Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

‘Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerifi’ tabelasının tekrar hatırlattıkları

24 Temmuz 2020 Cuma günü, 86 yıllık aradan sonra tekrar cami olarak ibadete açılmasının beklentisini, büyük şevkini ve heyecanını yaşadığımız “Ayasofya Cami-i Şerifi”nin ismi, “Mescid-i Kebîr” isminin yer aldığı eski bir yazımı bana hatırlattı.

Yıllar önce, geçici görevle İngiltere’ye giderken, ilmihalini bilmek tüm Müslümanlara farz olduğundan, yanıma Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük İslâm İlmihali” kitabını almayı da ihmal etmemiştim. O kitapta Allah’ın varlığından bahsedilirken şöyle deniliyordu:

“Yüce Allah’ın varlığını isbat için Kelam (Akaid) ilminde ve felsefe kitablarında pek çok delil yazılıdır. Bunlardan bir kısmını “Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri” adındaki eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Şimdi burada: “Şüphe yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahibleri için (Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren) büyük işaretler vardır.” (Âli İmrân: 190) âyetini okuyup yüksek anlamını düşünmek yeterlidir.

Bu âyet-i kerîme güzelce düşünülürse, Yüce Allah’ın varlığına, kuvvet ve kudretinin büyüklüğüne dair sayısız deliller önümüze çıkar. Bizim bu eserimiz onları açıklamaya yeterli değildir. Ancak astronomi, kozmoğrafya, biyoloji, kimya, ruhiyat (psikoloji) ve anatomi gibi ilimlerin verdiği bilgileri göz önüne getirenler, bu âyet-i kerîmenin işaret ettiği delillere pek güzel akıl erdirebilirler. Her sağduyu sahibi insan düşündükçe, Yüce Allah’ın varlığını kabule mecbur olur.

İşte yukarıda Türkçe anlamını verdiğimiz âyet-i kerîme, bu gerçekleri haber veriyor ve bizi uyarıyor. Bundan sonra gelen:

‘Akıl ve anlayış sahipleri o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken (her hallerinde) Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (ve derler): Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna bir şey yaratmaktan) sen münezzehsin. Bizi ateş azabından koru.’ anlamındaki âyet-i kerîme, gerçek anlayış ve akıl sahibi kimler olduğunu bize bildiriyor.

Bütün bu âyetler, İslam dininde aklın ve düşüncenin ne kadar büyük önem taşıdığını da bize göstermiş oluyor. Bir hadisi şerifde de:

‘Tefekkür gibi bir ibadet yoktur.’ buyrulmuştur.

Gerçekten İslam dininde aklın ve düşüncenin büyük yeri vardır. İslam dini tamamen akla ve hikmete uygundur. Muhakeme ve eleştirme, onun hak ölçülerini değiştiremez. İslamiyet, düşünen insanların dinidir.

İşte akıllı insanlar o kimselerdir ki, gökleri, arzı, gece ve gündüzleri, göklerde parıldayan ve her biri güneşten binlerce defa daha büyük yıldızların ihtişamını düşünürler, yeryüzündeki sayısız canlı ve cansız yaratıkları göz önüne alırlar. Hoş gündüzlerin, sakin gecelerin ne kadar sağlam bir düzen ve ölçü içinde yaratılış kanununa uyarak birbirini kovalayıp durduklarını düşünürler. İbret bakışları ile yapılan böyle düşünceler sonunda insanlar, bu âleme bu düzeni ve ölçüyü vermiş olan Yüce Allah’ın kudret ve azametini isteyerek ve teslimiyetle kabule mecbur olurlar.

Hattâ böyle büyük varlıkları değil, bir zerreden küçük olduğu halde büyük bir duygu ile hayat ve görevini sürdürmeye çalışan bir mikrobu, yine bir zerreden küçük olduğu halde başlı başına bir âlem olan bir atomcuğu düşünmek bile, gerçek akıl sahibi bir insan için Allah’ın yüce kudret ve hikmetini tasdik etmeye yeterlidir. Büyük bir nizam ve intizam içinde yaratılan bütün bu güzel ve acaib varlıklar rastgele mi olmuştur? Bunlar bilgi ve hikmetten yoksun olan yahut hayal edilen bir tabiatın eseri midir? Asla. Böyle yanlış bir hükme hiçbir akıl sahibi varamaz.”
 
* * *

Âl-i İmrân Suresinin bu âyetlerinin ve onlardan sonrakilerin nüzulünden, çeşitli sahih hadis kitaplarında bahsedilmektedir.

“Abdullah b. Ömer (r.a.) hazretleri naklediyor: ‘Hz. Âişe’ye; Resulullah’dan gördüğün şeylerin en hayret verici olanını bana söyle.’ dedim. Bunun üzerine ağladı ve uzun bir müddet ağladıktan sonra dedi ki: ‘Onun her işi hayret vericiydi. Bir gün bana geldi, yorganıma girdi, hatta cildini cildime dokundurdu, sonra da buyurdu ki: Ey Âişe, bu gece bana Rabbime ibadet etmek için izin verir misin?’ Ben de; ‘Ey Allah’ın Resulü, ben senin yakınlığını severim, isteklerini de severim, izinlisin.’ dedim. Kalktı, odadaki su ibriğine vardı, abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza durdu. Kur’an okuyordu ve ağlıyordu. Sonra iki elini kaldırdı, yine ağlıyordu. Hattâ gözyaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah namazını bildirdi. Baktı ki ağlıyor; ‘Ey Allah’ın Resulü, dedi, Allah Tealâ senin geçmiş ve gelecek günahını affetmiş olduğu halde ağlıyor musun?’

O: ‘Ey Bilâl’, buyurdu; ‘Şu halde ben şükreden bir kul olmayayım mı?’ Bundan sonra buyurdu ki:, ‘Nasıl ağlamayayım, Allah Teâlâ bu gece şu âyeti indirdi:

وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ (Gökler ve yer Allah’ın mülküdür) (Âl-i İmrân, 189)

Resulullah bunu söyledikten sonra da ‘Vay bunu okuyup da, bu babda düşünmeyene!.‘ buyurdu. (Diğer bir rivâyette: ‘Vay bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunda düşünmeyenlere.’ buyurdu).
 
* * *
İngiltere’deki o geçici görevim esnasında, üniversite kütüphanesindeki çeşitli kitap isimlerine göz gezdirirken, “How Big Is the Universe?” (Kâinat Ne kadar Büyük?) isimli bir “popüler bilim” kitabı dikkatimi çekince, o kitapta kâinatın büyüklüğü hakkında verilen bilgilerle Âl-i İmrân sûresinin son âyetlerinin meallerini ve Büyük İslâm İlmihali’nde Allah’ın “Vücud” sıfatı (Allah’ın varlığı) konusunda bahsedilenleri birlikte işleyerek “Kâinatın büyüklüğü” başlıklı bir yazı yazmıştım ve gönderdiğim bir İstanbul gazetesinde o yazım hemen yayınlanmıştı. Dinî eserler neşreden bir yayınevi de “Onuncu Gezegen” adlı başka bir makalemle birlikte onu bir broşür halinde çok sayıda basmış ve sattığı kitapların sayfaları arasına koyarak hediye etmişti

O yazım şöyleydi:

Kâinatın büyüklüğü

Bir senenin yaklaşık 365 gün ve dünyanın güneşin etrafındaki devrini tamamlaması için geçen zaman olduğunu, okur-yazar olup da bilmeyen yok gibidir.

Dünya güneşin etrafındaki bir devrini yapıncaya kadar bir sene geçiyor. Acaba dünya çok yavaş hareket ettiği için midir ki, güneşin etrafındaki devrini ancak bir senede tamamlayabiliyor? Hayır. Dünya güneşin etrafında dönerken saniyede 29,76 km.lik bir ortalama hızla hareket etmektedir. Bu, saatte 107136 km ortalama hız demektir (Bizim cismimizin büyüklüğüne göre bu hız, bir otobanda giden otomobilin ortalama hızının bin misli büyük bir hızdır; fakat dünyanın 12756 km olan ekvatordaki çapıyla kıyaslanacak olursa; Dünyanın güneş etrafındaki hareketinde bir saatte çapının 8,4 katı kadar mesafe katettiği, çapı kadar bir mesafeyi de yaklaşık 7 dakikada katettiği söylenebilir)

Dünya, saniyede 29,76 km ortalama hızla hareket etmesine rağmen, güneş tarafındaki devrini bir defa tamamlayıncaya kadar, biz bir yaşımıza daha giriyoruz!..

Ard arda turlarla yapılan bazı siyasî seçimlerin kaçıncı turda olduğunu merak edip birbirimize sormamız tabiî ki tenkidi mucip değildir. Fakat bu arada kendi kendimize de sorsak:

“- Acaba, ben kaçıncı turdayım ve bu turlarımın sonunda nereye seçilmeye namzetim?”

İnsana ömür mühleti çok uzunmuş gibi gelir. İnsan ömrü halen ülkemizde ortalama 80 turla ifade ediliyorsa, meseleyi (itiraz makamından) vüzuha kavuşturmak için müdahalede bulunanlar olur:

“– 80 tur diye insan ömrünü çok kısa görme; dünyanın güneş etrafındaki bir turunu tamamlarken katettiği mesafeyi de düşünmek lâzım.”

Evet, bu da ayrı ve başlı başına bir ibret konusu. Öyle uzun bir mesafe ki, dünya saniyede 29,76 km ve saatte 107136 km’lik bir ortalama hızla hareket etmekle, ancak bir yılda katedebiliyor!..

Peki ya güneş sistemindeki diğer gezegenler? Onların güneşe mesafeleri ve güneş etrafındaki turlarında katettikleri yörüngelerinin uzunluğu nedir?

Ya güneş sisteminin dışındakiler? Gözümüzle görebildiğimiz ve göremediğimiz kâinatın büyüklüğü ne kadardır?

İşte şimdi, saniyede 29,76 km.lik bir ortalama hızla güneş etrafındaki turunu üzerindekilerle birlikte yapmaya devam eden “dünya uzay gemisi”ndeki yolcular olarak, yolculuğumuzun bu anında biraz da bu mesele üzerinde fikren durup düşünmeye çalışalım.
* * *

Eski devirlerden beri gökler akıl sahipleri için alâka mevzuu olmuş; insanlar gökyüzünü incelemişler; kâinatın büyüklüğünü ve sırlarını tahmine çalışmışlardır. Göklere ait müşahedelerini, gördükleri hakkındaki düşüncelerini, göklerde cereyan edenlerle ilgili izahat ve teorilerini yazmışlardır. Yıllar geçtikçe eski teoriler daha hassas müşahedelerle, hesap metotlarıyla geliştirilmiş ve geliştirilmeye devam edilmektedir.

Kâinatın insana hayret ve haşyet veren büyüklüğü, bilhassa son yüzyıl içinde daha da iyi anlaşılmaya başlamıştır. Kâinatın büyüklüğünü rakamlarla ifade yoluna teşebbüs eden astronomi âlimleri, bu esnada ekseriya kendilerini de bir dehşet ve korku hissinden kurtaramamışlardır. İnsan, zaman ve uzay hakkında dünyada elde ettiği tecrübelerinin delillerini, “bütün kâinatın muammasını” da çözmek için kullanmaya kalkışmakta; fakat bildiği bütün ölçü sistemlerini zaman ve uzayın birbiri ardındaki silsilelerine tatbike çalışırken, bu ölçü sistemlerinin artık hükümsüz olduğu bir yere varmaktadır. İnsandaki sınırlı idrakten doğmuş geometri ve şekil tasavvurlarının, sınırı tesbit edilemeyen uzay için de tatbik edileceği şüphelidir.

Gökteki yıldızların tetkiki insanı, fenlerin ve tahayyül kabiliyetinin izahını yapmaktan aciz kalacağı “sonsuzluk” ve “ebedîyet” mefhumlarını düşünmeye sevk etmektedir. İnsanların elde ettiği fen ilimlerinin ve insandaki tahayyül kabiliyetinin, “sonsuzluk” ve “ebedîyet” mefhumları mevzubahis olunca, ötesi karanlık bir uçurum kenarına gelmiş gibi olması ve daha ileri gidememesi karşısında Schiller gibi bazı filozoflar:

–Kâinatı düşünmek, insanı Allah’ın varlığını kabule zorlar.” demekten başka bir çıkar yol bulamamışlardır.

* * *

Çok açık ve bulutsuz bir yaz gecesinde çok dikkatle bakan bir göz, küçük ışıklı noktacıklar halinde 6000 kadar yıldız görebilir. Küçük bir teleskop kullanılsa, görülebilen yıldız sayısı çok daha fazla olur. Güney California’da Mount Palomar’daki dev teleskopla ise, milyarlarca yıldız görülebilmekte ve fotoğrafları çekilebilmektedir. Son dört asırdır astronomlar kâinatı teleskoplarla tetkik etmektedirler. “Galaksi” adı verilen dev yıldız kümelerini incelemek için astronomlar senelerini vermişlerdir. Sonsuz olduğu hissini veren feza denizinde yüzen çok büyük gaz ve toz bulutları olan “Nöbüle”lerin fotoğraflarını çekmişlerdir. Astronomların bütün bu çalışmalarıyla ilgili kitaplar kütüphanelerin raflarını doldurmuş bulunmaktadır.

İçinde yaşadığımız, insanın “misal-i musaggarı” (küçültülmüş bir misali) olduğu muazzam bir kâinat vardır. Bu büyük kâinatın mevcudiyetinin sebepleri ve hikmetleri konusu, insan için en tabii ve en meraklı suallerden birini teşkil etmektedir. Mevzuun çok geniş olması sebebiyle, biz burada sadece “kâinatın büyüklüğü” konusunda şimdiye kadar elde edilmiş bilgilerden çok kısa olarak bahsedip tefekkürü okuyucuya bırakacağız.

* * *
“Kâinatın büyüklüğü” ne kadardır? “Kâinatın büyüklüğünü tayine çalışmak”, insan için mevcut olabilecek en büyük rakamı bulmağa çalışmak gibidir!. Astronomlar bütün mevcut galaksileri keşfettiklerini söyledikten sonra, birisi daha kuvvetli bir teleskop yapınca, fezanın daha derinliklerinde daha başka galaksilerin de mevcut olduğu görülebilmektedir!.

Havanın açık olduğu bir yaz gecesi göğe bakıldığında, görüş sahamızı bir ufuktan diğer bir ufuğa kateden ışıklı bir şerit halinde yıldızlar görülür. Buna “Samanyolu” denir. Bu, bizim içinde bulunduğumuz galaksidir. Bizim güneşimiz, bu galaksinin uçlarından birine yakın bir yerdedir ve Samanyolu’nu teşkil eden kendisi gibi yüz milyar güneşlerden sadece bir tanesidir!.. Biz Samanyolu’na bakarken bizden çok uzak, bizim dışında olduğumuz bir yıldız kümesine bakıyormuşuz gibi gelir. Halbuki milyarlarca güneşle beraber bizim güneşimizin ve onun peyki olan arzın da içinde bulunduğu “Samanyolu Galaksisi”ni, arz üzerinden görebileceğimiz şekliyle seyredebilmekteyiz.

Astronomlar, göklerdeki yıldızlararası mesafeleri ifade için, “ışık yılı” mesafe birimini kullanırlar. Bir “ışık yılı”, ışığın bir yılda katettiği mesafedir. Işığın saniyede takriben 300.000 km. katettiği düşünülerek bu mesafe biriminin büyüklüğü tasavvur edilebilir. Dünyaya en yakın yıldız olan “Alpha Centauri” 4,4 ışık yılı mesafededir. Güneşin dünyaya uzaklığı ise, sadece 8 ışık dakikasıdır.. Arza nisbeten en yakın yıldızlardan biri olan “Sirius” yıldızı, 8 ışık yılı uzaklıktadır.. Işık yılını daha iyi anlaşılır şekilde izah etmek gerekirse, Sirius yıldızında bu gece büyük bir patlama ile ışığında her zamankinden çok fazla bir artış olsa, biz bunu ancak 8 yıl sonra bu geceki patlamada neşrolan ışıkları bize ulaştığında görebiliriz.. Bu “ışık yılı” mesafe birimini “Samanyolu”nu ifade için kullanırsak; “Samanyolu” dediğimiz galaksimiz, çapı 100.000 ışık yılı, kalınlığı 10.000 “ışık yılı” olan disk görünüşündeki çok büyük bir hacimde, her biri birer güneş olan yüz milyar yıldızın tevzi olması ile husule gelmiştir. Bizim güneşimiz ve gezegenler sistemi, bu galaksinin merkezinden 30.000 ışık yılı mesafede yer almıştır.
* * *

Uzun yıllar boyunca astronomlar, birçok yıldızı içine alan bu “Samanyolu” adı verilmiş galaksinin “kâinatın bütününü” teşkil ettiği ve bu galaksinin haricinde başka hiçbir yıldızın bulunmadığını zannetmişlerdi. Daha sonraları artan görüş imkânları ile, kâinatın içinde bulunduğumuz bu galaksideki yıldızlardan ibaret olmadığı, daha başka galaksilerin hatta “galaksi kümeleri” manâsında “klaster”(cluster)lerin de bulunduğu anlaşılmıştır.

Galaksiler, umumiyetle birbirlerine nispeten yakın mesafede olanların teşkil ettikleri “galaksi çiftleri” halinde bulunurlar. Meselâ bizim içinde bulunduğumuz “Samanyolu” galaksisine en yakın mesafedeki diğer galaksi “Andromeda” adı verilmiş olandır ki, bize iki milyon ışık yılı uzaklıktadır.

Galaksi kümeleri olan “klaster”lerden, binden fazla galaksi ihtiva edenleri vardır. Bu “klaster”lerin bir uçtan diğer uca büyüklükleri, bir milyon ışık yılı ile on milyon ışık yılı arasında değişebilmektedir!.. Güneş sistemimizin içinde bulunduğu “Samanyolu” galaksisi, 20 tane galaksi ihtiva eden bir “klaster”e dahildir. Bu “klaster”in çapı 3 milyon ışık yılıdır!.. Bu “klaster”lerin de fezada rastgele dağılmadıkları ve 100 milyon ışık yılı çapında bir hacme yüz tane kadar “klaster”in muntazam bir şekilde tevzi edildiği anlaşılmaktadır. Kâinatta üçyüz milyardan fazla galaksinin bulunabileceği ve bir galaksinin de yüz milyardan fazla yıldız ihtiva edebileceği, fennin bu güne kadar elde ettiği bilgilerle söylenebilmektedir!

İnsan, “maddî bir varlık” olarak düşünülünce, kâinatın büyüklüğü yanında ne kadar küçük bir cisme sahiptir. “Mânevî varlığı”; akıl, his, tahayyül gibi çeşitli kabiliyetleri ile göz önüne alındığında ise, kâinat yanında insanın ehemmiyetinin büyüklüğü daha iyi anlaşılabilmektedir.

* * *
İnsan, kendi ağırlığı ve hacmine kıyas etmek icab etse, yan yana konulması gereken rakamlara sayfa ebadlarının dar geleceği yıldızları, galaksileri, “klaster”leri boyutlandırıyor, kendine olan mesafelerini muhtelif birim sistemleriyle ifade edebiliyor, bazı özelliklerini tesbit edebiliyor. İnsanın aklını kullanarak yapabildiği bütün bu kabil işlerin hepsinden de önemli olan aklî faaliyeti ise, bu mevcudâtın tesadüflerin eseri ve oyuncağı olamayacağını idrak edebilmesi; mevcudâtı Hâlıkına nisbet edebilmesi; “Allah’ın eseri” gözüyle mevcudata bakabilmesi, kâinat sahifelerinde Bu Kâinatın Sanatkârının isim ve sıfatlarının tecellilerini okuyabilmesidir.
Allah’ın varlığının, birliğinin ve kudretinin çok açık delillerini ihtiva eden kâinatın, halen fenlerle bilinen büyüklüğü bile insanın tasavvur ve tahayyül sınırlarının zorlandığını hissedebileceği bir mertebededir. Kâinatın bu büyüklüğü, Sahibinin, Sanatkârının büyüklüğüne delalet eder. Kâinatın büyüklüğünü Sahibine izafe etmesiyle insan, kullara kul olmak veya geçici küçük menfaatlere köle olmak yerine, bu büyük kâinat mülkünün Büyük Sahibine kul olmanın büyük şerefiyle şereflenir; hakikî huzuru, emniyeti, saadeti bulur.
* * *

Allah’ın insanlara hitabı olan Kur’an-ı Kerim’de, muhtelif âyetlerle insanları göklerdeki delillerin üzerinde düşünmeye davet etmesi, insanlara verdiği “akıl nimeti”nin bu mevzuda sâlim bir şekilde düşünebilmek kabiliyetinde olduğunun en kesin ve sağlam teminatıdır. Bu delillerin üzerinde düşünen akıl için ise, iki yol vardır: “Ya bu delillerin Allah’ın varlığına, birliğine, kudret ve azametine delalet ettiğini idrâk ve kabul etmek veya bunu yapmadığı takdirde de, ‘akıl nimeti’ olarak insan bedenindeki vazifesinden istifa edip gitmek!”

İnsanların ekseriyeti, çeşitli vasıtalarla akıllarının bu mesele üzerinde lâyıkı ile düşünebilmesini önlemekle, üçüncü bir yol tutmuş gibi görünüyorlar!

Fenlerin şimdiye kadarki gelişme seviyesiyle “bilinen kâinat”ın büyüklüğü hakkında verilen malumat, şöyle bir misal üzerinde özet olarak tekrar edilebilir:

Süleymaniye Camii gibi büyük bir camiyi göz önüne alalım ve buna “kâinat” diyelim. Süleymaniye Camiinin içinde, aralarındaki mesafeler bir santim olacak tarzda yüz milyar adet toz zerresini dağıtalım. Bu misâlle gökler kıyaslanırsa; Süleymaniye Camiinin büyüklüğüne nisbeten içindeki bir toz zerresinin küçüklüğü, bilinen kâinata nisbeten bir galaksinin küçüklüğü nispetindedir. Bu toz zerrelerinin her biri de, her biri ortalama yüz milyar yıldız ihtiva eden galaksileri temsil etmektedirler…

Bu toz zerrelerinden birini daha iyi görebilmek için, Asya Kıtası kadar büyüttüğümüzü farzedelim ve ona bizim galaksimiz olan “Samanyolu” diyelim. Bu Asya Kıtası üzerine bir madenî para koyalım. Asya Kıtası üzerinde bir madenî paranın işgal edeceği yer, Samanyolu galaksisinde bizim güneş sistemimizin -yani güneş ve onun gezegenleri: Merkür, Venüs, Arz, Mars, Jüpiter, Saturn, Uranus, Neptün ve Pluto’nun- işgal edebileceği yer kadardır (O yazımın yayınlandığı tarihte Pluto da “gezegen” kabul ediliyordu)…

Bu misalden de anlaşılacağı gibi, üzerinde bulunduğumuz arz, hatta bütün güneş sistemimiz, kâinatın büyüklüğüne, hattâ sadece kendi galaksimizin büyüklüğüne nispeten bile, “çok küçük bir maddî varlık” teşkil etmektedir. Diğer bir deyişle, bugünkü fen ilimlerinin seviyesiyle “bilinen kâinat” çok büyüktür. “Bilinen kâinat”ın dışında, kâinatın ne kadar büyük olduğu hususunda ise, bir tahmin yapılamamaktadır.

İşte kâinat böyle bir Mescid-i Kebîr’dir…

“Kâinat Mescid-i Kebîrinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur. Ve ona derler. Hak olup, Haktan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur…” (Risale-i Nur Külliyâtı, Sözler)

Kur’an-ı Kerim’de, Âl-i İmrân Suresi 189-191. âyetlerde mealen şöyle buyruluyor:

“Göklerin ve yerin mülkü (bütün hazineleri) Allah’ındır. Allah her şeye hakkiyle kadirdir.

Gerçekten göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, sağ duyulu akıl sahipleri için, Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren deliller vardır.

Akıl ve anlayış sahipleri o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken ve yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında Allah’ın varlığını isbat için iyice düşünürler (ve derler): ‘Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna birşey yaratmaktan) Sen münezzehsin. Bizi Cehennem ateşinden koru.”
 
Prof. Dr. Mustafa NUTKU

23 Ağustos’ta tekrar hatırlananlar..

Babam Dr. Sadullah Nutku, Bediüzzaman Said Nursi’nin en çok tanınan doktor talebelerinden birisiydi. Bediüzzaman Said Nursi’yi ve Risale-i Nurları Bediüzzaman Said Nursi’nin vefatından 5 yıl önce tanımış olmasına rağmen, vefatına kadar çok aktif bir Risale-i Nur talebesi olarak yaşamıştı. Risale-i Nur talebesi Mustafa Polat, Erzurum’da babasının “Hür Söz” adlı gazetesinde “çekirdekten yetişme” çok maharetli bir gazeteci olarak İstanbul’da günlük “Babıâli’de Sabah” gazetesinin “Genel Yayın Müdürü ve başyazarı”, babamı da o gazetede her  gün okuyucuların sağlıkla ilgili sorularına cevap veren “sağlık köşesi” yazarlığı yapmaya ikna etmişti. Babam çok az ücret verildiği için hiçbir doktorun kabul etmediği, hafta içinde günde sadece bir saatlik mesai için  İstanbul’da Üsküdar’daki o zamanki adıyla Yüksek İslam Enstitü’ne (şimdiki adı  Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) “iman ve Kur’an hizmeti” için giderdi ve bunun için aldığı ücret de ancak Beşiktaş’taki evinden Üsküdar’a gidip gelebilmek için Şehir Hatları İşletmesinin vapurlarına ödediği ücret kadar olabilirdi. 
O tarihte İstanbul’daki İslâm imanına en uygun neşriyat yapan “Babıâli’de Sabah” adlı günlük gazetede hergün okuyucularının mektupla gönderdikleri suallerine hem tıbbî hem de Risale-i Nurlar’dan iktibasları ile manevî şifa ile ilgili tavsiyeleri büyük ilgi görüyordu. “Babıâli’de Sabah” gazetesi İstanbul’da İslâm’a en yakın neşriyat yapan bir gazete olmasına rağmen onun Genel Yayın Müdürü ve Başyazarı Mustafa Polat, Risale-i Nur talebelerinin kendi gazetelerinin olmasını fikrini ilgililere kabul ettirerek önce haftalık “İttihad”  ve daha sonra da günlük “Yeni Asya” gazetesinin neşriyata başlamasına vesile oldu. Bu şekilde babam, Mustafa Polat’ın 23 Ağustos 1971 tarihinde bir trafik kazasında vefatından tam bir yıl sonra, 23 Ağustos 1972 tarihinde gene bir trafik kazasında vefat ettiği gün her gün maddî ve manevî şifa ile ilgili tavsiyelerinin yayınlandığı gazetedeki sağlık köşesi 23 Ağustos 1972 günü “boş” olarak yayınlandı. 
Babam Dr. Sadullah Nutku’dan başka annem de, babamın 23 Ağustos 1972 tarihinden tam 33 yıl sonra  gene bir 23 Ağustos’ta vefat etmişti ve sözlü vasiyeti üzerine babamla aynı kabre defnedilmişti. Babam Dr. Sadullah Nutku, bilhassa vefatına kadar -sırayla- yapmış olduğu Bâb-ı Âli’de Sabah, İttihad ve Yeni Asya gazetelerindeki “Sağlık Köşesi” yazarlıklarından başka, Osman Yüksel Serdengeçti’nin 1965 yılında Yeni İstanbul gazetesindeki “selam” adlı köşesinde neşredilmiş olan “Onlar bizi affetsinler” başlıklı yazısıyla da çok tanınmış ve çok hatırlanan bir isimdi.

*  *  *

Dr. Sadullah Nutku, bilhassa 1957 Milletvekili seçimlerinden sonraki yıllarda Konya’da ikamet ederken, Risale-i Nur hizmetleri sebebiyle çeşitli baskılara ve zulümlere de maruz kalmıştı. 27 Mayıs 1960 askerî darbesinden bir yıl kadar sonraki demokrasiye dönüş müddeti esnasında, kapatılan Demokrat Partinin (DP) oy tabanını hedef alan iki parti kurulmuştu. Fakat o iki partinin propaganda çalışmaları, Demokrat Parti’ye karşı askerî darbe yapmış olanların tepkisiyle karşılaşmıştı. Kendilerine “Millî Birlik Komitesi” (MBK) adını vermiş olan o darbecilerin Çankaya Köşkü’nde siyasî parti temsilcileriyle yaptığı bir toplantıdan sonra yayınlanan bildiride; siyasî maksatlarla Demokrat Parti (DP) önderlerinin savunulmaması, devrimlerin ve dinî inançların propaganda konusu yapılmaması, seçimlerin yasallığının tartışılmaması gerektiği belirtilmişti.

*  *  *

Darbeciler o tarihlerde, yeniden demokratik hayata geçişte, istedikleri partinin iktidara gelmesini sağlayabilmek için Müslüman halkın Milletvekili Genel Seçimleri’nde kime oy vermeleri gerektiği konusunda danışabilecekleri “kanaat önderi” denilebilecek bazı kişileri evlerinden alıp seçim tarihine kadar hapsetmişlerdi. Konya’da babam Dr. Sadullah Nutku’yu bu maksatla hapsetmek için evimize gelerek, hiç arama da yapmadan, sorgusuz-sualsiz, alıp götürmelerine bizzat şahit olmuştum.

*  *  *

Yeni kurulmuş Adalet Partisinden, 1961 seçimlerinde milletvekili adayı olan Osman Yüksel Serdengeçti’yi de aynı maksatla hapsetmek için evine giderek, hiç arama yapmadan, sorgusuz-sualsiz, alıp götürmüşler ve Konya hapishanesinde hapsederek, Dr. Sadullah Nutku ile aynı koğuşa koymuşlardı. Bunun neticesinde, 1961 seçimleriyle Osman Yüksel Serdengeçti Adalet Partisi’nden mebus olmayı beklerken, Konya Hapishanesinde Dr. Sadullah Nutku ile aynı koğuşta mahpus olmuştu!

* * *

Osman Yüksel Serdengeçti daha sonraki 1965 seçimlerinde Adalet Partisi’nden milletvekili olunca, İslâm’a hizmet için çalışanlara karşı büyük bir zulüm aracı olarak kullanılan Türk Ceza Kanunu 163. maddesine göre mahkum olanların da çıkarılacak af kanununa dahil edilsin mi edilmesin mi tartışmaları TBMM’de yapılırken, 1961 seçimleri öncesinde Konya hapishanesinde aynı koğuşta kaldığı Dr. Sadullah Nutku’yu misal vererek Risale-i Nur talebeleri hakkında yazmış olduğu “Onlar bizi affetsinler” başlıklı yazısı, Yeni İstanbul gazetesindeki “selam” köşesinde yayınlanmış ve Risale-i Nur talebeleri arasında çok meşhur olmuştu.

*  *  *

Onlar bizi affetsinler

Biz Müslümanları affettirmek için çırpınıyoruz. Kim kimi affedecek, affettirecek? Onlar bizi affetsin.

*

Hiçbir menfaat gözetmeden, yalnız Allah rızası için, Allah’ın emirlerini yerine getirirken şerirlerin şerrinden dinimizi korusunlar diye bizi seçtiler, bu imkânlara kavuşturdular. Şimdi biz o şerirlerle bir olup bunları, kendi imanımızın, vicdanımızın mümessillerini, din kardeşlerimizi affetmiyoruz. Biz kim oluyoruz ki, affedelim. Onlar bizi affetsinler.

*

Karakollarda öldürülen Mehmet Oğuz’un yetimleri, babaları hapishanelerde sürünenlerin çocukları bizleri affetsin.

*

Anlaşıldı ki, anlaşılıyor ki, biz daha, böylesine temiz insanları affedecek halde değiliz. Bizden bu iyilik sadır olmayacak. Asıl affedilecek olanlar, günahkârlar, suçlular biziz, bizleriz. Onlar bizi affetsinler.

*

Lekesiz alınlar, harama uzanmamış eller, içleri nûr, dışları nûr olan insanlar bizleri affetsinler!..

*

Onlar hapishanelerde iken dahi bizden hürdüler… Çünkü imanlarının, vicdanlarının emrindedirler. Allah’tan başka kimseye kulluk yapmamaktadırlar. Ne bareme girip, barem kulu olmuşlar, ne aslî maaş endişesiyle asliyetlerini kaybetmişler, ne şu, ne bu ikbal hırsının önünde secde etmişlerdir.

*

Onlar karanlık, loş hapishane köşelerinde, her türlü pisliğin barındığı bu yerlerde, gübreliklerde açan, her yere güzel kokular saçan güzel çiçekler gibidirler…

*

Ben bilirim onları. Ben bir arada kaldım onlarla. Asrın kaybettiği bütün meziyetlere sahiptir onlar. İmanlıdırlar, vefalıdırlar, severler, sevilirler. Cesurdurlar, kahramandırlar. Kısaca tam bir Müslümandırlar.

*

Varsın, Çetinler, Özekler onları lekeleye dursun. Ben bilirim onları. Onlar güneş gibidirler. Leke tutmaz, çamur tutmaz onları.

*

Onlar ateş gibidirler. Onlar yakarlar kirleri, pisleri, pislikleri.

*

Konya hapishanesinde onlardan bir Dr. Sadullah vardı ki… Allah’ım ne adamdı o? Nasıl imandı ondaki! Adam hapishanede idi, fakat gülistan içinde idi, sanki. Gülen gözlerle bakardı insana. Her şeyi unutuyordum onun yanında. Adam âdeta teneffüs edilen bir şey gibiydi. Yanımdan bir ruh gibi uçuverip gideceğinden korkardım!.. Yanımdaki arkadaşa:

“-Şu pencereleri kapat. Sonra doktor uçar gider bu demirlerin aralarından”, demiştim. Fakat onun uçmaya, gitmeye niyeti yoktu. Bu kadar yüksek olduğu halde, bizim gibi sürünenlerle beraberdi, bizi bırakmıyordu; kurtaracaktı o.

Evet, Dr. Sadullah Nutku… Nurculuktan sanıktı. Karakola götürmüşler, dövmüşlerdi; bayılıncaya kadar. Kendine geldiği zaman zalimlerin affı için Allah’ına dua etmişti:

“-Yarabbi bunlar ne yaptıklarını bilmiyorlar. Sen bunları affet” demişti. Tıpkı o yüce Peygamber gibi.

Bunları bana o anlatmıyordu. Başkaları anlatmıştı. Çünkü kendisi yoktu ortada. Silmişti varlığını.

Fakat yok oldukça var oluyordu doktor, silindikçe biliniyordu. Kendini mesele haline getirenlerden değildi. Mesele O idi. O, yalnız O. Her zaman O.

*

1961’de Konya’dan seçimlere girmiştim ve propagandanın ikinci günü, bilâsebep, bilâtereddüt tevkif olunmuştum. İşte, doktorla o zaman, orada karşılaşmıştım. Beni gıyaben tanıyordu. İlk karşılaşmamızda, ilk hitabı şu oldu:

“- Gazanız mübarek ola.”

Cevap vermedim; çok öfkeli ve hınçlı idim. O ise mütemadiyen yüzüme bakıyor, bana yakın olmak istiyordu. “Cenab-ı Hak lütfetti de sizi buraya gönderdi. Sizi esirgedi, acıdı” gibi laflar ediyordu.

Şu adama bak dedim içimden. Meczubun biri. Bunun neresi lütuf.

Mebus olacakken mahpus oldum. Öyle öfkeliyim ki, bir hamlede, mahkemeleri, hapishane duvarlarını yıkmak istiyordum. Doktordan yüz çevirdim. Fakat nereye çevrilsem, o da o tarafa çevriliyordu. Her yönde onu görüyordum. Aynı sözler…

“- Cenab-ı Hak lütfetti. Nedir o dışarıda olanlar. Nutuklar, kendini övmelere, öbür tarafa sövmeler. Bir felaket!” Bir an gözlerim gözlerine geldi. “Öyle değil mi?” Öyle. Bu suali sessizce tasdik ettim. Hakikaten öyle içime bir huzur yayıldı.

*

Meydanlar, nutuklar, alabildiğine karşı tarafa sövmeler, kendini ve partisini övmeler. Kazanmak için türlü dolaplar, dalavereler.

*

Yarabbi, beni bunlardan kurtardığın için sana binlerce şükürler.

*

Doktor, yaşlı gözlerle hapishanenin penceresinden, göklere, göklerdeki bulutlara bakar, Kur’an-ı Kerim’den gökler ve bulutlarla ilgili, o temâşa-yi şairane âyetler okurdu. Hapishanenin bahçesindeki ağaca bakar, Said-i Nursî’nin tohum ve ağaç teşbihlerini, nisbetlerini dile getirirdi.

Ara sıra, benim yine öfke nöbetlerim tutar, “Namussuzlar!” diye nutka başlardım. Doktor Sadullah Nutku’ya bakınca nutkum tutulurdu. Onda söz yoktu, öz vardı. Susmak, susmak, tezekkür, tefekkür, temâşâ!..

*

Doktor, derdim. “Sen dünyayı üçten dokuza boşamışsın, kurtulmuşsun. Ben hala dünya ile evliyim.” Tatlı tatlı gülümserdi. Bana, “Sen büyük mücahitsin” derdi.

O beni büyüttükçe, küçülür giderdim. Kendisini küçülttükçe, gözümde ve gönlümde o daha fazla büyürdü.

*

O sıralarda ihtilâlin başı, Cemal Gürsel, “Türkiye’de huzur yok!” demişti. Kendisine bir tel çekecektim. Yazdım da, sonradan vazgeçtik:

“Türkiye’de huzur, Konya hapishanesinin falan koğuşunda, Dr. Sadullah’ın yanında, huzura kavuşmak istiyorsanız buyurun.” İmza: Serdengeçti.

İşte Nurcu diye hapishane hapishane dolaştırdığımız, karakol karakol dayak attığımız suçlulardan biri. Biz bunları affetmiyoruz da. Diyeceksiniz ki “Hepsi bu kıratta adamlar mı?” Değil tabii. Ama hepsi de bu ihlâsta, bu yolda, bu imanda adamlar. Bu insanları suçlu diye affetmek bile bir zül.

Bizim onlardan af ve özür dilememiz lâzım

Prof.Dr. Mustafa NUTKU

Masallardan “Saçmalar”

Yetişkinlerin, hakikat olduğuna ihtimal vermedikleri beyanlar için:

“-Masal anlatma!” ikazını kullanmalarına rağmen, masalları onlar da dinlemekten çoğu zaman zevk, bazen de ders alıyorlar.

Çocuklar ise, yetişkinlerin aksine, gösteriş ve riyadan uzak:

“-Masal anlat..” diyerek, büyüklerini sıkıştırıyorlar.

İnsanlık tarihi boyunca masallar, insanların küçüğüne de büyüğüne de birşeyler verdiği için, masallar hakkında da birşeyler söylenmesi icap ediyor.

Masal deyince, aklımıza gelen ilk isimlerden biri de La Fontaine’dir. Aslında La Fontaine , 1621-1695 yılları arasında yaşamış bir Fransız şairidir. Kendinden çok önce yaşamış olan Yunan Ezop’un takipçisidir, fakat Ezop’tan daha meşhur olmuş, “Hayvan Masalları” türündeki şiirleri, birçok dile ve Türkçe’ye çevrilmiştir. *

“Masalla karışınca, nasihat bile dinlenir.” diyen La Fontaine, masallarının baş ve son kısımlarında nasihatler vermiştir. Ancak bu nasihatlerinde ve anlattığı kıssalardan çıkardığı hisselerde, hakikî bir “mürşid” vasfına sahip olmadığı ve sağlam kaynaklara dayanmadığından, tamamen yanlış hükümlere yol açabilmektedir.
Mesela, “Küçük Balıkla Balıkçı” adlı masalının sonunda, kıssadan hisse ve nasihat olarak söylediği:

“Eldeki ‘bir’,
Gelecek ‘iki’den iyidir.”

sözü, bir hakikat formülü olmaktan kesinlikle uzaktır ve insanlara, aslında kontrol altına almaları icab eden bir zaafları olan “peşin”i istemeyi telkin eder. Dinî bakımdan dünya nimetleri “eldeki”, âhirette verileceği vaad edilenler ise “gelecek” olduğu için; “Dünya âhirete tercih edilir (!)” şeklinde çok yanlış ve çok tehlikeli bir hükme yol açabilir!. Bu masalların aynen tercümesi ise, yavrularımız için mânevî bir zehir niteliğinde olmaktadır.

La Fontaine, “Domuz, Keçi ve Koyun” adlı masalının sonunda yine “gelecek”ten bahsediyor ve yanlış hükme sevk etmek ihtimali fazla olan bir nasihat (!) daha veriyor:

“Ne yakınmak, ne de korkmak
Değiştiremez geleceği.
Bu durumda ilerisini düşünmemek
En akıllıca davranış olsa gerek.”

Evet, ilerisini hiç düşünmemek ve üstelik de bunu en akıllıca davranış olarak nitelendirmek, insanlık için gerçek bir yüz karasıdır.

Çünkü, ilerisini düşünmek, insanın en başta gelen vazifelerinden biridir. İlerisini düşünmeyen bir insanda “Âhirete iman” bulunmaz; böylesi, hem kendisinin hem de -manevî bir zehir gibi– içinde yaşadığı cemiyetin düşmanıdır!.

Bizzat La Fontaine’in kendisi de, başkalarına tavsiye ettiği gibi, ilerisini düşünmeden yaşamışsa, herhalde şimdi bulunduğu âlemde pişman olmuş ve “En akıllıca davranış” olan ilerisini düşünmenin ehemmiyetini, kendisi için “iş işten geçtikten sonra” anlayabilmiştir.

La Fontaine’in diğer bir masalı olan “Şarlatan”daki:
“On yılda kim kalır, kim kalmaz, hiç belli olmaz!
Bezmemeli insan hayattan,
Yemeli, içmeli, neşelenmeli,
Hiç on yıl beklenir mi?
Ömür önceden hesaplanmaz ki…?”

mesajının, bilhassa çocuklara ve gençlere hayat yollarını çizmek mevzuunda verebileceği zararın tartışılması icab etmez mi? Ömrün önceden hesaplanamayışının, yâni ecelin gizli olup ölümün her an gelmek ihtimali bulunmasının insanı sevk edeceği davranış şekli, acaba hiçbir şeyi düşünmeden yemek, içmek ve neşelenmek mi olmalıdır? Bunlar, her insan için mukadder ve her an gelebilmesi mümkün olan ölüm hadisesinin hakikati karşısında, insanın gösterebileceği “en ideal davranışlar” mıdır? “Ömür önceden hesaplanamaz” olduğu için, insanın asıl yapması icab eden şey, hakikatlere gözünü kapayarak yiyip içmek değil; her an sona erebilecek ömrünü, hakikî bir insanlığın mesuliyet şuuruyla yaşayabilmek ve ölüm kapısından geçerek girilecek ebedî âlemler için hazırlıklı olabilmektir.

“Def-i şer, celb-i nefye racihtir” (Yani, zararın giderilmesi, faydanın elde edilmesine tercih edilir) kaidesine göre de meseleyi değerlendirdiğimizde, temyîz kabiliyeti kâfi derecede inkişaf etmemiş, doğruyu ve yanlışı layıkiyle birbirinden ayıramayanların, yukarıda birkaç misalini tahlîle çalıştığımız La Fontaine masallarındaki mesajları, İslamî hakikatların mehenk taşına vurup değerlendirmeden kör bir batı hayranlığı ile almalarının zararını, her halde daha fazla açıklamaya pek ihtiyaç yoktur.
————————————————————————
* La Fontaine’den Seçme Masallar, İnkilap ve Aka, 1976

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

En büyük hakikat

Türkiye’de “Nobel ödülü” alan ilk kişi, “KAR” adlı romanını yazmak için, en fazla kar yağışı alan illerimizden olan Kars’ta bir yıl kalmıştı. O romanı beğenmek, yazarını takdir ve tüm yazdıklarını da tasvip etmek manâsında değil; fakat diğer cümlelerinden farklı olarak o romanındaki bir karakterine atfettiği bir cümlesinin, “Allah’a iman” meselesi yönünden tahlil edilmesinde fayda olabilir.

Yazarı tarafından, “KAR” romanında bahsedilen bir şahsa atfedilen o cümleler şöyleydi:

“Bütün hayatım boyunca eğitimsizlerin, başı örtülü teyzelerle eli tespihli amcaların inandığı yoksulların Allah’ına inanmadığım için suçluluk duydum. İnançsızlığımın mağrur bir yanı vardı. Ama şimdi şu güzel kar’ı yağdıran Allah’a inanmak istiyorum. Dünyanın gizli simetrisine dikkat kesilmiş, insanı daha uygar, daha ince kılacak bir Allah var.”

O roman yazarının, romanındaki bir karaktere atfederek yazdığı “..dünyanın gizli simetrisine dikkat kesilmiş..”, “..insanı daha uygar, daha ince kılacak..” sıfat cümlecikleri, dinî kitaplarımızda belirtilen Allah’ın sıfatlarına pek benzemese de o cümlelerini, romandaki bir şahsa atfettiği “..bir Allah var.” hüküm cümlesinin ardından noktalaması iyiydi. Ancak, o son cümlenin “Allah’a gerçek iman” için yeterli sayılamayacağına da dikkat çekilmesi gerekmekteydi..

İslâm’ın ilk yıllarında Müslümanlara çok büyük zulümler yapmış olan Kureyş Müşrikleri bile –Kur’an’da da bahsedildiği gibi- “Allah var” diyorlardı; fakat putlarıyla Allah’a ortak koşarak, en büyük günah olan “şirk” günahını işliyorlardı!.

Halen içinde bulunduğumuz zamanda da, dinde lakayt; hatta onun daha ötesinde “din düşmanı” gibi söz ve tavırları olanların da bazen yeri gelince:

“- Biz de Allah’a inanıyoruz. Sadece siz mi Müslümansınız? Müslümanlık sizin inhisarınızda mı?” şeklinde konuştukları da olmaktadır ve onların bu konuşmalarının nasıl yorumlanması gerektiği, insanların çoğunun zihinlerini meşgul etmektedir.

Temel dinî kitaplarımızda, imanın dil ile ikrar ve kalp ile de tasdikle olabileceği, Kur’an’ın “Allah kelâmı” olması sebebiyle hiçbir âyetini inkâr etmemek gerektiği” yazılıdır.

Çok kısa bir ifade ile ve gereklilik-yeterlilik bakımından bu konuda şöyle de denilebilir:  “Allah var”. demek, “Allah’a iman etmiş” sayılmak için gereklidir; fakat, yeterli değildir!.

Çünkü, insanlar, hakikaten iman etmiş olmadıkları halde, “inkâr etmemek” manâsında da; “Allah var.” diyebilirler. Risale-i Nur’da, Emirdağ Lâhikasında bu konuya şöyle açıklık getirilmektedir:

 İnkâr etmemek başkadır; iman etmek, bütün bütün başkadır.. “Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden Rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî her şey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve (lâ ilâhe illallah) kelime-i kudsiyesinin, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, ‘Bir Allah var.’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşey’in yanında hazır, irade ve ilmini bilmemek ve emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatine yaklaştığını göstermez. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî cehennemin dünyevî ta’zibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.

Evet, kâinatta hiçbir zişuur, kâinatın bütün eczası kadar şahitleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez… Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayt kalır. Fakat O’na iman etmek Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, O Hâlikı, sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek, ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” (Emirdağ Lâhikası-1)

*  *  *

 Allah’ın varlığı ve birliğine: “Tevhid hakikatı” denilir. “Kâinatta en yüksek hakikat” budur. Kelime-i şehâdet ve kelime-i tevhidin ilk bölümü, bu hakikati ifade eder. Kur’an-ı Kerîm’in üzerinde en fazla ehemmiyetle durduğu konu da budur. Tevhidin aksi “şirk”, yani Allah’a ortak koşmaktır ve en büyük günahtır. Varlık âlemi, en küçüğünden en büyüğüne kadar, aslında hâl lisanıyla: “Bir Allah var.” der. Kendisine akıl ve irade verilmiş olan insanların bir kısmı bu hakikat yolunun yolcusu iken, büyük bir kısmı da, bundan dalâlet (sapma) hâli içindedirler.

 

 *  *  *

Kış mevsiminde kar yağışıyla gündeme gelen ve internet sitelerinde ve gruplarında, büyütülmüş haldeki resimleri paylaşılan kar kristalleri de o resimleriyle mühim bir tevhid dersi verirler.Onlar altıgen geometrisindedirler; fakat birbirinin ayni iki kar kristaline hiç rastlanmaz! Ömrünün elli senesini kar kristallerinin fotoğraflarını çekerek geçiren ve binlerce kar kristali fotoğrafı çekmiş olan W.A.Bentley, çektiği kar kristali fotoğraflarından 2453 adedini 1931 de Amerika’da 226 sayfalık “Snow Crystals” (Kar Kristalleri) kitabında neşrederek, Allah’ın varlığı ve birliğinin kar kristallerindeki bir çeşit deliline -bilerek veya bilmeyerek- dikkatleri çekmiştir.

Aynı cinsten olan canlı veya cansız bir varlıkların, genel olarak anahatlarıyla birbirlerine benzer yapıda olmalarına rağmen hiçbirinin diğerinin ayni olmaması, bilhassa Risale-i Nur’da Lem’alar  adlı eserde Otuzuncu Lem’anın Dördüncü Nüktesi’nde geniş  açıklaması yapılan, Allah’ın “Fert” isminin içinde “Vahidiyet” ve Ehadiyet” şekillerindeki birliğinin tecellîleridir.

 *  *  *

Allah’ın, Vahidiyet ve Ehadiyet şekillerindeki birliğinin tecellîleri en fazla olarak, O’nun en mükemmel mahlûku olan insanların yaratılışlarında görülür: İnsanların DNA’larında, parmak uçlarında, yüzlerinde, avuç içlerindeki ve ayak tabanlarındaki (derileri soyulsa veya yıpransa bile, yerine gelen derilerinde de öncekinin ayni olarak meydana gelen) çizgilerde, ellerinin damarlarında, bakışlarında, seslerinde ve daha başka birçok özelliklerinde Allah’ın Vahidiyet ve Ehadiyet şeklindeki birliğinin çeşitli delilleri mevcuttur. Bilim ilerledikçe, bu birlik tecellîlerinin yeni misallerini de keşfetmektedir.

İnsanlardaki kadar çok olmasa da, diğer bütün varlıklarda, Allah’ın Vahidiyet ve Ehadiyet şeklindeki birliğinin tecellîleri vardır. Meselâ, bütün koyunlar genel görünüşleri ile birbirlerine benzemekle Allah’ın Vahidiyet şeklindeki birliğini ispat ederler; fakat birbirlerinin tamamen ayni iki koyunun bulunmaması da, her bir koyunda ayrı olarak Allah’ın Ehadiyet şeklinde birliğini gösterdiğinin delilidir. Ayni şey, bir ağacın bütün yaprakları ve bütün meyveleri için de söylenebilmektedir.

*  * *

Kış mevsimlerindeki kar yağışlarının çok hikmetleri ve faydaları vardır. Bunlardan, çeşitli kaynaklarda geniş şekilde bahsedilir. Bir saat tefekkürün, farz ibadetler haricindeki ibadetin bir yılına karşılık olduğuna dair bir Hadis-i Şerif vardır. Biz kış mevsimlerinde, Allah’ın ancak mikroskopla görülebilen kar zerrelerini bile Vahidiyet ve Ehadiyet şeklindeki birliğinin sayılamayacak kadar çok tecellîleri halinde yağdırdığını düşünebilirsek, aslında ondan  en büyük faydayı o tefekkürümüzle kazanabiliriz.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Dünya Çevre Günü, Ozon Tabakası Mucizesi

Prof. Dr. Mustafa NUTKU 

1972 yılında Stockholm’de gerçekleştirilen “Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Çevresi Konferansı”nda çevre için uluslararası ilk iş birliği sonucu “BM İnsan Çevresi Bildirisi” kabul edilerek, 5 Haziran “Dünya Çevre Günü” olarak ilan edilmiştir. O tarihten beri her yıl 5 Haziran’da BM üyesi ülkelerde “Çevrenin korunması”na dikkat çeken çeşitli etkinlikler ve daha ziyade de o tarihte aktüel görülen bazı çevre konularıyla ilgili resmî beyanlar yapılmaktadır.

Halen, çağımızda dünya gündeminin en mühim meselelerinden bir kısmı da çevre meseleleridir. Ülkemizde de “Çevre Koruması”  mevzuuna verilen önemin sonucu olarak, hükümet kabinemizde yıllardır “Çevre Bakanlığı” ve çok sayıdaki üniversitelerimizde “Çevre Mühendisliği” eğitimi veren bölümler bulunmaktadır.

Aslında, 1972 yılındaki o BM konferansından ondört asır önce nâzil olmuş Kur’an âyetleri ve Peygamberimiz’in (asm) Hadisleri “Çevre Koruması”na da çok dikkat çekmiş ve İslâm dininde “Âyet ve Hadislerin ışığında Çevre Ahlâkı” da geniş yer almıştır. Çünkü, “Çevre, âdemoğluna ruh üfürülüp beden elbisesi giydirildikten sonra ona takdim edilen bir emanet; çevre büyük bir insan, insan ise büyük bir çevredir.” Allah’ın güzel isimlerinden bir kısmı doğrudan veya dolaylı olarak çevre ile ilgilidir. Bunlardan yedi tanesi: Kayyum, Adl, Hakîm, Kuddüs, Muhsin, Bâri,  Muksit’tir.

* * *

Çevre kirlenmesi ve tabiatın tahribinin ilk defa ateşin yakılması ile başladığı söylenebilir. Fakat, ancak 1869 yılında ABD’deki Massachusets Halk Sağlığı Komitesi’nin bildirisi, İslâm dini haricindeki insanların çevre meselelerinin dünyayı tehdit eder boyutlara geldiğinin ilk mühim bilimsel uyarısı niteliğindedir.

Günümüzde çevre meseleleri büyük ölçüde, sanayileşme ve ona bağlı düzensiz şehirleşmeden kaynaklanmaktadır. Çevrenin korunması için alınabilecek tedbirlerin temelinde temizlik ve israfsızlık bulunmaktadır. Kur’an tefsirlerinde ve hadislerde temizlik üzerinde önemle durulmaktadır. “Şüphesiz ki Allah çok tevbe edenleri sever. Çok temizlenenleri de sever.” (Bakara, 2/222) mealindeki Kur’an  âyetinde: Allah’ın sevdikleri olarak önce çok tevbe edenlerden ve daha sonra da çok temizlenenlerden bahsedilmesi ile, maddî temizlikten başka, tevbe ile yapılan manevî temizliğin önemine de dikkat çekilmektedir. Buna göre, “Hakikî Çevrecilik”, asıl kirlilik olan manevî kirliliğe karşı olmayı ve buna tedbir almayı da ihmal etmeyen; hatta temizliğin manevî  yönüne   daha fazla ehemmiyet veren  çevreciliktir. Peygamberimizin “Temizlik imandandır.”  hadisinde bahsedilen temizliğin, maddî  boyutu yanında tevbe ile yapılan manevî boyutu da gözden uzak tutulmamalı; manevî temizlik de ihmal edilmemelidir.

* * *

Çevre meseleleri çok geniştir: Küresel ısınma, orman tahribatı, toprak erozyonu ve çölleşme, ozon tabakasının delinmesi ve bu deliğin büyümesi, meraların azalması, göller ve akarsuların kirlenmesi, katı atıkların birikmesi, büyük şehirlerin havasının kirlenmesi, elektromanyetik kirlenme, radyoaktif kirlenme, gürültü kirliliği vd, çevre meseleleriyle ilgili olarak üzerlerinde ayrı ayrı durulabilecek konulardır.

Bugün dünyanın karşı karşıya bulunduğu çevre meselelerinin en mühimleri :

1 – Küresel ısınma,
2 – Ozon tabakasındaki deliğin büyümesi

olarak ifade edilmektedir.

Küresel ısınmadan, son zamanlarda medyada çok bahsedilmiştir. Biz burada ozon tabakası (ozon perdesi) ve bunun tahribi ile alâkalı çevre meselesinden en mühim yönüyle kısaca bahsedeceğiz.

* * *

Üzerinde yaşadığımız dünyanın atmosferi, okyanusları ve 17 km derinliğe kadar katı yer kısmını içine alan kısmına “Yer kabuğu” denilir. Yer kabuğunda en bol bulunan element oksijendir ve kütle bakımından yer kabuğundaki miktarı  % 49,5 oranındadır. Oksijen, yer kabuğunda çeşitli maden filizlerinde, bitkilerde, hayvanlarda, insanlarda, suda ve atmosferde bulunur. Oksijenin serbest halde bulunuşu genelde iki atomlu molekül:  O2  halindedir. Oksijen atomlarından üç tanesinin meydana getirdiği O3 molekül yapısındaki   maddeye, ozon adı verilir. Ozon, oksijenin allotropu, yani fiziksel hali farklı  bir şeklidir. İki atomlu oksijen molekülüne kâfi enerji verilirse, üç atomlu ozon molekülleri meydana gelir:

3 O2(g) +  68 Kcal  →  2 O3(g)

Oksijen atmosferde hacim bakımından %20, kütle bakımından ise %21 oranında bulunurken, onun allotropu olan ozonun atmosferdeki ortalama miktarı hacim bakımından %0,02 ppm (milyonda kısım)dır; yani oksijenin on milyarda  biri kadardır.  Ozon, oksijenden daha kuvvetli yükseltgen (oksitleyici) olduğundan, yeryüzünde bulunması canlılar için çok zararlıdır. Yeryüzünde çok az olan ozon konsantrasyonu 30 km yüksekliğe kadar artar; atmosferin stratosfer kısmında yerden 30 km yükseklikte, ozon konsantrasyonu atmosferdeki ortalama konsantrasyonunun 10 misli kadar bir miktara (%0,2 ppm) ulaşır. Atmosferin 30 km den daha yukarısına çıkıldığında ise, ozon konsantrasyonu gittikçe azalır ve 80 km yükseklikten sonra atmosferde ozona rastlanmaz.

Ozonun yerden 30 km yükseklikteki stratosferde %0,2 ppm konsantrasyonunda en yoğun şekliyle bulunmasına, “atmosferdeki ozon tabakası” denilir. Yeryüzündeki canlıları güneşin yüksek enerjili ışınlarına karşı koruyucu bir perde gibi vazife gören bu ozon tabakası, yeryüzündeki canlılar  için  çok lüzumlu ve  faydalıdır. Çünkü bu ozon tabakası, güneşten gelen ve canlılar için çok zararlı olan UV (ultraviyole) ışınlarını süzer ve yeryüzüne inmesini önler. Güneşten gelen UV ışınları bu şekilde ozon tabakasıyla % 99 oranında tutulmasa, canlı-cansız tabiatta çok kötü hadiseler olur. Bu hadiselerin insanda ilk görüleni, cilt kanserlerinde artıştır. Daha ileri safhada, yüksek enerjili bu ışınlar  canlı yapısının moleküllerinde bulunan C–H  ve  0–H  kimyasal bağlarını koparır. Bu kimyasal bağların kopması ise, canlılığın yok olması demektir!
          

İlgili kimya kitaplarında, yerden 30 km yükseklikte, ozonun atmosferdeki ortalama konsantrasyonunun 10 misli konsantrasyondaki tabakasının güneşten gelen UV ışınlarını  tutarak bir perde gibi vazife görmesine dair  kimya denklemleri, bu  ozon tabakasının atmosfere verilen hangi endüstri ürünü kimyasal maddelerle nasıl bozulduğunun kimya denklemleri, ozon tabakasındaki bozulmanın niçin daha çok güney kutbu bölgesinde görüldüğünün açıklaması, bu çevre âfetine karşı alınabilecek tedbirler, vd. vardır.

Burada  dikkati çekmek istediğimiz asıl  husus; yeryüzünde canlı-cansız tabiata zararlı çok aktif bir oksitleyici olan ozonun 120 km kalınlıktaki atmosferde bahsettiğimiz dağılımının, bu moleküllerin kendi karar ve tercihleriyle, tesadüfen, kendi kendine veya tabiatın eseri (?) olarak böyle rahmetli ve hikmetli neticeler meydana getirecek şekilde olmasının imkânsızlığıdır.

Çünkü, kimya vd fen kitaplarında kitaplarında, hidrojenin atmosferin üst tabakalarındaki  konsantrasyonunun nispeten fazla oluşu, onun bağıl molekül ağırlığının küçük olması (2g) ile açıklanır; fakat hidrojen molekülünden 24 misli ağır olan (48g) ozon molekülünün -ayni sebebe dayalı olarak- atmosferin yeryüzüne yakın  kısmında en yüksek konsantrasyonda olması gerekirken, yukarıda bahsettiğimiz gibi, yeryüzüne yakın atmosferde çok az bulunup 30 km yüksekte bir “ozon perdesi” teşkil edecek tarzda mucizevî  bir konsantrasyon dağılımı göstermesinin nasıl olabildiğine dair hiçbir  açıklamaya rastlanmaz!

Dünya atmosferindeki ozon tabakası, tabiattaki sebebler nizamından biri olan “Gravitasyon kanunu”na tam uymayan ve insanda hayret uyandıran bu olağanüstü özelliğiyle, üzerinde mutlaka önemle durup düşünmeyi gerektirmektedir! O, kimya vd fen bilgisi kitaplarında bahsedilenlerden başka, hayat boyu imtihanımızın olduğu bu imtihan dünyasındaki sebepler perdelerinden biri olarak, aklımızın nazarında ayni zamanda neyi perdelemekte ve neyi göstermektedir?

* * *

Âlemlerin Yaratıcısı olan Allah, kelâmı olan Kur’an-ı Kerîm’de (mealen) şöyle buyurmaktadır:

“O (Allah), biri diğeri ile tam uyum içinde olan yedi gök yaratmıştır. O Rahmân’ın yarattığında hiçbir nizamsızlık göremezsin! Haydi gözünü çevir de bir bak, bir eksiklik görebiliyor musun?

Sonra gözünü birkaç kere daha çevir tekrar tekrar bak! Gözün sana, güçsüz ve yorgun bir halde dönecektir”                                                                                                        (Mülk Sûresi, 67/3-4)

Bu âyetlere ve onların Kur’an-ı Kerîm’deki benzeri diğer âyetlere uyarak, sadece gözümüzle veya  teleskoplarla değil; burada sadece onlardan biri olarak bahsettiğimiz “ozon tabakasıyla ilgili vd bilimsel gerçeklerle” göklere bakan insanların aslında en mühim olarak neyi görmeleri gerekmektedir?

* * * 

“Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab perdedâr-ı dest-i kudret ola, aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyet isterler ki; esbab ellerini çeksinler, te’sir-i hakikîden.”  

(Risale-i Nur Külliyâtı, Meyve Risalesi, 11. Mesele)