Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Herşey bitti de, domuzun kılı ile uğraşmak mı kaldı?

Kur’an, domuzun necis (pis) olduğunu bildirmektedir ve bu sebeble domuzun eti, sütü, derisi, kemiği, kılı …vd tüm azaları İslâm’da aslen necis ve haramdır. İngiltere’de geçici görevli bulunduğum dönemde, bir satıcıda gördüğüm tüyleri yumuşak bir tıraş fırçasının üzerindeki İngilizce “Best Swine Bristle” yazısı dikkatimi çekmişti. O yazı, fırçanın en iyi domuz kılından (!) yapılmış olduğunu ifade etmekteydi. Halbuki, domuzun, Kur’an âyetiyle aslen necis olduğu bildirildiğinden, “en iyi domuz kılından” (!) sıfatlandırması da, onun satın alınması ve kullanılması için Müslümanlara bir gerekçe olamazdı. 
Bu mevzuda; “- Allah domuzu hem necis bir mahluk olarak yaratıyor; hem de onun için insanlara niçin yasak koyuyor?” suali de akla gelebilir. Allah’ın domuzu hem necis olarak yaratıp hem de onu yasaklamasının bir sebebinin de, başka bazı yasaklarında da olduğu gibi, Müslümanları bu yasağa uymaları mevzuunda imtihan etmek için olduğu söylenebilir. 
Hem; kötülüğü yaratmasının çeşitli hikmetleri vardır. “Halk-ı şer, şer değil; kesbi şer, şerdir.” (Kötülüğü yaratmak kötü değil; kötülüğü işlemek kötüdür). Risale-i Nur eserlerindeki “Allah şeytanı niçin yaratmış?” sorusuna verilen cevap da, bu konuyu iyi aydınlatmaktadır. 
Yakın zamanlara kadar, diş fırçaları da domuz kılından yapılıyor ve Türkiye’deki en meşhur marka diş fırçalarının üzerinde “Tabiî kıldan en hijyenik şartlarda imal edilmiştir” şeklinde, güya satın alınıp kullanılmasına özendirmeyi amaçlayan bir yazı da bulunuyordu. Halbuki, domuzun herşeyi aslen necis olduğundan, o hiçbir hijyenik usulle İslâm’ın temiz kabul edeceği hale getirilemez. 
Hem, domuz kılından bir diş fırçası kullanmak, domuz kılından yapılmış başka bir fırçayı başka amaçla kullanmaktan, ağız temizliğine, namaz abdestine ve namazına zararı ile dinî bakımdan daha da fazla mahzurlu olduğu halde, bunu bilmeden tabiî kıldan (domuz kılından) yapılmış diş fırçasını kullanan çok Müslüman vardı. Bu mevzuda Müslümanları ikaz ve bilgilendirmek için, yıllar önce günlük bir dinî gazeteye “Domuz Kılı” başlıklı bir yazı göndermiştim. Bu yazım, dinde lakayt bazı kişiler tarafından yadırganmış; hafife alınmaya, tenkit konusu yapılmaya çalışılmıştı. Ancak, tabiî kılın ortasındaki kanalda mikropların yerleşip üreyerek sağlığa zarar verdiği anlaşılınca, tabiî kıldan diş fırçası yapılmasına son verilmişti. 

Bir Müslüman, alışverişinde, yiyeceğinde, içeceğinde, giyeceğinde, herşeyinde -lüzumsuz vesvese hallerine de girmeden- helali aramak niyet ve gayretinde olmalıdır. Bilmeden yaptıklarından mesul olmasa da, kendisine kesin farz (farz-ı ayn) olan ilmihalini iyi öğrenerek ve merak ettiklerini bilenlerden sorup araştırarak, helal dairesi içinde yaşamalıdır. Bu niyet ve gayreti ona bir nevi ibadet sevabını kazandırırken, bunun aksi hali ise ona manevî mesuliyet ve günah yükler ve hadislerde de açıkça belirtildiği gibi, dualarının kabul olmamasına sebeb olur. 

İslâm devletlerinin bugünkü içler acısı durumu karşısında duaların kabul olmamasının bir sebebi de, belki helal-haram konusuna gereken ehemmiyetin verilmemesi olabilir…

Prof. Dr. Mustafa Nutku

NurNet.Org

Bir fikre davet nasıl yapılabilir?

“Bir fikre davet, cumhur-u ulemânın kabulüne vâbestedir (bağlıdır). Yoksa davet bid’attır, reddedilir.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)
Çeşitli insanlar, çeşitli mevzularda fikirler ortaya atabilir. Bunların kabulü veya reddi için ölçü, kıstas acaba ne olmalıdır? Ortaya atılan her fikrin kabul edilmesi, tabii ki yanlıştır. Hem, doğruluğu sağlam delillere dayanmayan zıt fikirlerin insan zihninde birlikte kabulleri, en basit mantığa göre de mümkün olmaz. Meselâ: Birbirinin zıddı olan aydınlık ve karanlık, bir arada bulunamaz; ışık gelince, karanlık gider. Bir fikrin kabul edilebilmesi için, delil ve âkibete bakılması icap eder; ortaya atılan fikirlerin bazılarının delili sağlam ve güvenilir olmayabileceği gibi, bazılarının sonuçları da, o fikrin yanlış olduğunun mutlaka kabulünü gerektirebilir.
“Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvelâ قَالَ لِمَنْ وَ قَالَ لِمَا وَ قَالَ فِيمَا وَ قَالَ مَنْ yani: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş? olan bir kaide-i esasiyeyi, nazar-ı itibara almalı. Evet, kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatab, maksad ve makam. Yoksa, her ele geçen kitab okunmamalı, her söylenen söze kulak verilmemelidir. Meselâ: Bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle; bir neferin, arş sözü arasında ne kadar fark vardır? Birincisi koca bir orduyu harekete getirir. Aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez.” (Konferans, Z.Gündüzalp, 1950)
İnsanların, ekseriyetle bu kaideye aykırı hareket ettiği görülür; bu sebeble yanılırlar ve başkalarını da yanıltırlar. En başta, Allah (c.c.) ve Resulullah’ın (s.a.v.) söylediklerine itibar etmek lazımdır; onların söyledikleriyle doğrulanamayan ve hele aykırı olduğu açıkça görülen sözlere itibar edilmemelidir. Allah ve Resulüne tabi olmak, Allah ve Resulüne bağlılığı da gösterir. Fakat, herhangi bir insanın sözüne uyarken, durum farklıdır; çünkü, kelamın ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı değişmiştir.
Dinî neşriyatta bulunan bir yazar, ilk insan ve ilk peygamber Hz.Âdem (a.s.) olduğu dinî kaynaklarımızda yazılı olmasına rağmen, insanlığın yeryüzündeki ilk ceddinin Hz.Nuh (a.s.) olduğu şeklinde bir iddiada bulunmuş ve bununla ilgili bir makale ve onun genişletilmiş şekliyle ile bir kitap da neşretmişti; “cumhur-u ulema”nın kabulü bir yana, İslâm ulemasından onun fikrine katılan bir kişinin bile adı duyulmamıştı. Bu sebeble, o iddiasının reddedilmesi gerekiyordu.
Yıllarca önce vefat etmiş ve hayattayken de Müslüman olarak tanınmış bir malî müşavir, Türkiye Cumhuriyeti’nin İslâm Şeriatına göre idare edilmediğini, bu sebeble “Dar’ül-Harb” (Müslümanların hâkimiyeti altında bulunmayan yer) sayılacağını ve dolayısıyla faizin Türkiye sınırları içerisindeki Müslümanlara haram olmadığını her vesileyle söylüyor ve bu sebebten çeşitli kişilerle sert tartışmalara sebeb oluyordu. Bu mevzuda yazılmış kitaplarda da belirtildiği gibi, konuyla ilgili âlimlerin çok büyük ekseriyeti bunu kabul etmediklerinden, o malî müşavirin bu fikrine daveti reddedilmeliydi.
Amerikan kovboylarıyla ilgili filmlerde çok rastlanan görüntülerden biri de, Amerika’nın yeni kuruluş yıllarında kanun hakimiyetinin olmadığı Teksas gibi bazı eyaletlerinde, bir şarlatanın bir sokak kavşağının köşebaşında durarak, “her derde deva” iddiası ile küçük bir şişedeki maddeyi ilaç gibi satmağa çalışmasıdır. Bugün kanun hakimiyetinin olduğu ülkelerde bile, bu şarlatanlığın yaygın bazı emsallerine rastlanmakta; hattâ radyo ve televizyon gibi en tesirli reklam vasıtaları bile, bu maksatla kullanılmaktadır. Acaba bir şahsın satmak istediği ürünle ilgili sadece kendisinin o ürün lehinde konuşma yapmasıyla, dedikleri peşin hükümlülükle kabul edilmeli midir? Kanun hakimiyetinin olmadığı zaman ve yerlerle, kanun hakimiyetinin mevcut olduğu söylenen zaman ve yerlerde böyle durumlarda pek farklılığın olmaması ise, insanı ibretle düşündürmektedir.
İhtiyarlık ve ölüm dışında, her hastalığın devasını da Allah yaratmıştır. Bir hastalığın devasını aramak; Allah’ın Şafi (Şifa veren) ismine iltica ile, şifayı verenin Allah olduğunu bilerek ve kabul ederek, şifa için Ona fiilî duada bulunmak ve bu manâsıyla bir nevî ibadet olabilir. Tabiat, Allah tarafından yaratılmış şifalı çeşitli ürünleriyle, ayni zamanda “devalar hazinesi”dir. Tabiattaki şifalı şeylerin bazılarını bilenler ve bildiklerini söyleyenler vardır; fakat bu mevzuda doğruyla yanlışın iyi ayırt edilebilmesi de lâzımdır. İnsanlar, dünyada ebedî yaşamak ister gibi, genellikle sağlıklarına çok düşkün olduklarından,  modern tıbbın ve alternatif tıbbın itiraz edilemeyecek doğru ve faydalı şekilleri dışındaki bu reklamlara da ekseriya kolayca kapılabilmektedirler.
İnsanların sağlıklı ve çok yaşamak arzuları, maddî menfaatler için istismar edilmeye çok müsaittir ve bu maksatla onların istismar edilmelerine çok rastlanır. Tabiattaki devaları, yaradılışlarının hakikî manasıyla doğru anlamak, ondan istifade etmek ve ettirmek; insanların sağlıklı olmak temayüllerini maddî menfaat hesaplarıyla istismar etmemek ve bu istismarla insanları aldatmamak gerekir.
Bugün de, bıçakla kolayca kesilebilen yumuşak bir ağacın köklerini ve o köklerden kesilmiş birkaç parçayı seyyar tezgahına dizmiş ve kocaman bir levhaya da, o kökün ne kadar çok hastalığa ilaç olduğunu yazmış “modern şarlatanlar”, kanun hakimiyetinin olmadığı zamanlardaki Teksas’ta olduğu gibi,  “her derde şifa ilaç” sattıkları iddiasıyla insanların sağlıklı olabilmek temayüllerini kendi maddi menfaatlari için istismara ve onları aldatmaya çalışan eski emsallerinden çok farklı bir hal sergilememektedir.            
Bu konuya, bitkisel ilaçlarla tedavi mevzuundaki bir konuşmasının sonrasında, bir konuşmacının dikkatini çektiğimde;
“-Onlar bunu, kanunlar çerçevesi içerisinde yapıyorlar.”
cevabını almıştım. Kanunlar, modern şarlatanlığı önlemekte yetersiz ise, bunun önlenmesini sağlayabilecek şekilde kanun boşluklarının giderilmesine çalışılması gerekmez mi?
En etkili reklam vasıtası olan televizyonda, mütehassısı olmadığı halde, halk sağlığı için tavsiyeleri ile medyatik olmuş biri;
“- Sabah kalktım ve şu hastalığa karşı şöyle bir reçetenin şifalı olabileceğini düşündüm..”
 diyor ve o reçetesini televizyon yayınıyla ilan edince; “sağlığına çok düşkün” televizyon seyircileri de, hemen kağıt-kalemle o reçeteyi not alıp tatbike başlıyorlar. Rüyalar, ancak nübüvvetin bir cüzü de olabilirken ve sabah kalkınca yeni bir reçete aklına geldiğini söyleyen o medyatik kişi sıradan bir insanken, kendisine bu reçete kimin tarafından ve nasıl bildirilmiş ve güvenilirliği ne derecededir diye, insanlar tarafından ekseriya düşünülmemektedir.
Günlük hayatta, medyada son yıllarda bazen bahsedilişine rastlanabilen “Kozmik bilim”in ne manâya geldiğini acaba kaç kişi ciddiyetle düşünüp araştırmış olabilir? “Kozmik bilim”, dilbilgisi bakımından bir sıfat tamlamasıdır; “kâinat” manâsındaki “kozmos”(İngilizcesi “cosmos”) isminden yapılmış bir sıfat olan “kozmik” kelimesi lügata göre, “kâinatla ilgili” manâsındadır. “Bilim” kelimesi için de, birbirine manâ bakımından yakın çok sayıdaki tariften, sadece bir tanesini kısaca şöyle nakledebiliriz:
Bilim; 1.Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi. 2. Türlü duygusal yaşantıların mantıkça bir örnek düşünce dizgesine uydurulması için gösterilen çabalara verilen ad.” (http://www.teknolojide.com/bilim-nedir_4893.aspx sitesine göre).
Bu tarifin yer aldığı internet sitesinde, başlıca bilim dalları: Astronomi ve Fizik – Kimya – Matematik ve Geometri – Tıp – Biyoloji – Sosyoloji – Siyaset bilimi – Psikoloji – Antropoloji olarak bildirilmekte; bilimlerin sınıflandırılması da şöyle yapılmaktadır: 
 Konu ve kullandıkları yöntemlerine göre;
Formel Bilimler: Duyularımızla kavrayamadığımız, zihinsel olarak düşüncede var olduğunu kabul ettiğimiz ilke ve sembolleri konu edinen; genelleme ve tümdengelim yöntemlerini kullanan; Matematik, Mantık…
Doğa Bilimleri: Doğayı, doğada yer alan varlıkları ve olayları inceleyen ve tümevarım yöntemini kullanan ve doğa yasalarını bulmaya çalışan; Fizik, Kimya, Biyoloji, Astronomi, Jeoloji …
İnsan Bilimleri: İnsanı; insanın tarihsel, kültürel, toplumsal dünyasını konu edinen hem tümevarımı hem tümdengelimi kullanan; Tarih, Antropoloji, Psikoloji, Sosyoloji, Siyaset Bilim, Dil Bilim…
Konu, yöntem ve ulaştıkları sonuçlarına göre;
Rasyonel Bilimler: Akla mantığa dayalı, ideal varlığı konu alan bilimler: Matematik, Mantık …
Normatif Bilimler: Sonuçlarında yönlendirici kurallara ulaşan bilimler: Hukuk, Mantık, Siyaset Bilim…
Pozitif Bilimler: Konularını deney yöntemi ile araştıran bilimler: Fizik, Kimya, Biyoloji, Psikoloji, Sosyoloji…
Yukarıda nakledilenlerden de anlaşılabileceği gibi, kâinatla ilgili (kozmik) bilimlerin sayısı çok olduğu halde, onu “kozmik bilim”adı altında tek bir bilim gibi göstermek mümkün olabilir mi; böyle gösterilmeğe çalışılırsa bu, “cumhur-u ulema” tarafından kabul edilebilir mi, “cumhur-u ulema” tarafından kabul edilemezse reddi gerekmez mi, “kozmik bilim” adı altında müstakil bir bilim, ilgili “cumhur-u ulema” tarafından kabul edilmemiş olduğu halde, başına “kozmik” kelimesi getirilerek adlandırmak suretiyle bahsedilen bu “bilim”in (?) kavramları ve öğretileri kabul edilebilir mi ?
Kur’an-ı Kerim’de “her şeyin Allah’ı tesbih ettiği”ne dair müteaddid (çok sayıda) âyetler vardır. Çok sayıda âyet buna vurgu yaptığına göre, “tesbih” kelimesinin manâsını iyi anlamamız gerekmektedir. Birkaç kişilik bir özel sohbette buna kısaca dikkati çekerek,  “lisan-ı kal” (konuşma lisanı) ve “lisan-ı hal” (hal lisanı) olmak üzere iki lisan bulunduğunu , yalnız insanlar değil; insan gibi konuşabilmek lisanı olmayan hayvanlar, bitkiler ve cansız tüm varlıklar da Allah’ı tesbih ettikleri âyetlerle söylenen  “Her şey”kelimesinin manâsına dahil olduğundan; konuşmak lisanı olan insanların hem “hal lisanları” ile (Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarının tecellilerini iradelerine bağlı olmadan çalışan vücudlarında) göstererek, hem de “konuşma lisanları” ile Allah’ı tesbih edebilecekleri;  konuşmak lisanı olmayan canlı-cansız tüm varlıkların ise, yalnız “hal lisanları”yla Allah’ı tesbih ettiklerini, yani Onun varlığının, birliğinin, isim ve sıfatlarının tecellilerini “hal lisanı”yla kendilerinde gösterdiklerini ve Onun noksan sıfatlardan uzak olduğunu ilan ettiklerini söylediğimde, bu sözlerimin oradaki muhataplarından emekli bir vaiz olan ve haftada dört gün fahrî olarak vaizliğe devam eden bir zatın; “-Her şey, canlıdır..” şeklinde bir iddiada bulunarak, bu iddiasında ısrar etmesi, hayretimi mucip olmuştu.
“Canlı”; “hayat sahibi” demektir. Bunun aksi; “ölü”dür. “-Her şey canlıdır..” iddiasında ısrar etmek, aslında hayatın en büyük gerçeği olan ve hergün yaklaşık üçyüzbin insan ve ayrıca onlardan çok daha fazla hayvan ve bitkinin delilini verdiği, Kur’an’da ve hadiste de çok defa bahsedilen “canlıların ölümü”nü yok saymak (Hâşâ) gibidir. İnsanın ruhunun ölümü yoktur; fakat cesedinin ölümü ve Haşir’de ruhlara yeniden ceset giydirilmesi vardır. “Her şey canlıdır” sözü, insanların cesedleri de “Herşey”e dahil olduğundan, o da canlıdır manasına gelir. İnsanın cesedi de canlıysa, o cesedlerin toprağa gömülmesi için mezarlıklar niçin vardır ve insanlar en yakınını, en sevdiğini bile 1,5 metre derinliğindeki bir çukura koyup üzerini toprakla doldurmakla, cahiliyet devrindeki gibi bir canlıyı diri diri gömmüş mü olmaktadır?
Israr ettiği iddiasının, biraz derin düşünülürse ne gibi aykırı manâlara da gelebileceğini iyi düşünmemiş ve “maksadını aşan” bir söz ve iddiada bulunmuş o muhterem vaizin bu yanlış anlamasını belki gidermek imkânı olabilir diye, bu iddiasının dayanağını sorduğumda da;
“-Kadızâde adlı zatın, Arapça  bir eserinde böyle yazıyor.” cevabını almıştım.
Belki o eser kendisinde bulunan ve Arapça da bilen birisine, Kadızâde ismiyle maruf o merhum zatın o kitabında yazdığından bahsedilen cümleyi sormak imkânım olabilir diye düşünerek, kitabın ismini de yazmasını isteyince, onu yazıp bana verdi: “Fevâidü’l-fevâid fî ahkâm’ül-akaid”. O zat kitabında, bazılarının “-Herşey canlıdır” iddiasında bulunmasına sebeb olacak ne yazmış, bunu araştırıp soruşturmadan bir şey diyebilmem elbette mümkün değil; fakat, o vaizin bana söylediği gibi, bilhassa vaazlarında hem “cumhur-u ulema”ya ve hem de ondan daha mühim ve öncelikli olarak, biraz derinine inilince, âyet ve hadise bile manâ bakımından uyumu açık olmayan bir şeyi kimseye söylememesini temenni ediyorum.
Bir imam-hatip de, vaaz kürsüsünde cemaatine vaazında, Peygamberimiz’in (s.a.v.) sünnetlerinin hikmetli yönlerinin de bulunduğuna misaller verirken önce; “Gece yatmadan önce, odanızdaki ateşi söndürünüz” hadisinin hikmetine isabetli bir şekilde dikkati çekmişti ve kış günleri soba zehirlenmeleri ve yangınların sebeblerinden birinin bu hadise uymamak olduğunu söylemişti. Fakat bunun ardından; “Bir şey içerken, içtiğiniz kaba nefesinizi vermeyiniz” hadisinin hikmetinden bahsetmeğe teşebbüs edince, bu mevzuyla ilgili ”cumhur-u ulema”nın kabulünden çok uzak şeyler söylemişti:
“-Bir şey içerken, içtiğiniz kaba nefesinizi niçin vermemelisiniz? Çünkü verdiğiniz nefeste karbon dioksit vardır (burası doğru); fakat bu karbondioksit, içtiğiniz şeyin içinde karbon monoksit olur ve siz asit içmiş olursunuz, asit.. (yanlış)” (!) dedi.
Maksadımız asla, din hizmeti veren görevlilerimizi küçümsemek ve halk nazarında küçük düşürmeğe çalışmak değildir; ancak böyle durumları sadece sükutla geçiştirmek yerine, yanlışın devam etmemesi, tekrarlanmaması ve daha iyisinin olabilmesi için müsbet manâda söylenmesi gerekenleri, efkâr-ı umumiye önünde de olsa, uygun bir üslupla söyleyebilmektir.
Peygamberimiz’in (s.a.v.) kısaca; “Aldatan bizden değildir” sözüyle özetlenebilecek bir hadisi vardır. Bugünün ticaret hayatında ise, maalesef bu hadise aykırı olarak, “aldatmak sanki ticaretin bir kaidesiymiş gibi davranan” çok kişi bulunmaktadır.
Buna dair verilebilecek çok misallerin en basitlerinden biri de, yumurta satan dükkanlarda son zamanlarda çok rastlanan şekilde, kabuğu koyu renkli yumurtaların etiketine “köy yumurtası” yazılarak, onlara kabuğu beyaz renkli yumurtalardan daha yüksek bir fiyatın konulmuş olmasıdır. Bunu gördüğüm alışveriş yerlerinde, köy yumurtasının kabuğunun koyu renkli, köy yumurtası olmayanın kabuğunun beyaz olacağı şeklinde (ilgili “cumhur-u ulema”nın kabul ettiği) gerçek bir bilginin olmadığını, tavukların çeşitli cinslerinin ve bu tavuk cinsleri arasında kabuğu koyu renkli yumurtlayanların da olduğunu, kabuğu koyu renkli yumurtaya “köy yumurtası” yazarak yüksek fiyat koymanın müşteriye yalan beyan ve onu aldatmak olacağını söylüyorum.
Bazı satıcılar;
“-Bu yumurtalar bize de öyle geliyor” diyerek, etiketini hiç değiştirmeden, o  yalan beyan ile aldatmaya devamda kendilerince mahzur görmüyorlar; bazıları ise, üzerine “köy yumurtası” yazısını koymadan, belki de müşteri sorarsa o şekilde cevap vererek, sanki kabuğunun beyaz değil de esmer renkli oluşu ayrıca bir değer ifade ediyormuş gibi,  yumurta kabuğu renk farkını müşteriden almağa devam ediyorlar.
Helal gıda konusu ile ilgilendiğimi öğrenenlerden, şu soru da bana çok defa sorulmuştur:
“- Yemeklik ve kahvaltılık margarinler, domuz yağı katılmak suretiyle katı hale getiriliyormuş; bu doğru mu?”
Bunu ilk defa kim ortaya atmış ve hangi delile dayanarak söylemiş bilmiyorum ama, gerçekle ilgisi yoktur.
Yemeklik ve kahvaltılık margarinler yerine, katı yağ olarak tereyağ elbette tercih edilmelidir; fakat bu sağlık bakımından böyledir; sıvı yağların domuz yağı ile katılaştırılmasının yapılması şeklinde bir işlem ise, yoktur.  Yemeklik sıvı yağlar, moleküllerindeki bazı karbon atomlarında çifte bağlar ihtiva ederler; hidrojenasyon (hidrojenleme) ile bu yağ moleküllerine hidrojen katılmak suretiyle çifte bağlar yok edilerek, sıvı yemeklik ve kahvaltılık yağlar katılaştırılmış olur.
Helal gıda hassasiyeti için bile olsa, bunun gibi halk arasında yayılmış her söze, doğruluğunu araştırmadan inanmamak gerekir.
Bir kişi kendisinin doktor olduğunu iddia etmesiyle doktor, eczacı olduğunu iddia etmesiyle eczacı, mühendis olduğunu iddia etmesiyle mühendis, öğretim üyesi olduğunu iddia etmesiyle öğretim üyesi, profesör olduğunu iddia etmesiyle de profesör vb sayılmaz ve öyle kabul edilemez. O iddiasının delilinin ve itiraz edilemeyecek dayanağının olması gerekir. Yurtdışında yapılan tahsillerde elde edilen diplomaların Türkiye’dekilere muadeleti (eşdeğerliği) bunun için ilgili resmî kurumlar tarafından müşkülpesentlik sayılacak bir titizlikle araştırılır. Dünyanın en meşhur ve en eski üniversitelerinden Kahire’deki “El-Ezher İslâm Üniversitesi”ni bitiren çok kişinin diplomalarının yakın zamanda, bilhassa 28 Şubat postmodern darbesi sonrasında Türkiye’deki ilahiyat fakültelerine muadeleti kabul edilmemiş ve onlar ilahiyat fakültesi mezunu sayılmayarak, mağdur edilmişlerdir.
Lisans eğitimi seviyesinde Türkiye’dekinden daha aşağı seviyeyi Türkiye’dekine muadil (eşdeğer) saymamak mevzuunda bu derecede  müşkülpesentlik gösterilirken, SSCB’nin dağılması sonrasında Azerbeycan gibi ülkelerden para ile satın alınabilen doktora, doçentlik, profesörlük belgelerine karşı, Türkiye’deki ilgili kurum tarafından sıkı murakabe ve Türkiye’de elde edilmiş emsallerine eşdeğerlik arayışının titizlikle gösterilmemesi ise, Türkiye’nin bu konudaki büyük tezatlarından biri olmaktadır.
Akademik  sahada da, tüm akademik unvanların konuyla ilgili “cumhur-u ulema”nın kabulüne bağlı olması, yani “Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği”ni hazırlayan ve kabul eden yetkililerin koyduğu kıstasların gerktiği şekilde uygulanarak kabul edilmesi gerekmektedir.
Üniversite öğretim üyeliği; yardımcı doçentlik, doçentlik ve profesörlüktür.  Yardımcı doçentlik ve profesörlük, üniversitede bununla ilgili bir kadroya tayinle alınabilecek akademik unvanlardır. Profesörlerin, üniversitede görevli olmadığı halde bu unvanı kullanabilmesi için de,  yönetmeliğe göre, üniversitede profesörlük kadrosunda en az üç yıl görev yapmış olması gerekir. Yardımcı doçentlik akademik unvanı ise, üniversitede bununla ilgili kadroda çalışılmadığı durumlarda kullanılamaz.
Bunların denetimi Türkiye’de “Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK)” tarafından yapılmadığı için, bilhassa Azerbeycan’ dan parayla satın aldıkları akademik unvanlarıyla halkımızın nazarında sağladıkları itibarla, bazıları siyaset, ticaret ve eğitimle ilgili alanlarda haksız kazançlar elde etmektedirler ve Türkiye’de buna mani olması gereken yetkili kurum, bu konuda yıllardır maalesef pasif kalmaktadır.
Türkiye’de “Rekabet Kurulu” adlı bir kurul vardır ve bu kurul, aldatıcı reklam yapanlara ağır para cezaları verir. “Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği”ni hazırlayan ve kabul eden, uygulanmasını da ciddiyetle takip ve murakabe etmesi gereken “Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK)”, yurt dışında para ile satın alınmış profesörlük belgeleriyle Türkiye’de siyaset, ticaret ve diğer alanlarda faaliyet gösterenlere; “-Sen bu profesörlük akademik unvanını Türkiye’dekine eşdeğer olarak Yüksek Öğretim Kurumlarında veya o kurumların dışında kullanabilmek için gerekli şartları taşıyor musun?” diye sorgulayacak ve bu sorgulaması neticesinde gereğini yapacak şekilde, maalesef faaliyet göstermemekte ve murakabe vazifesini yapmamaktadır.
“Canlılık” özelliği ile ilgili olarak burada bahsedilebilecek diğer bir misal de, medyatik olmuş bir Japon’un suyun canlı olduğuna dair iddiasıdır.
Biyoloji bilimi, dünyada bitkilerin, hayvanların ve insanların “canlı” olduklarını ve bunların dışındakilerin “cansız” olduklarını bildirir. Dinî kaynaklarımız ise, âhirette tüm varlıkların biyoloji biliminin kabul ettiği dünyadaki canlı varlıklar gibi “canlı” olacaklarını bize bildirir. Su, en mühim kimyasal bileşiktir; fakat, halen biyoloji biliminin “cumhur-u ulema”sı  tarafından dünyadaki “canlı” varlıklardan kabul edilmemektedir.
Buna rağmen, aslında bir “sosyal bilimci” ve “alternatif tıp” konusunda doktora yapmış olan Japon Dr.Masaru Emoto, “suyun dünyada da canlı varlıklardan olduğunu” ısrarla iddia ediyorsa, yıllardır bu iddiasıyla ilgili olarak sadece popüler mahiyette kitap yazmak, web sitesinde kitabının reklamını yapmak ve bu konuyu ilgi çekici bulanların davetleri üzerine konferanslar vermekle kalmak yerine; iddiasını ilgili “cumhur-u ulema”ya (söz ve reyleri muteber biyoloji âlimlerine) kabul ettirmeye de çalışması gerekirken bunu yapmamakta, söylediklerini ilgi çekici bulanlara kitabını satmakta ve konferanslar vermektedir.
Suyun canlı olduğuna dair iddiasının bid’at olmaması, reddedilmemesi için, dünyadaki en büyük biyoloji âlimlerinin katıldığı uluslararası biyoloji kongrelerinde ya “canlılık” tarifini değiştirtmeli veya suyun da mevcut tarife göre “canlı” olduğunu kabul ettirebilmelidir.
‘Sudaki Mucize’, ‘Suyun Bilinmeyen Gücü’, ‘Sudaki Gizli Mesajlar’, ‘Su Müzik Dinliyor’, ‘Aşkın Şekli’ adlı kitapları ve ‘Ne Biliyoruz ki?’ isimli filmle ünü tüm dünyaya yayılan Dr. Masaru Emoto,  “5. Dünya Su Forumu”nun İstanbul’da yapıldığı 2009 yılında özel bir kolejin sponsorluğunda konferans vermek üzere Türkiye’ye de davet edilmiş ve kendisiyle yapılan bir röportaj 28/3/2009 tarihli Günaydın gazetesinde yayınlanmıştı.  Bu röportajında Dr. Masaru Emoto; suya iyi davranmamız gerektiğini, böylece daha sağlıklı ve sevgi dolu bir dünya kurulabileceğini, kendisinin sattığı iyi, güzel ve şefkatli davranılmış suları içenlerin hastalıklarının iyileştiğini, fakat tıp alanındaki bilim adamlarının bunun doğruluğunu onaylamadığını, çünkü o zaman kendi işlerine son verilmiş olacağını, suyun da insan gibi duygulara sahip olduğunu düşündüğünü, vücudumuzda görmediğimiz suyu hayal ederek ona şükranlarımızı sunmamızın ve onun hakkında iyi düşünmemizin sağlığımız için de faydalı bir yol olacağını, söylenen kelimelerin titreşim enerjisinin suya tesir ettiğini, kendi ülkesi olan Japonya’da ona karşı olan bir grup olduğunu ve o gruptaki bilim adamlarının kendisinin çalışmalarını yıpratmaya çalıştıklarını, çünkü yenilikten ve birilerinin öne çıkmasından hiç hoşlanmadıklarını, halkın büyük ilgisini görmesine rağmen bilim çevresi ve bunlardan da ağırlıklı olarak sağlık gruplarının maalesef kendisini desteklemediklerini, bunun sebebinin de biraz önce bahsettiği gibi kendi pozisyonlarını korumak istemeleri olduğunu, bilim çevresi ile uyuşamama sebebinin; onun yaptığı şeylerin üç boyutlu ifade edilememesi olduğunu, yaptığının ruh gibi, hayalet gibi fiziksel bir şey değil; olmayan bir şeyin resmini çekmek ve olmayan bir şeyi göstermek olduğunu; dolayısıyla bunu rakamsallaştıramadığı için bilim adamları ile tartışamadığını ve farklı boyutlarda düşündüklerini, Almanya-İsviçre sınırında soğuk füzyon deneyi yapıldığını ve o deney ispatlandıkça ona az da olsa destekte bulunan bilim adamlarının söylemleriyle onun şu anda tüm bu anlattıklarının altyapısını hazırladığı halkaya tam oturacağını, şimdi sadece altyapıyı oluşturduğunu, kıyamete yakın da  dünyanın döneceğini ama güneşin ters taraftan doğacağını, İslam’ın bu “teori”sini kendisinin doğrulayabileceğini, günde bir litreye yakın su içtiğini, içmeden önce ömrünün 50 senesini suyun ne kadar önemli bir nimet olduğunu bilmediği ve onu gözardı ettiği için sudan özür dilediğini ve ona teşekkür ettiğini, araştırmalarından sonra suyun gerçekten Allah’a giden bir yol ve onun bir mesajcısı olduğunu anladığını, Şintoizm (Japon milli dini) ile Müslümanlığın birbirine benzediğini (aslında hiç benzemez), Allah’ın 99 adını gösterdiği kristallerin çok güzel olduğunu ve tam kendisinin  düşündüğü gibi  şekiller oluştuğunu ve bunun üzerine “Aslında İslam ile ilgili bir adam mıyım, İslam’ın bana mesajı mı var ve İslâm onu kendine mi çekiyor?” gibi düşüncelere kapıldığını (İnşallah Müslüman olur.), yakında Suudi Arabistan’da bir kitabının  yayınlanacağını, Esma-ül Hüsna’yı suya göstereceğini ve oluşacak kristallerin fotoğraflarını çekeceğini söylemektedir.
Onun röportajında bu söylediklerinin tümü doğru olmadığı gibi, tümü de yanlış değildir; bahsettiklerinden, ilgili “cumhur-u ulema”nın doğru kabul ettiklerine ancak doğru denilebilir. Bazılarının ve laik eğitim sistemi ders kitaplarının “Tabiat Kanunları” dediği “ Âdetullah Kanunları”na göre, onun bazı deneyleri,  sözleri ve iddiaları ile ilgili olarak, ilgili “cumhur-u ulema”nın kabul edebileceği ve daha önce bir makalemde bahsettiğim şunlar da söylenebilir:
“İmanî  hakikatler” ve “Bilimsel gerçekler”, aslında birbirlerine aykırı değildir; uyum halindedir ve birbirini destekler. Gerçek bilim, “âdetullah kanunları”dır.  Bunlara saygı duymalıyız. Neyin imanî bir delil olabileceğine, doğru karar verilmelidir. İmanî bir meselede, zayıf ve reddedilebilir bir delil gösterilemez. Gösterilse, hem o iman davasına hem de o delili imanlarına dayanak yapmağa çalışmış insanlara, belki bilmeyerek zarar verilebilir. Mucizeler ve kerâmetler olabilir, fakat bunlar istisnaî hallerdir; Allah’ın (c.c.) peygamberlerine ve evliyalarına ikramı olan Âdetullah Kanunları’ndaki bu istisnalar, genel kaideyi bozmaz.
“Bir çadır kurdum; gelin bu çadıra girin..” diyerek, pek sağlam olmayan bir direkle kurulan bir çadıra  iyi niyetle de olsa bir davet yapılsa, bu iyi niyetli davete uyarak çadıra girenler yıkılabilecek olan o çadırın altında kalmak tehlikesinde bulunsalar, baştan bu tehlikeyi ikaz etmek icap eder.
Dr.Masaru Emoto adlı bir Japon, suyun donarak buz haline gelişinin mikroskop altında çektiği fotoğraflarını kendine göre yorumlayarak, dünya basınına sansasyonel bir haber olarak vermiş; web sitesine koyduğu fotoğraflarla ve 2002 de yayınladığı bir kitapla da ilgi çekmeye çalışmıştır. O tarihten beri onun yorumlarına bizim basınımızda da hakikaten imanî bir delil gibi, tekrar ile yer verildiği dikkati çekmektedir.  Dr.Emoto’nun gerçek niyeti ne olursa olsun, suyun değişik ses etkileri altında buz haline gelişiyle ilgili çektiği fotoğrafları yorumlamasındaki bazı yanlışlarına dikkati çekmemiz icap ediyor. Aksi halde, yukarıda misalini verdiğimiz pek sağlam olmayan direkle kurulmuş bir çadırın çökmesi gibi, ileride verebileceği manevî zararlara bilerek kayıtsız kalmış oluruz.
1 – Önce, “Su kristali” ifadesi kullanılmaz; suyun katı hali için “Buz” kelimesi kullanılır. Su, H2O formülündeki moleküllerden meydana gelen maddenin sıvı halinin adıdır.
2 – “Canlı” olmak ne demektir? Bunun tarifini göz önüne alıp, eğer bu tarife uyuyorsa, suyun canlılar gibi davrandığını söylemek lazımdır. Âhirette her şey canlı olacak; taşlar bile konuşacaktır. Fakat bu dünyada öyle değildir. Biyolojiye göre canlılar, bitkiler, hayvanlar ve insanlardır. En basit canlılar olan bitkilerde, canlılığının sebebi olan “hayat” vardır; hayvanlarda ve insanlarda ise ayrıca,  hayattan başka canlılık özellikleri de bulunur.
3 – “Su molekülleri ve atomlarının bir insan duyarlılığına sahip olduğu” iddiası da doğru değildir. Kendisinde hayat bile olmayan su, nasıl en mükemmel canlı olan insan gibi duyarlı davranabilir?  İnsanların sözünden etkilenmeyen çok sayıda insan bulunduğu halde ve hemcinslerini etkileyebilmek insanlar için bile özel kabiliyet, ilim ve sanat olduğu halde, cansız su moleküllerinin insanların sözünü duyması, anlaması ve etkilenmesi nasıl mümkün olabilir?
4 – “Su molekülünün manyetik alanının havadaki ses dalgalarından etkilendiği” iddiası da yanlıştır. Manyetik alanlar, havadaki ses dalgalarından etkilenmezler .
– “-Peki, su moleküllerinin donarken değişik buz yapıları meydana getirmelerine değişik seslerin etkisi ne olabilir?”diye sorulacak olsa, bunun cevabı kimyacılar için çok basittir:  Kimyacıların ayırma ve saflaştırmalarda çok kullandıkları“kristallendirme” işleminde, iyi bir kristallendirmenin (yani katının, saf halde sıvıdan ayrılması işleminin) yapılması istenen sıvının, hareketsiz olmasının temine çalışılır. Kristallenme sırasında, molekül veya iyonlar birbirine eklenerek “katı kristal yapısı”nı meydana getirirler. Sıvıdaki hareketler ve dalgalanmalar, o sıvıdaki molekül ve iyonların hareketlerine tesir ederek, katı kristal yapılanmasının meydana getireceği katı şeklini değiştirebilir. Havadaki değişik ses frekanslarının ses şiddetlerinin sıvı yüzeyinde meydana getirebileceği mekanik etki ve bunun neticesinde de sıvı kütlesindeki dalgalanmalar farklı olabileceğinden, o sıvıdan teşekkül edebilecek katı kristallerinin şekilleri de tabii ki, farklı olur. Suyun donarken farklı seslerin etkisinde farklı şekilli buz kristalleri meydana getirmesi meselesinin sebebi ve yorumu, Dr.Emoto’nun dedikleri gibi değil; bundan ibarettir.
Her şeyin Allah (c.c.)’ı tesbih ettiği ve hal lisanları ile bir nevi duada bulundukları hakikatinin açıklanması ise, ayrı bir mevzudur ve Dr.Emoto’nun söyledikleri ona delil olamaz.
Allah’ın (c.c.) varlığına, birliğine, kudretine, isim ve sıfatlarının çeşitli tecellîlerine kâinatta ve onu inceleyen fenlerde ve tabiat bilimlerinde sayısız deliller varken; Dr. Emoto’nun söylediklerini, meselenin gerçeğini bilenlere de sorup araştırmadan, bilhassa Müslüman medyasında gerçek ve çok mühim bir imanî delilmiş gibi sık sık bahis konusu etmeğe lüzum yoktur.
Yukarıda verilen çeşitli misallerle;
“Bir fikre davet, cumhur-u ulemânın kabulüne vâbestedir (bağlıdır). Yoksa davet bid’attır, reddedilir.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri) hakikatine dikkat çekilmeye çalışılmıştır.
Bu mühim konuyu, “İslâm’da zaruret meselesi”yle ilgili doğru hükümlere ve “Zaruretler mahzurları mubah kılar”(Mecelle)kaidesine aykırı olarak; “Meşrubatta alkol yerine kullanılabilecek bir madde bulunamadığı takdirde, alkol kullanılabileceğine” dair, ülkemizdeki helal gıda ile ilgili bir platformda yakın bir geçmişte iki kişinin ilan edilen yanlış fetvasının da, teferruatına girmeden çok kısa olarak, ilgili “cumhur-u ulema”nın kabul edemeyeceği için reddedilmesi gerektiğini söylemekle tamamlıyorum.
Prof. Dr. Mustafa Nutku
www.NurNet.Org

Çocuklarımıza mühim gerçekleri anlatmalıyız..

Şimdiye kadar, laik eğitim sisteminde ilköğretimin ilk sınıflarından itibaren, Rabbimizi bize tanıtan üç büyük ve küllî muarriften (tanıtıcıdan) birincisinin; “Kâinatın Büyük Kitabı” olduğunu anlatmak ihmal edilmiştir. Bunun aksine, maalesef La Fontaine gibi batılı bazı yazarların gerçekleri saptıran masalları ile, çocukluk çağından itibaren nesillerimiz, aklını en iyi şekilde kullanabilmekten mahrum yetiştirilmeye çalışılmıştır.
Halbuki, “Kâinatın Büyük Kitabı“nı okumayı bilmeyen La Fontaine gibi kişiler, o masal kitaplarında yanlış mesajlar vermişlerdir. Yanlış mesajların verildiği La Fontaine masallarından biri de, “Ağustos böceği ile karınca” masalıdır. Güya Ağustos böceği tembelmiş, hep saz çalarmış; karınca ise çalışkanmış, hep buğday toplayıp depo edermiş. Bu sebeble, kışın Ağustos böceği yiyecek bulamayıp karıncaya muhtaç olurmuş. Bu masalın hakikatle hiç alâkası yoktur. “La Fontaine’in bu masalındakinin aksine, Ağustos böcekleri, kışa ulaşamadan ölürler; dolayısıyla da karıncaya muhtaç olmazlar.

La Fontaine tarafından masalında takdirkâr bir ifade ile bahsettiği karıncanın bir yaz boyunca toplayıp depoladığı buğdaylar ise, onun bütün bir kış yiyebileceği buğdaydan çok çok fazla olduğundan, karıncanın yaz boyunca buğday toplayıp kış için onları depo etmesi La Fontaine’in masalında vermeye çalıştığı yanlış mesaj gibi, karıncanın medhedilmek sebebi değil; tam aksine, hırsından ve istifçiliğinden dolayı ancak tenkit edilmek sebebi olabilirdi. 

Hem Ağustos böceğinin yaz aylarının belli bir zaman diliminde gece boyunca sürekli ses çıkartması, onun “haylazca saz çalması”na kesinlikle benzetilemez. Kur’an-ı Kerîm’de muhtelif sûrelerde “her şeyin Allah’ı tesbih ettiği” vurgulanarak tekrarlanıyor. Canlı-cansız her şey, maddenin en küçük parçası olarak bilinen kuvarklardan, en büyük galaksilere kadar, “hal lisanları” ile Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarının kâinattaki akislerini ilan ederken; “hal lisanı”ndan başka “kal lisanı” (konuşma lisanı) da olan insanların bazıları, akıl ve iradelerini iyi kullanmak suretiyle ve Ağustos böceği, bülbül ve diğer bazı hayvanlar da insanlar gibi akıl ve iradeleriyle olamasa da “fıtrî ibadetleri” halindeki “kal lisanları” ile Allah’ı tesbih ederler. Fakat İsrâ Sûresi 17/44. ayetinde denildiği gibi, insanlar onların Allah’ı bu tesbih etmelerini, yani Allah’ın noksan sıfatlardan uzak olduğunu ilan etmelerini anlamazlar.

Çocuklarımıza La Fontaine masallarının saçmalıklarını değil; bu mühim gerçekleri anlatmalıyız.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU
www.NurNet.Org

Farz olan ilim hangisidir?

İlim öğrenmenin farz olduğu hakkında, hadis kitaplarında hadisler vardır. Bu hadislerden bazıları şunlardır:

Hz.Hüseyin (r.a.), Peygamber Efendimizin şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir:

İlim öğrenmek her Müslüman üzerinde farzdır.” (İbni Adiyy’in el-Kâmil’i ve Beyhaki’ninŞi’bü’l-İman’ından)

Hz. Enes (r.a.), Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir:

İlmi öğrenmek her Müslüman’a farzdır. Şüphesiz ilim öğrenen için denizdeki balıklara varıncaya kadar her şey Allah’tan bağışlanma diler .” (İbnü Abdi’l-Berr’in el-İlm’inden)

İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Âlim olmayan veya ilim öğrenmeye çalışmayan, bizden değildir.”

(Deylemî’nin Müsnedü’l Firdevsinden)

Hz. Enes (r.a.), Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir:

İlim öğrenmek, her Müslüman üzerine farzdır. İlmi lâyık olmayana öğreten, domuzun boynuna yakut, inci ve altın takan kimse gibidir.” (İbni Mâce, Mukaddime: 17)

Farz olan ilmin hangi ilim olduğu, ilmin öğretilmesine lâyık olmayanın kimler olduğu mevzuunda da  hadis kitapları açıklamalarda bulunmaktadır. Şöyle ki:

Müslümanların dinî vazifelerini bilmeleri ve ibadetlerini doğru yapabilmeleri için bilmeleri gereken ilmi öğrenmeleri onlara farzdır. Bunun yanında, ruhî bakımdan tekamül edebilmesi ve bilhassa iman esaslarına dehşetli hücumların yapıldığı bu âhirzamandaki manevî tehlikelere karşı imanını muhafaza edebilmesi için gereken iman ilmine de sahip olmak, her Müslüman’a farz hükmünde görülmektedir. İlk bahsedilen farz ilme kısaca “ilmihal” denilir (Türkiye’de bugünün halk dilinde ve yazı dilinde bu kelime ekseriya “ilmihal” şeklinde kullanılmakta ise de, asıl yazılışı “ilm-i hâl”dir).

İlm-i hâl: Bir Müslüman’ın günlük yaşantısında lâzım olan, kul-Allah, kul-kul ilişkilerini düzenleyen ve herkesin bilmesi gerekli olan bilgileri içeren ilim.” (Fıkıh ve Hukuk Terimleri, Prof.Dr.Mehmet Erdoğan, Ensar Neşriyat, 2005).

Bu ilmin kaynağı Kur’an ve hadistir. Sahih ilmihal kitapları,  ehli sünnet akidesine bağlı dört hak mezhebin müctehid imamlarının Kur’an ve hadise dayanarak yaptıkları ictihadlarla, her müslümanın müracaat edebileceği ve istifade edebileceği şekilde hazırlanmış İslâmı doğru anlamak ve yaşamak rehberleridir.

Kur’an, onun tefsiri, açıklamalı hadisler ve ilmihal gibi kitaplar varken, bazıları herhangi bir faninin yazdığı çok daha değersiz bir kitaba “Başucu kitabım derler; onu daha çok okurlar, onun reklamını yaparlar ve bu halleriyle, “en iyiyi seçerek okumak” yapmayışın bariz bir örneğini verirler. 

Daha önce de bu yazılar arasında kısaca bahsedildiği gibi, Müslümanlar arasında, kendisine farz olan ilmihalini bilmeyen, onu öğrenmeye çalışmayan, bu ilmi bilmenin kendisi için lüzumu ve ehemmiyetinden bile habersiz, İslâm’ı çeşitli yanlışlar yaparak yaşayan maalesef çok kişi bulunmaktadır. Bunun tipik örneklerinden biri olarak tanıdığım bir mühendis, Müslüman olmasına ve namaz, oruç vd gibi İslâm’ın gereklerinin çoğunu da yapmasına rağmen, yıllarca çalıştığı bir devlet kurumunda müdürlüğe kadar yükselip emekli olduktan sonra, bir vesile ile ona evinde hangi ilmihal kitabının olduğunu sorduğumda, cep telefonundan hanımını arayarak, evlerinde ilmihal kitabı olup olmadığını sorması beni hayrete sevk etmişti. Evlerinde ilmihal kitabı olup olmadığını bile bilmeyen bir Müslüman’ın  İslam’ı doğru anlamak ve yaşamak hususunda rehber eksikliği olmaz mıydı?

İngiltere’ye geçici görevle giderken yanıma aldığım az miktardaki eşyalarımın arasına o zaman bu alanda Türkiye’de satıştaki tek ciltlik en mühim eser olan Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük İslâm İlmihali”ni de koymayı ihmal etmemiştim. Gayrimüslim bir ülkede İslâm’ı yaşamakla ilgili bir meseleyle karşılaşınca o ilmihale  bakıyordum. Fakat oradaki çeşitli ülkelerden gelmiş Müslümanlardan görüştüklerimden bazılarının, kendi ülkelerinde her Müslüman’ın bizzat müracaat ederek fıkhî meselelerini öğrenebilecekleri ilmihal kitaplarının bulunmadığını, sadece âlimlere hitap eder şekilde yazılmış fıkıh kitaplarının bulunduğunu, Müslüman halkın fıkhî meselelerini ancak o âlimlerden öğrenebildiklerini söylemeleri ve Türkiye’deki duruma gıpta etmeleri de kayda değer bir hatıram olmuştu.

İlmihalini bilmeden kendi kendine dinî mevzularda hüküm vermeğe çalışmanın garabetini ve yanlışlığını, 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra, kızların başörtüsü ile okula devamına darbe yönetimi tarafından yasak getirildiği ve bu mevzuda büyük sıkıntıların yaşandığı dönemde, ilk YÖK başkanının bu mevzuda kendine göre Müslümanlığıyla şöyle “içtihad”(?) yapmaya çalıştığında gazetelerden okumuştuk:

 “-İlim öğrenmek, her Müslüman’a farzdır. Kız öğrencilerimiz ‘başörtüsü de farzdır’ diyerek üniversiteye başörtülü olarak devam etmek istiyorlarsa, iki farzdan birini tercih etmeleri gerekiyor. Bana göre (?) ilim öğrenmek farzını başını örtmek farzına tercih etmeleri daha uygun olur.”

Sevabıyla ve günahıyla ahret âlemine göçmüş o eski YÖK başkanıyla ilgili hüküm elbette Allah’ındır; bu mevzuda biz bir şey söyleyemeyiz; fakat hekimlik mesleğinde başarılı olduğundan bahsedilmesine rağmen, bu “şahsî” fetvasında isabet ettiği söylenemez.

Dinî kitaplarda yazılı olduğu gibi, doktorluk, eczacılık, diş hekimliği, avukatlık, çeşitli branşlarda ve seviyelerde öğretmenlik vb.. dünyevî mesleklerle ilgili ilimleri öğrenmek, ilmihal ve iman ilmi gibi “farz-ı ayn” değil;  “farz-ı kifaye” hükmündedir ve Müslümanlardan bir kısmının bu meslekler için gerekli ilimleri öğrenmeleri ve öğrendikleri ilimler ile bu meslekleri icra etmeleri, diğer Müslümanları o meslekler ile ilgili ilimleri öğrenmek farzından muaf hale getirir.

Hem de o mesleklerin, mutlaka başörtülü kızlar ve kadınlar tarafından icrası da dinî bakımdan gerekmez. Şimdi okullarda, resmî iş yerlerinde, milletvekilliğinde vs.. başörtüsü meselesi hallolmuştur; fakat şimdiye kadar bu mevzuda bahsettiğimiz örnekteki gibi ilmihalini iyi bilmeyenlerin o ilimle bağdaşmayacak yanlış fetvalarla hareket etmesinin örnekleri de maalesef çok olmuştur.

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

İnsanın En Mühim Meselesi, “Cehennemden Kurtulmak”tır!

Bir toplantı sonrasındaki birkaç kişilik sohbette, yaşı seksenin üzerinde olan bir adamın, karşısındaki muhatabının din görevlisi olduğunu öğrenince, ona “Vaazlarda cehennemden bahsetmeyin” istek ve tavsiyesinde bulunması dikkatimi çekti.

“-Küçük bir çocuğa, (hikmetini anlamayacağı için) cehennemden bahsetmeyin” denilebilirdi; fakat, Kur’an âyetlerinde ve hadislerde cehennemden çok bahsedilmişken, o âyet ve hadislere göre yaşaması gereken âkil bâliğ olanlara cehennemden bahsedilmemesi istenebilir miydi? O din görevlisinden böyle bir istekte bulunan yaşlı adamın, toplantı arasında namaza gidenler arasında olmayışı da, bu sözleriyle birlikte tahlil edilebilirdi. O, böyle düşünmekte ve konuşmakta yalnız sayılamayacağından ve tüm dünyada onunla ayni mealde konuşan, çeşitli yaşlarda yetişkin erkek ve kadın çok kişi bulunduğundan, onun bu sözleri üzerinde durmakta fayda vardır.

Risale-i Nur Külliyâtı 11. Şua 8. Meselede, onun sözleri ve hali ile ilgili şu ifadeler yer almaktadır:

Birinci Nükte: Cehennem fikri, geçmiş îman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Çünkü, hadsiz rahmet-i Rabbânîye o korkan adama der: Bana gel, tevbe kapısıyla gir. Tâ Cehennem’in vücûdu değil korkutmak, belki sana Cennet’in lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarına tecâvüz edilen hadsiz mahlûkatın intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin. Eğer sen dalâlette boğulup çıkamıyorsan, yine Cehennem’in vücûdu, bin derece i’dam-ı ebedîden hayırlıdır ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünkü insan hatta yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir. Bir cihette mes’ud olur. Şu halde sen ey mülhid, dalâletin itibariyle ya i’dam-ı ebedî ile ademe düşeceksin veya Cehennem’e gireceksin! Şerr-i mahz olan adem ise, senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes’ud olduğun umum akraba ve asl ve neslin seninle beraber i’dam olmasından, binler derece Cehennem’den ziyâde senin ruhunu ve kalbini ve mâhiyet-i insaniyeni yandırır. Çünkü Cehennem olmazsa, Cennet de olmaz. Herşey senin küfrün ile ademe düşer. Eğer sen Cehennem’e girsen, vücûd dâiresinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennet’te mes’ud veya vücûd dâirelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek, herhâlde Cehennem’in vücûduna tarafdar olmak sana lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak, ademe tarafdar olmaktır ki, hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına taraftarlıktır. Evet Cehennem ise, hayr-ı mahz olan dâire-i vücûdun Hâkim-i Zülcelâlinin hakîmane ve âdilane bir hapishâne vazifesini gören dehşetli ve celâlli bir mevcûd ülkesidir. Hapishâne vazifesini de görmekle beraber, başka pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hikmetleri ve âlem-i bekaya âid hizmetleri var. Ve zebâni gibi pek çok zîhayatın celâldarane meskenleridir.

İkinci Nükte: Cehennem’in vücûdu ve şiddetli azâbı, hadsiz rahmete ve hakîki adâlete ve israfsız, mîzanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adâlet ve hikmet, onun vücûdunu isterler. Çünkü, nasıl bin ma’sûmların hukukunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adâlet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zâlimi afvetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer biçârelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de; Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem esmâ-i İlâhîyenin hukukuna inkâr ile tecâvüz, hem o esmâya şehâdet eden mevcûdâtın şehâdetlerini tekzib ile hukuklarına tecâvüz ve mahlûkatın o esmâya karşı tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecâvüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücûdu ve bekası olan tezâhür-ü Rubûbiyet-i İlâhîye’ye karşı ubûdiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nevi tecâvüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinâyet, bir zulümdür ki afva kabiliyeti kalmaz,

âyetinin tehdidine müstehak olur. Onu Cehennem’e atmamak, bir yersiz merhamete mukabil, hukuklarına taarruz edilen hadsiz da’vâcılara hadsiz merhametsizlikler olur. İşte o da’vâcılar Cehennem’in vücûdunu istedikleri gibi izzet-i Celâl ve azamet-i Kemâl dahi kat’i isterler.

Evet, nasıl bir serseri âsi ve raiyete tecâvüz eden bir adam oranın izzetli hâkimine dese: “Beni hapse atamazsın ve yapamazsın.” diye izzetine dokunsa, elbette o şehirde hapis olmasa da o edebsiz için bir hapis yapacak, onu içine atacak. Aynen öyle de; kâfir-i mutlak, küfrüyle izzet-i celâline şiddetle dokunuyor. Ve azamet-i kudretine inkâr ile dokunduruyor. Ve kemâl-i rubûbiyetine tecâvüzüyle ilişiyor. Elbette Cehennem’in pek çok vazifeler için pek çok esbab-ı mûcibesi ve vücûdunun hikmetleri olmasa da, öyle kâfirler için bir Cehennem’i halketmek ve onları içine atmak, o izzet ve celâlin şe’nidir.

Hem mâhiyet-i küfür dahi Cehennem’i bildirir. Evet nasıl ki îmanın mâhiyeti eğer tecessüm etse, lezzetleriyle bir Cennet-i husûsiye şekline girebilir ve Cennet’ten bu noktadan gizli haber verir. Aynen öyle de; Risâle-i Nur’da delilleriyle isbat ve baştaki mes’elelerde dahi işâret edilmiş ki; küfrün ve bilhassa küfr-ü mutlakın ve nifakın ve irtidâdın öyle karanlıklı ve dehşetli elemleri ve ma’nevî azabları var.. eğer tecessüm etse, o mürted adama bir husûsi Cehennem olur. Ve büyük Cehennem’den bu cihette gizli haber verir. Ve bu fidanlık dünya mezraasındaki hakîkatcikler âhirette sünbüller vermesi noktasından, bu zehirli çekirdek, o zakkum ağacına işâret eder. “Ben onun bir mâyesiyim.” der. “Ve beni kalbinde taşıyan bedbaht için o zakkum ağacının bir husûsi nümûnesi, benim meyvem olur.”

Mâdem küfür hadsiz hukuka bir tecâvüzdür.. elbette hadsiz bir cinayettir. Öyle ise hadsiz bir azaba müstehak eder. Mâdem bir dakika katl, on beş sene cezada (sekiz milyona yakın dakikada) hapis azabını çekmesini adâlet-i beşeriye kabul edip maslahata ve hukuk-u âmmeye muvafık görür; elbette bir küfür bin katl kadar olması cihetiyle, bir dakika küfr-ü mutlak, sekiz milyara yakın dakikalarda azab çekmesi, o kanun-u adâlete muvafık geliyor. Bir sene ömrünü o küfürde geçiren, iki trilyon sekiz yüz seksen milyara yakın dakikada azaba müstehak ve

 sırrına mazhar olur. Her ne ise…

Kur’ân-ı Hakîm’in Cennet ve Cehennem hakkındaki mu’cizane îzahatı ve Kur’ân’ın tefsiri ve ondan gelen Risâle-i Nur’un Cennet ve Cehennem’in vücûdlarına dâir hüccetleri, daha başka beyâna ihtiyaç bırakmamışlar.

3- veyetefekkeru

gibi pek çok âyetlerin ve başta Resul-i Ekrem (A.S.M.) ve umum peygamberler ve ehl-i hakîkatın, her vakit duâlarında, en ziyâde:

ve vahy ve şuhûda binâen onlarca kat’iyyet kesbeden Cehennem’den “bizi hıfzeyle” demeleri gösteriyor ki; nev’-i beşerin en büyük mes’elesi Cehennem’den kurtulmaktır. Ve kâinatın pekçok ehemmiyetli ve muazzam ve dehşetli bir hakîkatı Cehennem’dir ki; bir kısım o ehl-i şuhud ve keşif ve tahkik onu müşâhede eder. Ve bir kısmı tereşşuhâtını ve gölgelerini görür, dehşetinden feryad ederler. “Bizi ondan kurtar” derler.

Evet, bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziyâ-zulmet, hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalâlet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünkü şer olmazsa, hayır bilinmez. Elem olmazsa, lezzet anlaşılmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder. Çirkinlik ile, hüsnün tek bir hakîkatı, bin hakîkat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücûd bulur. Cehennem’siz Cennet’in pek çok lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyâsen, herşey bir cihette zıddıyla bilinebilir. Ve birtek hakîkatı, sünbül verip çok hakîkatlar olur. Mâdem bu karışık mevcûdât dâr-ı fâniden dâr-ı bekaya akıp gidiyor; elbette nasılki hayır, lezzet, ışık, güzellik, îman gibi şeyler Cennet’e akar. Öyle de şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehennem’e yağar. Ve bu mütemâdiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havuza girer, durur. Kerâmetli Yirmi Dokuzuncu Söz’ün âhirindeki remizli nüktelerine havâle ederek kısa kesiyoruz.”

Bu iktibasta bold (koyu) harfle dikkat çektiğimiz “nev’-i beşerin en büyük mes’elesi Cehennem’den kurtulmaktır” cümlesi üzerinde de bilhassa dikkatle durmak, düşünmek ve iç muhasebede bulunmak gerekir. Bir anket yapmak imkânı olabilse, yedi milyardan fazla olan dünyadaki insanların âkil bâliğ (akıl sahibi olarak mesul) olanlarının acaba ne kadarı, en büyük meselesinin ne olduğunu bilmekte ve ona göre yaşamaktadır? Bilhassa, futbol hastalığını “21. Asrın Cahiliyeti”nin yaygın misallerinden biri olarak “putperestliğin hortlaması ve bâtıl bir din” gibi devam ettiren her yaştaki aşırı fanatik âkil-bâliğ (?) insanların hakikî insaniyetle alâkalarını çok ciddî şekilde sorgulamaları gerekmiyor mu?

“Cehennemden kurtulmak” meselesinin önemini biraz daha iyi anlayabilmek için, cehennemin ne olduğuyla ilgili âyetler ve hadislere dikkatimizi çeken vimeo.com/72476835 internet linkiyle açılan videoyu baştan sona kadar seyretmeğe çalışmak da, belki bu mevzuda daha fazla intibaha gelmeye yardımcı olabilir.

Pros. Dr. Mustafa Nurku

www.NurNet.Org