzzaman’a bir mektup yazıp üniversitenin manevi felcini anlatmış, Bediüzzaman ötelerden bir ses  olarak ona cevap yazmış” ümitsiz olmayın o üniversite benim üniversitem olacaktır.” Ben  öğrenci iken üniversite camisinin açılışı için davet nitelikli ilanlar dağıtmıştım şehirde. Bizde üniversite Müslüman Türk kimliğine hala gelmemiştir. Öğrenci dindar ve gelenekçi bir şehirden üniversiteye gelir, bir süre sonra giyim kuşam  konuşma, davranışlar dejenere olur, zaten iğreti kimliği kaybolur gider.

Isparta’da iken bir kızın anası gelmiş kızını ziyarete, o gelince kızı gayet muhafazakar giyinmiş, caddede ana kızı gördüm, kıza nihayet tanıyıp sordum, bu ne hal keyfiyet, dedi annem gelmiş onu gezdiriyorum.  Daha sustuk, o gittikten sonra kabuğu soyulmuş meyve gibi yine ortada.

Şarka bakmak garbı bilmez görgüden yok yavesi

Bir utanmaz bir kızarmaz yüz bütün sermayesi

Kırkıncı Hoca her türlü ilme meraklı bir insandı. Özellikle tarihe, tarihi şahsiyetlerin hakkında kısa anektodlar bilirdi, zaman zaman söylerdi. Felsefe de okumuştu,  üstelik onları Bediüzzaman’ın fikirleri ile eleştirirdi. Bir filozof insan nereden geldiğini nereye gittiğini bilmeden de rahat yaşayabilir demiş, Hocam da “baksana bir otobüse binen nereden bindiğini, nerede ineceğini ve niçin bindiğini bilmeden rahat yaşayabilir mi?” Yaşayamaz elbette. Veysel’in hana benzettiği bu dünya “iki kapılı bir handa gidiyorum gündüz gece “Veysel en harika modern şairlerden daha güzel imajları olan bir insandı.

Yüzün cırdım tırnağınan elinen

Başın yardım kazmayınan belinen

Gine beni karşıladın gonca gülünen

Benim sadık yarim kara topraktır

Ne kadar harika bir apokaliptik imaj zinciri.

Yıllarca Kümbed’de beraber yaşadık, ezandan önce kalkar, abdest için gider, tam ezan okunurken kapıyı açar içeri girerdi, ezan biter bitmez namaza başlardı, arkadaşlar da onunla birlikte, özellikle dua ederken ellerini semaya kaldırır, gökyüzünden maveraya istekte bulunurdu. Hiç olağan üstü şatahat tavırlı bir insan değildi. Sıradan gibi görünür, ama konuşunca ölüleri dirilten bir ses tonuyla çaprıcı benzetmeler, ani dönüşler ile konuşurdu. Onun bir sözü ve örneğiyle nice insanlar  ilahi vadiye dönmüşlerdir.

İstanbul hayranıydı, İstanbul’a gittiğinde meşahiri ziyaret eder, özellikle Yavuz Sultan Selimi, onunla ilgili bir de kitap yazmıştı. Fatih’in türbesine gider, sonra Eyyüb el Ensari’ye uğrar onlarla bütünleşirdi. Onun talebeliğinin ilme tarihe sanata, felsefeye açılan kapıları vardı, dar bir vadide dolaşıp sevdiğinin hatırına başka şeyleri istisgar etmezdi, o eserlerin dünyasından dünyaya açılan bir mantıktaydı. Özellikle Osmanlı hayranıydı, kendisi ile Hoca Saadettin Efendi’nin Tav üt Tevarihini okumuştuk. Sadettin Efendi, Yavuz Sultan Selim’in musahibi Hasan Can’ın oğluydu.  Yavuz sırtındaki bir çıbanı sıktırmak istemiş hizmetçisi “efendim yapmayın kötü sonuçlar verebilir” gerçekten Şirpençeden yani o çıbandan kısa bir süre sonra  ölmüş. Ölmek üzere Hasan Can Yasin-i Şerif okumaya başlamış, ve Sultan’a “Efendim Allah ile olmak zamanıdır “ demiş, “ Ey Hasan Can ben şimdiye kadar kiminle idim“ demiş.

Her gece teheccüd namazı kılar, Resul i kibriyaya salavat okurmuş,  bir gün unutmuş,  o gün bir adam gelmiş illa padişahla görüşeceğim demiş. Zorla huzuruna çıkarmışlar, adamın çok borcu varmış,  Padişahın huzuruna varmış, ona bir rüya anlatmış. Rüyada Hazret i Nebi “Yavuz’uma git o senin ihtiyacını karşılar“ demiş. Padişah ne dedi ne dedi , demiş o da “Yavuz’uma“ demiş padişah paniğe kapılmış, tekrar et demiş her tekrar da bir kese altın vermiş, Hasan Can bakmış ki iş kötüye gidiyor, Padişahım hazineyi boşaltacaksın“ o zaman padişah durmuş.

Mısır’ın fethine giderken Yavuz Sultan Hazretleri atından inmiş , “Efendim neden indiniz“ demişler, o da “önümde Cenab-ı Peygamber bana yol gösteriyor, nasıl atın üstünde giderim” demiş, vüzera ve etba da inmişler aşağı.

Bir gün Hocam’a bir adam gelmiş, “ama hocam bir erkek bir kadınla iktifa etmemeli“ demiş, Hoca Efendi “aman sus anan duymasın” adem birden yumurta gibi kırılmış sus pus, giderken  hocam anlatırken gelirken kavak gibi dik ve mağrur, giderken, başı aşağıda anlamında gelirken bele giderken bele.

Doktoram bittiğinde beni Erzurum’a almadılar, üzüldüm bizimkiler isteseydi olurdu. Ama ben Diyarbakır’a gittim, çok zor  çektim, neredeyse pkk nın zulmünden kimsesizlikten ayda bir kurban kestim yıllarca.  Zamanla alıştık herkeste bize alıştı, sevdiler bizi, yaptıklarımız dillere düştü, Hocam’a  gitmiştik iki arkadaşla, Hocam onlara “Bu keçeli bir zamanlar saçlarımı ağarttı, şimdi de yüzümü ağartıyor “ demişti. Özellikle hizmetin tavanı seydalar beni ona anlatmışlar, Hocam’ın göğsü kabarmış.

Her namazdan sonra ders okutur ve dinlerdi, pek konuşmaz, eğer grupta yeniler varsa anlatmak için örnekler verir tam bir şenliğe çevirirdi, ortalığı, mizah ile anlatımı birleştiren bir edası vardı, örneklemeler de mizahı çok başarılı idi, özellikle ani mantık yorumları çarpıcıydı, Necip Fazıl onu dinlemiş ve “ Mantık küpü demişti”

Prof. Dr. Himmet Uç