Etiket arşivi: Prof. Dr. Himmet Uç

Kaos ve güzel

Kaos kelimesi lügatte evrenin düzene girmeden önceki hali olarak ifade ediliyor, bir kere bu tarif yanlış, yani evrenin üyeleri ve cüzleri bir inşaatın başlamadan önceki  etrafa yığılan daha sonra kullanılması gereken levazımın durumu gibi mi, evren önce tedarik sonra yapım gibi bir devre geçirmedi.

Bir bölüğün istirahata çekildikten sonra bir boru sesiyle herkesin yerine gelmesi gibi mi bu kaostan düzenli kainatın meydana gelmesi ve herşeyin yerli yerinde olması. Ama nasıl bir şey acaba sayısız layüadd ve layühsa olan varlık çeşitlerinin bir anda herkesin her şeyin yerine gelmesi en münasib yerde durması en yerinde işini yapması.

Şuanda herşey yerli yerinde, yerli yerinde olmak çok ciddi bir mimari sanat ve matematik ve geometri işi, her şeyin yerli yerinde olması gelmesi veya konulması, insan bedeninde herşeyin yerli yerinde olması vücut düzeninin gerektiği yerde olması, aynı şekilde evrende herşeyin yerli yerinde olması nasıl oldu. Yaratılış nöbetleşe mi yoksa hepsi  bir den mi, yaratılışta bir birliktelik var, güneş, bulut, su bitki, insan, hayvan hepsi birden olmalı mı yoksa biririni takib ederek mi ? garip ve acib bir mesele.

Bediüzzaman bu kaos denen yaratılış fotoğrafını yorumlarında güzele ve yerli yerindeliğe göre izah ediyor.

Birçok filozof şu evrenin şekli hazırını bir külli tasarıma ve akla dayandıramadığı için ona kaos demiş  kaotik demiş, veya müşevveşiyet.

Zeminin yüzünü yaz zamanında temâşâ edip görüyoruz ki, icâd-ı eşyada müşevveşiyeti iktizâ eden ve intizamsızlığa sebep olan nihayetsiz sehâvet ve bir cûd-u mutlak, gayet derecede bir insicam ve intizam içinde görünüyor. İşte zemin yüzünü tezyin eden bütün nebâtâtı gör.

Bediüzzaman karışıklığı, iç içeliği görmüş, karışıklık intizamsızlık demek, karışıklığı gideren  bolluk, mutlak cömertlik karışıklığı engelliyor, asıl karışıklığı gideren bu  karışık şeyler arasında intizam  parelellikleri kuran insicam ve intizam, zahiri karışıklık nasıl bunlarla cömertlikle, bollukla, herkesi razı etmiş tatmin etmiş, sonra bu kalabalık bir düzenle yaşamakta işte müşevveşiyet ve topyekün güzellik bunu gör diyor, karışıklık değil tezyinat ve süs ve güzellik bunları gör diyor. Çok büyük bir kuşatıcı tefekkür gözü ile bakılmış.

Hem, mîzansızlığı ve kabalığı iktizâ eden icâd-ı eşyadaki sürat-i mutlaka dahi kemâl-i mevzuniyet içinde görünüyor. İşte, zemin yüzünü süslendiren bütün meyvelere bak.

Hem, ehemmiyetsizliği, belki çirkinliği iktizâ eden kesret-i mutlaka dahi kemâl-i hüsn-ü san’at içinde görünüyor. İşte yeryüzünü yaldızlayan bütün çiçeklere bak.

Mutlak çokluk çiçekler hakikaten mutlak çokluk, ama tam bir sanat güzelliğinde her çiçeğin harika matematik ve geometrisi uyumu estetiği var, güzelliği bunlardan esirgemiyor, derin düşünce bu demek.

Eşyanın icadında mutlak sürat var, bir fabrikadan aynı anda sayısız mamulat ortaya çıkıyor kargaşa yok yığılma yok, tam bir ard ardalık var, mevzuniyet kargaşa yok, şiir mısraları gibi vezinli. Meyveleri buna  örnek veriyor. Yukardaki cümleler meyveleri görmekle düşünülmüş, yeyip telezzüz ettiğimiz meyveler, en harika konserve kutuları.

Hem, san’atsızlığı, basitliği iktizâ eden icâd-ı eşyadaki suhûlet-i mutlaka dahi nihayetsiz derecede san’atkârlık ve maharet ve ihtimamkârlık içinde görünüyor. İşte yeryüzündeki ağaç ve nebâtât cihazâtının sandukçaları ve programları ve tarihçe-i hayatlarının kutucukları hükmünde olan bütün tohumlara, çekirdeklere dikkatle bak.

Mutlak kolaylık,  mutlak kolayık basitliği sanatsızlığı doğurur, ekmek yapmak gibi hamuru fırına at, ama  her  tohumlar ve çekirdekler mutlak bollukta ama içinden çıkanlar, harika güzellikler onlara bak diyor. Bize okumayı değil bakmayı örgütlüyor, dünyanın en büyük sanat öğretmeni. Bu yaz batıdan en az elli sanat felsefecisi okudum böylesi yok.

Hem, ihtilâf ve ayrılığı iktizâ eden uzaklık ve bu’d-u mutlak dahi bir ittifak-ı mutlak içinde görünüyor. İşte bütün aktâr-ı zeminde zer’ edilen her nevi hububâta bak.

Dünyanın her tarafına ekilen hububat faydalı gıdalar, sofralarımızın sürekli rahmet temsilcileri, uzaklık var ama her yerde aynı kanuna göre bitiyor ve ihtiyaçlarımıza koşuyor, uzaklık, mutlak uzaklık birlik ittihat içinde, bunlara bak, ne kadar ayrıntıyı gören bir göz.

Hem, karışmayı ve bulaşmayı iktizâ eden kemâl-i ihtilât, bilakis kemâl-i imtiyaz ve tefrik içinde görünüyor. İşte bütün yeraltına karışık atılan ve madde itibâriyle birbirine benzeyen tohumların sümbül vaktinde kemâl-i imtiyazları; ve ağaçlara giren muhtelif maddelerin yaprak, çiçek ve meyvelere, kemâl-i imtiyaz ile tefrikleri; ve mideye giren karışık gıdâların muhtelif âzâ ve hüceyrâta göre kemâl-i imtiyazla ayrılmalarına bak, kemâl-i hikmet içinde kemâl-i kudreti gör.

Tam bir karışıklık var ama karışıklık içinde herşey şahsiyetiyle görünüyor, imtiyazlı, kimse kimsenin istiklaline müdahil  değil, iç içe ama ayrı ayrı müstakil. Tohumlardan yerden tam bir farkılık ile imtiyaz ile ortaya çıkmaları, o nerelere bakıyor biz nereye. Ağacın tepesinden ve köklerinden gelen mineraller ve havadaki faydalı gazlar nasıl ağaca dağıtılıp ortaya harika çiçekler çıkması, onları alttan üsten sağdıkları ile yapması, mideye giden  karışık gıdaların azalara ve hücrelere  yapılarına göre dağılması. Nasıl gruft bir bakış, bunlar kudretin eksiksizliği ve  tamlığını gösteriyor.

Hem, ehemmiyetsizliği, kıymetsizliği iktizâ eden gayet derecede mebzûliyet ve nihayet derecede ucuzluk dahi, yeryüzünde masnuâtça, san’atça nihayet derecede kıymettar ve pahalı bir keyfiyette görünüyor. İşte o hadsiz acâib-i san’at içinde, yeryüzünün Rahmânî sofrasında yalnız kudretin şekerlemeleri olan dutların nevilerine bak, kemâl-i rahmeti kemâl-i san’at içinde gör.

Bol ve ucuz ama sanatı yerinde, bir yerde onların ezilip kısa sürede gitmesine üzülüyor, bunları düşünmeyen insanların elinde kaldı herşey, herkes menfaatini düşünüyor metinleri kim düşünür. Sanatın  rastlanmadık görüntüleri, bunları dutlara bakarak düşünmüş. Biz tadına bakarken o tasarımına hilkatine bakmış. Böyle yaşamadan akşam ne yesek gündüz ne giysek ile gitti ömür. Bizi birazcık da olsa unun gibi yaşat Allah’ım .

Altı cümle ya gör ile bitiyor ya da bak fiiliyle. Tasavvuf düşüncesi göze değil zihne ve kalbe, göndermede bulunur ordan emir çıkarsa ona göre hareket eder. Kur’an bakmak görmek üzerine kurulmuş, ama asırlarca anlatım bak ve gör üzerine değil, bir din adamı bakmayı görmeyi çok zaman nazara vermez.

İnkar denen şüphe ve inkar, bakmak ve görmekden mahrumiyetten ileri geliyor. Bediüzzaman bakmak ve görmek üzerine kurmuş öğretisini, her sabah sınıfa giren öğretmen gibi Bediüzzaman bu kainat denilen mektebin mihayetsiz sınıfına bakmak görmek için girer ve bakar görür ve anlatır.

Prof. Dr. Himmet Uç

Dede Korkut‘tan Deli Dumrul Hikayesi

Dede Korkut deha derecesinde zeki bir insan, Azrail ve melekler itikadını anlatmak için mizahi bir hikaye kurgulamış, henüz islamı yeni kabullenmiş ve derinleşmemiş  bir topluma ancak böyle bir komedi türü anlatım ile bu melekler hakikatı anlatılır.

Duha Koca Oğlu Deli Dumrul’dur adı. Bir çayın üzerine köprü kurar geçenden otuz üç akçe, geçmeyenden döve döve kırk akçe alır. Hemde topluma meydan okur, “Benden deli, benden güçlü er varmıdır ki çıksın benimle savaşsın, benim erliğim, bahadırlığım, kahramanlığım yiğitliğim Rum’a, Şam’a gitsin, ün alsın” der.

Bir gün köprüsünün yanında bir oba ağlaşırlar, bir yiğit hasta düşmüştür, bir süre sonra ölür. Deli Dumrul sorar, kimin o adamı öldürdüğünü , onlar da “al kanatlı Azrail” derler. Azrail’in hakikatını hareket tarzını bilmeyen Deli Dumrul Allah’tan yardım diler,” Azrail’i bana göster, onunla savaşayım neden  bu güzel yiğidin canını almış?”

Hak Taala‘ya Deli Dumrul’un sözleri hoş gelmez. Azrail’e emreder” git ona görün benzini sarart, canını hırıldat”der. Deli Dumrul arkadaşlarıyla otururken Azrail gelir ona görünür, birden Deli Dumrul’un gözü görmez, eli tutmaz olur. Deli Dumrul beklenmedik bir olayla Azrail’i çağırır.

Deli Dumrul, Azrail’in farklı birisi olduğunu ona sorar.

Bre ne heybetli ihtiyarsın

Kapıcılar seni görmedi

Çavuşlar seni duymadı

Benim görür gözlerim görmez oldu

Tutar benim ellerim tutmaz oldu 

 

Azrail konuşur gücünü heybetini anlatır.

Özü güzel kızların gelinlerin canını çok almışım

Ak sakallı kara sakallı yiğitlerin canını çok almışım

Azrail kızar canını almaya geldiğini söyler, Deli Dumrul da kızar, canını almak için saldırır. Fakat Azrail güvercin olur uçar, Deli Dumrul’un kılıcı elinde kalır. Güler. Onu korkuttuğundan övünür, kaçtığını görünce Doğan’ı ile peşine düşer. Azrail atın gözüne görünür, at yıkılır, Azrail Deli Dumrul’un göğsüne oturur.

Deli Dumrul, Azrail’in üstünlüğünü kabul eder,

Bre Azrail aman

Tanrı’nın birliğine yoktur güman

Ben seni böyle bilmezdim

..

Canımı alma Azrail Meded

Azrail , kendisine değil Allah’a yalvarmasını ister, kendisi emir kuludur. Deli Dumrul Azail’e “sen aradan çık ben Allah ile konuşayım” der , Allah’a yalvarır,

Yücelerden yücesin

Kimse bilmez nicesin

Güzel Tanrı

..

Benim canımı alacaksan Sen al

Azrail’i almağa bırakma, der.

Bu sözler Allah’ın hoşuna gider, Azrail’in Deli Dumrul, yerine can bulsun, der.

İhtiyar babasına gider, canını ister.

Dünya tatlı can aziz,

Canımı kıyamam belli bir

Benden aziz, benden sevgili anandır

Oğul anana var,

Anası da

Dünya tatlı can aziz

Canımı kıyamam belli bil, der.

Deli Dumrul  bu sefer hazretlisi esine varır.

Eşi,

Bir canda ne var ki sana kıyamamışlar

Arş şahit olsun sekizinci kat gök şahit olsun

Yer şahit olsun gök şahit olsun

Kadir Tanrı şahit olsun

Benim canım senin canına kurban olsun, der.

Deli Dumrul, insan oğlunun ejderhası diye tasvir eden onu Dede Korkut, eşinin canının alınmasına razı olmaz

Alırsan ikimizin canını beraber al

Bırakırsan ikimizin canını beraber bırak

Keremi çok Kadir Tanrı, dedi

Deli Dumrul’un sözü Allah’a hoş gelir, anasının babasının canını azrail alır, “ iki helalliye yüz kırk yıl ömürverdim” der.

Dede Korkut gelir kapanışı yapar hikmeti ve duayı yapar.

Yerli kara dağların yıkılmasın

Gölgeli koca ağacın kesilmesin

Taşkın akan güzel suyun kurumasın

Kadir Tanrı seni namerde muhtac etmesin

Ak alnında beş kelime dua kıldık, olsun kabul

Derlesin toplasın

Günahını adı güzel Muhammed’e bağışlasın hanım hey !…

Deli Dumrul bir fars örneğidir. Güldürme öğelerinden hareket ederek bir hakikatı veya bir eleştiriyi meydana getirmektir. Dede korkut çok büyük bir tasarım ve dramatik güçle harika bir kurgu ile yazılmıştır, o günün  şartlarında böyle bir eser meydana getirmek Dede Korkut’u büyük bir sanatçı kimliğine kavuşturur, Don Kişot da bu yoldadır, her ikisi de yiğitliğe halel vermeyen kimlikleri ile görünürler, saf, hatalarından dönen  şahıslardır. Ulvi hakikatleri mizahi kimlikle fiktif şekilde anlatmak zor bir alandır. Bu benzeri olmayan bir harika eserdir.

Prof. Dr. Himmet Uç

Hatice’nin ölümü

619 yılının adı hüzün yılı olacaktı. Ramazanın son onuncu gecesiydi. Kur’an’ın gökten parça parça inmeye başladığı o Kadir Gecesi, Hatice’nin son gecesiydi. Şib’in kahırlı günlerine kurban giden canlar peş peşe dizilmişti. Sevgili Hatice’sinin başında iken acı bir haber almıştı. Baba yarısı amcası Ebu Talib’in ölümünü zamanın ibresi 619 yılının şubat ayına döndü. Karanlık bir geceydi. Ebu Kubeys’in yalçın dorukları gözükmüyordu. Ay doğmadı o gece, Mekke’ye gözükmedi. Hüzün bulutları ardına girerek saklandı. Yıllar yılı haliyle hemhal olduğu kadın onunla konuşamayacak kadar tükenmişti. Peygamber ocağının ilk şehidi göçüyordu. Sevgili hep başındaydı. Ateşler içinde Hatice, alnında ecel terleri boncuk boncuk.

Yirmi beş yıl süren evlilik ötelere erteleniyordu. Aralarındaki on beş yıllık yaşa ve onca farklılığa rağmen evlilikleri su gibi tatlı akmıştı. Tarihler o ana kadar Mekke’de bu iki çiftin aile hayatına benzer bir aile hayatının daha olmadığı kaydetmişti. Herkesin özendiği, hatta kıskandığı evllilikte en ufak bir tartışma ve karmaşa yaşanmamıştı. Son anına kadar Hatice, efendisinin bütün hizmetlerini kendisi görmüş, onu kızdıracak gönlünü üzecek  en ufak şeyden uzak durmuş, hep gönül alıcı ve hoşluk içinde davranmıştı. Ona olan bağlılığı artarak gelmişti. Hoşuna gitmeyecek hiçbir şey yapmamış Peygamberin gönlüne hep sevgi buketleri sunmuştu. Herkes Onu iterken Hatice kucaklamış, yalanlarken Hatice doğrulamıştı. Sevgisi ve malıyla Resul’e kuvvet vermişti. Yüce Kur’an;

“Rabbin Seni yetim bulup da barındırmadı mı? Seni hidayete erdirmedi mi, seni fakir bulup zengin etmedi mi?” derken Hatice ile olan evliliğinde ona verilen desteği yadediyordu.

Büyük kadın böyle özenle bağlı bulunduğu en özel sevgiliden ayrılmak zorundaydı. Can kafesi ecelin çağrısıyla çırpınırken, davet büyük yerdendi. Cebrail’in selam gönderdiği kadın şimdi Azrail’e el veriyordu.

Işıklı iklimlerden alnına konan buseler hoş ve serinleticiydi. Gözlerinde uzak mesafelerden aldığı davetin ışıltısı parlıyordu. Bir gözü Muhammed’de, âlemin varlık nurundan ayrılma hüznü iki damla göz yaşı olup düştü yanaklarına. Dünya yüzündeki son akşamını yaşıyordu. Sonunda Hatice Rabbinden razı, Rabbi de kulundan razı kullar safında sonsuza yürüyordu.  Yüce Kelam;

“Ey huzur içinde olan nefis, sen ondan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. İyi kullarımın arasında cennetime gir” dememiş miydi. Bu gerçeği yaşayanlardan olduğu aşikardı.

Gözleri aralandıkça O nu arıyor. Dudakları kıpır kıpırdı, onu tazim ediyor, onu selamlıyordu.

“Ezel sabahından mahşer gününe kadar Muhammed’in gönül çekici varlığına selam olsun. Selam olsun feleklerin uğruna döndüğü sevgiliye, Selam olsun Muhammed Mustafa’ya” (Fecr 27-8)

Sevgili sürekli başındaydı. Şib’in taş döşekleri üstünde ateşler içinde yanan Haticesi’nin eli elindeydi, gönül gülüne kıyamıyordu.

“Benden dolayı ey Hatice, dedi. Benden dolayı sıkıntılı bir hayat yaşadın, sana kametine göre bir hayat yaşatamadım.” Güçlükle cevap verdi.

“Kureyş’in hiçbir kadını benim kadar mutlu olmadı. Son peygamberin eşi olmak benim için bahtiyarlıktı. Kalbim çok huzurlu.” Yaşamış olduğu onca çile gözünde görünmüyordu. Onun yüce gönlü sadece Resul’ün varlık nuruna kenetliydi. Gözünü yumup açıyor yine Sevgiliyi seyrediyordu. Soylu hatlarında akisleşen müjdelerle dünya ile ahiret konuklarını bir arada ağırlıyor gibiydi. Kendi zamanından çok önce yaşamış ebedi yoldaşlar yanı başındalar sanki. Meryem ile Asiye, kendi çağından çok sonra gelecek olanlar ise bir kitabın sahifeleri arasından, bast-ı zaman tayy-ı mekan sırrıyla o ana varıyorlar. Akıl, kalp ve ruh bütünlüğü içinde gerçekleşen bir yolculuğun huzurunu tadıyorlar. Yaptıkları bir mana yolculuğuyla yanında Hatice’nin. Gönül gözüyle oradalar. Nefesleri tutuk o anı seyre dalmışlar.

İffet’in Meryem’i masum tebessümüyle oradaydı. Yüzyıllara sığmayan  bir öykünün iffetli kahramanıyla kucaklaşıyor sanki. Peygamber annesi Meryem, Resul’ün unutulmaz eşinin başındaydı. Dünya zamanlarının en iffetli kadını, kulluk imtihanlarının yekta serüvenini başarıyla vermişti. Rabbin kader kaleminin kendisi için yazdığı ağır tecellide hayırda  ve şerde, kadere iman hükmünü göstermiş olduğu teslimiyetle onurlanmıştı. Meryem orucu tutmuş olmak, kul nezdinde insanın ne de güzel  cevabıydı, iffetin en yekta incisini tebessümle karşıladı. Hatice bir yanında Asiye bir yanında Meryem

Sabrın kalesi Asiye, ahiret kardeşleri Hatice’nin. Firavun gibi zalim bir eşin yanında sabır içinde ömür tüketen Asiye Hatun’a gülümsedi Ne kadar saf ne kadar da duru bir buluşmaydı. Firavun gibi bir eşten gizli tuttuğu imanını avucunda kor ateş kadar zor ve zahmetli korumuştu. Çaprazlama kesilen kol ve bacaklarının acısıyla emanet ettiği canını Cennet yamaçlarına taşıyan Rabbine şükran dolu. Peygamber hamisi Asiye yanı başında Hatice’nin. Dört cennet hanımından birisi olmayı hak etmiş sabır ve sadakatıyla Musa’yı şefkat kanatları altına almış kadın orada.

Gülpembe yanaklarına inciden gözyaşları dizen minik Fatıma. Cennet hanımlarının dördüncüsü olacak olan Fatıma herşeyden habersiz ağlarken, Hatice hepsini bir arada seyrediyor, geçmişin seçilmişleri ile geleceğin seçilmişleri bir çizgide buluşmuşlar. Hatice’nin ecel terleriyle incilenmiş yüzü tebessüm dolu.

Başında âlemin sevgilisi, sağında ve solunda ahiret hemşireleri, ayakucunda minik Fatıma, Hatice üç dünya hurisinin seyrinde yeryüzünün tek sevgilisini seyrettti. Hz. Muhammed, Hz. Meryem, Hz. Asiye, Hz. Fatıma. Hepsini bir arada seyretmek tüm zamanların en doyumsuz anıydı. Tevhid akidesinin kadın kahramanları Hz Muhammed’in nurdan ışığı altında toplanmışlardı. Daha sonra gelecek cağlara yöneldi Hatice. Kimbilir daha kimler o kutlu sevdanın çilelisi olacaktı?

Hatice’nin yaşayan güneşi Hz Muhammed hep yanında. Onu seyrediyor. Güneşin en derin ışıklarını bakışlarından derlediği efendisine ukbada doyacaktı, az sonra Hatice ilahi çağrının sedasına uyacak.

Ey kutlu mek yakına gel, gel ey güzel dost. Buyrulanı yap, beni sabredenlerden bulacaksın, diyecek, ancak süzün gücü tükenmiş Efendisiye göz göze geliyorlar.

Mekansız bir buluşmada ne sohbetler başlamış, diller dudaklar susmuş, gönüller konuşuyor, başbaşa geçmiş bir ömrün seyrini yapıyorlar. İki ezeli dost göz göze. Ecelin ebedi hükmü altında hüküm süren kaderi akışa boyun bükmüşler. Hıçkırıklarını yudumlarken Sevgili, Haticesi’ne sesleniverdi usulca.

Acını hafifletmek için sana ne desem ki Hatice?

Şefkat dolu yüreği gülünün üstüne kümelenmiş, onun gibi sadık bir eşi rahatlatmak istiyor. “Ancak unutma ki Allah her sıkıntı ve zorluğun arkasından mutlaka hayrı kesir murat etmiştir. Biliyor musun Hatice. Allah seni benimle İmran kızı Meryem’i, Musa’nın kız kardeşi Gülsüm ve annesi Asiye ile yaratacak”(Haysemi)

Hatice’nin solgun ama asil yüzünde asude bir tebessüm beliriyor. Son bir gayretle

Öyle mi ya Resulallah?

Evet ey Hatice, huzur içinde ve çocuklarla olur inşallah, diyebildi sadece, bu son sözleriydi.

..

Âlemin sevgilisi onu kendi elleriyle kabrine yerleştirdi. Hacun kabristanındaki mütevazi yeraltı ocağından çağlara gülümsüyordu, insanlık onu çok sevecek, hiç umutmayacaktı. Resulullah dünya kevseri Fatıma’sının gözyaşlarını silerken.

Sil gözyaşlarını yavrum diyordu, annen şu anda kamıştan bir köşkün içinde yaşıyor. Sütunları inci, yakut ve mercanlarla bezeli, kamıştan yapılmış bir sarayda

Selam Resulün gönül gülüne, kutlu verdasına, selam o en büyük anneye, selam o büyük şehide, selam o şefkat denizine, selam o sevgi cennetine olsun.

Allahümme salli alâ Muhammed

Sayın Romancı Nurdan Damla’nın Hatice isimli romanından alınmıştır. Romanı Hayat Yayınlarından çıkmış okumasını tavsiye etmek hakkın gereğidir. Bir büyük insanın biyografisidir, Henry Troyat gibi bir büyük biyograftır sayın yazar.

Prof. Dr. Himmet Uç

Müsbet Hareketin Tenevvüü

Hz Peygamber, Hz Ali’ye “ ben Kur’an’ın tenzili için harbettim sen de tevili için harbedeceksin” demiş. Tevil islamın telakkilerini, emirlerini, toplumsal ve ferdi ilişkilerini en münazaasız şekilde  yorumlamak demektir. Çünkü iki kişi arasındaki bir mesele hakkında yapılan tevil bir terazi dengesi gibidir, tevilde yorumda farklılık iki tarafı birbirine düşürür. Eğer tevil ve yorumu müsbet davranışı belirlemek çok özneli ve taraflı meselelerde olursa tevilde yapıcı ve müsbet olmak daha da zorlaşır. Osmanlı milel-i müteaddideyi, ümmeti islamiyeyi nizasız denebilecek kadar bir meharetle müsbet tutumları ile idare etmiştir. Halep’da Osmanlı halifesinin hilafet cübbesini Yavuz’a giydirmesi Osmanlı’nın arka planda Türk’ün idarede müsbet olanı uygulamadaki başarısıdır. Hilafet kaldırmak islam ümmetlerini anaları ölmüş civcivler gibi ortada bırakmış her  bir civciv Osmanlıdan sonra Avrupa canavarlarının boğazına gitmiştir. Bugün islam ülkelerinin çoğu bağımsız gibi görünse de hala Avrupa’nın nevalesi olmaktan kurtulamamıştır.

Bediüzzaman nerede nasıl yapıcı olunur konusunda eserlerinden anlaşılan büyük bir meharet göstermiştir. Çünkü müsbet hareket çok yönlü tutumlar toplamıdır. Müsbet hareket eserlerindeki iç dengedir, adeta hiçbir konuda genel müsbet hareket tarzını bozan bir yorum ve değerlendirme yoktur. Kendi de onu bozmamak için en itinalı bir tutum takınır. Müsbet hareket adeta binalardaki demir aksamın binanın içine yerleştirilip daha sonra kendini  farkettirmemesidir. Risale-i Nur her binası işte böyle tesis edilmiştir.

Müsbet hareketin zihinde hazırlanması için gerekli şeyler vardır. Bunlar özellikle bilginin  elde edilmesi ve süzülmesi , elenmesi. Hazırlanış yıllarında  bir çok eseri okumak ve onları dehasının deposuna doldurması ve elemesi ,zihinsel olarak yapıcı bir tutumundan dolayıdır.  Bir diğer özellik eleştirel bir zekanın var olmasıdır. Eleştirel olmayan zekalar sadece bilgiyi depolarlar , ama bilgiye sürümde  yenilik yapamazlar, söylenmişi söylerler, felsefede ve ilimde çok insan böyledir. Bediüzzaman fevkalade bir eleştiri  kabiliyeti ile çok meselede ihtilafları  çözümlemiştir. Müsbet hareketin bir lazımı da  gözlemlerin olmasıdır. Bediüzzaman’ın gözlemleri genel olarak iki çeşittir.

Biri tabiat gözlemleri diğeri ise toplumsal yani sosyolojik gözlemlerdir. Dini anlamaktaki zihinsel ve akli , hayali tıkanmaları özellikle gözlemleri ile müsbet ve yapıcı noktaya getirmiştir. İbni Sina’nın ve islam ülemasının haşir konusunda akıllarının tıkanması, İbni Sina’dan Marksa geçen , oradan batı felsefesine yayılan bu telakkinin Bediüzzaman sayesinde çözümlenmesi ve Abdullah Cevdet gibi bir sapığın okuyunca ahireti gözle görür gibi anlatmış deyip, aczini kabullenmesi Bediüzzaman’ın ne kadar büyükbir müsbet inşacı olduğunu gösterir.

Bediüzzaman’ın eserlerindeki muhatap  tabakaları büyük bir üniversitenin farklı sınıfları gibidir. Kaç bahis varsa o kadar sınıf var, Bediüzzaman o sınıflarda en ideal yapıcı tutumları sergiler.uhuvvet sınıfı, gıybet sınıfı, hırs sınıfı, ve başkaları . Arızaları iyitesbit etmiş ve onları  rehabilite etmekde büyük bir hassasiyet göstermiş ve yapıcı tutumu ortaya koymuştur.

Batı medeniyetin ilerlemesi karşısında gerileyen ve hatta sefalette olan islam dünyasını toparlamak için sosyolojik gözlemleri ile Hutbe-i Şamiye’de en müsbet toparlanmanın esaslarını vermiştir.

Tarihi ve siyasiolaylar  da en zor müsbet hareket tarzları ortaya koymuştur Son yüzyılın Osmanlı siyasetinden batı tarzı siyasete geçiş dönemlerinden, cumhuriyetle dağılmış birlikteliği toparlamak için gösterdiği tevhid edici siyasi vetarihi söylemleri başlı başına müsbet hareket zincirleridir.Bu konu topyekün olarak araştırılmamıştır, Bediüzzaman büyük bir siyasi dehadır, birlleştirici bir siyasi dehadır, yoksa sokak siyasetinin dedim oa dedi baası gibi değil.

Sosyolojik gözlemleri ile gündelik dini yaşayışın ve toplumsal dini yaşayışın kırılma  noktalarını  tedavi etmiştir. Tevhid inancının inşasında en az iki yüz yönden Allah’ın varlığını aklın anlayacağı boyuta taşımış, islam dünyasında asırlardır tekrar edilen tek  düze tevhid inancını  batı felsefesi ve ilminin karşısında  onları darmadağın edecek kadar müsbet tutumu sergilemiştir.Yine peygamberimizin varlığını yüz değişik perspektiften müsbet bir şekide anlatmış,  nübüvvetin ve  risaletin bayrağını en müsbet noktaya dikmiştir.ubudiyetin zorunluğu ile ibadetin gereği konusundaki izahları tenbel ve rehavet   içindeki  nefsi müsbet bir duruşa getirmiştir.

Ortaçağın tarihi olaylarından Fransız ihtilaline , bizdeki siyasi keşmekeşleretanzimata , otur bir marta daha nice tarihi olaylara tarihçi gibi değil , tarih felsefecisi gibi  sentezleyici ve özümseyici yorumlar getirmiştir. Onu eleştirenler bu meselelere  hiç girmeyip, kıskanç tutumları ile  onu eleştirmişlerdir.

Hakaik-i imaniyedeki müsbet tutumu  aklı gözüne inmiş batı felsefesinin sapıklıklarını en müsbet şekilde tedavi etmiştir.iman hakikatlerine mantık, görsellik ve müşahade getirmiştir.

Mektupları ile talebelerinin siyasi sosyal ve kişisel ilişkilerini ve hizmet durumlarındaki tıkanmalara en müsbet duruşlar getirmiştir.

Kur’an a ve hakaikına karşı saldırıları metin çözümlemeleri ile yorumlamış.Kur an kültüründen mahrum ve dili bozulmuş bir topluma  öğretici  bir bakışla onları kuranı anlamada olumlu ve yapıcı bir anlama düzeyine getirmiştir. 

Bediüzzaman’ın müsbet hareket tarzı çok yönlü bir tutumdur.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Mehmet Başat, Hasan Karakaya ve Paris’e Giden Risale-i Nur

Paris bizim batı kültürü ile buluştuğumuz 18’inci yüzyıldan itibaren gündemimizi ve aydınlarımızın kafasını işgal etmiş bir şehirdir. Yenileşme tabir edilen dönemden itibaren birçok aydınımız Paris’i bir kültür kıblesi gibi görmüş, kimi oraya kaçmış ve kaçmayı bir fazilet telakki etmiş. Ama şimdi Bediüzzaman bu değişimi değiştirdi. Nur talebeleri yüzyıllardır fikir ithal eden bu şehre fikir götürmekte ve oralarda Muhammedi nurun yayılmasına çalışmaktalar.

Nur talebeleri dünyanın bütün ülkelerine seferler düzenliyor ve Bediüzzaman’ın eserlerini o ülkelerin din ve kültür akışına katmaya çalışıyorlar. Bu arada bu seyahatlerin arasında kısmen trajik olaylar da yaşanmaktadır.

Geçenlerde Akit gazetesinin genel yayın yönetmeni Hasan Karakaya cumhurbaşkanı ile gittiği Haremeyn semtlerinde, Medine’de otelde ruhunu Rahmana teslim etti. Gelelim madalyonun öbür yüzüne. Isparta Bediüzzaman’ın eserlerinin ortaya çıktığı bir büyük maneviyat merkezi, orada Bediüzzaman’ın talebeleri dünyanın birçok ülkesine Risale-i Nur’un hakikatlerini taşıyorlar. Bu sıralarda Fransa’ya, özellikle Paris’e bir nurani sefer düzenledi bu vakıf arkadaşlar. Bunlardan biri Said Kaya, diğeri de Salih Kuşan ve Mehmet Başat. Mehmet Başat, Paris dönüşü Antalya’da kendisinin mezun olduğu okuldan arkadaşı olan Hasan Karakaya‘nın ölümünü duyar, zaten hassas bir yaratılışı olan Mehmet kardeş, buna üzülür, arkadaşının kurtulması için cumhurbaşkanının doktorlarının gayretini okumuştur, ama Hasan Karakaya kurtarılamamış ve öteye göçmüştür.

Mehmet Başat, Said Kaya’ya, “insana öteden gel denince isterse cumhurbaşkanı doktoru olsun, buna bir çare bulamaz, çünkü vakit tamam olmuş, emanet geri çağrılmaktadır” der. Bunu dedikten tahminen beş dakika sonra Antalya‘dan Isparta’ya götürecek olan otomobilin önüne oturur ve araba hareket etmeden kalp krizi geçirerek vefat eder. Cenaze daha sonra Isparta’ya getirilir ve Ocak ayının üçünde öğle namazında kılınan cenaze namazı ile kabrine intikal ettirilir.

Öldükten sonra onunla bir süre Ali İhsan Tola’nın yanında birlikte kalmış olan Burak, onun metrukatını karıştırır. Çantada gördüklerini şöyle hikaye eder. Orada bir İşarat’ül İ’caz ile karşılaşır, okuna okuna arkasındaki kitabın şirazesi çözülmüş dağılmış ve lastikle tutturulmaktadır. Kitabın her tarafında kalemle alınmış notlar ve izahlar vardır. Mehmet Başat müdakkik ve mütefennin bir nur talebesidir. Özellikle İşarat’ül İ’caz ve Muhakemat konusunda vukuflu dersler yapar, etrafına tefekkür ve tezekkür yayarmış.  Bu ders yapış şekli ile iştihar etmiş bir muhterem kardeşimiz. Vefat ettiğinde Üstad’ın evinde mukim vakıf arkadaşlardan birisi merhumu rüyasında görür ve “ne yapalım Murat kardeş Azrail geldi hadi gidiyoruz dedi ben de gittim” bir memnuniyet ifadesi ile söyler.

Mehmet Başat PTT’den emekli olmuş, daha sonra hizmetlerle uğraşmaktadır. Ali ihsan Abi’ye bakmak, hizmetinde bulunmak için Isparta’dan tayinini Senirkent’e ister ve gider. Gece rüyasında Üstadı görüyor. Üstadımız, “Mehmet sen dünyanı ve saadetini hiçe sayıp nura ve talebenin ihtiyacı zamanında onun bulunmak niyeti ile bu fedakarlığı yapıyorsun, ben de sana dünya ve ahirette kefilim, bu da senin beratın“ der. Bediüzzaman, Ali İhsan Tola Abi’nin hizmetinde olmayı bizatihi rüyasında onu teşvik etmiş. Hem Ali İhsan Abi’nin hem de Mehmet Başat’ın kıymeti ruhiyesini ifade eder. Mehmet Başat, yedi-sekiz sene Ali İhsan Tola’ya hizmet etmiş, ahirette bu müstesna insanlarla şimdi buluşmuştur.

Harun Kardeş de “binbir evlerin şeyhi gibi idi. Evini dershane olarak kullanır, sabahlara kadar mütalaalı dersler yapardı” diyor. Uluborlu’da derse gidiyorlar, orada bir baskın ile İstanbul’a sürgün edilirler. İstanbul’a giderken Senirkent’ten çıkmadan  ağlamaya başlar, kardeşler ailesinden ayrıldığına hamlederler, sonra kendisi, çocuklardan falan değil Resulullah’ın (asm) ve Üstadın onu uğurlamaya geldiklerini ve el salladıklarını söyler ona ağladığını belirtir. Ali ihsan Abi bu sürgüne giden kardeşlere “biraz dolaşır gelirsiniz” diye onların kuvve-i maneviyesini güçlendirir. Mehmet Başat, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi hareketine olan tepkisini bir kitap ile ortaya koyar. Kitap 240 sahifedir, Abdullah Başak müstear ismiyle yazılmıştır.

Acıbadem, Bakırköy, Kasımpaşa’ya tayinleri çıkan bu üç kardeşe Sungur abi “Suffe’ye gideceksiniz, yerleriniz hazırlanmış” der. Mehmet Başat hizmetin çilesini çekmiş, büyük sıkıntılar geçirmiş bir muhterem kardeşimiz. Allah gani gani  rahmet etsin, Bediüzzaman vadetmiş kefaletini ona kavuşmuş. Allah bizi de böyle güzel akıbetlere mazhar kılsın.

Bediüzzaman‘ın eserleri bütün dünyaya bu kahramanlar kafilesi ile yayılmakta. Bir zamanlar Fransız ve İngiliz kültürü ile dünyanın kafasını karıştıran bu dönemlerin arkasından Bediüzzaman büyük bir değişim gerçekleştirmiş. Dünyanın kültür ve din akışını  başka bir vadiye çekmiştir. Bütün yollar artık Roma’ya çıkmıyor, Isparta’ya çıkıyor, Bediüzzaman’a çıkıyor. Yanlış hesap Bağdat’tan dönmüyor artık bütün yanlış hesaplar Bediüzzaman ile değişiyor. Dünyanın dini ve kültürel mihveri artık Bediüzzaman ve Risale-i Nur etrafında dönüyor.

Prof.Dr. Himmet Uç / Risale haber