Etiket arşivi: Prof. Dr. İbrahim Canan

Helal Gıda ve Çocuklar

Yakın bir geçmişte medyada, helal gıda konusuyla ilgili üzerinde durulabilecek iki haber yer aldı. 3 Eylül 2015’de, Risale Haber’de Ömer Çiftçi’nin tercümesi olarak yayınlanmış bir haber şöyleydi:

“İngiltere’de bir pizza firmasının müşterilerine haber vermeden başlattığı Helal Menü uygulaması İngiltere’de tartışmalara yol açtı.

İngiltere’de bir pizza şirketi geçtiğimiz günlerde menüleri içerisine ekstra olarak helal menü ekleyince, ülkedeki Müslüman ve Yahudiler rahatsız oldu. Şirketin birdenbire böyle bir uygulama başlatması, ülkedeki restoran ve süpermarketlerdeki etleri satılan hayvanların kesim teknikleri ve hangi hayvanın eti olduğuna dair şüphelerin doğmasına yol açtı.

Uygulamayı başlatan pizza şirketine bir gece içerisinde sorular yağdı. The Independet’te yer alan habere göre, Helal menü öncesi sattıkları menülerde hangi hayvanların etlerini, ne şekilde kestiklerine dair sorular sorulan pizza şirketi açıklama yapmadı.

Uygulama üzerinden ülkede market ve restoranlarda satılan etler konusunda da Müslüman ve Yahudi toplulukta şüpheler başladı. Şirketlerin de bu konuda herhangi bir bilgilendirme yapmaması, endişelerin artmasına yol açıyor. İngiltere’deki Müslümanlar sosyal medya üzerinden tepkilerini belirtmekte gecikmedi. Twitter’da #Helalhysteria (helal endişe) hashtag’i altında tepkilerini belirtti.

Tepki gösterenler İngiltere’deki her gıda firmasının etleri hakkında bilgilendirilmek istedi. Müslümanlar helal et standartlarının tüm İngiltere’de geçerli olmasını ve firmaların etler konusunda bilgilendirme yapmasını isterken, Yahudiler de etlerin kendi dinlerinde Koşer adı verdikleri standartlara uygun olması gerektiğini savundu.

İndependent’in haberine göre kendisine bu tartışmalar ile ilgili mikrofon uzatılan Başbakan David Camerontartışmalara müdahil olmaktan kaçınıyor.”

“Helal Gıda Hatıraları” başlığı altında daha önce, İngiltere’deki kasaplık hayvanlar (büyükbaş, küçükbaş hayvanlar ve kümes hayvanları) hakkında yerinde yaptığım gözlem ve incelemelerden bahsetmiştim. Orada yaşayan inançlarına bağlı Müslümanlar ve Yahudiler, yalnız kendi usullerine uygun olarak hazırlanmış kasaplık hayvan etlerini tükettiklerini ve şüpheli gördükleri etlerden uzak durduklarını yazmıştım. Bu sebeble, bir pizza firmasının menüleri arasına ekstra olarak helal menü eklemesiyle o firmanın ve ayni sektördeki diğer firmaların o zamana kadar sattıkları menülerin helal olmadığı şüphesinin İngiltere’deki Müslüman ve Yahudilerde ilk defa doğmuş olduğu, bana gerçekle bağdaşan bir durum intibaı vermiyor; haberi veren Independent gazetesi, sadece o zamana kadar helal gıda hassasiyetini gerektiği şekilde göstermemiş olan bir kısım Müslüman ve Yahudinin bu olay karşısında aldıkları tavırdan bahsetmiş olabilir..

2015 Yılının Ağustos ayında medyada yer alan diğer bir haberde ise, ülkemizde daha önce okul kantinlerinde kola ve gazlı içecek satışını yasaklayan Millî Eğitim ve Sağlık bakanlıkların, çikolata, kek, gofret, muffin, lolipop ve şeker gibi ürünlere de satış yasağı getirdiği bildiriliyordu. Her iki bakanlıktaki uzmanlar tarafından tesbit edilmiş olabilecek teferruatlı gerekçelerinin tümünün neler olduğunu bilmemekle beraber, çoğunu tahmin edebiliyor ve şimdiye kadar savunduğumuz ve bundan sonra da savunmak istediklerimizle uyumlu olması sebebiyle, gerekçelerini açıklamayı karar mercii bakanlıklara bırakarak, alınan kararı genel olarak olumlu bulduğumuzu belirtmek istiyoruz.

Konuyla ilgili haberde, 2015-2016 eğitim-öğretim yılından itibaren, okul kantinlerinde satılamayacak gıdalar ve içeceklerin şunlar olduğundan bahsedilmekteydi:

“-Enerji içecekleri, gazlı içecekler, aromalı içecekler (soğuk çay), kolalı içecekler, aromalı doğal mineralli içecekler.

-Aromalı şurup, aromalı içecek tozu, aromalı su, meyveli içecek, meyveli içecek tozu, meyveli doğal mineralli içecek, yapay soda, meyveli şurup, sporcu içecekleri, sporcu suları, meyve nektarı, meyve suyu konsantresi.

-Tüm çikolata türleri ve gofretler.

-Tüm şeker ve şekerleme türleri (jöle şekerleme, sert şekerlemeler, yumuşak şeker, lolipoplar vb.).

-Guarana, guarana özü, eklenmiş kafein içeren ürünler.

-Kremalı, çikolata dolgulu, jöleli kekler ve pastalar (yaş pastalar, ekler, kruvasan, donut, parfe, mozaik pasta, muffin, cupcake vb.).

-Tatlandırıcı içeren yiyecek ve içecekler.

-Hindistancevizi sütü ve kreması.

-İlköğretim okullarında çay ve kahve tarzı içecekler.”

 

İlgili haberde, okul kantinlerinde satılabilecek gıdalar ve içeceklerin ise şunlar olduğundan bahsedilmekteydi:

“-Meyveler, çiğ tüketilebilen sebzeler (mevsimine uygun olarak), salatalar (zeytinyağı ve limon eklenebilir).

-Kuru meyveler (30 gram, ambalajlı, kaplamasız ve şeker katkısız).

-Kuruyemişler (30 gram, ambalajlı, soslanmamış, tuzsuz, kabuksuz).

-İçme suyu (şeker veya tatlandırıcı eklenmemiş).

-İçme sütü (UHT/pastörize süt).

-Taze sıkılmış meyve ve sebze suyu (şeker ilavesiz olmalı, 250 ml’den büyük olmamalı).

-Yoğurt (100-150 gram, paketli).

-Ayran (200 ml’lik paketli).

-Peynir (pastörize).

-Günlük haşlanmış yumurta.

-Çeşnili ekmekler (çeşnisi sert kabuklu meyveler, kurutulmuş meyveler, yağlı tohumlar, baharat olacak).

-Tam buğday ekmeği, tam buğday unlu ekmek, karışık tahıllı ekmek vb. ürünlerden yapılan yumurta, peynir, taze domates, havuç, marul, biber ve benzeri sebzeler içeren sandviçler (içinde turşu olmayacak).

-Doğal mineralli su.

-Şekersiz sakızlar.”

Okul kantinlerinde satılması yasaklanmış gıda ve içecekler listesindekilerin bir kısmının helallik ve sağlık yönünden, bir kısmının da kantinlerdeki daha faydalısına yönlendirmek için yasak listesine konulmasının uygun olduğu kolaylıkla söylenebilir.  Mesela çikolata türlerini sevmeyen çocuk yok gibidir; bunların kantinlerde satışı serbest bırakılsa, okuldaki talebeler tarafından bunlar satın alınıp açlık hissi giderilir; kantinde satılan ve daha faydalı olan gıdalar tüketilmezdi. İçecekler konusunda da ayni şey söylenebilir; bu sebeble bunlar okul kantinlerinde satılması yasak olan gıdalar listesine dahil edilmişlerdir.

“Helal gıda ve çocuklar” denilince, “Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye” konusunda doçentlik tezi hazırlamış;   bu tezi daha sonra birkaç baskı yaparak 650 sayfalık büyük boy bir kitap halinde yayınlanmış olan değerli hadis profesörü merhum İbrahim Canan’ı hayırla hatırlayarak, onun kitabından konumuzla ilgili kısımları iktibas etmeden geçemeyeceğiz.

Bahsini ettiğimiz kitabının “Hz. Peygamberin Sünnetinde Bedeni Terbiye” adlı bölümünde Prof.Dr.İbrahim Canan, öncelikle “Beslenme” mevzuu üzerinde durmuş ve beslenme ile ilgili olarak şu mühim hususlara dikkati çekmiştir: “İnsan hayatındaki yeri nisbetinde, dinde de son derece ehemmiyetli bir mevki işgal eden beslenme konusu, insanla birlikte ortaya çıkmış bulunan insanlığın en eski problemlerinden biridir. Eskiliğine rağmen ehemmiyetinden bir şey kaybetmeyen ve yeryüzünde hayat var oldukça kaybetmeyecek olan beslenme, hemen hemen içtimai hayatın diğer bütün problemlerinin merkezinde yer almaktadır. Çalışma, sağlık, güvenlik, beynelmilel münasebetler, kalkınma ve az- çok, uzak-yakın, doğrudan-dolaylı olarak beslenme ile ilgilidir.

Konunun bütün bu genişliğine rağmen, burada temas edeceğimiz hususlar mahduttur: 1-Gidanın tesiri, 2-Sünnette beslenme rejimi, 3-Çocuğun beslenmesi.

1-GIDANIN TESİRİ: İnsan ruhunun bineği olan cesedin hayatiyeti her şeyden önce beslenmeye bağlıdır. Şu halde bedenî terbiyede en mühim hususlardan biri, ferdin beslenme meselesidir. Bu konuya verilen ehemmiyet sadece ferdî cesedin biyolojik muvazenesi endişesinden ileri gelmez. Alınan gıdanın cesetten öte, ruhî hayata da içtimaî hayata da tesir edeceğine inanılır. Gerek ferd ve gerek cemiyet olarak ruhî ve manevî hayat, alınan gıdanın keyfiyet, kemiyet ve cinsine tabi olarak iyi veya kötü istikamette inkişaf edecektir. Hatta Dihlevî ‘beden ve ahlâkın tegayyür ve değişmesinde en kuvvetli âmilin gıda olduğunu söyler (Dihlevî, Mevlânâ Abdü’l-Ganî, v.1296, İncâhu’l Hâce Alâ Sünen-i İbni mâce 2, 806).

Şu halde gıdanın tesiri denilince sadece çocuklar mevzubahis olmuyor, doğumdan ölüme kadar her yaştaki insan söz konusudur. Üstelik bu inanç yeni değildir. Çok eski devirlerden beri ‘insanlığın fert ve cemiyet olarak alın yazısını yapan âmillerden biri’ kabul edilmiştir (S. Irmak, Soğukta ve Hastalıkta Beslenme, Okat Yayınevi, İstanbul, s.120).Hz. Muhammed tarafından da teyid edilmiş olan bu inanç, zamanımızda da değerinden bir şey kaybetmemiş, belki ilmî tahkiklere kavuşarak daha sağlamlaşmıştır.”,,,

2-SÜNNETTE GIDA REJİMİ: Gıdanın ehemmiyeti ve bunun insanların ferdî ve içtimaî hayatlarındaki şümullü tesirine olan inancı kısaca belirttikten sonra, kişinin arzu edilen terbiyevî istikamette gelişmesi için sünnette nasıl bir gıda rejimi teklif edilmiştir, keyfiyet, kemiyet ve âdab olarak neler tavsiye edilmiştir? Onu görelim.

Bu meseleye sadece sünnette değil, Kur’an-ı Kerim’de de birçok defalar temas edildiğini görürüz. İkisi birlikte nazara alınınca şu prensipleri çıkarmak mümkündür: 1-Gıdalar temiz olmalıdır, 2-Yemede israftan kaçınmalıdır, 3-Yiyecekler çeşitli (mütenevvi) olmalıdır. 4-Bazı âdaba riayet edilmelidir. Şimdi bunları izah edelim:

Gıdalar Temiz olmalıdır. Kur’an-ı Kerim pek çok seferler, yeryüzündeki ‘rızık olarak verilenlerin temizlerinden’ (Kur’an, Bakara 2, 57, 172; A’raf 7, 160; Tâhâ 20, 81), ‘temiz ve helal olanlarından’   (Kur’an, Bakara 2, 168; Enfâl 8, 69; Nahl 16, 114; Mâide 5, 68) yenilmesini emretmektedir.   Buralarda ‘temizlik’ şartı ile kimyevî yapısı yönünden ‘beden ve akla’ zararlı olmaması kastedildiği (Bak, İbnu Kesir Tefsir 1, 358) ‘helallik şartı ile de dinen haram edilmemiş rızıklardan olmasının kastedildiği (A. e 1, 361) belirtilir ki, diğer bazı âyetler yenmesi yasaklanan bu haram rızıkları açıklar. ‘Allah size (eti yenen hayvanlardan) boğazlanmaksızın ölmüş olanı, akan kanı, domuz etini v Allah’tan başmkası için kesilenleri kesin olarak haram kıldı. (….)’ (Kur’an, Bakara 2, 172; Nahl 16, 115), Kezâ faiz (Kur’an, Bakara 2, 275); hırsızlık (Kur’an, Mâide 5, 38) ve hileli yollarla elde edilen (Kur’an, Mutaffifîn 83, 1-4.), zekâtı verilmeyen (Kur’an, Tevbe 9, 34) kazançlar da haram ilan edilmiştir. Ebû Dâvud , Et’ime 33 (3, 355, 3802-3807 HI).yer alan Hadis bunlara ilaveten ayrıca parçalayıcı dişi olan vahşi hayvanlarla pençeli olan vahşi kuşların, kedi ve köpeklerin, ehli eşeğin v.s. etini de haram kılmıştır.

İbrahim Canan’ın kitabında yukarıda bahsedilenlerden başka,  gıdaların temiz olmasının lüzumu ve önemi ile başka bilgilere de kaynakları gösterilerek yer verilmekte, daha sonra “Sünnette Beslenme Rejimi”nin ikinci prensibi olarak “Yemede israftan kaçınmak” konusundan ayni şekilde kaynaklarıyla bahsedilmektedir. İsrafın lügatta haddi mütecaviz sarf ve harç eylemek (…) taât-ı Hak’dan gayri yere malı sarf ve infak eylemek ( Kâmu-i Okyanus 2, 777) diye açıklandığı, Kur’an’da israfın yasaklanmakla beraber meşru olup israf olmayanla israf olanın hududunun tayin edilmediğini, fakat sünnette diğer hususlarda olduğu gibi yeme hususunda da israf olanla israf olmayanın hududunun vâzıh olarak açıklandığı belirtilmektedir. Gıdaların temiz olması mevzuunda olduğu gibi, bu bu mevzuda da kitaptaki geniş açıklamaları aynen nakletmemize yer darlığı sebebiyle imkân bulunmamaktadır. Merak edenler, bahsettiğimiz kitabı satın almak imkanını bulamazlarsa, büyük bir kütüphanede bulabilecekmeri  o kitabın ilgilendikleri kısımlarındaki  geniş bilgileri  bulup okuyabilirler.

Sünnette beslenme rejiminin üçüncü prensibi olan yiyeceklerin çeşitli (mütenevvi) olması, bugün modern tıbbın da gerekçelerinden bahsederek tavsiye ettikleri arasındadır. Sünnette beslenme rejiminin dördüncü prensibi olan “Bazı âdaba riayet” meselesi de geniş bir konu olup bu da burada yer darlığı sebebiyle bahsedemeyeceğimizden, ilgili kitaplar bulunarak onlardan öğrenilebilir.

Helal gıda ve çocuklarla ilgili olarak hadis profesörü merhum İbrahim Canan’ın kitabından yukarıdaki gibi bazı iktibaslar yaptıktan sonra, onun altı yıl önce Ekim ayında bir trafik kazasında vefatını da ibretli ve mühim bir hatıra olarak nakletmekte fayda görüyorum:

13 Ekim 2009’dan 14 Ekim 2009 tarihine girilirken, Prof.Dr.İbrahim Canan’ı Yalova’dan İstanbul’a getiren otobüs de İstanbul’a giriyordu. O gece Prof.Dr.İbrahim Canan için çok farklı bir gece olacaktı. Kader-i İlâhî,  onun yetmiş yıllık kazançlı âhiret ticaretiyle geçirdiği dünya hayatını noktalamak için, Sancaktepe’deki otobüs terminalini Azrail (a.s.) ile buluşma yeri olarak tespit etmiş gibiydi.

Onun vefatını duyan çok kişinin birbirleriyle anlaşmış gibi hemen gayriihtiyarî sordukları: “- Olay nasıl olmuş?” sorusuna cevap olarak anlatılanlar gerçek bir “hikaye” olmakla beraber; “asıl gerçek”; hayatın en büyük gerçeği olan “ölüm”dü.

Ona: “- Tamam..” denilmişti; “- Senin dünya imtihanın bitti.. Bu kadar..” Ve hayatın en büyük gerçeği olan ölüm, şimdiye kadar bu dünyaya gelip bu dünyadan göçmüşlerdeki gibi, bir şekilde onun için de tecelli etmiş; o da ebedî hayatta kendisine sermaye olabilecek iyi amelleriyle, bu fanî dünyadan bakî âleme göç etmişti.

15 Ekim Perşembe günü onun cenaze namazının kılınacağı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camiine öğle namazına gittim. Namaz vaktine 15 dakika kadar vakit olduğu halde, caminin hem içi hem de avlusu caddeye kadar dolmuştu. Ezan okunurken, alt katta kitap satış bürosu önündeki bahçede çakıl taşlarının üzerinde namaza hazırlanırken, birisi masa örtüsü veya perde gibi bir şey getirdi; onun üzerinde öğle namazını ve cenaze namazını eda ettik.

İbrahim Canan’ın ders ve dinî sohbet yaptığı yerlerden birinin müdavimi olan Kasım isimli bir ders arkadaşından bizzat dinlediğim bir rüya da şöyleydi: O ders arkadaşı, İbrahim Canan’ın defninden sonra, merhumla sağlığında birlikte ders yaptığı kitaplardan Lem’alar adlı eserden, Peygamberimiz’in (s.a.v.) ümmetine kemal-i şefkat ve merhametinden bahseden  Dördüncü Lem’ayı okurken, “Ömrünü bütün ümmetine çok şefkatli ve merhametli olan Peygamberimiz’in (s.a.v.) hadislerine vakfetmiş olan İbrahim Canan’a vefatında, Peygamberimizin o şefkat ve merhameti ona  acaba nasıl tecellî etmiştir?” düşüncesi aklından geçmiş. O gece, bu merakını cevaplandırır gibi rahmanî bir rüya görmüş. Rüyasında kazanın oluşu ve İbrahim Canan’ın servis minibüsünün çarpmasıyla vefatı anında birden Peygamberimiz (s.a.v.) görünmüş, İbrahim Canan’ı şefkat ve merhametle kucaklamak için eğilirken, orayı bir nur kaplamış; İbrahim Canan ışık saçan bir kitap suretine dönüşmüş ve kanatlanarak uçmuş…Allah rahmet eylesin.

(Mustafa NUTKU)

İnsanlık medeniyetle mi, yoksa vahşetle mi başladı?

Çoğumuzun zihnini kurcalar: İlk insanlar ne idi, vahşi mi, medeni mi? Bu mesele üzerine kafamıza girmiş olan fikirleri ciddi şekilde tetkikten geçirecek olsak, onları pek karışık ve hatta birbirine zıt buluruz. Biz burada, teferruata girmeden bu konudaki fikirlerin başlıcalarını ve kaynaklarını belirtmeye çalışacağız.

İnsanlığın başlangıcı hakkında halen üç görüş yaygındır(*):

1— Evrimci görüş, 
2— İslami görüş, 
3— İlmi görüş. 

1— Batı Kaynaklı Evrimci Görüş: Buna göre, insanların atası maymundur. Maymun kılını atarak insan olmuştur. Maymunluktan sonra teşekkül eden ilk insan cemiyeti (bazılarına göre cemiyetleri), korkunç bir vahşet devri geçirmiştir. El yordamıyla ilerleyen bu ilk vahşiler, bir kısım tesadüflerin de yardımıyla bazı teknikleri elde etmişlerdir. Söz gelişi, kuru odunları birbirine sürterek ateşi bulurlar. Bir orman yangınında telef olan hayvanla pişirmeyi, ocağın yanında yanarak sertleşmiş olan çamurla da seramiği keşfederler vs. Bu şekilde, gittikçe ilerleyen insanlık, en üst seviyeye Batı`da ulaşmıştır. Batı medeniyeti insanlığın en yüce, en üstün medeniyetidir. Bütün insanlık onu benimsemek zorundadır. Onun dışında kalan sistemlere “Medeniyet” denemez. Çin, Hint, İslam medeniyetleri, bu sebeple barbarlıktır, vahşettir, geriliktir. “Medenileşmek” isteyen her fert, her cemiyet onu benimsemeye mecburdur, mahkumdur vs.

2— İslami Görüş: Kur`an-ı Kerim tarafından ortaya konan bu görüşe göre, ilk insan Hz. Adem(as)`dir ve bir peygamberdir. Hz. Adem, peygamber olması hasebiyle, vahye mazhardır ve kendisine kitap gelmiştir. Bu kitapta insanlar için zaruri ve gerekli olan bilgiler vardır.

Gerekli bilgilerden maksat sadece dini olanlar değildir. Maddi hayatla ilgili olanlar da buna dahildir Nitekim, bazı rivayetler, Hz. Adem`in cennetten, beraberinde, insan hayatının devamı ve teknolojinin gelişmesi için şart olan teknik teçhizatı da getirdiğini belirtir: Örs, kerpeten, çekiç, iğne, gürz bunlardandır. (Razi, Tefsir, 29/241-243; İbn Kesir, 6/566)

Dinimiz bu temel görüşe ilaveten, hiç bir devirde insanların başı boş bırakılmadığını, her kavme mutlaka Peygamber gönderildiğini de haber verir. Kur`an-ı Kerim, geçmiş kavimlerden Allah`ın emirlerine uyanların güçlü medeniyetler kurduğunu, azanların ilahi cezalara maruz kalarak yıkılıp gittiklerini ve yeryüzünde isimlerinin bile unutulduğunu tekrar tekrar ifade eder.

Bu söylenen görüşler, insanların düşüncelerine, derin etkilerde bulunmuştur. Bir kaç tanesini belirtelim:
– Avrupa medeniyetinin en üstün, en son medeniyet olduğu görüşü, Avrupalılara, bir egoizm vermiştir. Bu bencillik, askeri ve ekonomik üstünlüğü elinde tutan Batılıların, tarihte görülmeyen vahşi metotlarla sömürgeleştirdikleri kavimleri “medenileştirme” adına imha etmelerine sebep olmuştur. Keşfedildiği asırda milyonlarla Kızılderilinin yaşadığı Amerika`da bugün o ırk sönmüştür. Okyanus adalarında ve Afrika`da yaşayan “medenileşmeyecek yaratılışta” olduğuna hükmedilen vahşiler (!) (yerli, iptidai, barbar, şarklı kelimeleri de aynı manada kullanılır) günümüzde bile aynı telakkinin kurbanları olmaya devam ediyorlar.

– Bilhassa 19. asırla 20. asrın ilk çeyreğinde hemen hemen bütün dünya “aydın”larını yönlendirmiş olan Batı menşeli görüş, Batı dışında kalan milletleri “medenileşmek için Batılılaşmak” kompleksine iterek, maddi ve manevi büyük yıkımlara sebep olmuştur. Bunun en güzel örneği Türkiye`mizdir. Bu maksatla yapılan bütün çalışmalar -herhangi bir müspet ve yapıcı hizmet sunmaksızın- korkunç bir anarşide karar kılmıştır.

– Peygamberlerin teknikte de örnek oldukları, insanlık tarihinde kaydedilen teknik merhalelerin peygamberler sayesinde gerçekleştirilmiş bulunduğu prensip olarak benimsenmeyince, geçmişle ilgili durumlar sağlıklı bir şekilde izah edilememiştir. Eski devirlerden günümüze intikal eden harika eserler var. Bunlar o kadar harika ki, yukarıda açıklanan Batılı anlayış gereğince vahşi addedilen eski insanların eliyle yapılmış olması mümkün değildir. Mesela Piri Reis`in çizdiği dünya haritası, bu zihniyete sahip bir Batılıya göre, “Fezadan gelen devlerin çizdiği asıllarının kopyasının kopyasının kopyasıdır”. Çünkü Piri Reis Batılı değildir, şu halde barbardır, vahşidir ve dolayısıyla böyle mükemmel bir eser vermesi mümkün değildir.

Bu zihniyet, Batı menşeli olmayan bütün tarihi eserleri böyle izah edecektir. Aynı yazar, Peru`da, kuru çamurun içinde bulunmuş olan ve fevkalade mükemmelliği belirtilen bir takvimle alakalı olarak da şu açıklamayı yapar: Bu mükemmellik de, onu tasarlayan, ortaya koyan ve kullananların bizden üstün bir uygarlık (medeniyet) seviyesine ulaşmış olduğunu ispatlamaktadır. KENDİMİZE OLAN SONSUZ GÜVENİMİZ BU İSBATI NASIL KABUL EDECEK BİLMİYORUM”.

Keza, bir heykel üzerindeki şekillerde okunan bir kısım astronomik bilgilerle alakalı olarak da şu yorum ileri sürülür: “Bu astronomi bilgisini, yapı sanatında bile pek geri olan iptidai insanlar mı bir araya getirmişti, yoksa bu bilgi dünya dışı bir kaynaktan mı gelmiştir?”

Kendi dışında kalan insanlığı vahşete mahkum eden Batı zihniyeti, geçmiş devletlerden intikal eden, izahı imkansız (!) pek çok ilmi ve teknik harikaları saydıktan sonra, bunları izah sadedinde, şu safsataya düşer: “Bizden önce yüksek bir kültürün, ya da eşit seviyede bir teknolojinin varlığını kabul edemeyeceğimize göre, bir tek nazariye kalıyor: Uzaydan (fezadan) bir ziyaretçi”.

Kur`an-ı Kerim`in verdiği bir espri ile bakınca, böylesi harika eserlerin, insani olduğu, ancak İlahi vahye mazhar peygamberlerin irşadına dayandığı kabul edilir. Zira Kur`an-ı Kerim, insanlığın geçmişini vahşet ve cehalete mahkum etmez. Aksine, bir kısım eski milletlerden bahsederken, onların “kuvvetçe daha ileri”, “mal ve evlatça daha çok” olduklarını ve “yeryüzünde daha çok, daha sağlam eserler bıraktıkları”nı belirtir. (Şu ayetler görülebilir: Tevbe, 69; Fatır, 44; Muhammed, 12; Mü`min, 21, 82; Kasas, 76-78).

Terakkiyi inkar mı? Kur`an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden (Hz. Peygamberin sözlerinden) esasını alan İslam telakkisi, insanlığın gitgide terakki ettiğini inkar etmez. “İlk cemiyet medenidir” derken, bugünkü manada içtimai ve teknik teçhizata sahiptir demek istemez. Onlar duyulan ihtiyaç nispetinde teknik ve kültürel teçhizata sahiptir. Kanunu ve kaideleri ilk cemiyetin sadeliği nispetinde basit ve mahduttur. Nüfus artıp, içtimai tansiyon (sosyal gerilim) kesafet kazandıkça, gerek teknik ve gerekse kanun ve kaideler yönüyle zenginleşmeye, gelişmeye ihtiyaç duyulmuştur.

Bu ihtiyaç da birbirini takip eden peygamberlerle karşılanmıştır. Peygamberler sadece dini ve içtimai kaideler getirmekle kalmamış, maddi problemlerin hallinde de önder olmuşlardır. Nitekim, kumaştan yapılan elbiseye Hz. İdris, demirciliğin -ve burada zırhın- gelişmesine Hz. Davud, tıbba Hz. Lokman, gemiciliğe Hz. Nuh, saatçiliğe Hz. Yusuf öncülük etmiştir. Bu teknikler, bugünkü “medenilik”in gelişmesinde küçümsenmesi mümkün olmayan sıçrama ve dönüm noktalarını teşkil eder.

3— İlmi Görüş: Batılı görüşün, ilmi temelden mahrum ve tamamen hissi ve bencil hesaplara dayandığı, bizzat Batılılar tarafından ifade edilmeye başlanmıştır. Bilhassa etnoloji ilmi gelişip, yeryüzünün her tarafında yaşayan insanların dilleri, inançları, efsaneleri, ahlak anlayışı ve örfleri öğrenildikten sonra, insanlığın geçmişi hakkında ileri sürülen bu tekamülcü nazariyeler (teoriler) iyice itibardan düşmüştür. Çünkü, binlerce yıldır birbirleriyle hiçbir temasta bulunmamış olan Avustralya, Afrika, Amerika, Okyanus adaları ve kutuplarda yaşayan iptidai denen kavimlerin dillerinde, inançlarında, kültür ve tekniklerinde kuvvetli benzerlikler görülmüştür. Bu benzerlikler, insanların tek bir kaynaktan çoğaldıklarını, oldukça ileri müşterek bir medeniyet seviyesine ulaştıktan sonra yeryüzünde dağıldıkları fikrini ilham etmiştir.

Bu fikir, asrımızda, her geçen gün kuvvet kazanmaktadır.

Bu noktada da kalmayan sağ duyu sahibi bir kısım Batılı alimler, “vahşi” ve “medeni” gibi değerlendirmelerin tamamen izafi hükümler olduğunu belirtirler. Onlara göre, yeryüzünde mevcut insan cemaatleri mutlaka bir kısım içtimai değerlere ve bazı teknik malzemelere sahiptir. Alet kullanmayan ve kaideye uymayan hiçbir cemaat mevcut değildir. Her cemaatin kendi dışındakini hor görüp tahkir edici isimler taktığı, “iptidai” denen insanların da, medeni Batılılara “vahşi” nazarıyla baktığı görülmüştür. Bu durumları değerlendiren Batılı bir meşhur, batılıların anlamış olduğu şekilde bir vahşetin insanlar arasında hiçbir devirde mevcut olmadığını belirttikten sonra, sözünü şöyle noktalar: “Asıl vahşi, vahşetin varlığına inanan kimsedir.”

Birlikten çokluk; medeniyetten vahşet nasıl çıktı?” Kuran-ı Kerim`de belirtilen, başlangıçtaki medeni olan tek insan cemiyetinden çeşitli ırkların, dillerin nasıl çıktığı, bir kısım iptidai grupların nasıl teşekkül ettiği merak konusudur. Bu mesele henüz ilmen kesin hatlarıyla tam olarak izah edilmiş değildir. Ancak oldukça tatminkar açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan birini aşağıda sunmaya çalışacağız.

Prof. Gish, “Fosiller ve Evrim” adıyla tercüme edilen kitabında; ilk insanların topluluk halinde yaşadıklarını belirtir. Zamanla mevcut kaynakların artan nüfus karşısında yetersiz duruma gelmesiyle bu topluluk fertlerinin de küçük gruplar halinde yeryüzüne dağıldıklarına işaret eder. Farklı ülkelere giden ve birbirinden iyice koparak aralarındaki irtibat kesilen bu grupların çoğalmaları da yine kendi içlerinde olmaya başlamıştır. Önceleri aynı yerde bulunmuş olan gruplar, daha sonra bu bütünün üyeleri olarak çoğalmaya devam etmişlerdir. Bu grupların her birisinde yüksek oranda melez meydana gelerek gruplar arasındaki fertlerin genetik yapılarında farklılık ortaya çıkmıştır. Neticede bu gruplar çeşitli kabile ve ırkları hasıl etmiştir.

Topluluğun orijinal merkezinden ayrılan bu küçük grupların bir kısmı önceden sahip oldukları bilgi ve sanatlarını devam ettirirken bazıları bunları kaybetmiştir. Bu kaybetme muhtemelen bazı faktörlerin tesiriyle olmuştur. Mesela; önceleri yağmacı akınlara karşı arazilerini müdafaa için silah yapma ihtiyacı duyan gruplar, toplumdan ayrılarak geniş ve boş sahalara yayılınca, bu ihtiyacı hissetmez oldular. Böylece silah yapımı terkedilmiş, toplanan az bir besin gruba kafi geldiğinden bazı kabilelerde önceki ziraat işleri de bırakılmıştır. Bu devrede her grup kendi içine kapanık yaşadığından sanatlar komşu gruplar arasında karşılıklı değişmeden mahrum kalıyordu. Sonuçta “ilerleme” olarak ifade edebileceğimiz hususlar bazı kabilelerde gecikmiş, hatta çok iptidai bir seviyeye doğru dejenere olup bozulmuştur.

Bir merkezden yayılmış olan insanlardan bir kısmının ilerlerken bazılarının yerinde saydığına ve hatta gerilediğine dikkati çeken Gish şöyle der:
“Avrupa ve Asya`ya yayılan kalabalık topluluklarda medeniyet hızlı bir şekilde gelişirken, Amerika ve Avustralya ile Güney Afrika`da dağınık halde yaşayan gruplar, eskiden sahip oldukları medeniyeti de yavaş yavaş terk ettiler. Neticede günümüzdeki ilkel topluluklar haline geldiler.

İnsanlara ait sanat eserlerinin her tarafta bulunuşu, ilk insanların bu şekilde dağınık olarak yaşadıklarına işaret eder. Geçmişteki topluluklar oldukça ileri seviyede silah ve aletler yapabiliyorlardı. Ayrıca bunlar, inanç sahibi idiler. Ölülerini çiçekler ve çeşitli maddelerle birlikte gömmeleri bunların dindar topluluklar olduğunu ve ahirete inandıklarını gösterir”.

İlmi verilere dayanarak yapılan bu açıklamanın Kur`ani görüşe ne kadar uyduğu nazar-ı dikkatten kaçmamaktadır. Zira Kur`an`da gelen açıklamalara göre de insanlığın ilerlemesi, terakkisi devamlı olmamış. Bunu bir kısım zikzaklar ve kesintiler takip etmiştir. Bu neticeye yine o cemiyetlerin kendileri sebep olmuştur. Teknik yönden ilerleyip maddi bakımdan güçlenen toplumların, zaman zaman ilahi irşattan ayrılmaları gerilemelerine yol açmıştır. Çeşitli sapıklık ve ahlaksızlıklara düşmüş bu tip kavimlerin cezalandırılarak ellerindeki nimetlerin alındığı Kur`an-ı Kerim`de bildirilir. Bunların bir kısmı toptan helak edilmiş, bir kısmı da büyük maddi musibetlere, belalara maruz bırakılmıştır.

Geçmiş milletlerden bazılarının “Kuvvetçe daha ileri”, “mal ve evlatça daha çok” oldukları nazara verilir (Tevbe 69; Fatır, 44; Muhammed 13). “Yeryüzünde daha çok ve daha sağlam eserler bıraktıkları” ifade edilir (Mü`min, 21, 82). Kasas suresinin 76. ayetinde Karun`a “Anahtarlarını güçlü bir topluluğun” zor taşıyacağı kadar çok mal verildiğinden bahsedilir. Hatta, “Allah`ın önceleri ondan (Karun) daha güçlü ve topladığı şey daha fazla olan nice nesilleri helak ettiği”ne dikkat çekilir (Kasas 76-78).

Rum suresinde de geçmişteki medeni kavimlerden söz edilir:
Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp alt-üst ederek onlardan çok imar etmiş kimseydiler. Ve onlara bürhanlarla peygamberler gelmişti. Böylece onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı. Sonra Allah`ın ayetlerini yalan sayıp onları alaya alarak kötülük yapanların sonu pek kötü oldu” (Rum, 9-10).

Bütün bu bilgilerin ışığında, şimdi insanlığın başlangıcını, geçmişini, vahşi kabul etmek mümkün mü? (**).

(*) Bu taksimin yanlış anlaşılmaması için şunu belirtmek isteriz: İslami görüş doğrudan nassa, âyet ve hadîste gelen açıklamalara dayanır, bunu öbürleri ile karıştırmamak gerekir. Evrimci görüş, daha çok modern çağda mevcut ibtidai kavimlerde rastlanan bazı müessese ve an`anenin ifratkar bir kıyasla ilk insanlara teşmiline ve bu prensipten geliştirilen spekülasyona dayanır. İlmi görüş ise, dünyanın her tarafında yaşayan farklı cemiyetlerin sunduğu benzer kültürel unsurların, yani objektif verilerin yorumuna dayanır. Bu sonuncu spekülatif sayılmaz.

(**) Daha fazla bilgi için : Cânan, İ.; Peygamberimizin Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik, Cihan Yayınları, İstanbul 1984.

Prof. Dr. İbrahim Canan / www.sorularlaislamiyet.com

Sıdk ve Doğruluk Nedir? Sıddık Kime Denir? Sıdk ve Sadakat İlişkisi Nedir?

Takdim

Bu tebliğimizde SaidNursi’nin sıdk anlayışını belirtmeye çalışacağız. Konunun daha iyi anlaşılması için, önce umûmiyet itibariyle, İslam’ın sıdk meselesine bakışını belirtecek, İslamın bütünü içinde sıdkın ve onun uygulaması olan sadâkatin yerini ortaya koyacak, daha sonra Said Nursi’nin görüşlerine yer vereceğiz.

Asıl mevzumuza geçmeden önce, bir noktayı daha belirtmekte fayda var. Asıl konumuz kizb (yalan) olmamakla beraber, ister istemez kizbe de temas edeceğiz, çünkü eşya, zıtlarıyla bilinir ve “sıdkın zıddı” ise “kizb“tir, yalandır.

I-İSLAM’DA SIDK VE KİZB

Sıdk, lügat olarak, kizbin [yalanın] zıddıdır; doğruyu söylemek, söz söyleyince haktan ayrılmamak gibi bir manaya gelir. 2 Ancak yaygın kullanışı içersinde sadece sözdeki doğruluk için kullanılmaz. Gazali bu kelimenin, “niyet,” “irade,” “vefa,” “azîm” ve “amel” gibi başka hususlardaki sadâkat ve doğruluğu ifade etmek için de kullanıldığına dikkat çeker 3 ve en üstün derecesinin, dinin bütün makamlarında [: havf (korku), reca (ümit), tazim (saygı, büyüğü büyükleme), züht, rıza, tevekkül, muhabbet vs.] yer verilen sadâkat ve doğruluk olduğunu söyler. 4

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de aynı sıdk kökünden gelen sadâkat, sâdık, sıddîk, sıddîka, tasdîk, musaddık gibi farklı kelimelere çokça yer verilir.

Sıdk ve sadakat kelimelerinin Kur’an ve hadiste öyle kullanılışları vardır ki onları “İslam” ve “iman” kelimeleriyle karşılamak, müteradifleri gibi aynı manada anlamak mümkündür. Şu ayette geçen “sıdk”ı, Resulullah’a gelen veya Cebrail’in getirdiği hakikat, bir başka ifade ile “Kur’ân” hattâ “İslam” olarak anlamamız mümkündür:

Allah hakkında yalan söyleyen ve geldiği zaman hakkı (Kur’ân’ı) yalanlayandan daha zâlim kim var? Kafirler için cehennemde yer mi yok? Sıdkı (hakkı, Kur’ân’ı) getiren ve onu tasdik eden(ler)e gelince; işte onlar müttakilerdir.” (39, Zümer 32-33).

Hemen belirtelim ki, “sıdkı getiren” ibaresinden, alimlerimiz Cebrail’i anladıkları gibi Hz. Peygamber veya diğer peygamberleri de anlamışlardır. 5 Bu ayette din, sıdkla ifade edildiği gibi, başka ayetlerde de imanda ve amelde kemâle eren mümin, “sâdık” kelimesiyle ifade edilir: “Allah’a inanıp sonradan şekke düşmeyen müminler var ya!.. İşte onlar, ‘sâdıklar’dır.” (49 Hucurât 15). “Lakin iyi olan, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, O’nun sevgisiyle akrabaya, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekat veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaşta sabredenlerdir. İşte onlar doğrulardır ve müttakiler [sakınanlar] ancak onlardır.” (2 Bakara 177).

Kur’ân-ı Kerîm’in müminlere sunduğu örnek bir duada talep edilecek bir ideal; “yardımcı bir kuvvet” e sıdktır: “Ve de ki: ‘Ey Rabbim! Gireceğim her yere doğrulukla girmemi, çıkacağım her yerden de doğrulukla çıkmamı nasîp et. Bana yüce katından yardımcı bir kuvvet ver.'” (17 İsra 80)

Ve bir kısım büyükler, Allah’ın rızasını arama gayesine ulaşmada sıdkı binek, hakkı kılıç kılmışlardır. 6

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın nimetine mazhar olan sırat-ı müstakîm ashabını sayarken, peygamberlerden sonra sıddîkleri zikreder. Diğerleri, yani “şehidler” ve “sâlihler,” bunları takiben gelirler (4 Nisa 69).

Şu halde, İslam’a göre, peygamberlikten sonra gelen en üst mertebe, dinin önem verdiği her hususta sıdkı esas alanlara verilmiş olmaktadır. Ayette sıddîk tabiri geçer. Sıddîk ise sıdkı adet haline getirmiş ve bu vasfı âdetlerinde gâlip kılmış kimseye denmektedir. Ayet ve hadislerde sıddîk kelimesinin kullanımlarından hareketle ulema, bu kelimeden birkaç mâna çıkarmıştır:

1-Sıddîk: Dinin tamamını, herhangi bir şüpheye yer vermeden tasdîk edendir.

2-Ashabın en faziletlileridir.

3-Hz. Peygamber Aleyhissalatu Vesselam’ı ilk tasdîk eden, Ebu Bekir’dir. Ve Resulullah’ın pek zayıf bir zamanında verdiği destekle İslam’ın tesisine -“Bir hayra sebep olan, o hayrı işleyenlerin sevaplarına iştirak eder” hadîsince- katkısı diğer büyüklerinkinden daha fazladır ve bu sebeple ulema, Resulullah’tan sonra en efdal onu bilmekte icma etmiştir. 7

“Sıddîk” kelimesinin, “kibrinden tamamen uzaklaşmış (ve İslam’ı her yönüyle, kâmil seviyede ve eksiksiz hayata geçiren) örnek kişi (veli),” mânasında da kullanıldığını göstermek için, Gazali’nin bu sadede giren bir cümlesini aynen aktarıyoruz: “Kibri alt edebilen bir adam, ‘zamanının sıddîkidir.’ Onun ilim ve irfanından istifade şöyle dursun, mübarek sîmasına bakmak bile ibâdettir. Ahlakı ile ahlaklanabilmek ve bereketinden istifade etmek için Çin’de böyle bir zât bilsek koşarak oraya giderdik!” 8

Sıdkın dindeki ehemmiyetini gösterecek olan bir husus, onun zıddı olan “kizb”in dindeki yeridir. Çünkü eşya, zıtları ile bilinir. Feylesof müfessirimiz Râzi’nin de dediği üzere, “iki zıttan biri ne kadar erzelse mukabili de o kadar eşreftir.” 9 Yine Râzi’ye göre, imanın bir tasdikten ibaret olması sıdktaki faziletin yüceliğini anlamaya yeterlidir. Tıpkı kizbin kötülüğünü anlamak için de küfrün bir tekzipten ibaret olduğunu anlamaya yettiği gibi…” 10 Hemen belirtmek isteriz: Resulullah, günahın en ağırını bile mümin hakkında “olabilir” diye soğukkanlılıkla karşılarken 11 “yalan” ve “ihanet” karşısında şiddetle tepki göstermiş, “Olamaz!” demiştir. “Mümin, ikisi hâriç, her çeşit günaha mecbûldür; hâriç olan bu iki günah da ‘hıyânet’ ve ‘yalan’dır” 12 buyurmuş, “kul yalan söylediği zaman rahmet meleklerinin, yalanın pis kokusu sebebiyle o kuldan üç fersah uzaklaştığını” belirtmiştir. 13

Alimler, yalanın bir mümine yakıştırılmayacak kadar aşağı, rezil olan çirkinliğini, onun bütün kötülükleri peşinden getirmesiyle izah eder ve “yalanın terkiyle fevahiş [açık kötülükler] de terk edilir” der. Gazalî’ye göre “kizb, büyük günahların anasıdır,” tıpkı şarabın- bütün günahların anası olmasıgibi. 14

Kendisi Muhammedü’l-Emîn olarak, gelmiş geçmiş bütün insanlığın yegane mücessem sıdk âbidesi olan Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselam, 15 hayatı boyunca şakada,mizahta bile olsa yalana yer vermemiş, kişi mizahta dahi olsa 16 yalan söylediği takdirde imanda kemale eremeyeceğini belirtmiştir.17 Sırf güldürmek maksadıyla bile yalana başvuranlara “Yazıklar olsun, yazıklar olsun!” diye tepki ve tehdît ifade etmiştir. 18 Ashap, Resulullah’ın en çok nefret ettiği huyun “yalan” olduğunu belirtir. 19

İslam’ın yalandan, verilen söze uymamaktan kaçma hususundaki hassasiyetini göstermek için Huzeyfetubnu’l-Yeman’la ilgili bir vak’a, dikkat çekici bir vefa örneği olarak burada hatırlatmaya değer: Bedir Savaşına katılmayışının sebebini Huzeyfe (radiyallahu anh) şöyle anlatıyor:

Ben ve babam Huseyl, Mekke’den çıkmıştık. Bizi Kureyşli kafirler yakaladı ve ‘Siz Muhammed’in yanına gitmek istiyorsunuz!’ dediler. Biz, ‘Hayır, sadece Medîne’ye gitmek istiyoruz’ dedik. Bunun üzerine biz de Allah adına yemin ederek, Müslümanlarla bir olup savaşa iştirak etmeyeceğimize söz verdik. Medine’ye varınca Resulullah’a gidip durumu anlattık. Bize ‘Siz savaşa iştirak etmeyin. Biz onlara verilen ahde vefa gösterir, şerlerine karşı Allah’tan yardım isteriz’ dedi.” 20

Resulullah’a göre, insanî kemâlin yolu doğruluktan geçmektedir: İbnu Abbas’tan gelen rivayete göre, Aleyhissalatu Vesselam’a “kemâl”den sorulunca “Doğru konuşmak ve doğrulukla iş yapmak” diye cevap verir. 21 Keza kişiyi aşağılara atan da yalandır: “Kişi, yalan söyleyince kalbinde siyah bir leke peyda olur. Yalana niyete ve yalan söylemeye devam ettikçe büyüyen bu leke, güngelir kalbi tamamen kaplar ve simsiyah eder. Böylece kul, Allah nezdinde yalancılar arasına yazılır!”22

Netice olarak, cennetin yolu sıdktan, cehennemin yolu da kizbten geçmektedir: “Sıdk [doğruluk] iyiliğe, iyilik ise cennete ulaştırır. İnsan, sadakatiyle Allah katında sıddîklar arasında yazılır. Yalancılık kötülüğe götürür, kötülük de cehenneme iletir. Kişi, yalan söylemekle Allah katında yalancılardan sayılır.23

Hz. Nuh Aleyhisselam’dan sonra her peygamberin, kendi ümmetine haber verip uyardığı, 24 insanlığın en büyük fitnesini hâsıl edecek kimsenin “Deccâl” olarak tavsif edilmiş olması, konumuzu ilgilendirir. Çünkü Deccâl, lügat açısından mübalağa sigası ile hakkı örten, yani “yalancı” demektir. Demek ki, ahir zamanda hep yalan ve iftirayla yol alan bir zümre, insanlığa bir surette hâkim olacak, çok büyük mânevî tahribatlar yapacaktır. İnsanlığı nihâî helakete götürecek bu kezzâbiyet rejimine, hadislerde Deccâl fitnesi olarak ısrarla, tekrarla dikkat çekilmesi, ibretli bir durumdur. Yalanın, İslam’a ne kadar zıt düştüğünün bir başka delilidir.

Hz. Peygamber’in hayatı yakînen incelendiği zaman, 63 yıllık ömründe, en tehlikeli en kritik anlarda dahi bir kerecik bile olsa yalana yer vermediği görülür. Çok sıkıştığı anlarda ya hiç konuşmamış -Mekkelilerce bozulan Hudeybiye Sulhünü yenilemek üzere Medine’ye gelen Ebu Süfyân’a böyle davranmıştır- yahut birçok mânaya gelebilecek kapalı ifadeye yer vermiş, illa konuşması gerekmişse bütün riskini göze alarak gerçeği söylemekten çekinmemiştir. Bunun en güzel örneği, Mekke döneminde, müşrik saldırılara karşı, kendisini -cahiliye devrinin ailevi şeref duygusuyla- himaye eden amcası Ebu Tâlib’in ölümü üzerine cereyan etti: Ebu Tâlib’ten sonra Abdu’l-Menaf oğullarının reisliği, Müslümanların azılı düşmanı Ebu Leheb’e geçmişti. Ebu Leheb, aynı câhiliye duygusuyla Hz. Peygamber’i himaye edince, bundan memnun kalmayan Ebu Cehil ve başkaları, Ebu Leheb’i görerek, “Muhammed’e, -son nefesini ‘Atalarımın dini üzerineyim‘ diyerek veren- Ebu Tâlib’in ahiretteki yerini (cennet mi, cehennem mi?) sormasını” telkin ederler. O da Resulullah’a bunu sorar. “Atalarının yanında!” şeklindeki kapalı ifadeyi “cennette” şeklinde anlayan Ebu Leheb, yeterli bulursa da fitneciler, “Muhammed bunu kastetmemiştir” diyerek daha açık cevap almasını telkin ederler. Resulullah, bu sefer Mekke’de himayesiz kalma pahasına açık konuşur: “Evet o ve onun gibi ölen herkes cehenneme gider!” ve Ebu Leheb himayeyi kaldırır. Aleyhissalatu Vesselam, hayatta kalıp İslam davasını devam ettirebilmek için, himaye verecek birilerini arar ve bu maksatla Taîf’e gider vs. 25

Sıdkın kişiyi nasıl kemale ulaştırdığının en canlı örneği, Ka’b İbnu Mâliktir. Çok sıcak yaz günlerine rastlayan Tebük Seferine -Resulullah’ın, iştirak edeceklerin sayısını artırmak için çok ısrarlı ve ciddî teşviklerine rağmen- birçok münafıkla birlikte biri Ka’b İbnu Mâlik olmak üzere üç samimi mümin de meşru bir mazereti olmadığı halde katılmadılar. Sefer dönüşü, bütün münafıklar birer özür uydurarak, Resulullah’tan af talep ettiler. Aleyhissalatu Vesselam, herhangi bir tahkike yer vermeden onları bağışladı, diledikleri şekilde dualarda bulundu. Mazeret uydurmayıp kusurlarını itiraf eden samimi üç Müslüman ise “Hiç kimse selam vermeyecek, selamlarını almayacak” şeklinde bir cezalandırmaya tabi tutuldu. Elli gün devam eden bu tecrîd-ceza hadisesi onlara öylesine ağır gelmişti ki, Kur’an’ın ifadesiyle “arz, bütün genişliğine rağmen onlara daralmıştı“. So­nunda, aflarıyla ilgili vahiy geldi. Ka’b (radiyallahu anh) öyle sevinmişti ki, Allah’a şükür olarak, nesi var nesi yok -kendini sefere iştirakten alıkoyan- bütün malını tasadduk etmek istedi.

Burada hatırlatmak istediğimiz husus, onların hakkında gelen af ayeti ve Ka’b’ın bu vak’a üzerine yaptığı yorumdur. Ayette, “tövbe ettikleri için Allah’ın onların tövbelerini kabul ettiği” belirtildikten sonra, “Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun!” denir (9 Tevbe 117-119).

Ka’b İbnu Mâlik, bu yüce lütfun, kendilerine, doğru söylemiş olmaları sebebiyle verildiğini dile getirir: “.Şurası muhakkak ki, Allah Teâla Hazretleri, bana sıdkım sebebiyle necat [kurtuluş] verdi. Hayatta kaldığım müddetçe sıdktan ayrılmamaya söz veriyorum. Allah Teâla Hazretlerinin beni mazhar kıldığı İslam hidayetinden sonra, bana en büyük lütfu sıdkımdır, yalan söylememiş olmamdır. Şayet sıdktan ayrılsaydım helak olurdum; nitekim yalan söyleyenler hep helak oldular.” 26

Yemin kefareti

Mümin, verdiği sözde durmalı, ahdine sadakatten ayrılmamalıdır. Beşeri münasebetlerin kıvamı, sağlıklı ve verimli şekilde inkişaf ve devamı buna bağlıdır. Güven kaybolsa ne sulh antlaşmaları yapılabilir, ne ticarî ortaklıklar kurulabilir, ne saadet ve huzur getiren nikah akitleri kıyılabilir vs. İçtimaî hayatta, güven ve sevgi yerine, hiç de huzur vaat etmeyen, hep korkuya ve baskıya dayanan münasebet ağları kurulur.

Verilen sözlerde güven artırıcı bir husus, yemindir. Yemin bütün insanlığın ortak değerlerinden biridir ve bunun da sıdk ve sadakatle yakın ilgisi vardır.

İslam dini yeminlere, ahidlere uyulmasını emreder. Sadece Allah’a karşı yapılan ve nezir denen ahidler değil, insanlara karşı yapılan ve yemin denen ahidler dahi yerine getirilmelidir. Ancak, ya dinin tasvip etmediği, yerine getirdiği takdirde ferdî veya ictimaî bir kısım mazarratların hâsıl olacağı şeylere yemin edildi ise! Din, o durumda bir kolaylık sağlar: Yemin bozulacak, ama kişi bir ceza ödeyerek sadakatsizliğin, bir başka ifade ile ahde ihanet olan yalanın kötülüğünü vicdanının derinliklerinde hissedecektir!

Şu halde, Muhammedî ahlakta, ne suretle, ne sebeple, hangi gerekçe ile olursa olsun, sıdktan, sadâketten ayrılma, şahsiyetin bir surette yaralanmasıdır ve yemin kefâreti, -hakkında bir sure (Tahrîm Sûresi) inecek kadar ehemmiyet arzeden- bu mânevî yarayı telâfi çaresidir, yalana karşı vicdanı uyarı vâsıtasıdır.

Yalana cevaz mı?

İslam ulemasının, Buhari, Müslim, Tirmizî, Nesâî gibi muteber kaynaklarda gelen bazı rivayetlere dayanarak bir kısım kayıtlar altında yalan söylemeye ruhsat verdiğini görmekteyiz. Resulullah, bir Müslim rivayetinde, “İnsanlar arasında sulh sağlayan, hayır söyleyen ve hayır (sözü) götüren, yalancı değildir“27 buyurmuştur.

Müslim, Hz. Peygamber’e ait olan bu metnin arkasından, Zühri’nin şu sözünü nakleder:

“Ben, halkın ‘yalan’ dediği şeylerden sadece üçüne ruhsat verildiğini gördüm: Harp, insanların arasını düzeltme, erkeğin hanımına, hanımın da erkeğine sarfedeceği söz.”

Yine Müslim’in kaydına göre, Zühri’ye ait olan bu derç, hadisin bir veçhinde Resulullah’ın sözü olarak kaydedilmektedir.

Şârihler, Müslim’in kaydettiği bu ziyade kısımların, hadisi açıklayıcı mahiyette ilaveler olduğuna dikkat çekerler. “Üç meselede yalana cevaz”la ilgili kısmı Resulullah’a nispet eden bir rivayeti, senet ve kaynağıyla kaydeden İbnuHacer, bunu “Vehm-i Şedîd [şiddetli, fahiş bir yanılma]” olarak vasıflandırır.28

Herhalükarda, rivayetin Resulullah’a nispet edilen kısmı farklı tevil ve yoruma açık olduğu için yalana cevaz hususunda şârihler ikiye ayrılmıştır:

1- Islah maksadıyla yalanı tecviz edenler.
2- Hiçbir surette yalanı caiz görmeyenler.

Islah kastıyla yalanı tecviz edenler, “Rivayette zikri geçen üç mesele örnek olarak zikredilmiştir. Mezmum olan [kötülenen] yalan, zarara sebep olan veya maslahat bulunmayan yalandır” derler. 29

Yalanı caiz görmeyenlerden Mühelleb der ki: “Hiç kimse, kizbe mubah diyemez. Resulullah, yalanı mutlak şekilde yasaklayıp onun imanla bağdaşmayacağını haber verdi. Böyle olunca yalanın hiçbir çeşidini mubah görmek caiz değildir. Aleyhissalatu Vesselam (yukarıdaki hadisinde), insanlar arasında sulhün sağlanması için, kişinin, iki hasım taraf arasında hayırdan bildiklerini söyleme ile, onlarla ilgili olarak işittiği kötü şeyler hususunda da sükût etmeyi ve zoru kolaylaştırma, uzak görüleni olabilir kılmayı vaat etme hususunda mutlak bıraktı. Bunu yaparken, fiilen olana muhalif bir şey (yani yalan) söylemeyi tecviz etmiş değildir. Çünkü Allah Teala Hazretleri ve Resulü, böylesi (bir yalanı) haram kılmıştır. Keza erkek, hanımına bazı vaatlerde ve yapıcı sözlerde bulunur. Bu asla yalan yoluyla olmaz. Çünkü yalanın hakikati, mevcut olanın hilafını söylemektir. Vaat etmek ise yerine getirilinceye kadar muteberdir. Yerine getirme işi istikbale bakar. Öyle ise bunun yalan olması söz konusu değildir. Harpte de durum aynıdır. Harp durumunda iki mânaya gelebilecek kelimelerle tevriyeli, târizli ve ihâmlı (farklı mânalar anlaşılacak şekilde) konuşup muhatabı yanlış anlamaya sevk etmek caizdir. Burada da olanın hilafına bir beyan (açık bir yalan) söz konusu değildir.” 30

Görüldüğü üzere, üç meselede yalan söylemek, halk seviyesinde, mutlak dinî bir cevaz, dahası Hz. Peygamber Aleyhissalatu Vesselam’dan gelen bir ruhsat bilindiği halde, tahkik edilince, alimlerden bazılarına dayanan bir yorum olduğu anlaşılmaktadır.

Muhammedî İslam, yalana hiçbir suretle cevaz vermemektedir. Takiyyeyi dinin temel bir doktrini haline getiren şia zümresinin yanılgısı açıktır, tevil götürmez.

II- BEDİÜZZAMAN’A GÖRE SIDK

1-Sıdk, İslamî değerlerin medarıdır

Bediüzzaman’a göre sıdk, İslam’ın pek güzel ahlakî dustürlarından biri olmakla kalmayıp aynı zamanda bütün İslami değerlerin üzerine oturduğu ana zemin, güç aldığı ana eksen durumundadır; teşbih caizse bir binanın temeli, bir makinenin motoru hükmündedir. Sıdk, İslam dininin, insanlığın, hatta içtimaî hayatın “olmazsa olmazı”dır. Kendi ifadesiyle “.İslamiyetin esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemâlata îsal edici, sıdktır. Ahlak-ı âliye’nin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri, sıdktır. Alem-i İslam’ın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri, Ka’be-i kemâlata îsal eden [ulaştıran], sıdktır. Ashab-ı kirâmı bütün insanlara tefevvuk ettiren [üstün kılan], sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalatu Vesselam’ı merâtib-i beşerîyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.” 31

Nursi’nin şu ifadesine göre de sıdk, insanda, her çeşit faziletin neşvünema bulacağı zaruri zemindir. İnsan tabiatında bu zemin oluşmazsa diğer güzel ahlaklar gelişemeyecektir. Şöyle der:

Ahlak-ı âliye ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlakı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse rüzgarlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.” 32

Said Nursi nezdinde imanla sıdk ve diğer ahlakî faziletler o kadar ayrılmaz bir bütün ki bunlardan hangisi önceliklidir, tespit bile zorlaşır. Bir başka açıklamasında -yine kendi tabiri 33 ile- insaniyet-i kübra olan İslamiyete ait bütün güzelliklerin kaynağı ve mâulhayatı olan imanla “sıdk”ın imtizacının şöyle ifade edildiğini de görmekteyiz:

Bence bir kalp ve vicdan fezâil-i İslamiye ile müzeyyen olmazsa ondan hakiki hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez.” 34

Sıdk ve Kizb

Tabiat, boşluğu sevmez; sıdk yoksa onun zıddı olan kizb [yalan] veya yalanın, farklı unvan mertebelerindeki kardeşleri vardır. Bediüzzaman şöyle der:

Riyakarlık fiili, bir nevî yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu [yapmacıklık], alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sâni-i Zülcelâl’in kudretine iftira etmektir. Küfür bütün envaıyla kizbtir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garp kadar birbirinden uzak olmak lazım geliyor.” 35

Evet, onun dilinde sıdk, pek çok ahlakî düstürdan sadece biri değil, İslam’ın temel ahlakî düsturlarının nerdeyse tamamını ifade eden, onların müteradifi ve temsilcisi ve tamamlayıcısı durumunda bir mefhumdur. Bu sebeple Bediüzzaman, sıdk, sadâkat, sıddîk, ihlas, sebat, tesânüt, adalet, hatta iman ve hamiyet kelimelerini sıkça yanyana kullanır. Bu vasıflar, gerçekten hem mütelâzımdır, hem de her biri fazla zorlanmadan “sıdk”la tevil edilebilir. Şöyle ki:

“Sadakat,” kelime olarak zâten “sıdk”tan gelir. Bir bakıma “sıdk”ın gereği olan güzelliklerden, doğruluklardan hiç ayrılmamak yani verilen sözü tutmak, sıdkı amel planında sâbit tutmak manasına gelir. Sâdık, “sadâkat sahibi” demektir. Sıddîk ise sadâkati tâvizsiz, mübâlağalı şekilde yürütendir. Bunların sıdkla irtibatı açıktır. “İhlas”ı, Allah rızasını aramada sebât ve sadâkat; “sebat”ı, sıdkın gerektirdiği ve Allah’ı razı edecek ameli işlemede (veya aramada) sadâkatin devamı; “tesânüt”ü, hakkı bulma veya korumada başkalarıyla işbirliği yapmak, bir başka ifade ile sıdkın sadakate dönüşmesi için başkalarıyla dayanışma; “adalet”i, kendisi sıdk olan Kur’an’ın emrine uygun olarak hak ve hukuklara riayet; “hamiyet”i, kısaca diğergamlık yani hemcinslerimize, başkalarına karşı şefkatli alaka olarak açıklasak, bu da imana bir nevî sadakattir. Çünkü imanımız, öncelikle dindaşlarımız36 olmak üzere bütün insanlara 37 ve hatta “yaş ciğer sâhibi bütün mahlukâta(hayvanlara)” 38 karşı merhametli olmayı emretmektedir. Bu emre sadakatin en basit tezâhürü, diğergamlık ve hamiyettir.

Görüldüğü üzere Said Nursi’ye göre sıdk, ulaşılması gereken yüce hedeftir, idealdir; sadakat, yoldur, metottur, vasıtadır. Bütün güzellikler, hak, hakikat, Kur’an, ahiret, şuûnat-ı İlahiye “sıdk”tır; sıdkın yakalanması, yaşanması, hayata geçirilmesi, ondaki güzelliklerin gözle görülür hale getirilmesi de sadâkatledir. Bunu gerçekleştirebilen, derecesine göre sâdık ve sıddîktir.

2-Dava Adamı ve Sıdk

Bize göre Said Nursi, üç temel sebeple sıdka bu öncelikli yeri veriyor. Bu sebeplere geçmeden önce hemen kaydedelim ki, daha önce de belirttiğimiz üzere, Kur’an ve hadis, sıdka öncelikli bir değer vermektedir. Nursi bir mümin olarak buna uymak zorundadır. Ancak bir alim olarak da sıdka verilen bu önceliği aklî bir açıklamaya kavuşturmalıdır. Şu halde bu açıdan üç hususa dikkat çekebiliriz:

Birincisi: İnsan fıtratıyla ilgilidir. Ona göre, insan mükerrem bir fıtratta yaratıldığı için cevheri ve özü gereği daima hakkı ve doğruyu arar, batıla müşteri olmaz. “Batıl ve dalâl ise hakkı arıyorken haberi olmadan eline düşer.” 39 Yani insan bâtıla, batıl olduğu için müşteri olmaz. Öyleyse, insanlara, hak olan İslam’ı götürmeyi kendine dava edinen bir kimsenin, hakkı, sıdkı esas alması gerekir.

İkincisi: Bir yönüyle sıdk olan hakkın tabiatıyla ilgilidir. Nursi’ye göre hak galebe çalıcıdır, hakka galebe çalınamaz. Bâtılın hakka galabesi, bizzat değil, hak bir vasıta sebebiyledir ve o da geçici bir galebedir. 40 Hedefine meşru olmayan bir yolla giden, maksudunun zıddıyla ceza görür. 41 Şu halde sıdkı esas almak onun için başarı yolunda kaçınılmaz bir metottur.

Üçüncüsü: İslam’ın tabiatıyla ilgilidir. Yine Nursi’ye göre İslam’ın doğruluğunu ispatlayan delil öncelikle sıdktır. Çünkü, özü “tevhid,” “risalet,” “ahiret” ve “adalet”ten ibaret olan dinin 42 doğruluğunu ispatlayıcı deliller üç çeşittir:

1-Ya aklîdir!
2-Ya naklîdir!
3-Ya da her ikisidir.

Nakli delil: Kur’an ve hadistir. Kendisi nakil olan din, sadece naklî delile dayansa devir gerekir, bu ise muhaldir. Öyleyse caiz değildir. (Devirden maksat tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar tarzında delil getirmedir.

Bu sebeple naklî delillerin sıhhati, nübüvvetin sıhhat ve sıdkına bağlıdır. Sıdk delili aklîdir. Şayet nübüvvet de naklî delile dayansa yine devir gerekir, muhal lazım gelir. Kur’an, nübüvvet ve tevhîdi aklî delillerle ispat eder. Haşirle ilgili meselelerin hem aklî, hem naklî delillerle ispatı sahihtir. 43

3-Hz. Peygamber’in Sıdkının Delilleri

Görüldüğü üzere, dinin getirdiği bütün meselelerin doğruluğunun ispatı bir şeye bağlı: Hz. Peygamber’in sıdkı, doğru sözlülüğü. Bu ispatlanırsa onun her getirdiğinin doğru olduğu sâbitleşecektir. Bundan dolayı Said Nursi, Hz. Peygamber’in sıdkı üzerine geniş açıklamalar, tahliller yapar.

Mühim Not

Bediüzzaman’ın bu sadetteki tahlillerine geçmezden önce bir noktayı belirtmemiz gerekir. İnsanları, İslam’ın hakkaniyeti hususunda ikna etmeyi hayat gayesi yapan Bediüzzaman, ele aldığı meseleleri daima aklî açıklamalara kavuşturur ve buna öncelikli bir ehemmiyet atfeder. Çünkü o, şu kanaattedir:

Geçmiş devirlerde insanlık hissiyata tâbi ve bir kısım ruhanîlerin, imamların (önderlerin) taklîtçisi durumunda idiyse de gelecek asırlarda bir derece münevver olan fikirler, yani akıl, hâkim olacaktır.” 44 Bu düşüncesi Hutbe-i Şamiye’de daha açık olarak şöyle dile getirilmiştir:

Biz Kur’an şâkirtleri olan Müslümanlar, bürhana tabi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı îmaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi ruhbanları taklît için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı akliye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’an hükmedecek.” 45

Bu sebeple, her bir meselenin aklî delillerini de göstermeyi, eserlerinde öncelikli, sistemli bir düstur kılmıştır. Said Nursi, istikballe ilgili buümidini,eserlerinde, bidayetten itibarendeğişik üsluplarlatekrar edecektir:

“Asıl insaniyet-i kübra olan İslamiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinânı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşân (nur-saçan) olacaktır.”46

Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada İslam’ın sadası olacaktır.”47 “İ’la-yı kelimetullah bayrağı olan hilal-yıldız bayrağı teâli edecek, eski şevketini bulacak inşaallah.“48

4-Hz. Peygamber ve Sıdkı

Said Nursi’ye göre, sıdk kelimesiyle özetlenen, “sadakat,” “emanet,” “ahde vefa,” “güven” gibi meziyetlerin güzelliğinin en mühim delili Hz. Peygamberdir. Çünkü Aleyhissalatu Vesselam’ı sahip olduğu yüce makama çıkaran, davasını insanlara benimseten vasıta öncelikle onun sıdkıdır. Bir ayeti tefsir sadedinde o, şöyle der:

“Bu zatın tam 40 yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celp ve cezp ettiren o zâtın (aleyhissalatu vesselam), evvel ve âhir (yani gerek çocukluğundan peygamberliğine ve gerekse daha sonra) herkesçe malum olan, sıdk ve emâneti idi. Demek o zatın (aleyhissalatu vesselâm) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur”. 49

Hemen belirtmek isteriz: Bediüzzaman burada, Resulullah’ı, çocukluğundan itibaren el-Emîn lakabıyla şöhret-şiar kılacak kadar güzel olan ahlakına ve peygamberlik geldiği zaman, ilk alenî davetinde peygamberlik davasına delil olarak herkesçe bilinen sıdkını göstermesine işaret ediyor. 50

Bediüzzaman’a göre “sıdk” ve “kizb”in her insan üzerinde, her devirde aynı yüceltici ve alçaltıcı tesiri vardır. Öyle ki, kişinin insaniyet ve mâneviyatta ulaşacağı derece, onun sadâkat ve ihlastaki derecesine bağlıdır. Kendi ifadesiyle: “Ciddî sadakat ve samimî ihlasa muvaffak olarak, kemalatı ve hasletleri o nispette, derecelerine göre yükselmeye başlar, insaniyeti teali eder.” 51

Buna yakın bir mânada olmak üzere, Gazâli’nin şu sözünü hatırlamanın yeridir:

“Kulun Allah’a yaptığı ibadetlerin en güzeli sadâkat, en çirkini de yalancılıktır.” 52

Bediüzzaman, Resulullah’ın sıdkını farklı yaklaşımlarla aklî şekilde açıklayan tahlillere yer verir. Bunlardan, aşağıda özetleyerek kaydedeceğimiz uzunca bir pasajda Aleyhissalatü Vesselam’ın sıdkına delalet eden pek çok şeyi topluca tahlil eder:

■ Bütün semavi kitapların, suhufların desteğine mazhar olan Kur’an-ı Kerîm.

■ Kur’an’da mevcut bütün hakikatler.

■ Kur’an’ın hakkâniyetini ispat eden bütün deliller.

■ Resulullah’ın Allah’a ubudiyeti.

■ Ümmî olmasına rağmen 14 asırdan beri insanlığın en dâhileri tarafından tasdîk görmesi.

■ İmanın altı rüknü de onun sıdkına delildir.

■ Yüce ahlakı, mazhar olduğu mucizeler -ki Bediüzzaman, Resulullah’ın mucizele-riyle ilgili 123 sayfa tutan müstakil bir risale telif etmiştir (On Dokuzuncu Mektup) -kemâlatı, her bir hali- (mesela Yahudilikten ihtida eden Abdullah İbnu Selâm “Bu yüzde yalan olmaz” diyerek Müslüman olur) 53 ile Aleyhissalatü Vesselamın kendisi, kendinin sıdkına delildir.

■ Cevşenü’l-Kebir duası içindeki hakikatler.

■ İrhâsât denen, Hz. Peygamber’in peygamberliğinden önce, onunla ilgili olarak vukua gelen hâdiseler.

■ Vefatından sonra vukûa geleceğini haber verdiği hadiselerin vukua gelmesi.

■ Ümmette yetişen büyük velilerin ve âlimlerin ilimlerine ve keşiflerine dayanarak onu teyitleri.

■ Resulullah’ı gören Ashab’ın eski hayatlarını değiştirip, insanlığa üstâd olma derecelerine çıkmaları, Hz. Peygamber’e olan eski tavırlarını değiştirmeleri, samimi tasdikleri.

■ Müçtehitler, imamlar, İbni Sina gibi feylesoflar, allâmeler ve ehli tahkikin şahadetleri.

■ Aktap denen, en derin ehl-i tahkikin tasdikleri.

■ Geçmiş zamanın namdarlarının başta enbiya olarak, ârifler, kâhinler, hâtiflerin Muhammed’in geleceğine dair ihbarları.

■ Cenab-ı Hakk’ın icraat-ı rububiyyeti ve ef’âl-i rahimiyeti cihetinde, Risalet-i Muhammediye’ye mukaddes şehadeti. 54

Böylece, Hz. Muhammed’in risaletinin sıdkı ve doğruluğu aklî ve naklî delillerle sabit olunca, kendisi de getirdiği şeriat’ın sıhhatine, doğruluğuna, hakkaniyetine delil olur.

Mesela, haşrin yani ahiretin varlığını ispat sadedinde, sözgelimi 65 sayfa tutan Onuncu Söz’de aklî deliller serdeden Bediüzzaman, bir açıdan akli, bir başka açıdan nakli olarak değerlendirebileceğimiz ve temelde Resulullah’ın sıdkına dayanan şu delili kaydeder:

“.Muhammed Aleyhissalatu Vesselam’ın nübüvvetine şehadet eden bütün mucizeleri ve umum delail-i nübüvveti ve sıdkının bütün hüccetleri, haşir ve ahirete dahi şehadet ederler.” 55

Diğer iman esasları, Kur’an ve muhtevasının hakkaniyeti hakkında da aynı mütâlaayı yürütebileceğimiz açıktır. Böylece bir kere daha, “sıdk”ın İslam dinindeki ehemmiyetli yeri anlaşılmış olmaktadır.

5-Allah’ın Sıdkı

Said Nursi, Allah’ın sıdkı meselesine de sıkça yer verir. Bu konu bilhassa kıyamet ve ahiretle yakından ilgili bahislerde işlenir. Çünkü kıyametin kopması, cennet ve cehennemin kurulması, cennet nimetleriyle ilgili tasvirler imanca zayıf kimselerin kabullenip ikrarda zorlanacağı bahislerdir. Her gün çevremizde temaşa ettiğimiz hâdisat, hadisattaki akla durgunluk veren intizam ve gayelilik, dakiklik gibi pek çok vukuat misal gösterilerek, Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi, rahmeti vs. hatırlatılır ve “hakkında hulfu’l-va’d [verdiği sözden dönme] muhal olan Cenab’ı Hakkın vâd ettiği, Kur’an’da haber verdiği her şeyi yapacağı sonucunu çıkarır. Bu konuda bu kısa hatırlatma ile yetinerek, Allah’ın sıdkına, tabiatı delil olarak gösteren bir cümlesini kaydediyoruz: “. Ey münkir! Bilir misin ki: Küfür ve inkarın kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik edip, hiçbir veçhile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir veçhile hilaf; O’nun izzetine, haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen şeyler ve işler; sıdkına ve hakkaniyetine şehadet eden bir Zât’ı tekzib ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinayet işliyorsun!.. ” 56

6- Ashab ve Sıdk

Risalet-i Muhammediyeyi sıdk düstüru ile aklî bir izah ve ispata kavuşturan Nursi, İslam’ın ikinci kaynağı olan “hadîs”e güven meselesinde mühim bir esas olan “sahâbîlerin adâleti”nin de naklî değil aklî olduğunu söyler 57 ve bunu sıdk düsturundan hareketle izah ve isbât eder. Bu düstûru, Nursi, “Ümmet: ‘Sahâbeler umumen âdildir, doğru söylerler’ diye ittifak etmişler” 58 diye sunar. Ümmetin, sahabîlerin en âmisine dahi, fazilette Muhyiddîn-i Arabî gibi hârika zatların bile yetişemeyeceği hükmünü hayretle karşılasa da, 59 yaptığı tahkikle onaylar ve bunda sıdk delilinden çokça istifade eder.

Hemen belirtelim ki, Ehl-i Sünnet’in sahâbenin adaleti hususundaki icması, onlar hakkında masumiyet iddiası manasına gelmez. Bunu, “Dine giren meselelerde yalana yer vermezler, hepsi güven sâhibidirler [udûldür]” diye anlamak gerekir. 60 İşte Bediüzzaman, hadis ilmine ait bu düsturu, sıdk şe’niyetine dayanarak aklîleştirir ve açıklığa kavuşturur. Şöyle ki:

27. Söz’ün gerek içtihat bahsinin sonlarında gerekse sahabe ile ilgili bahsinde, Hutbe-i Şâmiye’de ve başka yerlerde tekrar tekrar, veciz veya tafsilli açıklamalarla ele alır, hepsinde de sıdk zeminine oturan aklî açıklamalar örgüsünü inşa eder. Bu bahislerde ana fikirler şunlardır:

1- Hz. Peygamber’in gerçekleştirdiği sıdka dayalı inkılap pek dikkat çekici olmuştur.

2- Bu inkılap, sıdkın bütün güzelliğini bütün parlaklığıyla, yalanın da bütün çirkinliğini en menfur şekliyle ortaya koymuştur. Sıdkla kizb arasındaki mesafe arşla ferş kadar açılmıştır.

3- İslam inkılabının, insandaki ulvî meyilleri inkişaf ettirmiş olması sebebiyle, hakka âşık, sıdka meftun durumda olan sahâbelerin, imanla küfür kadar birbirinden uzak duruma gelen kizbe müşteri olmaları mümkün değildir.

4- Onları değerlendirirken, günümüz şartlarına göre hareket etmemeliyiz. Çünkü zamanımızda sıdkla kizb omuz omuza gelmiş aralarındaki mesafe “bir parmak kadar” daralmış, 61 hatta siyasi propaganda sebebiyle yalan daha câzip hale gelmiştir.

Şimdi bunları, kendi ifadesinden, içtihat bahsinin sonundaki, oldukça veciz pasajdan takip edeceğiz. Said Nursi, orada “Sahabeler de insandır, hatadan hâlî olmazlar. Ahkam-ı şeriatın medarı [dayanağı] sahabelerin adaleti ve sıdkıdır?” şeklindeki soruya şu veciz cevabı verir:

“Evet, sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık, sıdka müştak, adâlete hâhişger dirler [istekli]. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesâfe, Arş’tan ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâb’ın derekesinden a’la-yı illiyyînde olan Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselam’ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür.

“Evet, Müseylime’yi esfel-i sâfîlîne düşüren kizb olduğu gibi Muhammedü’l-Emin Aleyhissalatü Vesselam’ı a’la-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.”

“Halbuki şu zamanda sıdk ve kizbin ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana [geçmek] pek kolay gidiliyor. Hatta siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkanda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkancının mârifetine ve sözüne itimat edip, körü körüne alınmaz.” 62

İslam inkılabının ortaya koyduğu içtimaî havanın terbiyesi ile yetişen, bu sebeple “hakperest ve ciddî ve doğru adam olan” 63 sahabelerin “sıdk ve doğruluk için can ve mal ve peder ve vâlidelerini ve kavim ve kabîlelerini feda edip sıdk ve hak için fedaî olduklarını” 64 belirten Bediüzzaman, ashab hakkında hüküm verirken bugünün şartlarına göre konuşacaklara şu ikazda bulunur:

“Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, sahâbenin adalet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine, takvalarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin!” 65

7- Kurtuluş Yolu Olarak Sıdk

Bediüzzaman’a göre, doğruluk [sıdk], sadece iman ve İslamımızın kemali, Allah’ın rızası, bir başka ifade ile uhrevî saadetimiz için gerekli bir haslet değildir. Dünyamızın kurtuluşu, İslam dünyasının sahil-i selamete çıkabilmesi için de gereklidir, zaruridir. Bunu görmek için bu sadette kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları görelim:

S- Her şeyden önce bize lazım olan nedir?
C- Doğruluk!

S- Daha?
C- Yalan söylememek!

S- Sonra?
C- Sıdk, ihlas sadakat, sebat, tesânüt.

S- Yalnız. (Sıdk mı?)
C- Evet!

S- Neden?
C- Küfrün mahiyeti yalandır, imanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası iman ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır? 66

Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şâmiye’de, geri kalışımızın sebepleri ve kurtuluş çareleri üzerine yaptığı bir tahlil de onun bu görüşlerini yansıtır. Şöyle der:

“Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette kurûn-u vustâda (orta çağlarda) durduran ve tevkîf eden altı tane hastalıktır: O hastalıklar da bunlardır:

“Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

“İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyâsiyede ölmesi.

“Üçüncüsü: Adavete muhabbet.

“Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî râbıtaları bilmemek. “Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdat. “Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.” 67

Said Nursi’nin, arkadan kaydedeceği kurtuluş çarelerine geçmezden önce dikkat çekmek isteriz:

1- Geri kalış sebeplerinden biri olan “sıdkın içtimaî hayatımızdan çıkması” maddesi ikinci sırada yer almaktadır.

2- Diğer maddeler de özde, mümin kişinin kelime-i şahâdet vasıtasıyla Allah’la yaptığı itaat sözleşmesine sadakatsizlikten başka bir şey değildir. Çünkü o beş maddenin hepsi, İslam’ın emir ve yasakları arasında yer alır.

3- Dikkatimizi çeken üçüncü bir husus, geri kalış sebepleri olarak kaydedilen bu altı maddenin altısı da manevî ve ahlâkî hususlardır. Maddî sebep zikredilmemektedir. İslam âleminin, hususan Osmanlıların çöküşünde hep maddî sebepler arayan nice tarihçi ve sosyologlara aykırı olsa da, başa gelen musibetleri “kendinde” 68 ve “mânevî eksikliklerde” aramayı irşat eden Kur’anî 69 ruha uygundur.

Bediüzzaman, bu altı hastalığın tedavisini, Kur’an’ın eczahane-i kutsiyesinden aldığı altı kelimelik devada bulur: 1. Kelime: el-Emel, 2. Kelime: Ye’sin öldürülmesi, 3. Kelime: Sıdkın ihyası, 4. Kelime: Muhabbetin tesisi, 5. Kelime: Bencilliğin atılıp hamiyet-i İslamiyenin uyandırılması, 6-Kelime: Meşveret-i şeriyyenin sağlanması. 70

Said Nursi, imanla-küfür kadar birbirinden uzak gördüğü sıdk’la “kizb”in omuz omuza verecek kadar birbirine yaklaşmaları, “hatta siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık doğruluğa tercih edilerek” 71 insanları alçaltmış olması sebebiyle “Euzubillahi mineşşeytani vessiyaseti” diyerek siyaseti terk ettiğini belirtir. 72

8-Hizmette Sıdk ve Sadakat

Gerçek İslam’ın ihyası gibi yüce bir gaye ile yola çıkıp, bu maksatla cemiyette bir hareket başlatmak gayretinde olan Nursi’nin hizmet programında İslam’ın en temel esaslarından olan sıdk ve sadâkatin, öncelikli bir değer olarak yer alacağı açıktır. Nitekim, hizmete dâhil olanlara daima sıdkı ve doğruluğu tavsiye etmiş ve sadakatten ayrılmamaları için mütemadiyen uyarmıştır.

Müslümanlara,herşeyden öncesadakatinlâzım olduğunu73söyleyenNursi,mükerrerseferler temasettiği:her bir nur talebesinin diğerlerinin sevabına iştirak etme şansının da sadâkate bağlı olduğunu belirtir. 74

Bu sadetteki bir ifadesi aynen şöyle:

“(Nur talebesi unvanını alan herkes) …her 24 saatte benim lisanımla belki 100 defa, bazen daha ziyade hayırlı dualarımda ve mânevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi dua eden kıymettar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.” 75

Öyle ki, mesela “Risale-i Nur’un sâdık şâkirtlerinden birisi, Leyle-i Kadr’in hakikatini ve Ramazan’ın yüksek mertebesini kazansa, umum hakiki sâdık şâkirtler sâhip ve hissedar olmak vüs’at-ı rahmet-i ilahîyeden çok kuvvetli ümitvârız” der. 76

Bu manevi kazanca zaman zaman telmihte bulunan Bediüzzaman, dâva yolunda karşılaşılacak sıkıntılar karşısında “Bu dairenin verdiği bütün neticelere mukabil sarsılmaz bir sadakat ve kırılmaz bir metanet.” talep eder. 77

Bediüzzaman, hizmetin en mühim düsturlarından biri olarak, talebelerinden azami sadâkat talep etmekle beraber, taktik planında bunun da yeterli olmayacağına dikkat çeker ve en azından kendini bu noktada görerek ucub ve rehavete düşeceklere çok usturuplu bir uyarıda bulunur: “Arkadaşlarımızdan metîn kalbli, sadakati kuvvetli, niyeti ihlaslı, himmeti âli (birini) gördükleri vakit başka noktalardan hücûm ederler, şöyle ki.”78

Devamında, İslam düşmanlarının sadakati yerinde olanları bile, insandaki mevki, makam ve maddeye karşı zaaf, enaniyet, lükse düşkünlük gibi bazı beşerî zaaflardan istifade cihetine giderek iğfal etme gayretine düşeceklerini belirtir.

Bir kısım talebelerine yaptığı iltifat ve takdirleri, onların sadakat derecelerini izhar edecek şekildedir. Bu cümleden olarak Ispartalı talebelerin sadakatte önceliği vardır. Bir mektubunda Bediüzzaman “İsparta şakirtlerinin sebatta ve sadakatte her yere fâik olduklarını” belirtir. 79 Nitekim “sekiz yıl sadakatli hizmeti” sebebiyle 80 her seferinde sıddık vasfıyla anılan Barlalı merhum Sıddık Süleyman da Ispartalıdır ve risalelerde bu unvanıyla birlikte sıkça anılır. Said Nursi onunla sâdece Barla’nın değil Isparta vilayetinin iftihar etmesi gereğine dikkat çeker. 81 “Sadakatte Süleyman’dan geri kalmayan Mustafa Çavuş, Muhacir Hâfiz Ahmet,” 82 “sadakatte namdar Süleyman Rüştü” 83 “sıdk”a nispet edilen diğerlerin-dendir.

Talebelerine yazdığı mektuplarda hitap cümlesi olarak, çok nadir istisnalar dışında, her seferinde “Aziz sıddık kardeşlerim” tabirini kullanır. Bunun, sadece bir hitap formülü olarak kalmayıp “sıdk”ı ve “sadakat”ı hatırlatıcı ve telkin edici bir hizmet de göreceği açıktır.

Bediüzzaman, dualarında, lahika dediği mektuplarda Allah’tan sıdk ve sadakat talep ettiği gibi, 84 talebelerinden de ısrarla sıdk ve sadakat talep eder. Bu cümleden olarak bir mektubunda “(Bana) haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritâne âli makam vermek yerine fevkalâde sadâkat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlas lâzımdır” dediğini görmekteyiz. 85

O, talebelerinden öylesine sadakat ve sebat ve gayret istiyor ki, sanki bütün gayretlerinin hedefi, hayatının gayesi budur. Bunu gerçekleştirdiği takdirde, ömrünü verdiği davasında gayeye ulaşmış olarak, artık hayata elveda diyebilecek ve gözü de arkada kalmayacaktır: “Ben hizmet-i Kur’âniyedeki tam sadakat ve gayret ve sebat ve metanetinizi gördükten sonra, tam bir istirahat-ı kalble mevti ve eceli kabul eder, ‘Arkamda siz varsınız yeter’ diyerek dünyadan sürurla vedaya hazırım.” 86

Hizmette sadakatin ehemmiyetini belirtme sadedinde, risalelerde sadakatten ayrılanların uğradıkları dünyevi ve uhrevî zararlara da zaman zaman dikkat çektiğini, bir surette sadakatten ayrılanların, sadâkatsizliğin derecesine ve hiyanetin nispetine göre “şefkatli” veya “şefkatsiz” tokat yiyenlerden örnekler verdiğini 87 belirtmemiz gerekir.

Said Nursi, hizmete girenlerin, basit gibi görünen tavırlarla sadâkat meselesinde düşülebilecek hatalara, zihinlerden çıkmayacak bir teşbihle uyarıda bulunur. Dünyevî bir makam düşüncesiyle, ehl-i ilhâda “Kalbimiz Üstad ile beraberdir” diyerek taviz verenlerin kötü maksatlara alet edilip kullanılacaklarını belirtir.

Bediüzzaman’ın, talebelerinde sıdk ve sadakate son derece ehemmiyet vermekle birlikte, ilcaat-ı zamaniye ve artan kanunsuz baskılar, zulümler sebebiyle sadakati koruyamayanlara karşı yakınlarına anlayış tavsiye ettiğini de belirtmeliyiz: “Bize mağfiret et (vağfir-lenâ), bizi muvaffak kıl (veffık- lenâ)” gibi dualarda “ve sâdık nur talebelerine” ilavesindeki sâdık kelimesini çıkartır 88 ve ayrıca birbirlerini “enaniyet” ve “sadakatsizlikle” itham etmeyi yasaklar. 89

Bu noktada Nursi, daha da ileri bir tavırla ibretli bir fıkra eşliğinde: “.Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit, onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe’nidir” 90 diyerek sıdk, sadakat, sâdık. kelimelerine bir başka buud getirmekte ve ciddi bir hizmet taktiği vermektedir.

Bediüzzaman, kıymetini belirlemeye çalıştığı bazı şeyleri keramete nispet eder. Yani keramet sadece velayet sebebiyle verilen bir ikram-ı ilâhi değildir, “samimiyetin,” “niyet-i hâlisanın,” “samimî tesânüdün,” 91 “ihlasın” ve “sadakat”in de kerameti vardır. İhlasın ve sadâkatin kerameti “belki bazen (velayet kerametinin) daha fevkindedir” 92 ve bazı musibetler sadakat ve ihlasın bir kerameti olarak ucuz atlatılmış, yüzden bire inmiş, kubbe habbe edilmiştir. 93 Hizmetin mazhar olduğu, memnuniyet verici bir durumu “Sabri’nin sadakatinin kerameti” olarak yorumlamıştır. 94 Ayrıca hizmette “tam sadakat edenlerde, maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara mazhar” olacaklarını belirtmiştir. 95

Hizmetin muvaffakiyet ve müessiriyetini zedeleyecek mahiyetteki dahili küçük bir ihtilaf karşısında izhar ettiği şiddetli tepki, bu nevi hadislerin telafisi için “sadakat”in talebinin, mevzuumuzun önemini göstermesi bakımından burada hatırlatılması gerekir. Bir mektubunda der ki: “Aziz sıddık kardeşlerim (.) Nurun iki rüknü, zâhiri birbirine nazlanmak ve teselli yerine hüzün vermek olan ehemmiyetsiz hadisenin, bu sıralarda benim kalbime verdiği azap cihetiyle, ‘Eyvah, eyvah! El-aman, el-aman! Ya Erhamerrahimin, medet! Bizi muhafaza eyle. Bizi cin ve insî şeytanların şerrinden kurtar. Kardeşlerimin kalplerini birbirine tam sadâkat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle doldur’ diye hem ruhum, hem kalbim, hem aklım feryad edip ağladılar.” 96

9-Ailede Sadakat

Dilimizde sadakat mefhumunun aileleri ilgilendiren bir yönü daha var. Said Nursi, buna da temas ettiği için, burada yer vermemiz gerekir.

Ona göre, aile hayatı her insanın “bir nevi cenneti, küçük bir dünyasıdır.”97 Aile hayatı, ebedî hayat düşüncesi uhrevi beraberlik inancına dayanmalıdır. Bu olursa âile fertleri birbirlerine “.samimi hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz. hakiki insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa.”98

Said Nursi’ye göre, aile hayatının saadet üzere devamında kadına daha ziyade sorumluluk düşmektedir. Çünkü o, “aile hayatında müdîr-i dâhilî olmak haysiyetiyle, kocasının bütün malına, evladına ve her şeyine muhafaza memuru olduğundan, en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir.” 99

“Hakiki sadâkati bırakan” kadının daha dünyada iken ceza göreceğine dikkat çeken 100 Bediüzzaman, kadınlara sadakat ve emniyeti bozucu davranışlardan kaçınmalarını tavsiye eder ve şöyle der:

“Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki, kadın, kocasında fenalık ve sadakatsizlik görse, o da ailesine olan sadâkat ve emniyeti bozsa, aynen askeriyedeki itaatin bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası ziruzeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın.” 101

Sadâkatin meşru olmayanı

Bediüzzaman’a has bir hususiyet, her duygu ve hissin menfi ve müspet yönlerini göstermek, menfi taraflarına karşı uyarmaktır.

Sadâkat de güzel bir vasıf, ama kötüye kullanılabilir. Mümin, kelime-i şehadeti söylemekle Allah’la bir akit yapmakta ve Hz. Muhammed’in getirdiği dine kayıtsız şartsız uyacağına dair bir söz vermektedir. Kur’ân’ın “ahidde bulunduğu zaman ahdini yerine getirmek” (Bakara Sûresi, 177) veya Resullulah’ın “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükredemez” 102 gibi düsturları, inanan insanı bile, Allah’ın razı olmayacağı akitlere sadâkate, -mazhar olunan hayırların gerçek sebebi Allah iken (4 Nisa Sûresi, 79)- dünyevî ve zahîri sebeplerden bilmeye sevk edebilir. Böylesi bir yanlışlığın insanı fevkalade alçaltacağına Bediüzzaman pek çok kere dikkat çeker. Birine göre, köpek, sadakatiyle meşhur olmasına rağ­men necîsülayn addedilmiştir. Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler. 103

Öyle ise “Allah’a isyanda, itaat yoktur” hadisinin de belirteceği üzere, meşru olmayan şeylerde akit yapılmamalı, cehaletle akit yapılmışsa daha önce belirtildiği şekilde kefaret ödenmeli, fakat sadık kalınmamalı. Gelen bütün hayırlar Allah’tan olduğuna göre, gerçek teşekkürü zâhiri mun’imlere [vericilere] değil, Allah’a yapılmalıdır.

Bu inceliklere riayet edilmezse, maddî ve mânevî kemâlatın miftah ve miracı olan sadakat sahibini, sadâkatte darbımesel olan kelbin, necîsu’l-ayn derekesine indirebilir.

10-Yalana Cevazın Neshi

Said Nursi’nin sıdk konusundaki telakki ve anlayışını hakkıyla kavratacak bir husus, bazı hallerde yalana verilen İslamî cevaz hususundaki tavrıdır. O, bu cevazın mensuh olduğu kesin kanaatindedir. Mecelle’de geçen “Ezmânın teğayyüriyle ahkâmın teğayyürü inkar olunmaz” 104 şeklindeki meşhur fıkıh kâidesine: “Her zamanın bir hükmü vardır. Şu zaman, bazı ihtiyarlanmış âdâtın mevtine ve neshine hükmediyor, mazarratlarının menfaatlerine olan tereccühü [zararlarının, faydalarına üstün gelmesi] idamına fetva veriyor” diyerek aynen iştirak eden Bediüzzaman, 105 bu kaideye, eserlerinde birkaç meselede müracaat edip atıfta bulunur. Bunlardan biri yalanla ilgilidir. Şöyle der:

“Amma maslahat için kizb ise zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bâzı âlimler ‘muvakkat’ fetvası vermişler. Bu zamanda o fetva verilmez. Çünkü o kadar suiistimal edilmiş ki yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm, maslahata bina edilmez (.) maslahat dahi yalan söylemeye illet olmaz. Çünkü muayyen bir haddi yok, suiistimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise İmmâ’s-Sıdk ve immâ’s-sükût. Yani yol ikidir, üç değildir; ya doğru, ya yalan, ya sükut değildir.” 106

Bediüzzaman’ın, geçen asrın başlarında, yani 1327’de (1911) Şam’da verdiği hutbede yalanın insanlığa getirdiği musibetle ilgili şu tahlil, aktüalitesinden, güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, tazeliğini aynen koruyor gibi. Diyor ki: “İşte beşerin ortalıktaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyyenin ve ruy-i zemin asayişlerinin zirüzeber olması kizble ve maslahatın sûiistimali ile olmasından 107 elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşeri mecbur ediyor ve kat’i emir veriyor. Yoksa bu yarım asırda, gördüklerini umumî harpler ve dehşetli inkılaplar ve sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak. Evet, her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazen zarar verse sükût etmek. Yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa sû-i tesir eder; hak, haksızlıkta sarf olur.” 108

“Bir tane sıdk bir harman yalanları yakar, bir tane hakikat bir harman hayâlâta müreccahtır” diyen 109 Bediüzzaman, zâlim kâfirlerin aleyhte yaptıkları (yalan ve iftiraya dayalı) propagandalara, aynı silahla cevap vermeyi uygun görmez: “Ona mukâbele o yalancı silahla olmamalı, belki sıdk ve hak ile olmalı.” 110 Ve hayat boyu takip ettiği müdafaa metodunu açıklar: “Bütün hayatımda ‘en menfaatli ve en iyi hile, hilesizlik olduğu’ düstur olduğundan, bütün müdafaatımda hak ve hakikat ve sıdk ve doğruluk esasını takip ettim.” 111

Bir Sıdk Kurbanı

Sıdk ve sadakat hususunda güzel örnekler veren Risale-i Nur talebelerinden biri olan Binbaşı Âsım rahimehullah, Eskişehir Mahkemesi sırasında sorguya çekilir. Eğer doğru söylese Üstadına zarar gelecek, söylemese 40 senelik müstakimâne hayatına aykırı olarak yanlış söylemiş olacak. Risale-i Nur’dan aldığı sıdk dersi sebebiyle, böyle bir imtihana maruz kalmaktansa “Ya Rab, canımı al!” diye dua eder ve “10 dakikada teslîm-i ruh eyler” ve -Bediüzzaman’ın tabiriyle- “istikamet şehidi” olur. 112

Binbaşı Asım’ın gizlediği suç(!) ne idi diye merak edeceklere, Bediüzzaman’ın vak’ayı anlattıktan sonra kaydettiği açıklamayı aynen sunalım: “Dünyada hiçbir kanunun hata diyemeyeceği bir muavenet-i hayriyeye ve bir tasdîke hata tevehhüm edenlerin çirkin hatalarına kurban oldu. Evet, Risale-i Nur’dan tam ders alan, bir su içer gibi, kolayca, terhis tezkeresi telakki ettiği ecel şerbetini içer.”

Bir Tedaî

Aralarındaki mesafenin Resulullah döneminde Arzla-Arş kadar uzak olduğunu belirttiği sıdk ile kizbin, zaman geçtikçe aynı dükkanda aynı fiyata satılacak kadar birbirine yaklaştıklarını, hatta siyasi propagandaların sevkiyle yalanın daha muteber hale geldiğini söyleyen Said Nursi, yalan ve iftiranın tamamen meslek haline getirildiği ve hatta gazetelerde “28 Şubat sürecinden beri medya yüzde 90 yalan kustu” 113 manşetleriyle sunulan haberlerin yer aldığı son yılları yaşasaydı ne derdi, bilemiyoruz. Ancak Resulullah’ın şu hadisini hatırlayınca, hadîslerde, “insanlığın ahir zamanda yaşayacağı” ihbar edilen, “kezzâbiyet”i (yalanizim) mi oynuyoruz demekten de kendimizi alamıyoruz:

“İnsanlara,tamamen yalana dayananyıllargelecek. Oyıllarda yalancıolan tasdik edilir,doğru sözlüolan datekzîbedilir. Haine itimat edilir (kilit noktalarına getirilir), emin kimseye de (mevkiinden uzaklaştırılarak)ihanet edilir. O yıllarda kamu işleri hakkında (birinci derecede) er-Ruveybısa konuşur [Ruveybısa da nedir? diye sorulunca: ‘Âciz [zavallı] adamdır’ buyurdular].” 114

SONUÇ:

Sıdk İslam’ın öylesine olmazsa olmaz bir değeridir ki bizzat Kur’an-ı Kerim’de “iman,” “İslam,” “şeriat,” “Kur’an’ın getirdiği her şey” manalarıyla te’vil edilebilecek kullanımlara sahiptir. Sıkdın “iman” ve “İslam”la bu derece aynîleşmesi, İslam’ın sıdka verdiği ehemmiyetin açık bir göstergesidir.

Sıdk, gerek ferdî ve gerekse içtimaî hayatın huzur ve selameti, maddi ve manevî terakkileri için mühim bir esastır. Medeni hayatın pek çok münasebet ve müesseseleri, hayatîyetlerini “sıdk”tan ve “sıdk”ın uygulaması olan “sadâkatten” ve bunların hasıl edeceği güven ortamından alırlar. Bu sebepten olacak, Hz. Peygamber, en büyük günahları bile soğukkanlılıkla karşılarken, beşeriyetin semm-i kâtili olan sıdkın zıddı kizb ve hıyanete şiddetle tepki göstermiş, bunların imanla bağdaşamayacaklarını belirtmiştir. Bir İslam davetçisi olan Said Nursi nezdinde sıdkın, bunlardan başka vurgu kazanan bir yönü vardır: “Nakle dayanan İslam’ın hakkaniyetini insanlara -müminlere demiyorum- anlatma ve onları iknada yegane aklî delil olma yönü.”

Ona göre İslam’ın dört temel esasını (tevhîd, risalet, âhiret, adalet) ispatta iki çeşit delil var: Aklî olanlar, naklî olanlar. Tevhîd ve risalet muhteva olarak naklîdir. Bunların delilleri de nâkli olsa devir gerekir. Devir ise muhal olduğu için caiz olmaz, aklî delile ihtiyaç vardır.

Sıdk aklî bir delildir. Bu sebeple, naklin (dinî muhtevanın) iki kaynağı olan Resulullah ve ashabın sıdk ve sadakatleri hususunda Bediüzzaman, eserlerinde, tekrarla açıklamalar yapar, Hz. Muhammed’in hak peygamber oluşuna en büyük delilin onun sıdkı olduğunu gösterir. Hadis ilminin bir postulatı olarak, ümmetçe ittifak edilen sahabenin adaleti bahsini de sıdk düsturuyla aklî izaha kavuşturur.

İslam’ın başarısında sıdkın böylesine öncelikli yerinin ilminde ve şuurunda olan Said Nursi:

İnsanlığın, geçmiş devirlerde, hissin galebesiyle bazı ruhanilerin ve imamların [önderlerin] taklitçisi iken, istikbalde aklın galebesiyle, ehl-i tahkik yani araştırıcı olacağı kesin kanaatini taşıyan bir İslam davetçisi olması haysiyetiyle, İslam’ı müessir bir şekilde insanlara ulaştırmada, Resulullah Aleyhissalatü Vesselamın sünnetine uyarak:

■Hem ilmî bahislerde “sıdk delili”ni kullanmış,

■Hem de mücadele hayatında “sıdk”ı ve sıdkın uygulanması olan “sadâkat”i temel düstur yapmış, kendine uyan talebelerine, dava arkadaşlarına da sıdkı ve sadakati tavsiye etmiş, hak olan İslam’ın, hak olmayan metotlarla neşredilemeyeceğini ısrarla belirtmiştir. Yalana dayanan aleyhteki propagandalara yalanla değil sıdkla, doğru sözlülükle cevap verilmesi gerektiğini, “bir tane hakîkatin bir harman yalanı yakacağını” söylemiştir.

Said Nursi, yalan karşısında öylesine net ve açık bir tavır almıştır ki, bazı sahih rivayete dayanarak “maslahat” kaydıyla yalana İslam ulemasının verdiği cevazın “neshine” içtihat etmiş: “Ya doğru söyle ya sûkut et!” “Her söylediğin doğru olmalı, doğruyu söylemek zarar getirecekse sûkut etmeli!” demiştir.

** Prof. Dr. İbrahim Canan: 1940, Küçük Karapınar köyü/Konya doğumludur. İlk öğrenimini memleketinde tamamladı. Konya Erkek Lisesi (1958) mezunu. Kayseri (1962-64) ve Akşehir’de (1966-67) orta dereceli okullarda öğretmenlik yaptıktan sonra, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesinde 1972’de başladığı öğretim üyeliği görevini aynı üniversiteye bağlı olarak kurulan İlahiyat Fakültesinde sürdürdü. Bir süre Azerbaycan Kafkas Üniversitesinde görev yaptı. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesidir. Yayınlanmış çok sayıda kitap ve makalesi bulunmaktadır.

2 İbnu Manzûr, Lisanü’l-Arab 10, 193. Bak. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi 10, 5.

3 İhya, 4, 694.

4 Bak. A.e., 494-501.

5 Râzi, Tefsir 26, 279.

6 İhya 4, 693.

7 Razi, 10, 172-173.

8 İhya, 3, 751.

9 Râzi, Tefsir, 26.280.

10 Râzi, 10, 172.

11 Buharî, Libâs 24. Cenâiz 1, Muvatta, Kelam 19, (2, 990). Bu hadislerde zina, hırsızlık, korkaklık, cimrilik’in zikri geçer.

12 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, 6, 462-63.

13 Tirmizî, Birr 46.

14 Bak.Kütüb-iSitteMuhtasarı TercümeveŞerhi10, 5-7.

15 Hz. Peygamber’inel-Emîn oluşuylailgili teferruatiçinPeygamberimizinTebliğ Metodları(1, 250-256)adlı kitabımız görülmelidir.

16 Tirmizî,Birr 57, 1991. h. Bak;İbnuMace, Mukaddime 7, 46. h.Müsned1, 410.

17 Musnedu Ahmed 2, 252, 364.

18 Ebu Davud, Edeb88, Tirmizî, Züht 10 (2316.h.).

19 Tirmizî,Birr 46, 1974. h.

20 Müslim, Cihâd98.Nevevî,”Bu durumda verilensöze uymanınvacipolmamasına rağmen, vefasızlığınashabarasında şüyu bulmaması içinahdevefayıemretti” der. (Nevevî, Şerhu Müslim12, 144).

21 İhya4, 694.

22 Muvatta, Kelam 18.

23 İhya3, 692.

24 Buhari, Fiten 27,Müslim,Fiten 100-103.

25 Farklı örneklervekaynaklarımız içinPeygamberimizinTebliğ Metotları(1, 358-361)adlı kitabımız görülmelidir.

26 Teysirü’l-Vüsûl1, 167-168.

27 Müslim,Birr 101,Buharî,Sulh 2, Bak.Tirmizî,Birr 26,Müsned6, 403, 404, 459, 461.

28 İbnuHacer, Fethu’l-Bari 6, 228.

29 İbnuHacer, Fethu’l-Bari 6, 228.

30 Aynî,13, 269-270.

31 İşâratü’l-İ’câz,s. 91, R.N.K. c. 1, s. 1194.

32 İşaratü’l-İ’caz,Ent Ofset,İstanbul,1975, s. 128.

33 Muhakemat, s. 31, 33;Sözler,s. 333.

34 R.N.K. c. 1, s. 1941.

35 Hutbe-iŞâmiye,s. 45-46, R.N.K. c. 1, s. 1967.

36 49 Hucurat 10.

37 İbnu Mâce,Nikah 62.

38 Buharî, Müsâkât9,Mezâlim23;Müslim,Selam 153, Muvatta,Sıfatu’n-Nebî23.

39 Muhakemat, s. 110;Sözler,s. 656.

40 Sözler,s. 676-78.

41 Tuluât, s. 67.

42 Emirdağ Lahikası2, s. 93;İşaratü’l-İ’câz,s.11.

43 İşârâtü’l-İ’câz,s.163; R.N.K., s. 1242.

44 Muhakemat, s. 31.

45 Hutbe-iŞamiye,s. 27.

46 Muhakemat, s. 31.

47 Tarihçe-iHayat, s. 118.

48 Asâr-ıBediiyye, s. 679.

49 İşâratü’l-İ’caz,s. 121; R.N.K. 2, 1226.

50 Bu hususu PeygamberimizinTeblîğ Metodları adlı kitabımızda genişçe açıkladık.s. 250-261.

51 Şualar,11.Şua,s. 191; R.N.K. s. 963.

52 Gazâli, İhya4, s. 693.

53 Mektubat, s. 83.

54 Şuâlar,s. 545-556 (15.Şua’da),R.N.K. 1, s. 1126-32. Bak. Keza 7.Şua,11.Şuavs.

55 Şualar,s. 533, R.N.K. 1, s. 1120.

56 Sözler,s. 72. Bak. R.N.K: 22, 26, 35, 129.

57 Muhakemât,s. 132; R.N.K. 2, s. 2031.

58 Sözler,s. 453; R.N.K. 1, s. 214.

59 Sözler,s. 459.

60 Sahabenin adaletinden nekastedildiğinedairgeniş açıklamayı”PeygamberYıldızlarıSahabeDünyası” adlı kitabımızda bulabilirsiniz (s. 22-31).

61 Muhâkemât,s. 131, R.N.K., 2, s. 2030.

62 Sözler,s. 453; R.N.K., 1, s. 214.

63 Mektubat, s. 103; R.N.K., s. 400.

64 Mektubât,s. 103; R.N.K., s. 400.

65 Sözler,s. 459.

66 Münazarat,s.103-104.

67 Hutbe-iŞâmiye,s. 19-20.

68 42Şura Sûresi30; 13 Ra’d 11.

69 20Tâ-Hâ Sûresi124; 16 Nahl 113.

70 Hutbe-iŞâmiye,s. 20-62.

71 Sözler,27.Söz.,s. 453; R.N.K. 1, s. 214.

72 Hutbe-iŞamiye,s. 46-47.

73 Münazarat,s. 104.

74 KastamonuLahikası,s. 62-63.

75 KastamonuLahikası,s. 20.

76 KastamonuLahikası,s. 61; R.N.K., s. 1608.

77 KastamonuLahikası,s. 102.

78 Mektubâts. 399, R.N.K. 1,553.

79 KastamonuLahikasıs. 179.

80 Sözler,s. 407.

81 BarlaLahikası,s. 131.

82 A.e.aynıyer.

83 R.N.K. 1, s. 727.

84 Barla Lahikası, s. 174; R.N.K. 2, s. 1544.

85 Emirdağ Lahikası, 1, s. 72; R.N.K. 2, s. 1707.

86 Kastamonu Lahikası, s. 26; R.N.K. 2, s. 1583.

87 Mektubât, s. 314-15; Emirdağı Lahikası, 1, s. 74, Sikke-i Tasdîk-i Gaybi, s. 31-32; Lem’alar, 36-43; R.N.K. 1, s. 1584.

88 Şualar, s. 287; R.N.K. 1, s. 1014.

89 Şualar, s. 290; R.N.K., s. 1016.

90 Şualar, s. 280; R.N.K. 1, s. 1010.

91 Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 199.

92 Barla Lahikası, s. 142.

93 Şualar, s. 438.

94 Şualar, Birinci Şua, s. 605-606; R.N.K. 1, s. 835.

95 Emirdağ Lahikası, 1, s. 74; R.N.K. 2, s. 1708.

96 Şualar, s. 437; R.N.K. 1, s. 1081.

97 Lem’alar, s. 24. Lem’a, s. 190.

98 Şualar, 11. Şua, s. 194; R.N.K. 1, s. 964.

99 Lem’alar, 24. Lem’a, s. 187; R.N.K. 1, s. 688.

100 Lem’alar, 24. Lem’a , s. 191, R.N.K. 1, s. 691.

101 Lem’alar, 24. Lem’a , s. 191, R.N.K. 1, s. 690.

102 Ebu Davut, Edeb 11; Tirmîzi, Birr 3, 35; Müsned 2, 258.

103 Mesnevî, s. 66; R.N.K. s. 1305.

104 Mecelle Ahkâm-ı Adliye, Hanımlara Mahsus Matbaa, İstanbul, 1322, s. 27, 39. Kaide.

105 Münazarat, R.N.K. 2, s. 1951.

106 Hutbe-i Şamiye, s. 50.

107 11 Eylül 2001’de Amerika’da ikiz kulelerin vurulması hadisesi, ertesi günü Usame bin Ladin ve el-Kaide teşkilatına yıkıldığı halde, aradan geçen bir yıla rağmen mukni bir delil ortaya konamadı. Hadisenin sene-i devriyesinde yapılan televizyon konuşmaları, gazete tahlilleri ciddi şekilde bu hususta kuşkulu ve bunun gerçek faillerinin meçhul olduğunu söylüyorlar. Yani insanlığa ardı arkası kesilmeyecek felaketler getirecek global bir yalanla karşı karşıyayız gibi.

108 Hutbe-i Şamiye, s. 50-51.

109 Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 444; Bak. Sözler (Lemâât), s. 663.

110 Tulu’at, s. 70; R.N.K. 2, s. 2338.

111 Tarihçe-i Hayat, s. 217; R.N.K. 2, 2163.

112 Tarihçe-iHayat, s. 197.

113 22.12.1999 tarihli Zaman gazetesinde Can Ataklı, bir röportajda “28 Şubat sürecinin içerisinde özellikle büyük gazete ve televizyonların yüzde 91’i yalandır; biz yazdık biz okuduk” diyor.

114 İbnu Mâce, Fiten 24, 4036. h., hadis İbnu Hibbân’a göre sahihtir.

Makale Yazarı:
Prof. Dr. İbrahim Canan

Dua Ederken “Israrcı” Olmalı mıyız? Yoksa Hayırlı Değilmiş Diyip Dua Etmemeli miyiz?

Hz. Selmân (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Rabbiniz hayiydir, kerimdir. Kulu dua ederek kendisine elini kaldırdığı zaman, O, ellerini boş çevirmekten istihya eder.” (Tirmizî, Daavât 118, (3551); Ebû Dâvud, Salât 358, (1488).

Hayiy, çok haya eden, fazlaca utanan demektir. Haya vasfını Allah hakkında lügat manasında kullanmak uygun değildir. Çünkü, lügat olarak haya, kişide ayıplanma ve kınanma korkusu gibi bir şey sebebiyle hâsıl olan değişme ve inkisâr mânasına gelir. Böyle bir hâl Zât-ı Zülcelâl hakkında muhaldir. Öyle ise lügat yönüyle “çok utanan” mânasına gelen hayiy kelimesi Allah hakkında kullanılınca, bundaki gaye maksuddur.

Hayadan maksad ve gaye ayıplanacak şeyin yâni hoş olmayan şeyin terki olduğuna göre, ulemâ, Allah hakkında şu mânada anlamıştır:

Allah’ın “hayiy” olması, kulu memnun edecek şeyi yapması, ona zarar verecek şeyi terketmesi demektir. Öyle ise sadedinde olduğumuz hadisi, “Cenab-ı Hakk, dua eden kuluna, kulun hayrına olan şeyi mutlaka verir, duasını sevapsız, boş bırakmaz” diye anlayacağız. Bu “verme” işinin Cenab-ı Hakk’ın hikmeti muktezasınca, ya “istediğine aynen kavuşması” yahut “daha iyisinin verilmesi” yahut da “sevap verilmesi, günahlarının azaltılması” şeklinde tecelli edeceği şeklinde anlamak gerekir…

Hz. İbnu Mes’ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) duayı üç kere yapmaktan, istiğfarı üç kere yapmaktan hoşlanırdı.” (Ebû Dâvud, Salât 361, (1524).

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ısrar ve tekrar tavsiye etmektedir. Bu rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın, dua veya istiğfar ettiği zaman üçer sefer tekrarladığını göstermektedir.

Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Acele etmediği müddetçe herbirinizin duasına icâbet olunur. Ancak şöyle diyerek acele eden var: “Ben Rabbime dua ettim duamı kabul etmedi.” (Buhârî, Daavât 22; Müslim, Zikr 92, (2735); Muvatta, Kur’an 29 (1, 213); Tirmizî, Daavât 145, (3602, 3603); Ebû Dâvud, Salât 358, (1484).

Müslim’in diğer bir rivâyeti şöyledir:

“Kul, günah talebetmedikçe veya sıla-i rahmin kopmasını istemedikçe duası icâbet görmeye (kabul edilmeye) devam eder.”

Tirmizî’nin bir diğer rivâyetinde şöyledir:

“Allah’a dua eden herkese Allah icâbet eder. Bu icâbet, ya dünyada peşin olur, ya da ahirete saklanır, yahut da dua ettiği miktarca günahından hafifletilmek sûretiyle olur; yeter ki günah taleb etmemiş veya sıla-ı rahmin kopmasını istememiş olsun, ya da acele etmemiş olsun.”

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde dua eden insanların bir zaafına dikkat çekmektedir: “İsti’cal” yani acelecilik. Bir başka ifâde ile duanın hemen karşılığını görme arzusu, Müslim’in bir rivâyetinde “Ya Rasulallah İsti’cal nedir?” diye sorulunca şu açıklamayı yapar:

“Dua ettim, ettim de hiçbir neticesini görmedim” der ve o anda duayı terkeder.”

Şu halde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), duanın terkine sevkedecek bir aceleciliği hoş görmüyor. Bu sebeple, her hâlukârda dua etmeye devam edilmesi için, duanın mutlaka netice vereceğini kesin bir dille ifâde ettikten sonra bu kabulün şu sûretlerden biriyle olcağını belirtir:

“1. Ya isteğe uygun olarak dünyada görülecek bir şekilde makbul olur.

2. Ya âhirette verilmek üzere sevap takdir edilir.

3. Yahut günahları affedilir.”

Şu halde, bu hadis, neticeye hiç aldırmadan dua etmeye, Allah’tan hayırlı şeyler istemeye devam etmeye teşvik etmektedir. Duayı ibadetin, kulluğun bir gereği bilip, ara vermeden devam etmelidir. Mü’min ibadetten usanmaz, zaten hayatının gayesi ibadet ve kulluktur. Zîra Allah insanları sadece ve sadece ibâdet için yaratmış bulunmaktadır (Zâriyat, 51/56). İcâbetin gecikmesi, henüz vakti gelmediğinden, yahut daha çok ibadet edip mübâlağa göstermesi gereğindendir. Zîra, Cenâb-ı Hakk duada mübâlağa ve ısrarı sevmekte, çok dua edenlerin duasını kabul buyurmaktadır.

(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/545.)