Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Her Günümüzü Nasıl Bayram Yapabiliriz?

Dünya hayatımızda, âkil-bâliğ olduğumuz zamandan başlamak üzere, aklımızla ve irademizle hayatımız boyunca sürecek çok mühim bir imtihanın içindeyiz.

Bu imtihanın muhtelif soruları var.

Onlardan bazıları da, Allah’a ibadette malî mükellefiyetlerimizle ilgili olanlardır.

“Kurban” denilince, bu malî mükellefiyetlerden biri olan “Allah’a ibadet için koyun, keçi, sığır, deve, manda , gibi küçükbaş ve büyükbaş kasaplık hayvanların, İslâm dininde belirtilen usule uygun olarak, kurban bayramının ilk üç gününde Allah için kanlarının akıtılması” akla geliyor.

Bu, aslında “kurban” kelimesinin “Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olan şey” olan, ilk ve geniş manâsının içinde yapılan bir ibadettir.

Her Kurban Bayramında ,”Kimler kurbân kes(tir)melidir?” sorusu da gündeme gelir ve buna İslâmdaki dört hak mezhebe göre cevaplar verilir.

Bu cevapların çoğunda, Hanefî mezhebine göre “zengin” tarifine giren kişilerin zekât verdikleri gibi kurban da kes(tir)meleri nin gerektiği ifade edilir.

Hediye kurban” da olabilir ve evli bir bey, kurban kes(tir)mek mükellefiyeti olan hanımına o istemeden, kendiliğinden “hediye kurban” alıp kesebilir/kestirebilir.

Fakat, bilhassa kurbanlık hayvan fiatlarının ülkemizde bazı ülkelere nisbeten birkaç misli yüksekliği sebebiyle, kurban kes(tir)mek mükellefiyeti olan bazı Müslüman hanımlar, beyleri onlara kendiliğinden kurban hediye edeceğini söylemeden;

-Benim kurbanlığımı sen al..” demelerinin, bu malî ibadet mükellefiyetlerini nefislerine kabul ettiremedikleri manâsını taşıması ihtimali sebebiyle, sakınmaları gereken bir hal olduğunu dikkate almalıdırlar.

Tüm masrafları da dahil olarak, ülkemizdekinin yaklaşık üçte bir fiyatında Somali, Kenya, Filipinler, Pakistan , vd . ülkelerde güvenilir kuruluşlara kurban bağışında bulunularak kurban kestirmek imkânı bulunmaktadır.

Kurban ibadetiyle mükellef olduğu halde bu ibadeti nefsine kabul ettirmekte güçlük çeken bazı Müslüman hanımlar, bu ibadetlerini yapmaktan kaçınarak onu beylerine havale etmek yerine, yurt dışındaki bazı ülkelerde , ülkemizdekinin üçte biri kadar fiyatla güvenilir kuruluşlar vasıtasıyla kurbanlarını kendi paralarıyla kestirmeleri çok daha doğru olur.

Arefe günü ,bununla ilgili kuruluşlara kurban bağışlarının yapılması için son gündür.

Kurban bayramında dinimizin usullerine göre Allah’a ibadet için kanını akıtmak üzere kurbanlık almaya malî gücü bu mevzuda mükellef sayılacak kadar bulunmayanların ise, bu sebeble mahzun olmak yerine, “kurban” kelimesini asıl ve geniş manâsıyla ;”Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olan şey” olarak gözönüne almakla hem Kurban Bayramlarında ve hem de yılın her gününde, bir defa da değil; çok defa bu ibadeti yapabileceklerini düşünerek bunu gerçekleştirmeleri, kendilerine çok büyük manevî kazanç sağlayabilecektir.

Bu manâdaki “kurban”ı elbette ki, malî gücü iyi olanlar da ihmal etmemelidir.

Halk dilinde; “Deliye her gün bayram” şeklinde bir söz vardır. Halbuki, yukarıda bahsedildiği şekilde, “kurban”ı lügattaki ilk ve geniş manâsıyla idrâk ederek “Allah’ın rızasını kazanmağa vesile olan şeyleri yapmakla yaşanacak her gün”, delinin değil; “aklını en iyi kullananın bayramı” olacaktır ki, en büyük manevî kazanca vesile “Kurban Bayramı”nın da bu olacağını, “hakkı hak bilip ona tabî olanlar” kolaylıkla ve tereddüdsüz kabul eder.

Kurban Bayramınızı Tebrik Ederim.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

NurNet.Org

Nasıl Yaşarsanız Öyle Ölürsünüz! (Nurettin Yaşar’ın Vefatı Vesilesiyle)

Her gün 300 bin kadar insan dünyaya gelmekte ve o sayıya yakın insan da dünyadan ayrılmaktadır. Rivayette; “Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” denmektedir. (Bkz. Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 1/332, 7/375, 8/431)

Ölüm, bu hayatın en büyük gerçeğidir; aklı gitmemiş hiç kimse, bu dünyada kalıcı olduğunu iddia edemez. Nurettin Yaşar da, 55 yıl önce geldiği bu dünyadan, 4 ay kadar önce 27 Mayıs 2013 tarihinde ayrılmıştı. Onun vefatını bildiren haberlerden biri şöyleydi:

“Nurettin Yaşar aslen Niğde’liydi. İmam-Hatip okulundan sonra, Erzurum’da Biyoloji bölümünde üniversite tahsilini tamamlamıştı. Üniversite öğrenciliği yıllarından itibaren kendini Risale-i Nur’larla Kur’ân ve iman hizmetine vakfetmiş; vefatına kadar yurt içinde ve yurt dışında çeşitli vilayetlerde bununla ilgili İslâmî hizmetleri olmuştu. İstanbul’da Fatih Camii’nde, kalabalık bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra tabutu önünde bir konuşma yapan Rotterdam İslâm Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, onun Erzurum’da henüz üniversite öğrencisiyken, kendisinin İslâmî İlimler Fakültesi hocalığından daha fazla İslâmî hizmetler yapmış olduğundan, takdirle ve sitayişle bahsetmişti.”

Kendisini birçok kişi gibi ben de bu özellikleriyle yıllardan beri tanıyordum. Ayrıca, son altı yıldır da ikimiz, İstanbul’daki bir aile vakfının mütevelli heyeti üyesiydik. O vakfın merkezinde yaz-kış, senenin her mevsiminde, her hafta muntazam bir şekilde ve zaman tanzimine hassasiyetle riayet edilen ve öğle tatili saatlerinde icra edilen Risale-i Nur derslerinde de bir araya geliyorduk. Suriye’deki müessif savaş başlamadan önce, kendisinin teşviki ile vakfın mütevelli heyetinden 4 kişi birlikte Suriye seyahatimiz de olmuştu.

Nurettin Yaşar İstanbul’un şehirler arası otobüs terminalleriyle Anadolu’ya açılan mühim bir ulaşım kapısı olan Harem’de ikamet ediyor; İstanbul’da katıldığı çeşitli Risale-i Nur derslerinden başka, Harem’den şehirler arası sefer yapan otobüslerle civar vilayetlere de Risale-i Nur dersleri yapmaya gidiyordu.

Sekiz yıl kadar önce evlendiği ailesinden Ahmed Said isimli bir oğlu vardı. Nurettin Yaşar’ın ailesi de yetişkin ve aktif bir Risale-i Nur Talebesiydi. O da, hanımlar arasındaki Risale-i Nur derslerinde ve okuma programlarında aktif olarak hizmet yapıyordu.

Nurettin Yaşar, üniversite öğrenciliği yıllarından beri meşgul olduğu Risale-i Nur eserleriyle ilgili birikimini başkalarıyla paylaşmak için çok istekli, şevkli ve gayretliydi. İkamet ettiği İstanbul’da ve İstanbul’a yakın vilayetlerde yaptığı Risale-i Nur derslerinden daha fazlasını yapmak; Risale-i Nur derslerini radyo programı, televizyon programı, konferans faaliyetlerinde de bulunarak daha geniş kitlelerle de paylaşmayı çok istiyordu.

Birlikte Mütevelli Heyeti üyesi olduğumuz vakfın haftalık mutad Risale-i Nur derslerinde bir araya geldiğimizde, bunun için benden de aracılık yapmamı rica ediyordu. Daha önce İslâmî hizmetler için bir süre kalmış olduğu Diyarbakır’daki özel bir televizyonda Risale-i Nur dersi yapmak için, ayda bir Diyarbakır’a gidiyordu. Son zamanlarında, İstanbul’daki bir FM radyosunda da haftada bir gün Risale-i Nur dersi yapıyor olmasına rağmen, o Kur’ân ve iman hizmeti için daha fazlasını yapabilmek şevkiyle dolup taşıyor:

“-Haykırmak istiyorum… Risale-i Nur’dan aldığım iman derslerini daha çok kişiyle paylaşmak istiyorum..” diyordu.

Onun bu fevkalâde şevk ve arzusunu karşılayabilmekle ilgili olarak, bir Ramazan günü, o akşam bir vakfın iftar yemeğine dâvetli olduğumu, o vakfın öğrenci yurdu da olduğunu, kendisinin ismini ve telefon numarasını vererek onun konferans vermek isteğini vakfın yetkililerine iletebileceğimi söylemiş ve dediğim gibi yapmıştım.

Bir yere konferans teklifi yapıldığında, cevabının alınmasının ekseriya aylarca sürebileceğini; bunun için çeşitli ön işlemlerin yerine getirilmesi icap ettiğini Nurettin Yaşar da bilmiyor olamazdı; buna rağmen, ertesi günü—konferans teklifimi iftar dâvetinde görüştüğüm vakıf yetkililerine yaptıktan sonra henüz 24 saat bile geçmemişken—bana konferans dâveti almadığını söylemesi hayretimi mucip olmuştu.

Son İlâhî kelâm olan Kur’ân’ın âyet-i kerîmelerinde de söylenildiği gibi, her nefis ölümü tadacaktır; ecel vakti gelince, ne bir saat geciktirilir ve ne de bir saat öne alınır. Nurettin Yaşar da, dünya hayatında Kur’ân ve iman hizmetiyle dolu 55 yıllık ömründen sonra mukadder eceline doğru giderken, “Yumît” ismiyle ölümü veren Allah’ın onun ölümüne koyduğu bazı perdeler olmuş. Duyduklarıma göre önce, yapmakta olduğu bir Risale-i Nur dersi esnasında göğsünde sıkışma hissetmiş. Götürüldüğü hastanede yapılan tetkiklerde kalp damarlarından dördünde büyük ölçüde tıkanma görülüp, bunların içinden kan akışını sağlayabilmek için dördüne de stent takılmış. Nurettin Yaşar bu şekilde bir müddet normal hayatına dönmüş gibi gözüktükten sonra, bir dişini çektirmesi esnasında kanı durdurulamamış ve daha sonra gelişen sağlık durumundaki çeşitli bozulmalarla, bir ay kadar yoğun bakımda kaldıktan sonra vefat etmiş.

Yoğun bakımda bulunduğu günlerde kendisinin ihtiyaçlarıyla ilgilenenlerden, birlikte üyesi olduğumuz vakfın mütevelli heyet üyelerinden Hakan Bey, Nurettin Yaşar için yurt dışından güçlükle getirttiği bir ilacı teslim için hastaneye gittiğinde, yasak olmasına rağmen yoğun bakım ünitesine girip kendisini kısa bir süre için görebilmek için çok ısrar edince, ilgili doktor sadece bir dakika için onu görmesine izin vermiş. Nurettin Yaşar, yarı uyanık halde gözlerini sabit bir noktaya dikmiş, dudakları sürekli kıpırdıyor ve muhtemelen zikrullah ile meşgul oluyormuş.

İhtiyaçlarını temin için yanına daha sık girmesine izin verilen kayınpederi ise, vefat edeceği gün onu önceki günlerine nisbeten çok daha iyi bir halde gördüğünü, konuşamadığı için eliyle işaret ederek kâğıt ve kalem istediğini, verdikleri kâğıt ve kalemle aşağıdaki yazıyı yazdığını, sonra gülümseyerek eliyle veda işareti yaptığını ve vefat ettiğini, bana gözyaşlarıyla anlatmıştı:

“-Sabırdan [her halde buraya bir virgül konulması daha iyi olacak], ziyade rızaya ulaşmak.

-Hastalığa riya girmez diyor [Bediüzzaman’ın “Hastalar Risalesi”nde söylediği bir cümleye atıf yapmış.]

-Halis bir ubudiyet yolunu buldum [Yine, Bediüzzaman’ın “Hastalar Risalesi”nde söylediği diğer bir cümleye atıf yapmış.]”

Nurettin Yaşar’ın vefatı, Risale-i Nur’la Kur’ân ve iman hizmetiyle yaşamasının “mutlu bir son”u olarak, “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz” hakikatine bariz bir misal olarak hatırlanmaya ve hatırlatılmaya değer. Allah rahmet eylesin.

Prof. Dr. MUSTAFA NUTKU

nutkumustafa@yahoo.com

Cola’nın Rengi!

Coca Cola adlı gazozun renginin, ezilip kaynatılarak bir böcekten elde edildiğine dair e-posta şimdiye kadar değişik çok sayıdaki kişiden yıllardır bana gönderilmekte devam ediyordu. Bu e-posta birkaç gün önce bana bir kere daha gelince, helal gıda hatıraları mevzuunda bir şeyler daha yazmak için masaya oturduğumda başka konuları bir kenara bırakıp, çok mühim olmasa da, bu mevzuu ele alarak Coca Cola’nın renginden bahsetmeye karar verdim.

Yıllardır internette Coca Cola markalı meşhur gazozun renginin Cochineal adlı bir böcekten elde edilen bir boya olduğu, o böceğin dişisinin ve erkeğinin resimlerinin, o böcekten boya elde edilişine ait renkli fotoğrafların, altına da büyük harflerle “Paylaşalım!” yazısının konulmuş olduğu bir dosya halinde yayılmasının ve gönderildiği tarihe kadar o dosyayı paylaşanların sayısının da ayni e-postada bildirilmesinin üzerinde durulabilecek yönü ne olabilir?

Konuyla ilgili hiçbir kimya bilgisi olmayanın bile, o internet dosyasında gönderilen renkli resimlerde açıkça görülen Cochineal böceğinden elde edilmiş kazandaki kıpkırmızı boya rengiyle Coca Cola ve diğer tüm cola’lı gazozların rengi olan koyu kahverengi arasındaki renk farklılığına bakarak, bu iddianın yanlışlığına kolayca hükmedebilmesi mümkündür. Bu farka dikkat edilmemesine ve Coca Cola’nın renginin de sadece Coca Cola’da değil tüm cola’lı gazozlardaki renkle ayni ve koyu kahverengi olmasına rağmen, gazoz rengiyle ilgili o asılsız iddiada niçin yalnız Coca Cola’nın hedef alındığına –şimdiye kadar internetten bana kaç defa gönderildiğini sayamadığım- o dosyanın internetten bana her gelişinde bir kere daha hayret ediyordum.

Bu mevzuda hayret etmemin ötesinde, bazen de;

“-Acaba bu iddiayı Coca Cola firması mı yıllardır kendisi yaymağa çalışmaktadır?

diye düşünmekten de kendimi alamıyordum. Çünkü, reklamcılıkta alışılmış ve yaygın şekliyle, ekseriya ürünün medhiyesi yapılmakla beraber, bazen de bir ürün ile ilgili “haklı olumsuz tepkiler” varsa, bir reklamcılık taktiği olarak o tepkileri “hedef saptırarak yok etmek” için, o ürün hakkında asılsızlığı kolayca ispatlanabilecek gerçek dışı olumsuz iddialarda da bulunulabilir.

Bilhassa internet medyasında, ilk kaynağı belirsiz olarak yoğun şekilde, “asılsızlığı kolayca ispatlanabilecek gerçek dışı olumsuz iddialar” yayılırsa, muhatap kitle o ürün ile ilgili olumsuz özelliğin sadece internette yoğun şekilde yayılan o asılsız iddialar olduğuna şartlandırılmış olur ve şartlandırıldıkları o asılsız iddiaların gerçek dışı olduğunu anladıklarında da, o ürün onların nazarında sanki tamamen aklanmış olur ve ekseriya hakkında başka olumsuzluk aramazlar.

Coca Cola firması gibi, dünyanın en pahalı markasının yöneticilerinin müşterilerindeki marka itibarını korumak için böyle bir reklamcılık taktiğini gerçekten kullanıp kullanmadığını bilmek ve iddia etmek benim için tabii ki mümkün değil; fakat böyle bir reklamcılık taktiğini kullanan ve ürünü hakkında aksi çok kolayca ispatlanabilecek olumsuz bir iddianın asıl kaynağı ve ilk yayıcısı kendileri olmasa bile, bu halden rahatsız olmak değil; tam aksine memnun olacakları da söylenebilir.

Yıllardır internette Coca Cola gazozunun rengiyle Cochineal böceğinden çıkarılan boya ilişkisinin yayılmasına karşı bu firmanın yöneticilerinin sessiz kalışının bu iddiayı ehemmiyetsiz görüp cevap vermeye lüzum görmemekten başka bir sebebi belki, bu asılsız iddianın Coca Cola satışlarına menfi değil; müsbet etkisinin olacağını bilmeleriyle de ilgili olabilir.

İstanbul Üniversitesindeki kimya tahsilimde, ilk yıl okutulan derslerden biri olan Organik Kimya dersinde “Boyar maddeler Kimyası” adlı bir bölüm de vardı. İlk defa o derste, Organik Kmya profesörü hocamız Muvaffak Seyhan’dan Cochineal adlı böcekten Carmine isimli kırmızı boyanın elde edilişini teferruatı ile dinlemiştim. Avrupa Birliğinin kullanılmasını kabul ettiği ve E-120 kod numarası verdiği bu boyanın, çekirge hariç tüm böcekler ve böcek ürünlerinin yenilmesini yasaklayan Hanefî fıkhına göre gıdalarla alınmaması gerektiği halde, Şafiî fıkhında bunun gıdalarla alınmasına mani bulunmamaktadır. Carmine boyası sucuk, salam gibi et ürünlerini cazip göstermek ve kozmetikte de bilhassa rujlara kırmızı rengini vermek için kullanılmaktadır.

Böcekten elde edilen bu boyaya tepki gösterenlerin ve tepkilerini yanlış mecralarda tüketip bu mevzuda sadece Coca Cola gazozunu hedef alanların, aslında kırmızı renginin cazibesine kapılıp tereddütsüz aldıkları et ürünlerindeki o rengin Cochineal adlı bu böcekten elde edilmiş gıda boyası olup olmadığını merak etmeleri daha isabetli olacaktır. Bunu da ancak, o et ürünü markasının güvenilir bir helal gıda sertifikalandırma kuruluşundan “Helal” sertifikalı olup olmadığına bakarak kontrol edebilirler.

Merkezi ve fabrikası Anadolu’da bulunan bir et ürünleri firmasının sahibinin oğlu ve İstanbul satış temsilcisi, kendisiyle bizzat tanışıyor olmamız sebebiyle, bir defasında beni tenha bir köşeye çekip, cebinden çıkardığı küçük bir şeffaf poşet içindeki kırmızı tozu göstererek;

“-Bu, Cochineal adlı böcekten elde edilen E-120 kodlu gıda boyası Carmine’dir. Çok az bir miktarı ile et ürünlerimize müşteriyi celb edici cazip bir kırmızı rengi veriyoruz. Bunu kullanmazsak, bunu kullanan rakip firmalar kadar et ürünlerimizi satamıyoruz. Bu durumda ne yapmamız lâzım?

diye bana sormuştu.

Ben de, bu sorusunun bir fetva konusu olduğunu, benden ziyade fıkıh âlimlerini ilgilendirdiğini, fakat alışverişle ilgili genel bir dinî bilgi olarak satılan malın özelliklerini ve varsa kusurunu gizlemeden söylemek gerektiği göz önüne alınacak olursa, böcekten elde edildiği için Hanefilerin gıdalarıyla almamaları gereken bu gıda boyasını et ürünlerinde mutlaka kullanmakta devam edeceklerse, ürünlerinde bu boyayı kullandıklarını tüketicilerin anlayacağı şekilde etiketlerine yazmalarının doğru olabileceğini; ürünlerinin etiketindeki o yazıya ve güvenilir bir helal sertifikası almamış olmasına bakarak tüketicilerin onu satın almakla ilgili kararlarını verebileceklerini söylemiştim.

Coca Cola ve diğer kolalı gazozların koyu kahverenginin Cochineal’ adlı böcekten değil, “karamel” adlı gıda boyasından kaynaklandığını, karamel’in de şekerin (çay şekeri=sakkaroz) yavaşça uzun müddet ısıtılması neticesinde suyunu kaybettikten sonra 170’C sıcaklıkta moleküllerinin oksitlenmesi ve teşekkül eden bazı uçucu maddelerin uzaklaşması sonucu kahverengi bir renk almasıyla meydana geldiğini uzun zamandır biliyor ve bunu yeri geldikçe söylüyordum.

16 Temmuz 2013 tarihli Yeni Şafak gazetesinde “Kolada kanser bilmecesi” başlıklı bir haberde Kaliforniya mahkemesinin Coca Cola içindeki kanserojen karamel boyası miktarını düşürdüğünden bahsederken, ayni zamanda Coca Cola’nın rengini verenin de Cochineal böceğinden elde edilen Carmine adlı boya değil, karamel boyası olduğunu da bu vesileyle açıklamış oluyordu.

Gazozlarla ilgili 4080 No.lu Türk Standardı’nda da KOLA (COLA) sınıfı gazozların spesifik maddelerinin, kola ekstraktı, karamel ve kafein olduğu belirtilmektedir.

Coca Cola ve diğer kola sınıfı gazozların koyu rengini veren karamel adlı gıda boyasının kanserojen etki göstermemesi için, bu içeceklerdeki miktarının düşürülmesi gerektiğiyle ilgili son tartışmalardan önce, ABD Başkanı Obama’nın 2009 yılında, ülkesindeki çeşitli hastalıklara ve ekonomiye zarara sebeb olan obezite (çok fazla kilolu) oranının düşürülmesi için kolalı içeceklere “günah vergisi” adı altında özel bir vergi uygulanabileceğini açıklaması da çok dikkat çekici olmuştu.

Bu haberin, 10.4.2009 tarihli Vatan gazetesinde veriliş şekli şöyleydi:

“Ülke çapında obezite oranlarının düşürülmesi için

Obezitenin önüne geçmek ve eyalet bütçelerini düzeltmek için kolalı içeceklere yüzde 18 vergi getirmeyi planlayan Obama’ya büyük gıda şirketleri baskıya hazırlanıyor. ABD Başkanı Barack Obama, ülke çapında obezite oranlarının düşürülmesi için kolalı içeceklere “günah vergisi” adı altında özel bir vergi uygulanabileceğini açıkladı. Ülkenin en çok satan sağlık dergilerinden Men’s Health’e kapak olan Obama, New York eyalet Valisi David Paterson’ın Eylül’de verdiği ancak hararetli tartışmaların ardından geri çekmek zorunda kaldığı kolalı içeceklere eyalet çapında yüzde 18 vergi uygulanması teklifini ulusal sağlık paketine alabileceğini söyledi. ABD’nin gelmiş geçmiş en fit başkanlarından biri olan Obama kendi çocuklarının da bu içecekleri tüketmesine izin vermediğini söyledi ve “Bence bu öneriyi masaya yatırmalıyız. Çocukların aşırı miktarda kolalı içecek tükettiği şüphe götürmez bir gerçek. Şimdiye kadar yürütülen tüm bilimsel araştırmalar da bu içeceklerin obezite riskini önemli oranda artırdığını ortaya koydu” dedi. Ancak “günah vergileri” yüzünden maddi kayba uğrayabilecek olan büyük gıda şirketleri, kabul edilmemesi için hükümete baskı uygulayabilir. ABD’deki Kamu Yararı İçin Bilim Merkezi tarafından yürütülen bir çalışma ise “günah vergileri”nin eyaletlerdeki bütçe açıklarını kapatabileceğini belirledi. Ülkedeki 25 eyalette kolalı içeceklere özel, ayrı bir vergi uygulanıyor. (Vatan , 10.04.2009)”

Dinî Kavramlar Sözlüğü’ne göre “Günah” Farsça bir kelimedir ve sözlükteki manâsı: “Suç”tur. Dinî bir kavram olarak, ilâhî emir ve yasaklara aykırı fiil ve davranış manasında kullanılmaktadır. Kur’an’da ve hadislerde günah kavramını ifade eden birçok kelime vardır.

Kolalı içecekler günah mıdır ki, Obama onlarla ilgili vergiye böyle bir isim vermektedir? Haberin metni okunduğunda; tüm dünyada aşırı şişmanlık (obezite) en yaygın ülkenin Amerika olması, ABD’nin sağlık sistemi zaten bozuk iken, sadece obezite kaynaklı hastalıkların bile sağlık harcamalarının yüzde onunu meydana getirmesi, Amerikalıların üçte ikisinin ya fazla kilolu veya obez olması ile Obama’nın kolalı içeceklere karşı bu olumsuz bu tavrı ve onlara koymak istediği vergi ismi arasında belki ilişki kurulabilir.

2008 Yılında Antalya’da bir mahkemede açılan dava sebebiyle Coca Cola firmasının mahkemeye resmen verdiği cevapta, o gazozun bileşiminde yüzde on kadar şeker ihtiva ettiği bildirilmişti; o kolalı gazozun taklitleri ve emsallerinde de şeker muhtevasının bundan pek farklı olmadığı söylenebilir. Herhalde, yüzde on kadar şeker ihtiva eden kolalı içeceklerin bağımlılık da meydana getirip su gibi çok tüketilmesinin sebeb olduğu obeziteyi frenlemek ve daha az tüketimlerini sağlayabilmek, ayni zamanda da bozuk ABD ekonomisinin vergi gelirini biraz daha arttırıp ona katkı sağlayabilmek için, Obama böyle bir vergiyi yasallaştırmak istemiş ve muhtemelen, bu mevzuda haklılığına delil gibi çarpıcı bir tesir yapması için, ona “Günah Vergisi” ismini vermeyi uygun görmüş olabilir.

Kola sınıfı gazozlardan biri olan Coca Cola’nın rengi ve obeziteyle ilişkisinden başka, kamuoyunun yıllardır merak ettiği diğer bir özelliği de, bu gazoz sınıfı ile ilgili standartta kısaca “kola ekstraktı” olarak bahsedilenin hangi maddelerin karışımı olduğudur. Bunun ticarî bir sır olması sebebiyle firma tarafından tam olarak açıklaması yapılmamakta, Amerika gibi gayriislâmî bir ülkede hazırlanmış gizli bir formül olması da bazı Müslümanların “şüpheliden sakınmak” Nebevî tavsiyesiyle ona karşı tavır almasına sebeb olmaktadır.

Bir asırdan fazla geçmişi olan, yaptığı reklamlarla bütün dünyaya yayılmış ve bir Amerikan sembolü haline gelmiş olan Coca Cola hakkında şimdiye kadar çok sayıda kitap da yazılmıştır. Onunla ilgili en son yazılmış kitaplardan biri de Mark Pendergrast adlı bir Amerikalı tarafından yazılmış ve 1983’te yayınlanmıştır. Kitabın ismi de şöyledir: “Tanrı, Ülkem ve Coca Cola İçin” (“For God, Country and Coca Cola”, Mark Pendergrast, Charles Scriber’s Sons, Mac Millan Publishing Company, 866 Third Avenue, New York NY 10022).

Harvard Üniversitesi mezunu olan Pendergrast Coca Cola şirketinin tarihçesini yazmak için bu şirketin arşivlerinde yıllar süren araştırmalar yapmış ve kitabının son bölümünde firmanın kendi arşivlerinde bulduğu Coca Cola’nın formülünü de açıklamıştır.

Kitabında anlattığına göre, bir gün Coca Cola’nın Amerika’nın Atlanta şehrindeki merkezinin arşiv görevlisi Phil Mooney ona her zaman olduğu gibi bir deste belge vermiş. Bu belgelerden birinde, baş tarafı X işaretiyle işaretlenmiş bir formül varmış. Pendergrast o zamana kadar yaptığı araştırmalar ve mülakatlara göre bunun Coca Cola’nın orijinal formülü olduğu kanaatine varmış. Daha önce de William Poundstone adlı başka bir yazar 1983’te yayınlanan “Büyük Sırlar” (Big Secrets) adlı bir kitap yazmış ve o kitabında açıkladığı Coca Cola’nın formülü ile Pendergrast’ın Coca Cola arşivindeki belgeler arasında bulduğu formül arasında büyük benzerlik varmış.

“-Kimyasal analiz metotlarıyla Coca Cola’nın içindeki maddelerin neler olduğu öğrenilemez mi?” sorusu, bu mevzuda çok sorulur. Pendergrast’ın Coca Cola’nın psikometri uzmanı Harry Waldrop’tan bu soruya aldığı cevap da; başka rakip firmaların Coca Cola içindeki maddeleri ilmî metotlarla bulabilecekleri halde, hiçbir zaman karışım oranını tam tamına ayarlayamayacakları olmuş.

Pendergrast Coca Cola firmasının bir sözcüsüne, Coca Cola’nın formülünü kitabında yayınlarsa ne olacağını sorduğunda ise, firma sözcüsü ile aralarında şu konuşma olmuş:

“-Mark, diyelim ki sana orijinal formülü ben verdim, onunla ne yaparsın?

-Kitabıma alırım.

-Sonra?

-Birisi Coca Cola ile rekabete girmeye karar verebilir.

-Peki, ürünlerine ne isim verirler?

-Coca Cola diyemezler tabii, çünkü onları mahkemeye verirsiniz. Diyelim ki Yum Yum dediler . Ayni zamanda bunun Coca Cola’nın aynisi olduğunu ima eden reklamlar yaparlar.

-Tamam. Peki sonra onu kaça satacaklar? Nasıl dağıtacaklar? Nasıl reklam yapacaklar? Ne demek istediğimi anlıyor musun?

Biz Coca Cola markasını bugünkü hale getirene kadar 100 yıl ve hesapsız para harcadık. Bizim sürümden sağladığımız kâr ve müthiş pazarlama sistemimiz olmadan, kimse bizim ürünümüzü taklit edemez. Etse de, ayni fiyata satamaz. Hem sonra kim Coca Cola’nın kendisini dünyanın her yanında daha ucuza almak varken, taklidini daha pahalıya almak istesin?”

Pendergrast, Coca Cola firması sözcüsünün bu söylediklerine verecek cevap bulamadığını kitabında yazıyor ve özetle; Coca Cola firması sözcüsünün kendisi tarafından Coca Cola’nın orijinal formülünün bulunmuş olduğunu inkâr etmediğini, fakat orijinal formülünü bilmekle hiç kimsenin Coca Cola ile rekabet edemeyeceğini söylediğini naklediyor.

Mark Pendergrast’ın bahsettiğimiz kitabının sonunda Coca Cola’nın orijinal formülü olarak bildirdiği formül ve bu formüle göre Coca Cola’nın yapılışı şöyledir:

Formül-1 (Ana çözelti): Kafein Sitrat (1 oz), vanilya özütü (1 oz), sıvı Coca özütü (4 oz), sitrik asit (3 oz), limon suyu (1 gt), şeker (30 lbs), su (2,5 galon), karamel (isteğe göre). Bunlara, kaynar suda karıştırıldıktan sonra, “Formül-2 (Tadlandırıcı)”ilave edilir.

Formül-2 (Tadlandırıcı): Tarçın yağı (40 mg), Coriander yağı (20 mg), Neroli yağı (40 mg).

(1 oz: yaklaşık 28 gram, 1 gt (guatr): yaklaşık 1 litre, 1 galon: yaklaşık 3,8 litre, 1 lb (libre): yaklaşık 0,453 gram)

Bu tatlandırıcı karışımındaki maddelerin hepsi, yağ cinsindendir ve suda çözünmezler. Bu karışımı su bazlı ana çözeltide çözünür hale getirebilmek için, hem suyla hem de yağlarla her oranda karışabilen alkolün (etil alkol) 1 guart kadar miktarı üzerlerine ilave edilip, alkolde tamamen çözünmeleri için, bir gün (24 saat) bekletilir.

Daha sonra da, etil alkolde çözünen “tatlandırıcı yağlar karışımı”nın su bazlı ana çözeltiye ilave edilmesi ile, berrak bir çözelti elde edilir. Bahsedilen kitaba göre, Coca Cola markalı meşrubat budur.

Coca Cola’nın Mark Pendergrast’ın kitabında verilmiş bu formülünde ve yapılış şeklinde helal gıda bakımından üzerinde durulabilecek husus, yalnız Coca Cola’ markalı gazozda değil; dünyanın her tarafında çeşitli markalarla sade, meyveli, kola (cola), tonik (acı) aromalı bütün gazoz sınıflarında da yaygın bir özellik olarak, bir damlasının bile vücuda bilerek kasdî olarak ithal ile alınmasının haram olduğu sekerat verici etil alkolün gazoz ana çözeltisine dışarıdan ilave edilerek hazırlanmasıdır.

Helal gıda hatıralarından bahsederken, daha önce de bu mevzu üzerinde durduğum gibi;

Alkol (etil alkol), şarabın ve bütün sarhoşluk verici alkollü içeceklerin sekerat verici maddesidir; pancar küspesinden, patatesten ve daha birçok nişastalı ve şekerli maddeden bol miktarda ve nisbeten ucuz elde edilebilir. Gazozların imalatında “etil alkol” yerine ayni maksatla kullanılabilen ve sekerat verici olmayan “propilen glikol” gibi maddeler de vardır; ancak, maliyete ancak çok cüzî bir artış getirebileceği halde, İslâmî hassasiyeti olmayan gazoz imalatçıları dışarıdan ana çözeltiye ilave ettikleri “etil alkol” yerine bunu kullanmaya lüzum görmez.

Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.” hadisine göre; bilerek, kasıtla, dışarıdan ilave edilmiş etil alkolü ihtiva eden Coca Cola ve emsali kolalı veya diğer cinslerden, etil alkolde çözüldükten sonra ana çözeltiye ilave edilmiş tad ve koku verici esansları ihtiva eden tüm gazozların içilmelerinin helal olup olmadığı, zamanımızın Müslümanları için üzerinde durulması gereken konulardan biridir.

Peki, zamanımızın bazı Müslümanlar niçin bu konuda net bir hükme ve davranışa varmakta zorlanıyorlar?

Bunun sebeblerini, 2008 ve 2009 da İstanbul’da yapılan iki Uluslararası Helal Gıda Konferansı’na sunduğum tebliğlerimde açıklamaya çalışmıştım. 2009’daki tebliğimde, Müslüman tüketiciyle helal gıda arasındaki engelleri, şu beş başlık halinde vermiştim: 1- Şahsî sebebler, 2- İlmî sebebler, 3- İktisadî sebebler, 4- Sosyal sebebler ve 5- Siyasî sebebler.

Burada tekrar ve sadece; “Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.” hadisine verilebilecek manâ ile ilgili kilit hükmünde önemli bir soruyu sorarak akıllara kapı açıp iradelerini onlardan almadan, cevabını düşünmeyi ve hükme varmayı muhatablara bırakacağım:

“- Hadiste bahsedilen “çoğu” kelimesinden, “herhangi belirsiz bir çokluk miktarı” değil; kişinin “bir oturuşta içebileceği en fazla miktardaki içecek” manâsında anlaşılmasının akla uygun olduğu göz önüne alınırsa; bir insan, bir oturuşta ne kadar “etil alkol” almasının kendisini sarhoş edebileceğini (meselâ: 200 gram) tesbit ettikten sonra, “hîle-i şer’iye” yaparak, bir oturuşta içebileceği (Meselâ: 2 litre) içeceği, 2 litresinde 200 gramdan daha az alkol bulunacak şekilde, her türlü alkollü içkiden (rakı, şarap, votka, kanyak, likör, cin, kımız, bira, kefir..vs) sulandırarak hazırlasa; o zaman, bu sulandırdığı içkilerin bir oturuşta içebileceği 2 litre miktarları onu sarhoş etmeyeceği için onları içmek, o “hîle-i şer’iye”yi yapana helal mi olacaktır?”

Bu soru karşısında Müslümanların alacakları tavır, belki de bu dünya imtihanlarındaki nazik sorulardan birine verecekleri cevabı teşkil edecektir.

Böyle bir durum karşısında ise, Coca Cola’nın renginden çok, kendimizin bu konudaki rengimizin ne olduğunu merak etmemiz, üzerinde durmamız ve düşünmemiz daha doğru olmaz mı?

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

En “SEVGİLİ”den Gelen En Uzun “MEKTUP!”

Beş yaşında kadar gözüken küçük çocuk, etrafındaki kendi kendine sessizce bir şeyler okuyan büyüklerine sırayla göz gezdirdi. Sonra, bir an durgunlaştı ve aniden boşalıp:

“-Ben niçin okuyamıyorum?” diye hıçkırıklarla ağlamaya başladı.

Büyükleri, şefkatle onu teskine çalıştılar.

Aslında ne kendisinin ne de büyüklerinin, bu mevzuda bir hatasından veya ihmalinden bahsedilemezdi. Genellikle çocuklar okuma-yazmayı, altı yaşını bitirdikten sonra kaydoldukları ilköğretim okulunun birinci sınıfındayken öğrenirlerdi. Okula gidememiş erkekler askerdeyken, kadınlar ise okuma-yazma kurslarında okur-yazar hale gelirlerdi. Fakat gene de, o küçük çocuğun :

-Ben niçin okuyamıyorum?

diye hıçkırarak ağlaması, insana tesir ediyor ve bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

Bir köy ilkokulu öğretmeni, talebelerini okumaya ve yazmaya alıştırmak için;

“-Bulduğunuz her yazıyı okuyun ve bulduğunuz her boş kağıdı yazıyla doldurun..” tavsiyesini tekrarlarmış.

İslâmın ilk emrinin “Oku!” olduğunu bilen çoktur: “Yaratan Rabb’inin adıyla (ve Rabb’in adına) oku.”(Alak Sûresi, 96/1). Bu âyette, “-Neyi?” sorusunun cevabı olacak bir nesne bulunmadığından, O’nun rızasına uygun olan bütün okumaları da içine almaktadır. Bulduğu her yazılı kağıdı okumanın Allah’ın (c.c.) “Oku!” emrine dahil olduğunu söyleyebilmek, mümkün değildir. Ancak, bu tavsiyenin okuma-yazmaya karşı direnci kırmak ve köy çocuklarının bu mevzudaki atâletini gidermeye faydası olabilir.

Bütün mülk, tesir, fiil, Allah’a (c.c.) aittir. İnsanın elindeki ve onunla dünya hayatı boyunca imtihan olduğu tek şey: “Seçmek”tir (meyelânı ile, irade-i cüz’iyyesi ile). Her şeyi okumamalıdır. Okumak, akıl midesini doldurmaktır. Mideye her şey, rastgele doldurulmaz; seçim yapmak şarttır. Çünkü, doldurulan şeylerin bazısı gıda olsa da; bazısı zehir, bazısının hazmı güç, bazısı da obezite (şişmanlık) yapıcı olabilir.

İnsanın okumaya en fazla istek duyabileceği yazılı metin: “Sevgiliden gelen mektup”tur. Okuma biliniyorsa; bu mektup, kalp atışı hızlanarak, yudum yudum içer veya teneffüs eder gibi okunur, koklanır, öpülür, muhafaza edilir. Okumasını bilmeyen bir ana, sevgili oğlunun askerden veya uzak bir yerden gönderdiği mektubunu alınca ne kadar çok sevinir; eline alır, öper, koklar, satırları üzerinde göz gezdirir ve hemen onu kendisine okuyacak birini bulup, okunanları sevgi gözyaşlarıyla dinler. Sevdiklerinden gelen mektupları bizzat kendisi okuyabilmek için okuma kursuna giden yaşlı analar da çoktur.

Evet, mevcûdatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsân ve kemâl, Bâki-i Hâkikî’nin hüsün ve ihsân ve kemâlâtının işarâtı ve çok perdelerden geçmiş zaif gölgeleridir; belki cilve-i esmâ-i hüsnânın gölgelerinin gölgeleridir.”(RNK-Sözler).

Düşünecek olursak, Allah’ın (c.c.) mâsivâsını (O’nun haricindekileri); Allah’ın (c.c.) hüsün, kemâl ve ihsânının gölgelerinin gölgesi, mecazî ve çok küçük tecellîleri için sevip, o muhabbet sebebi sıfatların asıllarına en yüksek derecede sahip olan Allah’ı (c.c.) sevmekteki ihmalkârlık ve O “Hakikî Sevgili”nin bize gönderdiği uzun mektubu olan Kur’an’a karşı alâkasızlık; ne kadar tezat, haksızlık, vefasızlık, katı kalplilik ve yabanîlik değil midir?

Bugün Kur’an okudunuz mu?

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org

Gençlik ve Evlilik

Geçen hafta Çarşamba günü (24.4.2013), Bolu- Gerede’de yaşayan araştırmacı-yazar Yusuf Özcan vefat etti ve ertesi gün büyük bir cemaatle namazı kılınarak defnedildi. Bazı milletvekilleriyle birlikte  İstanbul milletvekili ve eski dahiliye vekili İdris Naim Şahin de, 25.4.2013 tarihinde Gerede’ye bu cenaze namazına katılmak için gelenler arasındaydı

Yusuf Özcan 1948’de Ayancık’ta doğdu. Doğum yeri olan Büyükdüz köyünde İlkokulu bitirdikten sonra (1959), memleketinde beş yıl müddetle çiftçilik ve işçilikle meşgul oldu. 1971’de Düzce İmam-Hatip Okulu’ndan, 1975’te İstanbul Yüksek İslâm  Enstitüsü’nden mezun oldu. 1975–1976 öğretim yılında Rize-Fındıklı Lisesi’nde din dersleri öğretmenliği yaptı. Kırklareli’nde yedek subay olarak askerliğini tamamladıktan sonra, 1978–1983 yıllarında Kırkağaç İmam-Hatip Lisesi’nde meslek dersleri öğretmeni olarak görev yaptı. 1983–1999 yıllarında Gerede İmam-Hatip Lisesi’nde devam eden öğretmenlik hayatından sonra, kitap çalışmalarına daha geniş zaman ayırabilmek için, emeklilik hakkını elde ettiği yıl emekliye ayrıldı. İkamet ettiği Gerede’de 185m2 lik dairesinde sekiz bin ciltlik özel kütüphanesi vardı ve temel kaynakları inceleyip en doğrusunu araştırarak kitap hazırlamağa çalışmaktaydı.

Buna rağmen, çok sayıda kitabı yoktu. Onun kitap hazırlamaktaki hedefi, gençliğe hayat rehberi olabilecek eserler verebilmekti. Sadece namaz ve evlilik mevzuunda, gençliğe en iyi rehber olabilecek kitapları hazırlayabilmek için her birinin üzerinde on yıl çalışarak hazırladığı “Gençlik ve Namaz” ile ”Gençlik ve Evlilik)” (Evlilik Rehberi) adlarındaki iki mühim kitabının Türdav Yayınevi tarafından yıllardır yeni baskıları yapılmaktaydı.

İçinde bulunduğumuz âhirzamanın dehşetli şartları içerisinde gençliğin ifsadına çalışan şer güçler gayelerine erişebilmek için çeşitli vasıtaları kullanırlarken, bunlara karşı o da “Gençlik ve Namaz” ile “Gençlik ve Evlilik” (Evlilik Rehberi) adlarındaki iki mühim kitabı ile, kırk yıldır gençliğin manen tahribini önlemeğe ve onlara faydalı olmağa çalışıyordu.

Yakın zamanda medyada yer alan bir habere göre, halen nüfusu 76 milyon olan Türkiye’de evlenmek çağında olanların nüfusu 19 milyondur ve bunların 5 milyonu evlidir. Geri kalan 14 milyonda her iki cinsiyettekilerin sayısının eşit olduğu farzedilse, evlenme çağında 7 milyon erkek ve 7 milyon da kız bulunmaktadır. Evlilik için bunlar birbirlerini nasıl seçeceklerdir?

Yusuf Özcan’ın “Gençlik ve Evlilik” (Evlilik Rehberi) adındaki kitabının 116-120 sayfalarında, buna da cevap veren bir kısım şöyledir:

“……………….

Aşk ve sevgi:

Evlilikte karşılıklı sevgiye şiddetle ihtiyaç olduğundan, evlenmeden önce görüşüp tanışmakla, ikisi arasında lüzûmlu olan sevgi ve arzunun doğması temin edilir. Şüphesiz ki bu sevginin, aşk derecesinde olmasına hâcet yoktur. Ama iyi niyete bağlı olan aşk da aslında güzeldir. Yeter ki aşk ve sevgi, akıl ve irâdenin kontrolünden çıkmasın, sâhibini iyiliğe ve olgunluğa sevketsin. Marazi olmayıp sıhhatli hâliyle firkatten vuslata eren tabiî aşk, hasret ve heyecanını kaybeder, muhabbet ve sükûnetle devam eder. Ama âşık olan gençler, normal şartları ve imkânları lüzûmundan fazla zorlamamalı, gerekli teşebbüsler dışında mutlaka sevdiğine kavuşmak arzusuyla, yersiz mâceralar peşine düşmemelidir. Kişinin kendisi için kimin daha hayırlı olacağı bilinemeyeceği gibi, kısmetten öte de bir şey ele geçmez. Âşık olan, sevdiğiyle evlenmeyi aşkının vazgeçilmez şartı ve gayesi olarak kabûl etmemeli, kavuşma imkânı bulunmayınca, ayrılığa katlanmak da âşığın vasfından olmalıdır. Maksadına ulaşamayan âşık, isyan ve nefretten uzak kalmalı; sabır ve şefkatle kaderine râzı olmalıdır. Her şeyin hayırlısını en iyi bilen Allah’tır. Hasretine sabreden nâmuslu âşık, bunun sevâbına kavuşacağı gibi, belki ileride kendine daha münâsip bir çehreyle karşılaşacaktır… Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur:

“Kim âşık olur, iffetini koruyup aşkını gizleyerek ölürse, şehid olarak ölür” (26).

Evet, evlenme teşebbüsünde olanların, elverişli ve meşrû şartlar altında, harama kaçmayacak şekilde görüşmeleri, konuşup tanışmaları uygundur (27). Fakat nikâhlanmadan önce -sözlü veya nişanlı da olsa- kızın üstü-başı açık olarak görüşmek, onunla elele tutuşmak, tenhalarda başbaşa buluşup dolaşmak (flört etmek) câiz değildir. Böylesi, hem bu devredeki gençler için pek zararlı, hem İslâmiyette haramdır…

Birbirinin huy ve ahlâkını, bilinmesi gereken çeşitli hâllerini tanımak isteyen gelin ve dâmat namzetleri, bu vasıfları da, komşu ve yakınları aracılığıyla öğrenebilirler. Şahsiyeti ve âile çevresi meçhul yabancı kimselerle, yeteri kadar tanışmadan evlenmekten sakınmalı; âile çevresiyle iyiliği bilinen, tanışık kimselerden evlenmeyi tercih etmelidir.

Eş seçimi:

Şunu da unutmamalı ki, ana-babanın evlâdı için beğenip seçtiği namzetler, genellikle gençlerin sâdece kendi hevesleriyle seçtiği fakat ebeveynin hoş görmediği adaylardan iyi çıkmaktadır. Gençlerin, beğenmedikleri bir kimseyle istemeyerek evlendirilmesi, elbette doğru değildir. Onların rızâsı alınmadıkça, bu evlendirme câiz olmaz. Lâkin, ana-babanın hiç hoşlanmadığı kimselerle, illâ ki evlenmeye kalkışmak da hiç iyi değildir. Gerçi yaşı, fikri ve kültürü elverişli gençleri, mümkün olduğu kadar kendi tercihlerinde serbest bırakmak gerekir. Bununla birlikte en münâsibi hem evlenecek gencin, hem onun büyüklerinin uygun bulduğu, evlâd ve ebeveyn (ana-baba) arasında müştereken tasvib edilen kimsenin seçilmesidir. Babanın tercihi başka ananınki de başka olur, üçüncü bir tercih bulunmayıp evlâd da ikisinden birini seçme durumunda kalırsa, ikisi de aynı seviyede görülüyorsa, babanın münâsip gördüğünü tercih etmek düşer.

Sefâhete ve maddî menfaatlere düşkün olmayan anlayışlı ana-babalar, ekseriyetle evlâdı için daha uygun kimseyi seçebilmektedirler. Gençler ise, daha çok hissî düşündüklerinden, evlenme hususunda tek başlarına karar verip tercih yaparken, çeşitli hatalara düşebiliyorlar. Şu halde en iyisi, evlâd ve ebeveynin -yahut o makamdaki büyüklerin- müşterek tercihidir. Zira gençler, ekseriyetle aşk ve sevgi rüzgârına kapıldıkları zaman, birçok gerçekleri görmekten uzak kalıyorlar. Halbuki çok sevip büyük hayâllerle evlenen kimse, eşinde aradığını bulamayınca, hayâl kırıklığına uğrayıp sarsılabilir.

* * *

Evlenme teklifi:

Prensip olarak erkek tarafı, kız tarafına evlenme teklifinde bulunur. Fakat böyle olması şart değildir, önce kız tarafı da teklifte bulunabilir. Evlenecek olanlar, bizzat kendileri teklif ve istekte bulunabilecekleri gibi, büyükleri vâsıtasıyla da teklif yapılır. Asıl uygun olan da budur. Esasen bu konularda kesin bir kayda bağlanmadan, örf ve âdetlere itibar etmek daha güzeldir. Ancak başka bir kimsenin istediği kıza, o kimse vazgeçmedikçe veya onun rızâsı alınmadıkça, bile bile evlenme teklifinde bulunmak câiz değildir. Resûl-i Ekrem (Aleyhisselâm) bizi bundan menetmiştir:

“Bir kimse, mü’min kardeşinin sözlüsü üzerine evlenme teklifinde bulunmasın. Ancak birinci tâlib vazgeçmişse veya ona müsâade ederse başka” (28).

(Boşanmış veya kocası ölmüş kadına henüz iddet zamanı içinde -çıtlatma sûretinde değil de- açıkça evlenme teklifinde bulunmak câiz değildir (29). Nişanlı kızı, lüzûmundan fazla bekletmek de doğru değildir. Ya müsâit vaktinde evlenmeli veya evlenme imkânı yoksa, nişandan vazgeçip serbest bırakılmalıdır).

Mehir hakkı:

Mehir, evlenen kadının hakkı olan mal veya paradır. Bunun azı veya çoğu için, kat’î bir sınır yoktur. Herkesin hâline ve imkânına göre değişebilir. Evlenmeden önce peşin verilebileceği gibi, evlendikten sonra da verilebilir. Erkeğin, evlendiği kadına mehrini ödemesi vâcibdir. Mehir ve geline verilen hediyeler, kadının öz hakkıdır ve onun rızâsı olmadan kimse onu alamaz ve harcayamaz. Kız taraflarının, kıza verilmeden kendi hesaplarına, “başlık” veya “süt hakkı” nâmıyla erkek tarafından -hediye hâricinde- bir şeyler isteyip alması câiz değildir. Gereğinden fazla mehir teklif ederek, evlenmeyi zorlaştırmaktan sakınmalıdır. Hz. Peygamberimiz şöyle buyurur:

“Nikâhın (mehrin) hayırlısı, hafif olanıdır” (30).

(Birçok zararları görülen “başlık” âdetinin ortadan kalkması ve evlenen kızın da lâyık olduğu nikâh bedeline kavuşması, ancak “mehir” esaslarının iyi uygulanmasıyla mümkün olabilir… Mehir hakkında genişçe bilgi, üçüncü kısımda verilmiştir).

——————————

(26) Feyzu’l-Kadîr, 11/5910 (Hd. 8852-53); Keşfü’l-Hafâ, 2/234 (Hd. 2536); İbnü’l-Kayyim -ve bâzıları- bu rivâyeti şiddetle tenkîd etmektedir. Fakat bu hadîs aslında uydurma değil, zayıf hadîs olarak sâbittir. (Zâdü’l-Meâd, Beyrut-1987, 4/275 vd. dipnot açıklaması).

(27) Mektuplaşmaya gelince: Nâmahrem nişanlılar arasında, evli eşlere mahsus mahrem konuşma ve görüşmeler sakıncalı olduğu gibi, böyle mahrem ifâdelerle yazışmalar da câiz olmaz… Mektuplaşmak lüzûm ederse, ciddî bir üslûpla olması gerekir. Telefon ve internet de böyledir.

(28) Buhârî, Müsnedü Ahmed, Nesâî; İbn Teymiyye: el-Münteka, 2/496 (Hd. 3425-26).

(29) S. el-Bakara, 235.

(30) Ebû Dâvud, 2/408 (K. en-Nikâh, 32/2117).”

 ———-

Yusuf Özcan’ın “Gençlik ve Evlilik” (Evlilik Rehberi) adındaki kitabının 116-120 sayfalarından yapılan bu iktibasta bilhassa dikkat çeken hususlardan biri “Eş seçimi” başlığı altındaki, gençlerin eş seçimine nasıl karar verecekleri ile ilgili olarak söyledikleridir.

Halk dilinde çok yaygın olarak kullanılan “Kendi kendine gelin-güvey olmak” deyimi de, gençlerin eş seçimine -ailelerinin rızasını almadan- sadece kendilerinin karar vermemesi gerektiğine dikkat çekmektedir.

Risale-i Nur Külliyâtında yer alan ifadelerinin değeri zamanla daha iyi anlaşılan Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur talebesi erkeklere eş seçimi ile ilgili verdiği ölçü de, onun kâinat çapında en ehemmiyetli olan iman davası ile uyum halindedir: “Eğer hizmet-i Kur’aniye ve imaniyede yardımcı bir hanım bulsa alır. Hizmetine zarar vermez. Lillahilhamd bu neviden çok Nur talebeleri var, zevceleri onlardan geri kalmıyorlar. Belki kadınlardaki şefkatten gelen ücretsiz fıtrî kahramanlık ve hakikî ihlas cihetiyle zevcinden daha ileri gidebilir. Nur talebelerinin yetişmiş kısımlarından ekserisi evlenmişler, bu sünneti yerine getirmişlerdir. Risale-i Nur onlara der ki: Haneniz bir küçük Medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki; bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar âhirette size şefaatçı olsunlar. Dünyada da iman dersini alıp size hakikî evlâd olsunlar. Yoksa bu otuz senede kısmen olduğu gibi, o çocuklara yalnız terbiye-i medeniye verilse, bir cihette o çocuklar dünyada faidesiz ve âhirette davacı olarak “Ne için imanımı kurtarmadınız?” diyeceklerinden peder ve vâlidelerini mahzun etmek, sünnet-i seniyenin hikmetine münafî olur.”

Risale-i Nur talebesi genç erkeklerin bir kısmının da belki hissiyatlarını ön planda tutarak gereğince dikkat edip eş seçimlerinde uygulayamadıkları söylenebilecek, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur eserlerinde telkin ettiği, evlenmek için eş  seçiminde birinci derecede önem verilmesi gereken ölçü, yukarıda nakledilen bir tek cümle ile de özetlenecek olursa şöyledir: “Zevcinden geri kalmayacak şekilde hizmet-i Kur’aniye ve imaniyede ona yardımcı olabilecek, çok sayıdaki Nur talebesi hanımlardan birisiyle evlenmek.”

Prof. Dr. Mustafa Nutku