Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Merter

Amaçsızca koşuştururken anlamlı ‘hayat trenini’ kaçırırız!

Metropol, şehir hayatı, kaos, trafik ve daha bir çok kavram insana durmaksızın hareket eden bir yaşamın tüyolarını veriyor. Oradan oraya yetişmek, bir programdan diğerine gitmek, hızlanmak, duraklamamak…

Yazarken bile insanın içini huzursuz eden bu kavram ve yaşam şekli maalesef ki yaşadığımız çağın iskeletini oluşturuyor. Bu iklimde yaşıyoruz. Durup bir düşünmeye, niçin bu kadar koştuğumuzu tefekkür etmeye fırsatımız yok. Zaman elimizin altından kaçıp gidiyor sanki…

Psikiyatrist Prof. Dr. Mustafa Merter ise bize hep durup düşünmeyi, maddeden geçip manaya bakmayı öneriyor. Düşünmeye, hissetmeye davet ediyor. Merter ile yaptığımız söyleşide çağımızın koşuşturmacasında bizi mutsuzluğa iten nedenleri, “hızın” kişiliğimiz üzerindeki olumlu ve olumsuz etkisini, histen, şükürden, tefekkürden uzak hızlı yaşamın sebeplerini irdeledik.

Günümüz dünyasında hızlı, koşturucu bir tempo ile yaşamlarımızı sürdürüyoruz. Başarı için koşuyoruz, yetişmek için koşuyoruz…  Bu, sürekli telaş içerisinde insanın iç âleminde, kişisel dünyasında nasıl etkiler oluşturuyor?

İnsanı bir noktadan diğerine yönlendiren motivasyon, en basit bir şekilde ifade edersek iki yönlü olabilir. Birincisi kişiye şahsî menfaat sağlayan koşuşturmalar, ikincisi ise insanlığa fayda sağlayan hizmetler. Eğer birinci varoluş tarzı ağır basıyorsa, bu tarz bir hayata, “ben merkezli (egosantrik, menfaatperest) hayat” denir. İkincisi ise “diğergam (altruist) hayat”tır.

Çağımızda, bahusus maddeci, tüketim toplumu hayat tarzı ağır basmakta ve insanlar, mecazi olarak ifade edersek, sürekli “nefeslerini” içeri çekip, vermeyi unuttukları için, ölesiye sıkılmaktadırlar. Halbuki dengeli bir varoluş, hem almayı ama hem de vermesini bilmeyi gerektirir. Sadece “amenu” da yetmez, “amilü’s-salihati” olmadan; “kuş” uçmaz tek kanatla, döner döner ve düşer. İngiliz şair W. Yeats bakın bu gerçeği şiirinde nasıl dile getiriyor:

Hep daha geniş dairelerle dönerken,

Şahin artık terbiyecisini duymaz,

Eşya dağılmaya başlar,

Merkez onları tutamaz…

Evet başı dönmüş insanlık, hep daha yükseklere uçacağım derken, artık mürebbisinin, yani Rabbinin “sesini” duyamamaktadır. Ve eşya da dağılır (çevre kirliliği, ekolojik dengenin bozulması), çünkü “sıratu’l-mustakim” hattından (merkez) uzaklaşırız. Bu kaos insanın derununda kaygı ve esef uyandırır, “la havfun aleyhim velâhum yahzenûn” hali (onlar ne korkarlar ne de mahzun olurlar) silinmeye başlar. Nefs-i emmare mertebesinin temel dengesi, havf (temel varoluş kaygısı) ve reca (temel varoluş ümidi), reca aleyhine bozulur ve karamsarlık artar. Batılı mütefekkirler bu yaşadığımız çağa “kaygı çağı” derler.

Hızlı koşuşturmaca içinde insanın kendini fark etmesi ve keşfetmesi için ne yapması gerekir?

Eğer koşuşturmaca anlamlı ise ve rıza-yı ilahîye uygunsa, insan farkına varmadan tekâmül eder. Veya nefis psikolojisi diliyle ifade edersek, nefs-i mülhime (ilham alan nefis) mertebesine uruc edebilir (yükselebilir) ve Rabbimiz biz bildiklerimizle amel ederken, bize bilmediklerimizi, fuyuzat-ı Rabbani, ilhamat-ı Rabbani vasıtasıyla öğretir. Hadis-i şerifte “Siz bildiklerinizle amel ederseniz Allah size bilmedikleriniz öğretir” der. Yoksa cüzî irade ile “Ben kendimi keşfedeceğim, farkındalık vs. kazanacağım” demek, delik kovayla su taşımaya benzer. Bencilliğin karşı kutbu olan amilü’s-salihati veya infak (canını acıtacak kadar sahip olduklarından vermek), isar (başkasını kendine tercih etmek) varoluş tarzlarına geçmeden tekâmül mümkün değildir.

İnsanın kendini fark etmesi ve keşfetmesi ona ne kazandıracaktır?

Müşahede, mükaşefe, basiret, feraset halleri yaşanmaya başladıkça insan ontolojik olarak daha ferah, daha geniş, daha aydınlık, daha kaygısız, daha esefsiz, kedersiz ve hepsinden önemlisi daha özgür varoluş mertebelerine yükselir. Cenab-ı Mevlana’mızın buyurduğu gibi, dünya zindanından veya kuyusundan kurtulur. Nefs-i mutmainne, evliyaullah hazeratının bizlere öğrettiği gibi, aksiyon halindeyken, hatta aksiyonun en meşakkatli safhalarında bile, huzur, sekine, selam, reca (temel varoluş ümidi), itminan (temel varoluş güveni) ile hayat yolculuğuna devam etmektir.

Hızlı yaşamın insanın kişilik yapısına olumlu bir katkısı var mıdır?

Hızlı hayatın kişilik yapısına müspet tesiri… Eğer teknolojinin getirdiği fırsatlar sadece bencil amaçlarla değil de, insanlığa ve dünyaya yararlı bir şekilde kullanılırsa, hem hizmet kalitesi ve hem de hizmet etkinliği artar. Araştırmacılar, internet üzerinden bilgi alışverişi yaparak, tecrübelerini karşılaştırıp, küresel bir bilgi bankası sayesinde daha yaratıcı olabilirler. Seyahat imkânlarının artması ve harcıâlem hale gelmesi, değişik ülkeleri ziyaret edip daha sağlıklı bir dünya görüşüne sahip olabilme imkânlarını getirir. Önemli olan tüm bu teknolojik imkânların, akl-ı selim (sağduyu) ve vicdan filtresinden geçirilerek tatbikata konmasıdır. Ama tekrar tekrar kendimize sormamız gereken soru, “Benim bu hızlı hayatımın dünyaya ve insanlara ne faydası var” sorusudur. Yoksa amaçsızca bir oraya, bir buraya koşuşturup, anlamlı “hayat trenini” kaçırırız.

Hayatı “hissederek yaşamak” için ne yapmalıyız?

İnsan dünyayla iki algı organı vasıtasıyla irtibat kurar. Bunlardan birincisi beş duyu organının ulaştığı akıl veya rasyonel zekâdır. Zekâ, ölçer, biçer, tartar, sıralar, tasnif eder ama temas kurduğu neyse, onun derinliğine nüfuz edemez, gerçek anlamını kavrayamaz. Bu sebeple Efendimiz (a.s.m.) “Rabbim bana eşyanın hakikatini göster” diye buyurmuştur. İşte bu hakikati “görme”, hissetme, sezme organı kalptir. Sağlıklı bir görüş ki buna bizim ıstılahımızda, müşahede, basiret, feraset, rü’yet, mükaşefe denir, ancak akıl ve kalp bir araya geldiklerinde zuhur eder, farkındalık oluşur. Hissederek yaşamak bu manada daha “kalbî” olmak demektir. Kalbî olabilirsek, temas kurduğumuz her insan ve her şey başka bir mana kazanır, daha latif (incelmiş) bir tad alır. Kanaat, şükür, hamd hallerini yaşamaya başlarız.

Sahip olduğumuz nimetlerin çok da farkında olmadığımız bir gerçek… Telaşe içerisinde sahip olduklarımızı fark edemiyoruz. Şükretmemiz gereken yerlerde şükredemiyoruz. Neler söylersiniz?

Şükür mastarı, öncelikle açmaya, meydana çıkarmaya (izhar etmeye) işaret eder. Bizim anladığımız manadaki şükr kelimesinin -keşr- den dönüştüğü rivayet edilir. Keşr, “keşf etme ortaya çıkarma” demektir.

Bunun karşıtı ”küfür”dür ve örtme manası taşır. Yani insan herhangi bir ilişki kategorisine girdiği zaman ya “gölgesi” ile o ilişki nesnesi (veya insan) neyse onu örter ya da onu gölgeden kurtarır, ışığa kavuşturur, sanki yeniden keşf eder veya modern manada, ”var eder”. Mesela alıp “kul“lanıp (kul haline getirip) derin anlamı üzerine tefekkür edilmeyen, sadece bencil nedenlerle “tüketilen” herhangi bir nesne, ne bizim nefis katlarında yükselmemize vesile olmuş, ne de başka bir insana yararlı olmuştur. Bu tarz bir varoluşta, o nesnenin üzerine, sahip olma tutkusu ile hırslı gölgemiz yansıtılmış ve o nesne bu nedenle karanlıkta kalmıştır. Halbuki o nesnenin gerçek manasını ortaya çıkarabilsek, o nesneye aslında sahip olduğu şerefi yeniden kazandırabilir, bir manada o nesneyi “aydınlık” hale getirebiliriz.

Şükür tefekkürle ortaya çıkıyor o zaman…

Nesneye şeref kazandırmak, örneğin o nesnenin yapısı üzerine tefekkür etmekle başlayabilir. Diyelim bir cep telefonu aldık ve elimizde tutuyoruz. Aslında çoğunluğu poliüretan sert plastik maddeden oluşan o telefon, milyonlarca sene önce dünya üzerinde yaşamış bitkilerin oluşturduğu petrolden elde edilmiştir. Yani elimizde tuttuğumuz o nesne bir zamanlar canlı olan bir varlık idi. Sadece bu görüş bile o nesneye değişik bir gözle bakmamıza neden olabilir (cep telefonunuzu elinize alıp, 1-2 dakika tefekkür edin, bakın kalbinizde hangi duygular oluşacak), sanki biz o telefonu yeniden keşf ediyoruzdur. Bir zamanlar rengârenk çiçekleri, yemyeşil yaprakları olan, üzerinde kuşların, böceklerin dolaştığı bir bitkiyi elimizde tutuyor olmak, mesela kalbimizde o nesneye karşı hürmet uyandırabilir.

Bu nedenle ehl-i tasavvuf herhangi bir nesneyi eline aldığında, verdiğinde, mesela bir kalem veya çay bardağı, hafifçe öperek alır, verir. Tasavvufî hayatı yaşayabilmek baştan aşağı böyle inceliklerle doludur.

Bakın o nesneye odaklaşıp, üzerine biraz tefekkür etmek nasıl yavaş yavaş bizi şükür haline getiriyor, yani nazardan müşahede haline geçerek o nesneyi “aydınlatmaya” başlıyoruz. Rasyonel görüşten, kalbî görüşe geçiyoruz. Bir sonraki aşamada o nesne, eğer bencil değil de, dünyaya ve insanlara yararlı bir amaçla kullanılırsa, o nesne bir anlam daha kazanır. Diyelim ki o telefonla anlamsız boş konuşmalar yapmak yerine, anne-babamızın hal ve hatırlarını sorduk, bir dostumuzun gönlünü aldık, hayır faaliyetlerinde bulunduk; hele hele o telefonun acil bir durumda, mesela Allah korusun, ücra bir yerde yaşadığımız trafik kazasından sonra, bizim veya bir yakınımızın hayatını kurtardığını düşünürsek, ona verdiğimiz anlam radikal bir değişimden geçer. “Çok şükür ki varsın” deyip, öpüp başımıza koyabiliriz ve sonra da belki gönlümüzde “Seni kim yarattı, sen nereden çıktın, nasıl varsın?” soruları oluşabilir.

İşte tüm bu derin düşünceler, anlam arayışları vasıtasıyla herhangi bir ilişki nesnesi ile o nesnenin ilk kaynağı arasındaki bağ tekrardan fark edilir, çünkü gerçekte bu bağ hiçbir zaman kopmamıştır, bizim yaklaşım tarzımız onu sadece örtmüştür. Demek ki insan derûnunda muhteşem bir yetenek taşır: İlişki kurduğu her şeyi ve diğer insanları, bir manada, var veya yok etmek potansiyeli.

Fatma Şenadlı Kavak

Moral Dünyası Dergisi

Ramazan, gönül gölümüzü berraklaştır!

Ramazan ibadetlerinin insanın bedensel ve ruh sağlığı üzerindeki olumlu etkisi oruç tutarak bu deneyimi yaşayan her müminin ortak kabulü… Ramazan ayı mideyi dinlendirmekten tutun, sabrı öğrenmeye, manevi yönden derinleşmeye kadar birçok açıdan insanın fiziki ve ruhi olarak kademe atlamasını sağlıyor. Oruçlu iken sakinleştiğimizi, dingin bir hal aldığımızı, vücudumuzun rahat ve relaks olduğunu görüyoruz.

Bu yaşadığımız gözlemleri alanında uzman bir isimle yorumlayalım istedik. Bu sebeple Ramazan ibadetlerinin kişilik ve karekter gelişimimiz üzerine etkilerini bu alanda çalışmaları da olan Psikiyatrist Prof. Dr. Mustafa Merter ile görüştük.

Prof. Dr. Merter’in Ramazan ve Ramazan ibadetlerinin insanın karakter ve kişilik gelişimine etkileri üzerine söyledikleri ana başlıklar altında şöyle:

“Ramazan, bizi nefs-i levvame mertebesine yükseltir”

Öncelikle bir yanlışı düzelterek başlayalım. “Ruh sağlığı” yerine kullanmamız gereken tabir “nefs sağlığı” olmalıdır. Ruh mevzuunda bizlere çok az bilgi verildiğine göre (İsra 17/85) “ruh sağlığı”, “ruh hastalığı” veya daha da vahimi “ruh doktoru” tabirleri yanlıştır. Nefs sağlığına batı dillerinde “psikohijyen” de denir.

Ramazan ayı, Şehr-u Ramazan, insan hayatını en ince teferruatına kadar tanzim eden İslam dininin doruk dönemidir. Beden sağlığı açısından faydaları zaten malum olduğu için, mevzuya sadece psikolojik yönleriyle temas edeceğim. İnsan varoluşu, duraklama (stagnasyon) kabul etmez, tekâmül (olgunlaşma) bir zarurettir. “Bir günü bir gününe uyan ziyandadır” hadis-i şerifi mucibince sürekli ileriye doğru adım atmak gerekir. Bütün sene zaten yapılması gereken, tefekkür/muhasebe, ibret, nefs tezkiyesi (temizlik), kalp tasfiyesi (masivayı boşaltma) bu özel günlerde daha da yoğunlaşır ve nasibi varsa insanın bazı kötü huyları artık hayat sahnesini terk eder, mecazi manada ölür. Ve her “ölüm”ün ardından yeni kişilikler sahnede yer alır. “Ölmeden evvel ölün” hadis-i şerifinin manası budur.

Misal verirsek, gıybet, dedikodu illetine duçar olmuş birisi, Ramazan ayında hem bu kötü huyundan kurtulur ve hem de su-i zann (başkası hakkında doğrusunu bilmeden kötü tahminde bulunmak) halinden, hüsn-ü zann haline geçer (hep iki ihtimalden müspet olana ağırlık verme). Ramazan esnasında açlık ve susuzluk, bizleri farkına varmadan nefs-i levvame (Kendisini kınayan, işlediklerinden dolayı pişmanlık duyan ve kendini hesaba çeken nefis) mertebesine yükseltir ve biz artık rüyadan uyanır ve hayat sahnesini ibret gözüyle “yukardan” izlemeye başlarız. “İnsanlar rüyadadır, ölünce uyanırlar” hadis-i şerifi bu hakikati ifade eder.

“Ramazan geceleri, gönül gölümüzü berraklaştır”

Bir dağ gölü hayal edin, dümdüz sathı ve berrak suları çevredeki tüm dorukları ayna gibi yansıtıyor. Sakin, huzurlu, barış dolu. Birdenbire gökte bulutlar beliriyor ve önce yağmur sonra dolu yağışı geliyor, o sakin satıh artık dolu taneciklerinin oluşturduğu dalgacıklarla çalkalandı, yansıtmıyor.

İşte modern hayatın uyaran ve enformasyon fazlasını bu mecaz ile açıklayabiliriz. “Kendi ellerimizle yapıp ettiklerimizden dolayı” (Şura 30) böyle bir sistemin esiri olduk, gönül suları artık durulmuyor, yansıtmıyor. Güzellikleri, letâfeti, âhengi, anlamı görecek, şükür, hamd edecek zamanız yok. Sezgiler köreldi, bencillikten kalpler katılaştı, âyetler (ilahî işaretler manasında), tevafuklar (anlamlı raslantılar) fark edilemiyor ve cep telefonları vasıtasıyla birbirlerimize imdat çağrıları gönderiyoruz.

Şehr-u Ramazan işte böyle deli bir dünyada, bulutların dağıldığı ve gönül gölünün tekrardan yansıtmaya başladığı bir dönemi temsil eder. Ve bu mubarek ayın geceleri de çok anlamlıdır, çünkü gece vakti zaten çevreden gelen uyaranlar azaldığı için “yağış” nispeten durulur. Ve o gecelerde, kim bilir belki nasibimiz varsa, bir de muhteşem, kusursuz bir mehtap çıkar ve o dağ gölü, anlatılmaz bir nûrla buluşursa…

Efendimizin (a.s.m.) hicret nihayetinde Medine-i Münevvere’ye teşriflerinde zikredilen “talaal bedr-u aleyna” ilahisi olanAy doğdu üzerimize / Veda tepesinden / Şükür gerekti bizlere / Allah’a davetinden / Sen güneşsin Sen aysın / Sen nûr üstüne nûrsun… bu hakîkati ne eşsiz ifâde eder.

İşte bu hâlet-i rûhaniyle sıcacık yataktan kalkıp, tüm aile fertlerinin o aşkla, muhabbetle, huzurla, sekîne-i kalple, huşu ile sofrada buluşmaları herkezin üzerinde, özellikle çocuklarda unutulmaz hatıralar bırakır. Sanki boyut değiştirir başka bir âleme kadem basarız, o nûrlu gecelerde.

“Ramazan’da rota düzeltmesi yapılarak merkeze dönülür”

Efendimizin (a.s.m.) “Bu âyet beni ihtiyarlattı.” diye buyurduğu “festekîm kema umirte/emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd 112) ayeti hepimizin tüylerini ürpertmesi gerekir. İnsan varoluşunu, merkezi nurlu, üst üste sıralanmış bir daireler dizisi gibi tahayyül edersek, o merkezden uzaklaştıkça, kayboluruz, karanlığa dalarız. Reca’ (temel varoluş ümidi) ve itminan (temel varoluş güveni) yerine havf hâline bırakır (temel varoluş kaygısı).

İşte ilâhi buyruklara uymak bizi o “sırat-ı müstakîm” hattına yaklaştırır. Sanki yıldızlar kapısı açılır ve nasibimiz varsa bir üst kata terfi ederiz. Bu urûc (yükseliş) teferruat değil, aslî bir zarurettir. Aynı katta kalırsak, istediğimiz kadar o katı süsleyelim, dekoru değiştirelim, sıkıntıdan çatlarız.

Dünya gailesine ve masivaya kendini kaptıran modern insan, farkına varmadan o merkezden uzaklaşır, rotadan çıkar, rutin, yek-nesak hayata kendini kaptırır. Ama mubarek Ramazan ayında, “rüyadan” uyanılır ve rota düzeltmesi yapılarak tekrardan merkeze dönülür.

“Ramazan’da gönül tortuları dibe çöker”

İnsan muhabbetten doğar, muhabbetle yaşar ve nasibi varsa muhabbetle ahiret âlemine göçer. İnsan insanın yanında insan olur ve Allah da (c.c.) insana insandan tecelli eder. Bu manada insanlar arası muhabbet sadece bizleri bu dünyadaki yanlızlığımızdan kurtarmaz, rahmani ilişkilerde insan bir diğeri için ahiret âlemine açılan bir pencere gibidir. “Mü’min mü’minin aynasıdır” hadis-i şerifi, manasını idrak etmemiz çok zor olsa da bu muhteşem hakikati ifade eder.

Tabii ki yakın ilişkilerde temas daha da yoğundur ve bu sebeple aile mübarek bir beraberliktir. Ama bildiğimiz gibi modern hayat, arzu ve isteklerin artmasından kaynaklanan iş yoğunluğu sebebiyle, artık oğul babayı, anne kızını göremez hale gelmiştir. Görseler de akşam yorgun argın, zihin binbir meşgale içinde boğulmuş halde olduğu için, hakiki temas, rabıta çoğu zaman mümkün olmaz.

Ama Ramazan ayının yüzü suyu hürmetine bu çalkantı durulur, gönül tortuları dibe çöker (kalp tasfiyesi) ve ilişkiler sadece zihinsel olmaktan kurtulur, kalbî hale de dönüşür. Yaşanılan rahmânî haller, sabır, tevekkül, tevfîz (ilerde olabileceklere de hazır olmak), rıza, sekîne, selâm (barış/huzûr), merhamet, muhabbet, tevazu… Bütün bu duygular paylaşılır hale gelir. Burada teravih, mukabele gibi topluca yapılan ibadetler büyük tesir gösterir.

“Açlık, infak ve isar şuurunu uyandırır”

İnsanın arzu ve istekleri iki temel yönde ilerler. Kendisi için ve başkaları için istemek. Birincisine “ben merkezli varoluş tarzı”, ikincisine ise “infak ve îsar şuuru” denir.

Hayatın başlangıcında tabii ki insan maddi, manevi açılardan almasını bilmeli ve sağlam bir nefs binası inşaa etmelidir. Ama doyum noktasına eriştikten sonra, akıntı tersine dönmeli ve insan aldıklarının borcunu edâ etmeye başlamalıdır. Mutluluğun sırrı budur. Âyet-i kerimede, “Onlar ki, sahip olduklarından, gece ve gündüz, gizlice ve açıkca infak eder, Allah katında onların ecri, ne korkarlar ne de mahzun olurlar” (Bakara 274) buyrurur.

İşte açlık, “alan varoluş” konumundan “veren varoluş” mertebesine geçişi sağlar. Bu sebeple infak ve îsar şuuru ve fiili tatbikatı (hayır, hasenât) uyanmadıkça oruç, sadece aç kalmak, çok sathi bir ibadet olur. Nefs tezkiyesi, kalp tasviyesi (masivayı olabildiğince kalpten çıkarmak) ve canını yakacak kadar vermek (infak), başkalarını kendinden daha fazla düşünmek (îsar, “ensâr” ahlakı) birbirleri ile iç içe geçmiş üç daire gibidir. İşte açlık bu süreci harekete geçirmelidir. Nefsin “doyması” temel varoluş kaygısının (havf) azalması ve mahzuniyet hâlinin reca’ (ümit), itminan (güven), surûr (nedensiz derin mutluluk) hâllerine tebdil olmasıdır.

“Teravih, müminleri yücelerde buluşturur”

Ferdî secde hali, bildiğimiz gibi müminin mir’acıdır. Topluca yaşanan secde hali ise her insanın özünde aslında kuvve olarak mevcud olan Hazret-i İnsan boyutunun diğer insanlarla yaşanan tevfîk halidir. Tevfîk “fevk” kökünden gelir (iki şey arasındaki uyum) ve frenkçesi senkronizasyon demektir.

Şimdi bir tahayyül edin, cemaatle eda edilen namazda hangi mubarek (özellikle sırlı, kendini örten) insanlarla, velilerle, Hakk âşıkları, abdallarla bu tevfîk halini yaşama şerefine nâil oluyoruz! Onların yüzü suyu hürmetine bizi de alıp götürüyorlar…

“İrfan meclisine erişebilsem/Varıp anlar ile görüşebilsem/Aşkın kervanına karışabilsem/Yolda bırakmazlar alırlar seni”

Cerrahi büyüklerinden Atıf Efendi Hz. lerinin (k.s.) bu şiiri bildiğimiz manada irfan meclislerinin yanısıra secdede yaşanabilecek tevfik halini de ne güzel ifâde ediyor…

Büyüklerimiz bize bir hatırlatma yaparlar, cemaatle kılınan namaz sadece 27 kere daha efdal değil, onun da ötesinde asıldır. Çünkü Efendimiz’in (a.s.m.) hâne-i saadetleri zaten mescidin yanıbaşındaydı, sadece bir perde ayırırdı. İşte teravih namazı bizlere böyle muhteşem bir uyum hali, yücelerde buluşma yaşatır.

“Ramazan’da Cennet’in tadı alınır”

İbret gözüyle bakıldığında filimler bazen çok güzel dersler verir. Bunlardan birisi de son zamanlarda çevrilen Avatar filmidir. Kısaca hatırlatırsak, anlatılamayacak kadar güzel bir gezegende aslında belden aşağısı tutmayan kahraman Jack Sully, tabut gibi bir aletin içinde uyutulur ve yeni bedeni ile yaşamaya başlar. O kötürüm bacaklar gitmiş, yerine daha güçlü dev gibi bir beden gelmiştir. İlk yürüdüğünde coşku ile koşmaya başlar, ilkbaharda kırlara giden bir çocuk gibi… Yanında ona refakat eden, gezegenin yerlisi Neitiri vardır, ona usul, âdab öğretir…

İşte Ramazan boyunca yaşanan güzel hâller, zamanla biraz solsalar da bütün sene tesirini üzerimizde devam ettirirler. Sanki artık biz “Pandora” nın tadını almış, oradaki çiçeklerin rayihasını hissetmiş, “tabut” dışında da bir vâroluşu, sadece teorik olarak değil, görerek de yaşamışızdır. Hele hele olması gerektiği gibi, hayır ziyaretleri yapmış, hastaların, düşkünlerin, yetimlerin, yaşlıların kapılarını çalmışsak kalbimizin üstündeki buzlar da erimiş, merhamet, muhabbet uyanmıştır.

Bu sebeple Efendimizin (a.s.m.) Sünnet-i Seniyyelerinde, Ramazan dışı oruçlar da vardır. Pazartesi, perşembe, Muharrem, Recep, Şaban, Şevval ayları oruçları eğer eda edilirse bu hâlleri canlı tutar.

“Ramazan, çocukların gönlüne serpiştirilen çiçek tohumları gibidir”

Bendenize sorsanız, çocukluğunda yaşadığın en güzel anıların nedir diye, aklıma hemen Cihangir İlyas Çelebi sokağındaki mescid gelir. Allah ondan razı olsun anneciğim, beni oraya teravih namazını kılmaya götürürdü. O anlarda yaşadığım duyguları satırlara dökmekten âcizim, ama hallerin tadı hâlâ damağımda.

Seneler sonra, uzun Avrupa “sürgün“ünün akabinde beni tekrardan İslâm ile buluşturan etkenlerden birisi de bu yaşantım oldu. Bu sebeple Ramazan’ı usûl-u erkânı ile eda etmek, çocuklarımızın gönlüne serpiştirilen çiçek tohumları gibidir. Vakti saati geldiğinde açarlar inşaallah.

Erenlerin himmeti üzerlerimize sayebân olsun.

Fatma Şenadlı Kavak

Moral Dünyası Dergisi