Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

“Kendine Göre Müslüman” Olmak Meselesi

Komşularımdan, bazen karşılaştığımda ayaküstü kısa sohbetlerde bulunduğum, halen dünyada en çok kullanılan dil olan İngilizce’yi de öğrenebilmek için hocalarının bir kısmını Mısır’daki Ezher Üniversitesinden getirtmiş olarak Pakistan’da İngilizce eğitim yapan bir İslâmî ilimler fakültesinde ilahiyat fakültesi tahsili yapmış, böylece Arapça yanında İngilizce ve Urduca’yı da öğrenmiş ufku ve ilmi geniş değerli bir imamla günümüzdeki Müslümanların İslâm’ı anlamaktaki ve uygulamaktaki farklılıklarını konuşurken o, mevzuu çok kısa bir cümle ile bağlamıştı: “Her Müslüman, kendine göre Müslüman..”

Dünyadaki iki milyara yakın Müslüman’ın ve bunlardan 57 tane İslâm ülkesinin “İslâm İşbirliği Teşkilatı” (İİT) adlı bir teşkilatın üyesi olmasına rağmen, Müslümanların dünya siyasetinde ve ekonomisinde birlikten doğan bir kuvvetle hareket edememelerinin sebebinin de, “Her Müslüman, kendine göre Müslüman..” oluşuyla alâkasının kurulabileceğini ayni imam ilave etmiş ve buna Müslümanların halen yaşadığı günlük hayattan bazı misaller vermişti.

Bu mevzuda ilk verdiği misal, sigara ile alâkalıydı: Bazı fıkıh âlimleri, insan sağlığına zararı ile ilgili bugünkü bilgilerle sigaranın kesin haramlığı hükmünde yıllardır ısrar etmelerine rağmen, bazıları da ekseriya kendi alışkanlıklarından vazgeçmemek ve bundan dolayı kendilerine gelebilecek tenkitlere meydan vermemek için, eski fıkıh kitaplarında eksik bilgilerle yazılmış olanları güya bu konuda delil olabilirmiş gibi göstererek, sigaranın haram olduğunu söylememektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı da, kendi teşkilatındaki yüzbin din görevlisinden bazılarının sigara alışkanlığında devamı sebebiyle, bu mevzuda kesin bir tavır koyamamaktadır. İslâm âleminde “kendine göre Müslümanlığın” bunun gibi misallerinin çokluğunda, İslâm âleminde birlik ve beraberliği sağlayabilecek olan “Hilafet”in kaldırılmış olmasının da büyük rolü bulunmaktadır.

Böyle bir dinî yaşayış ortamında her Müslüman’ın, Kur’an’ı ve “Yaşayan Kur’an” olan Peygamberimiz’in (s.a.v.) sünnet-i seniyyesini iyi anlamağa ve kendi hayatına tatbik etmeğe çok ihtiyacı vardır. İslâm dininin iki temel kaynağının Kur’an ve Hadis olduğu, en basit ilmihal kitaplarının bile ilk cümleleri arasında yer alır. Ancak, bu iki temel kaynağı sadece kendi anlayışına, sözlerine, tercihlerine ve yaşayış tarzına delil yapmağa çalışan, bahsettiğim o imamın kısaca tarifini yaptığı gibi “Kendine göre Müslüman” olur.

İslâm şeriatını kendi anlayışına, tercihine, yaşayışına yanlış olarak delil yapmağa çalışmak; İslâm’ı kendisine uydurmağa çalışmaktır. Halbuki, bir Müslüman’ın vazifesi İslâm’ı kendisine uydurmağa çalışmak değil; kendisini İslâm’a uydurmaktır.

Evlilik aktinde olduğu gibi, yürürlükteki mevcut hukuk sistemine göre geri dönüşü çok zor bir kararın öncesinde de, birbirleriyle evlenme namzedi Müslümanların sonradan evliliklerinde uyumsuzluklarla sıkıntılı hallere girmemeleri için, birbirlerinin ne çeşit bir Müslüman olduğunu iyice anlamadan evlenmek kararı vermemeleri daha isabetli olur.

Bu mevzuu biraz daha müşahhas hale getirmek için, zamanımızda bilhassa şehir ortamlarında Müslüman kadınların tesettüründeki (örtünmesindeki) yozlaşmalar üzerinde de önemle durulabilir. Peygamberimiz’in (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicretinin 4.yılının Zilkade ayında örtünme âyetleri olan Ahzâb Sûresi: 59 ve Nûr Sûresi:31 inmiş, Peygamberimiz’in (s.a.v.) hadisleri de bu âyetlere daha fazla açıklık getirmiştir.

İslâm’da örtünmenin esasının, Kur’an ve Hadis’teki sağlam delillerle sabit ve kesin bir hüküm olduğunda İslâm âlimleri ittifak ettiği halde, maalesef moda cereyanlara ve nefislerinin tercihlerine kendilerini kaptırmış bazı Müslüman kadınlar, örtünme mevzuunda İslâm’a uymak yerine sanki bu mevzuda İslâm’ı kendilerine uydurmağa çalışıyor gibi kıyafetlerle, mahremleri olmayan erkeklere görünmektedirler.

İngiltere’de bulunduğum sırada, çeşitli İslâm ülkelerinden gelen Müslüman hanımlardan bazılarının İslâmî tesettüre uymayan şekilde renkli ve şeffaf tüllerle başlarını güya örtmelerini savunmağa çalışırlarken, kendilerinin anadillerinin Arapça olması sebebiyle Kur’an’ı bizzat anlayabildiklerini, anadili Arapça olmayan İslâm ülkeleri kadınlarının ise, daha çok korktukları için Kur’an’daki tesettür âyetlerinin manâsını daha geniş şekilde uyguladıklarını söylemeleri, o hanımların beyleri olan erkeklere de naklediliyordu. Bu da, bahsettiğimiz İslâm’ı kendine uydurmağa çalışmanın öneklerinden biri sayılabilirdi.

12 Eylül 1980 askerî darbesini yapanların, belki de inkılaplara yeni birini daha ilave etmek özentisiyle İslâmî tesettürü yasaklamak için yol arar gibi, kadınların tesettürünün İslâm’daki yeri hakkında görüş talebi üzerine, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu tesettür yasağı için fetvacılık yapmaktan tamamen uzak ve net bir şekilde İslâmî tesettürü savunan mufassal bir karar yayınlamıştı.

Merhum İskilipli Muhammed Âtıf Efendi’nin Hicrî 1339 tarihinde (Halen 1434 yılında bulunulduğuna göre, 105 yıl önce) İstanbul matbaa-yı âmirede basılmış olan Tesettür-ü Şer’î adlı risalesinin üzerinde şu ibare yazılıdır: “Ahkâm-ı Tesetttüre vakıf olmak isteyen her erkek ve kadın Müslüman’a bir nüsha lâzımdır”. Bu risale bugünkü Türkçe’ye de tercüme edilmiştir, basılmıştır ve satıştadır.

Çeşitli yayınevlerinin çıkarmış olduğu Kadın İlmihalleri’nde ve bunların sahih İslâmî kaynaklarında olduğu gibi, bu risalede de İslâmî tesettürün esasları şöyle açıklanmıştır: Buluğa erdikten itibaren bekâr veya evli her genç kız ve kadın, İslâm’da açılmasına izin verilen âzası hariç olmak üzere, başından topuklarına kadar bütün bedenini örtecek bir dış elbise giymelidir ki, hadis-i şerif gereğince o elbise âza belli olacak dercede dar ve ince olmamalıdır.

Peygamberimiz (s.a.v.): “Suretde elbiseli, hakikatta çıplak kadınlara Allah lânet etsin” buyurmuştur. Bilhassa büyük şehirlerimizde bu tarife uyar şekilde giyinmiş başörtülü genç kızların ve kadınların bile gittikçe arttığı, bazı Müslüman kadınların ve genç kızların dış elbiselerinin, gayrimüslim hemcinslerine daha fazla benzemekte olduğu inkâr edilemez.

İçinde yaşadığımız bu âhirzamanda, güya genç kızlara tesettürü kabul ettirmek için bazıları tarafından söylenen “tesettürle daha güzel görünebilirsiniz” (?) gibi sözlere uyarak, tesettüre aykırı şekilde saçlarını başlarının üzerinde deve hörgücü gibi toplayıp cazip renk ve desenlerdeki “sıkmabaş” tarzında başörtmeyi yapanlar ve bu başörtme şekilleriyle dikkatleri kendi üzerlerine çekmeye çalışanlar da, belki bilmeyerek; Buharî ve Müslim’in sahih hadislerindeki “Cennetin kokusunu dahi duyamayacaklar” tarifinin içine girmiş olmaktadırlar.

Kadınların tesettürünün esası, bakışları üzerine çekecek şekilde daha güzel görünmek değil; bunun aksine, iç ve dış zinetlerini kendilerine mahrem olmayan erkeklere göstermemektir. Fakat, bu mevzuda “Kendine göre Müslüman” bazı genç kız ve kadınlar, tesettüre aykırı o hallerini tesettüre uymak zannetmektedir.

Kendine göre Müslüman” olmanın diğer bir misalinde; bazı Müslümanların, eline Kur’an’ı almış konuşan kadın veya erkek cinsinden birisinden bahsederken, onu yüceltmek ve takdir etmek edasıyla:

O, Kur’an’a manâ veriyor.” deyişlerine çok rastlamış ve yadırgamışımdır. Kur’an’ın manâsı zaten vardır; ona hiçbir insan kendisi manâ veremez; sadece, bazılarının veya kendisinin anlayabildiği kadarıyla olan manâsından bahsedebilir. Hem o kişi, Kuran’ın Arapçasını hiç bilmediği halde âyetlerin manâsını mealli bir Kur’an’dan da okuyabileceği veya mealde yazılı olanları kendi anlayışına göre biraz farklı şekilde ifade edebileceği için de, onun “Kur’an’a manâ verdiğinden” bahsedilemez.

“- O, Kur’an’a manâ veriyor.” cümlesiyle “O, Kur’an âyetlerinin manâsını anlıyor ve ifade ediyor” denilmek isteniyorsa, “doğru İslâmiyeti yaşamak” gibi çok mühim bir mevzuda Kur’an ve Hadis’ten sadece kendi kapasitesi ve eğitim altyapısı ile sınırlı anlayışını rehber ve yol haritası olarak kâfi görmek hatasından sakınıp, en iyi bilenin bildiğiyle amel etmek gerekir. İslâm’ı en iyi bilen Resulullah (s.a.v.) ve onun bildiğiyle amel etmek de, onun sünnet-i seniyyesine uyarak yaşamaktır. Resulullah’dan (s.a.v.) sonra da sahabelerin ve onun ilmî vârisi sayılabilecek âlimlerin “en iyi bilenler” olarak ne dedikleri araştırılmalıdır. Müctehid imamlara tabi olmamız ve bir mezhebimizin bulunuşu da bu sebebtendir.

 Prof.Dr.Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org

En İyi Eğitim Reformu Nasıl Yapılabilirdi?

Bir eğitim-öğretim yılına daha giriyoruz. 23 Nisan 1920 yılında ilk TBMM’nin açılışından şimdiye kadar “eğitim reformu” adı altında ülkemizde çeşitli şeyler yapıldı ve yapılmakta devam ediliyor. Bu vesileyle sorsak: “Acaba bundan biraz daha eski tarihe gitsek 20. yüzyılın başından başlamak üzere, şimdiye kadar ülkemizde en iyi eğitim reformu teşebbüsü hangisi olmuştur?”

Bu sorunun cevabını araştırırken, günlük hayatımızdan bazı müşahhas misaller üzerinde durup düşünmekte, bu misaller üzerinde tahliller yaparak sorunun cevabı ile ilgi kurulabilecek neticeler çıkarmağa çalışmakta da fayda olabilir.

En yakın misallerden olarak: Bundan önceki yazımızda helal gıda mevzuu ile irtibatından geniş bir şekilde bahsettiğimiz “Gazozlar” meselesinde, ilim ehli olmayanların bu mevzudaki söz ve davranışlarını bir tarafa bırakırsak, acaba niçin ilim ehlinden bazıları tarafından da böyle bir mevzu “üzerinde durulmağa değmez” veya “üzerinde durulması lüzumsuz” ve bazıları tarafından ise, yaptıkları kıyâs maa’l-fârık’larla (asıl ile fer’ arasında illet benzerliği bulunmaksızın yapılan kıyaslarla) sanki çok önceden“halledilmiş küçük bir mesele” gibi telakki ve ifade edilmektedir?

Hakşinaslıkla ve samimiyetle bu mevzua cevap veren ilim ehli bunun sebebinin, fıkıh ilmini bilenlerin, fen ilimlerini bilmemeleri; fen ilimlerini bilenlerin de fıkıh ilmini bilmemeleri ve bunların birbirleriyle faydalı bir işbirliği yaparak mevzua açıklık getirmemesi olduğunu söylemektedirler.

Kısa bir süre önce, ülkemizin en tanınmış fıkıh profesörlerinden biri, en çok satılan bir günlük gazetede yayınlanan röportajında, “yaşadıkları devir için uyarlamasını yapmadıkları ayni mevzudaki çok sayıdaki fıkıh hükmünü sadece eski kitaplardan derlemekle kalarak, yaşadıkları zaman ve ortama uyum sağlayamadıkları” şeklinde samimî bir itirafta bulunmuştu. 1 Eylül 2012 de İstanbul’da yapılan “5. Uluslararası Helal Gıda Sempozyumu”nun ilk oturumunun son konuşmacısı Kuveyt’li Dr.Hani El Mazeedi yaptığı sunumda ve oturuma başkanlık eden değerli İslâm Hukuku Profesörümüz, oturumda söylenenleri özetleme konuşmasında da, fıkhî hükümler verilirken fen ve din ilimlerinin mezcedilmesindeki noksanlığa dikkat çekmişlerdi.

Bu noksanlığın bizzat yaşadığım en çarpıcı misallerinden birinde, fıkıh ilim adamlarıyla birlikte bulunduğum bir mecliste fenci ve kimyacı olarak benim de bulunduğumu bildikleri halde, bana istihale (kimyasal değişim) ile ilgili olarak bugünün seviyesindeki fennî bilgiler mevzuunda hiçbirşey sormak lüzumunu duymadan, yüzlerce yıl öncesinin eksik fennî bilgileriyle, “bir tuz yatağına düşen aslen necis bir maddenin tuz yatağında istihale ile necis olmaktan çıkıp çıkmayacağını” tartışmalarını hayretle müşahede etmiştim.

Birkaç yıl önce de, Konya’da bir yemekte, yanımda oturan bir misafiri “Hanefî fıkhının âlimlerinden” olarak takdim etmişlerdi. Sofradaki gazozları kendisine göstererek; “Bunlar sofrada olmasa daha iyi olurdu.” dediğimde, fıkıh âlimimizin yüz hatları birden asabiyetle gerilip hışımla bana dönerek: “Ne varmış gazozlarda?” mukabelede bulunmasını da yadırgamış ve hayretle karşılamıştım. Onun bu tavrı karşısında, bir kimyacıya bilim alanıyla en yakından alâkalı olan bu mevzuda ondan doğru fennî bilgi almak maksadıyla değil de, azarlamak gibi bir tavırla sorduğuna bakarak, sofrada gergin bir tartışma meydana getirmemek için susmuştum.

Gazetelerde ve internet sitelerinde fıkhî sorulara cevaplarla ilgili köşelerde de sorulara cevap verenlerin buna benzer bazı hal ve sözleri bulunuyor. Bazıları bilgi noksanlığıyla, hatalı kıyaslarla kendilerinin de müptelâ oldukları gazoz, kefir, ekşi boza ve keskin şıra gibi az da olsa içlerine dışarıdan katılmış veya alkolik fermentasyonla kasdî ve iradî olarak içlerinde teşekkül ettirilmiş sekerat verici alkol ihtiva eden meşrubatı içmeyi helal ilan ederken, bu mevzuda kendilerine göre bazı deliller de göstererek bazı hususlara dikkat çekenlerin delillerini hiç irdelemeden, onlar hakkında suizan ve iftiralarda bulunmaktan geri kalmıyorlar ve bu esnada söylediklerinin, verdikleri fıkhî hükümlerin aleyhine delil olduğunu da fark edemiyorlar.

Bu mevzuyla alâkalı olarak okuyucu suallerine cevap verenlerden bir tanesi gazozlardan bahsederken, “herkesin iftar sofralarını süsleyen gazozlar” şeklinde gazozlara bir medhiyede bulunmayı da ihmal etmemiş ve Buharî, Müslim, Muvatta, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâi gibi sahih hadis kitaplarında yer alan :“Her sarhoş edici şey haramdır. Bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren bir şeyin tek avucu da, tek yudumu da haramdır.” hadisini alıp buna kendine göre manâ vererek, bu mevzuda yapılabilecek itirazları susturacak şekilde gazozları savunmasına delil olacağını düşünerek; “Gazozların bir küpü sarhoş ediyor mu?” sorusunu, önce basit bir hesap yapmağa da lüzum görmeden, yazısında sormuş.

Fazla teferruata girmeden buna, önce onun yapması gereken hesabı biz yaparak cevap verelim: Hadiste küp kelimesi geçmektedir. Normal bir küpün 100 litre kadar sıvı aldığı kabul edilirse, bir oturuşta bir küp gazozu, (ayni şekilde kefiri, bozayı veya şırayı) tabii ki, hiç kimse gerçekte içemez; fakat bunun bir oturuşta içilebilmesi mümkün olsaydı ve içilenin litresinde 5g etil alkol olsaydı, 100 litresinde 500g saf etil alkol olurdu. Bu, saf etil alkol yüzdesi 45 olan rakı, votka gibi çok alkollü içeceklerin 500/0,45=1100 ml’sine tekabül ederdi ki, bu kadar rakı veya votkayı bir oturuşta içtiği halde sarhoş olmayacak kişi yoktur. 100 litrelik küpteki içeceğin litresinde 5g yerine 4g saf etil alkol olsaydı, bu da 400/45=888 ml rakı veya votka gibi sarhoş edici içkiye tekabül ederdi. Ayni hesap, litrede 3g etil alkollü meşrubat için yapılsaydı, bunun da bir küpünün 300/0,45=666 ml rakı veya votka’daki kadar saf etil alkol ihtiva edeceği hesaplanırdı ki, bu kadar etil alkolü bir oturuşta içen de– belki çok nadir rastlanabilecek bazı istisnaları hariç- sarhoş olurdu.

Bir insan bir oturuşta gerçekte 100 litre değil, en fazla 1,5 litre kadar sıvıyı içebileceğine göre, sahih kaynaklarda yer alan bu hadisteki “bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren şey”le kastedilenin, “içindeki sarhoşluk verici maddenin yüzdesi çok az ve bir oturuşta içilebilecek (1,5 litre kadar) miktarı sarhoş etmese bile, bir küp miktarı içindeki (yukarıda hesaplarda belirttiğimiz) sarhoşluk verici madde sarhoş edebiliyorsa” manâsında anlaşılması gerektiği âşikârdır. Dolayısiyle; “Şimdiye kadar gazoz içerek sarhoş olana rastlanmamıştır” şeklinde, çok defa tekrarlanarak yapılan “gazoz savunması” bu hadisin manâsına ters düşmektedir ve geçersizdir. Gazozlar gibi, daha önce de bahsettiğimiz şekilde “iradî ve kasdî işlemle” dışarıdan sekerat verici etil alkolü katmakla veya bilerek fermentasyonla (tahammur, mayalanma ile) içinde sekerat (sarhoşluk) verici etil alkol teşekkül ettirilmiş kefir, şıra, boza gibi içecekler için de hükmün ayni olması gerekir.

Yıllar önce görev yaptığım bir üniversitenin, İlahiyat Fakültesi de vardı. Buradaki, daha önce müftülük de yapmış, çok iyi Arapça bilen, ve halen ayni üniversitede profesör olan bir öğretim üyesinin evine bir bayram ziyareti için gittiğimde, bana tatlının yanında (güya onun hazmını kolaylaştırmak ve verdiği susuzluk ihtiyacını teskin için) gazoz da ikram etmişti. Ben, gazoz içmediğimi ve sebebini söyleyince, aslında aralarında hiç alâka kurulamayacağı halde, beni kendi fikrine ikna etmek için Peygamberimiz’in (s.a.v.)’in yaşadığı devirde hristiyanların meskûn bulunduğu Suriye’den gelen peyniri yediğini söylemiş ve verdiği bu misal gazozların helalliğiyle ilgili çok önemli bir savunma olabilirmiş gibi üzerinde ısrarla durmuştu. Daha sonra değişik zamanlarda, o İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi gibi başkalarının da ayni kıyâsı gazozları aklamak için yapmağa çalıştıklarına rastladım. Peygamberimiz’in (s.a.v.) yaşadığı devirde hristiyanlarla meskun Suriye’den gelen bir peyniri yemiş olması, bu devirde hristiyan Garp’ta formülleri gizli tutulan meşhur gazozların da tereddüdsüz içilmesine ne derecede delil olabilirdi?

Domuz, bir yıl içinde çok yavru yaptığı için, dişi domuzun sütü yavrularına bile zor yeter ve bir hristiyan ülkesinden gelen peynirin domuz sütünden yapılmış olması fevkalade zayıf bir ihtimaldir. Vejetaryenlere (hayvan kaynaklı olan besinleri yemeyenlere) satmak amaçlı peynirlerde kullanılan “bitkisel peynir mayaları” da yapılmış olmasına rağmen, şimdi de, eskiden olduğu gibi ekseriya sığırlardan elde edilen peynir mayası kullanılır.

Belki o tarihte, Suriye’deki hristiyanlar tarafından peynir mayası alınacak sığırların şer’î boğazlanmaları yapılıp yapılmadığı sorusu da akla gelebilir. Fakat, Peygamberimizin zamanında, hristiyan ülkelerinde şimdi olduğu gibi, “medeniyet” ve “hayvan haklarını korumak” gibi adlar altında, hayatı veren ve ona nasıl son verilebileceğini bildiren Allah’ın (c.c.) emrettiği şer’î boğazlanmaya muhalefet olmadığından, bir Müslüman tarafından olmasa da bir hristiyan veya yahudi tarafından boğazlanmış kesimlik bir hayvandan alınmış mayayla o peynirin yapılmış olması halinde, o peynir Müslümanlar tarafından yenilebilirdi. Peygamberimiz (s.a.v.) her hususta Allah’ın hıfzında bulunduğundan, nasıl yapılmış olduğunu kendisi bilmese ve bu mevzuda hiç kimse kendisine bilgi vermemiş de olsa, o peynirin yenmesine mani bir durum olsa, Allah (c.c.) bunu ona bildirirdi ve yenmemesi gereken bir gıdayı yemezdi.

Hem Peygamberimiz, vesvesenin ümmeti içinde sanki bir sünnetiymiş gibi yaygın hale gelmemesi için, hristiyanlardan daha fazla İslâm’a düşmanlık eden yahudilerden gelen yiyecekleri bile, hakkında sakınılacak bir bilgi kendisine gelmediği zamanlar yemiştir.

“Başta Buhârî, Müslim, kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki: Gazve-i Hayber’de bir Yahudî kadını, bir keçiyi biryan yapıp pişirmiş, gayet müessir bir zehir ile zehirlemiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a göndermiş. Sahâbeler yemeye başladılar. Birden ferman etti: 

Yâni, pişirilen keçi bana der ki: ‘Ben zehirliyim’ diye haber veriyor. Herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin te’sirinden, Bişr İbni’l-Berra’, aldığı bir tek lokmadan vefat etti. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o Zeyneb ismindeki kadını çağırdı. Ferman etti: ‘Neden böyle yaptın?’ O menhuse dedi: ‘Eğer peygamber isen, sana zarar vermeyecek; eğer pâdişâh isen, insanları senden kurtarmak için yaptım.’ Bazı rivayette onu öldürtmemiş, bazı tarîkte öldürtmüş. Ehl-i tahkik demiş ki: ‘Kendi öldürtmemiş; fakat Bişr’in veresesine verilmiş, onlar öldürmüşler.”(el-Hakim, Müstedrek: 3/219-220, Aliyyü’l-Kari, Şerhu’ş-Şifa: 1/644-645)

Eğer kendisinin bizzat edindiği bir bilgiyle veya zehirli, pişmiş keçinin konuşmasıyla o keçinin zehirli olduğunu Peygamberimiz (s.a.v.) öğrenmeseydi, o keçinin bir gayrimüslim ve yahudi kadın tarafından pişirilip kendisine ikram edilmiş olduğuna bakmadan onu yiyecekti. Peygamberimiz’in (s.a.v.), o keçi zehirli olduğunu söylemesine rağmen onu yemiş olmadığını da bugünün bazı Müslümanlarının dikkatine sunmakta belki ayrıca fayda vardır: Onun sünneti olarak örnek alınması gereken davranışı; bir yiyecek veya içeceğin yenilmesi veya içilmesine mani durumu öğrenilince, hem kendisi onu yiyip içmemek ve hem de kendisiyle birlikte ayni sofrada bulunanları bundan menedici bir tavsiyede bulunmaktır. Gayrimüslim ülkelerin imalatı olan yiyecek ve içeceklerin Müslümanlar tarafından yenilmesine ve içilmesine mani bir durumu olduğu bildirilince de, Müslümanlar ondan el çekmeli ve onu yiyip içmekte ısrar ve devam etmemelidir. Halbuki, günümüzde gayrimüslim menşeli bazı yiyecek ve içeceklerin dinî bakımdan mahzurları defalarca söylendiği halde, Peygamberimiz’in (s.a.v.) o zaman gayrimüslimlerle meskûn olan Suriye’den gelen bir peyniri yemesini ekseriya misal gösterip, bu mevzuda da kıyâs maa’l-fârık’ yaparak, o yiyecek ve içeceklerin yenebileceğine zorlama fetva çıkarmağa çalışan, verdiğim misaldeki gibi Müslüman din görevlilerine bu zamanda maalesef çok rastlanmaktadır. Gazozları eksik fennî bilgiler ve çeşitli kıyâs maal’-fârık’larla aklamak gayretlerine karşı söylenebilecekler arasına, Peygamberimiz’in (s.a.v.) Suriye’den gelen bir peyniri yemiş olmasıyla alâkalı bu misalin doğru yorumunun eklenmesinde de fayda vardır.

Yukarıda bahsettiğimiz şekilde, bazı fıkıh profesörlerimizin de üzerine vurgu yaptığı fen ve din ilimlerinin birlikte mezcedilebilmesi ihtiyacı ve bu ihtiyacı karşılayacak üniversite kurulması, helal gıda meselemizle de yakından ilgilidir. Çeşitli mevzularda reformlar yapan mevcut siyasî iktidarın, Anayasa, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) gibi aşılması zor bürokratik engelleri bulunan bu mevzudaki bürokratik engelleri aşabilmesi bugün için çok zor görünmektedir. Önceki hükümetler döneminde Millî Eğitim Bakanlığı müsteşarlığı yapmış bir kişiye, kendi dönemindeki millî eğitim reformları faaliyetleri mevzuunda bir toplantıda yaptığı konuşmasından sonra, soru-cevap bölümünde söz alarak; “-Fen ve din ilimlerinin birlikte okutulduğu üniversiteler kurulması yönünde de proje üretme çalışmalarınız oldu mu?” sorum karşısında, o eski MEB müsteşarı bir an düşünmüş ve daha sonra da; “-Olmaz öyle birşey!” şeklinde bana sert bir mukabelede bulunmuştu.

24.2.2008 Tarihinde İstanbul’da yapılan “1.Uluslararası Helal Gıda Konferansı”nda sunduğum tebliğimde de lüzumuna açıklık getirmeğe çalıştığım böyle bir üniversitenin kurulması mevzuunu, yüz yıl önce ilk defa Bediüzzaman Said Nursi çok aktif olarak savunmuştur. Kendisinin Doğu Anadolu’da bir “Darülfünûn-u İslâmiye” kurmak tasavvuru, 1898-1905 yıllarında Van’da Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldığı dönemde ortaya çıkmış, bu tasavvurunun sistematik hale getirilmesi ve projesinin neşredilmesi 1911 tarihli “Münazarat” isimli eseriyle olmuştur. “Emirdağ Lahikası” isimli eserinde de, bu üniversite projesinin tahakkuku için 55 yıl çalıştığını söylemektedir.

Bediüzzaman, bu eğitim kurumunun bütün İslâm dünyasına açık olmasını, maddiyat engeline takılmadan talebelerin buraya devam edebilmesini, eğitim ve öğretimin bütün kademelerinin birbirinin devamı olarak ayni müessesede görülmesini hedeflemiş; dinî ilimler, fen bilimleri ve tasavvufun birlikte okutulacağı bir müfredatın takibini istemiştir. İlkinin ülkemizde kurulmasından sonra, diğer İslâm ülkelerinde de kurulabilecek olanlara emsal olmasını istediği bu Darülfünûn’un Türkiye’deki tesis yerleri olarak, İslâm coğrafyasının merkezlerinden olan Bitlis, Van ve Diyarbakır’da açılmasını istemiştir.

Din ilimleri, fen ilimleri ve tasavvufun birleştirileceği bir üniversitenin müfredatına intibak edebilecek öğrencilerin ayni istikamette alt kademe öğrenimi, yani ilköğretim ve orta öğretimini de bu üniversite bünyesinde görmesi gerekecektir. Zira, ancak böyle bir kaynaktan gelen öğrenciler bu üniversitede başarılı olabileceklerdir. Öğrenim dili olarak hem Arapça’yı hem Kürtçe’yi hem de Türkçe’yi kullanacak resmî seviyeli özel bir kuruluş halindeki bu üniversite, yıllardır ülkemize büyük maddî ve manevî kayıplar verdiren terörizmin kaynağındaki “bütün kötülüklerin başı olan cehalet”e karşı çok mühim bir deva niteliği de gösterebilecekti.

Batıdan kopyalanmış ve o modele şartlanılmış bugünkü maarif sistemimize göre, Bediüzzaman’ın bir asır öncesinde ilk defa tasavvur ettiği bu eğitim modeli bazılarına göre “çok uçuk” gelse de, devlet üniversitelerimizde son yıllarda yapılan sempozyumlarla ciddî şekilde tartışılmağa başlanmıştır.

Bir yıl önce Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörlüğü, Mardin Valiliği, Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı tarafından Bediüzzaman’ın bu mevzudaki fikirlerinin ilmî olarak tartışılması için Mardin Artuklu Üniversitesinde yapılmış olan “Münazarat Sempozyumu”ndan sonra, 12-14 Ekim 2012 tarihlerinde de Van’da Said Nursi ve eğitim felsefesiyle ilgili olarak “Medresetüzzehra Sempozyumu”nun hazırlıkları yapılmaktadır. Bu sempozyumla ilgili bilgilere www.medresetüzzehrasempozyumu.org web sitesinden ulaşılabilmektedir.

Gerek bir yıl önce Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yapılan “Münazarat Sempozyumu”nda, gerekse 12-14 Ekim tarihlerinde Van’da yapılmasının hazırlıkları devam eden “Medresetüzzehra Sempozyumu”nda, anahtar hükmünde bir ölçü olarak, yukarıda bahsettiğim vicdanın ziyası olan din ilimleri ve aklın nuru olan fen ilimlerinin imtizacıyla hakikatın tecellî edeceğine vurgulamada bulunulduğu ve bundan sonra da bulunulacağı anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın daha önce de naklettiğim bu mühim vecîzesinin Münazarat adlı eserindeki tam ifadesi şöyledir:

“Vicdânın ziyâsı, ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizâcıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervâz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.”

Şu hususa da ayrıca temas etmekte fayda vardır: Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası-2’de, batı medeniyetinin semavî kanunlara muhalefet ettiğini ve bunun tokadını yiyeceğini bildirmektedir. Medyaya akseden haberler bunun tezahürlerinin görülmeğe başlamasıyla ilgili olabilir. Müslümanlar, batının kriterlerine uymaktan önce İslâm’ın kriterlerine uymalı, hem yiyecek ve içecek seçimlerinde, hem de diğer hususlarda körükörüne bir “batıcı”lıkla “batılı olmak” adına “bâtılı almak” hatasından sakınmayı kendisine mühim bir vazife bilmeli ve bunun için çok dikkatli ve hakla bâtılı ayırt edecek şekilde seçici olmalıdır.

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Gazozlar “Helal” midir?

Gazozlar mevzuu, helal gıda ile alâkalı tartışma mevzularından biridir ve değişik zamanlarda tekrar aktüel olarak gündeme gelmektedir. 29.6.2012 tarihli gazetelerde de, Fransa’da tüketici haklarından sorumlu kamu kuruluşu olan Millî Tüketim Kurumu (INC) tarafından gazoz cinslerinden biri olan Coca-Cola’nın gizli formülünde yer alan bazı katkı maddelerinin açıklanması sebebiyle, gazozlar mevzuu yeniden aktüel oldu ve gündeme geldi; Coca-Cola firmasının ve onun Türkiye temsilciliğinin beyanları medyada tekrar yer aldı.

Kırk yıl önce vefat etmiş olan babamın hayatta bulunduğu sırada, dindar bir doktor oluşu sebebiyle onun söyleyeceklerine itimat edilerek, gazozlarda alkol olup olmadığı ve içilmesinin helal olup olmadığı çok defa dindar kişiler tarafından kendisine sorulurdu. Halbuki, bu bir tıp konusu değildi. Babam, mahiyetini bilmediği meşrubat ile ilgili, hüküm ifade eden şeyler söylemez; fakat kendisi de hiç içmezdi. Babam gibi, her Müslüman da hangi meslekten olursa olsun, mahiyetini iyi bilmediği meşrubat hakkında hüküm ifade edecek şeyler söylememeli; ancak şüpheli bir durumu varsa ondan sakınmalıydı.

İstanbul Üniversitesi’ndeki kimya tahsilim esnasında, yaz aylarında ayni sınıftaki üniversite kimya bölümü öğrencileri olarak Türkiye içinde teknik gezilere çıkmış, çeşitli kimya tesislerini yerinde görüp incelemiş ve ilgililerden teknik bilgi almıştık. Bu teknik gezilerimizde, en basitinden en gelişmişine kadar, gazoz imalathane ve fabrikalarını da gezmiştik. Sınıf arkadaşlarımdan birinin babası da Anadolu’nun bir şehrinde gazoz imalatçısıydı ve teknik gezimizde bizi kendi imalathanelerine de götürüp orada bize teferruatlı teknik bilgi vermişti. Üniversite kimya bölümü öğrencisiyken, IAESTE adlı milletlerarası kuruluş vasıtasıyla bir yaz tatilinde gittiğim İspanya’da staj yaptığım yer de, bir meşrubat fabrikasıydı. Böylece, üniversitede kimya bölümü öğrencisi olduğum yıllardan başlayarak, gazozlar hakkındaki bilgileri de hem öğrenmiş ve hem de imal edildiği yerleri görmüştüm. Üniversite öğretim elemanı ve öğretim üyesi olarak çalıştığım yıllar boyunca da, “Sulu Çözeltiler” gibi başlıklar altında bunları genişletilmiş şekliyle teorik olarak anlatmıştım.

Şimdi için de geçerli olacak şekilde, tüm gazozlar hakkında çok kısa olarak özetlenebilecek teknik bilgi şuydu: Gazozların en basiti olan sade gazozlarda bile su, şeker, tad ve koku verici esanslar ve koruyucu maddeler vardır. Bunları su ile tam karışmış (suda çözünmüş) olarak ihtiva eden gazozun sulu ana çözeltisi, basınçlı karbondioksit gazıyla şişelere ve alüminyum kutulara doldurularak satışa sunulur. Gazozları kasdetmek için ekseriya eksik olarak sıfatlandırma yaparak kullanılan “gazlı içecek” veya “asitli içecek” gibi kelimeler, gazozları tarif ve karakterize edici olarak kâfi değildir. Maden suyu, soda, bira, şampanya gibi başka içecekler de “gazlı”; limonata, portakal suyu, vişne suyu gibi başka içecekler de “asitli” içecektir. Bunların bazılar helal, bazıları ise haramdır. Gazozlar, basınçlı karbondioksitle şişe ve kutulara doldurulduğu, kapakları açıldığında fiziksel olarak çözünmüş karbondioksit atmosfer basıncıyla dengeleninceye kadar gazozdan gaz kabarcıkları halinde çıktığı için “gazlı”, karbondioksitin kimyasal olarak kısmen suda çözünüp karbonik asit hasıl etmesiyle “asitli”dir; fakat ayrıca “şekerli”, “esanslı” ve içindeki esansları suda çözünmüş hale getirmek maksadıyla kullanılmış olan “alkollü”dür.

Çünkü, tad ve koku verici esanslar, yağ cinsinden ve suda çözünmeyen (hidrofob) maddeler olduğundan, bunları gazozun asıl maddesi olan suda çözünür hale getirmek için, hem suyla ve hem de yağ cinsi maddelerle homojen (özelliği her tarafında ayni) karışım yapabilen “ara çözücü” olarak “alkol” (sekerat verici içeceklerdeki, sekerat verme özelliğini gösteren “etil alkol”) kullanılması çok yaygındır.

Sekerat (sarhoşluk) verici olduğu, için bir damlasının bile içilmesi veya başka bir şekilde vücuda alınması haram olan “etil alkol” (bundan sonra, bu yazıda “etil alkol” kasdedilerek, sadece “alkol” denilecektir) yerine, onun gibi “ara çözücü” olarak yağları suda çözünür hale getirebilecek; fakat alkolden farklı olarak, sekerat verici olmadığı için içilmesi veya başka bir şekilde vücuda alınması haram olmayan “propylen glycol” gibi kimyasal maddeler de vardır; ancak gazoz üretiminde “alkol” yerine esansları çözücü olarak “propylen glycol” gibi maddeleri kullanan gazoz üreticisi çok azdır. Buna rağmen, gazoz üreticisi bazı büyük firmalar, nüfusumuzun büyük çoğunluğunun Müslüman olması ve bunların da mühim bir kısmının “alkol” ihtiva eden meşrubattan uzak durması sebebiyle, bu Müslüman halka yapmak istedikleri satışları azalmasın diye sekülerizmle(dünyevîlikle) maalesef doğruyu söylemeyerek, gazoz mamullerinde “alkol” bulunmadığını, her vesileyle tekrar ederler. Halbuki, gazozlarla ilgili 4080 no.lu Standard, Avrupa Birliğine uyum sağlamak için, az miktardaki alkole de “alkolsüz” demekte, Avrupa Birliği Standartlarına göre hazırlanmış Etiket Yönetmeliği’ne göre de %1,2 den az olan maddeler etikete yazılmamakta ve Müslüman halkımız bunları bilmediğinden, gazoz etiketlerindeki “alkolsüz” kelimesine bakarak, içinde hiç “alkol” bulunmadığını zannederek aldanmaktadır.

Dünyanın en büyük gazoz firmaları olan Coca-Cola ve Pepsi-Cola’nın kendi yazılı beyanlarında bile, mamullerinin üretimi esnasında bileşimlerine “alkol”ün girdiğine, fakat bu “alkol”ün az miktarda olduğuna dair mektuplarından http.//www. islamicity.org web sitesindeki Q24 no.lu soruda ve onun A24 no.lu cevabında açıkça bahsedilmektedir ve buna internetten kolayca ulaşılabilmektedir.

Gazozlar, dünyada yıllık ortalama gelir seviyelerine oranla Müslüman ülkelerde ve bilhassa Ramazan aylarında en çok tüketildiğinden, son zamanlarda Filistin hadiselerini de ticarî amaçlarla reklamlarına malzeme yaparak ranta dönüştürmeye çalışan yeni gazoz firmaları, uluslararası pazarlarda Müslümanları cezbeden isimleri marka olarak kullandıkları gazoz mamulleri ile bu pazardan pay kapmağa çalışmaktadır. Bunlardan biri olan 1954 Tunus doğumlu Fransız iş adamı Tevfik Mathlouti’nin İran’da kurduğu, 4 kıtada 30 ülkede aktif olarak satışının yanında Türkiye pazarında da pay arama arayışında bulunan “Zemzem Cola” markalı gazoz firmasının Satış ve Pazarlama Koordinatörünün 27.6.2005 tarihli Akşam gazetesinde yer alan beyanatı, “İslâmî Kola Değiliz” başlığıyla dikkati çekmektedir. Malını hem “Zemzem Kola” markasıyla imal edip satmak, hem de İslâmî kola olmadıklarından bizzat kendisi bahsetmek, tezatlı bir hal değil midir? “Zemzem Cola” Fransa’da “Mekke Cola” markasıyla ve gene Müslümanları cezbetmeğe çalışan bir isim verilerek satılmaktadır. Bu ticarî akıma 2003 Şubat ayında “Kıble Cola” adıyla bir marka daha katılmış; Tunus asıllı üç Fransız da, “Muslim Up” markasında, Müslüman kelimesinin İngilizcesini kullanarak, gazozlarını satmak için Müslüman tüketicileri hedef almıştır.

Dünya menfaatini esas alarak imal ettikleri gazozlara verdikleri İslamî kelimeleri kullanan markalarla Müslümanları gazozlarının müşterileri haline getirmeğe çalışanlara ve Müslümanlarda gazozlarla ilgili çeşitli şekillerde kafa karışıklığı meydana getirenlere karşı, o mevzuu bilenlerin, bildikleriyle Müslüman halkı aydınlatmak mesuliyeti vardır. Birinci derecede Yahudi âlimlerini kasdetmekle beraber, Bakara Sûresi’nin 174-175 âyetleri, bildiğini gizlemenin büyük vebalinden bahsetmektedir. Maddî veya manevî küçük bir menfaat için bildiğini gizlemek, onu çarpıtarak insanlara aktarmak ciddî bir münafıklık belirtisi olmasına rağmen, insanlar bazen kendi uydurduklarına bir müddet sonra kendileri de inanmaya başlamaktadır. Bu şekilde, bilenin bildiğini gizleyip çarpıtması, bilmeyenlerin bilmek hakkını yerini getirmemekle işlenen bir nevî hak gaspı ve zulüm olmaktadır.

Bu mesuliyet duygusuyla, ülkemizdeki çeşitli gıda mamulleri üreten gıda şirketlerinden birinin gazoz sektörüne de gireceğini gazetelerden öğrenince, 13.7.2002’de o şirketin sahibine, başlamak istedikleri gazoz üretimi ile ilgili Müslüman halkımızın ihtiyaç ve beklentilerinden bahseden bir sayfalık bir mektup yazıp, onu iki ekiyle birlikte faksla göndermiştim. İki hafta kadar sonra, 26.07.2002’de o şirketten bana gönderilen cevapta, yazımın dikkatle okunduğu, TSE4080 sayılı “Gazlı Alkolsüz İçecekler” standardında binde beş etil alkol müsaadesine rağmen gazozların “alkolsüz” olarak takdimine haklı tepkime aynen iştirak edildiği, su bazlı ürünlerin aromalandırma ameliyesinde “propylen glycol”de çözünmüş, yağ bazlı ürünlerin aromalandırma ameliyesinde ise “Triacetin” içinde çözünmüş koku verici maddeleri kullandıkları bildirilmekteydi. Bana gelen bu cevap mektubundan memnuniyet duyarak, onu fotokopiyle çoğaltmış ve gazozlar mevzuunda bana soru soranlara, bazen bu cevap mektubundan da bahsedip fotokopisini vermiştim.

Ayrıca eski bir dostum olan “Yeni Şafak” gazetesinin o zamanki Genel Yayın Yönetmeni Selahattin Sadıkoğlu’nu 27.7.2003 tarihinde telefonla arayarak, gazozlar ile ilgili teknik bilgiler veren bir yazı göndermek teklifinde bulunmuştum. Yazımı beklediğini bana telefonda söyleyince, hemen el yazısıyla yazıp faksladığım yazım dizdirilip ertesi günkü (28.7.2003) Yeni Şafak gazetesinin “Düşünce Günlüğü” sayfasında yayınlandıktan sonra, internette de süratle yayılmış; çok kişi tarafından ilgiyle okunmuş, Tüketiciler Birliği ve GİMDES derneği yöneticileri de bu yazımdan haberdar olmuştu.

GİMDES derneği kurucularından ve Yönetim Kurulu Başkanı olan Dr.Müh.Hüseyin Kami Büyüközer’i, yıllar önce “Gıda Raporu” kitabının ilk baskısı elime geçtiğinde gıyaben tanımıştım. Gıyabî tanışmamın vicahî (yüzyüze gelmek) şekline dönüşmesi de, onun “Cola Rekabeti” yazımı okuyup orada bahsettiklerimi mühim telakki ederek, Tüketiciler Birliği ile birlikte ASKON’un Cevizlibağ’daki merkezinde yemekli bir toplantı tertipleyip beni de davet etmesinde olmuştu.

O toplantıda bana verilen 15 dakikalık süre içinde, “Cola Rekabeti” yazımı toplantıya katılmış olan bazı ilim adamları ve yazarlar önünde tebliğ olarak okumuştum. Tebliğim ilgiyle dinlenmiş ve yazılı metinden birer suret, istekleri üzerine, orada fotokopisi çekilip katılanlara dağıtılmıştı. O toplantıya katılan bazı yazarların, o zamana kadar üzerinde durulmayan gazozlardaki alkole medyadaki yazılarında dikkat çekmeleriyle mevzu, medyada uzunca bir süre tartışma konusu haline gelmişti. Yeni Şafak gazetesinin iki köşe yazarı bile, dil afetinden sakınmak için birbirlerinin şahıs ismini vermeden bunu bir süre ayni gazetedeki köşe yazılarında tartışmışlar; bu tartışmalarına internet sitelerinden katılanlar da olmuştu. O toplantıdan sonra, Tüketiciler Birliği’nin ve daha sonra da GİMDES’in, helal gıda ile ilgili istişarî mahiyetteki bazı toplantılarına ve ayni mevzu ile alâkalı bazı radyo ve televizyon programlarına da katılmıştım.

Gazozlardaki alkolle ilgili bu tartışmalar devam ederken girilen 2006 yılının Ramazan ayında, o zamana kadar sekerat verici alkolün bir damlasının bile içilmesinin veya başka bir şekilde vücuda alınmasının haram olduğu ve onun bir damlası ile bin damlasının bu mezuda farkının olmadığını açıkça belirtmesine rağmen, gazozlar mevzuu ile ilgili özel bir fetvası bulunmayan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın verdiği bir iftarda içecek olarak gazozların bulunmaması dikkatleri çekerek, haber şeklinde medyaya yansımıştı.

2006 Yılı Ramazan ayının bundan sonraki günlerinden 12.10.2006 Perşembe günü ise, Türkiye’nin en çok satılan gazetesi, manşet haberi halinde: “Ramazan’da şok eden bir gelişme – Tüketiciler Birliği TÜBİTAK’a inceletti; 10 gazozda alkol çıktı” başlığıyla, Tüketiciler Birliği’nin bu mevzudaki basın toplantısından bahsetmekte; diğer gazeteler de o basın toplantısıyla ilgili haberi çeşitli şekillerde vermekteydi. O haberle öğrendikleri, helal içecek konusuna hassasiyeti olan Müslümanların büyük tepkisini çekmişti. O şok eden gelişme ile tekrar gündemde ön plana çıkan gazozlardaki alkol tartışmalarında Meşrubatçılar Derneği Başkanı’nın “- Gazozlarda alkol bulunması doğal. Meyvelerde ve sebzelerde de alkol var. Bütün dünyada bu normal kabul edilir” beyanı da ayni gazetede verilmekteydi. Bundan sonra, bu mevzuda kâfi bilgisi olmayanlar da dahil, medyada çeşitli beyanlarda bulunanlar oldu. Halbuki, meyvelerde de alkol olduğu ve ekmekte de alkol olduğu iddiaları ile gazozlarda alkol bulunmaması gerektiği hassasiyetine gölge düşürmek istemek, Peygamberimiz (s.a.s.) zamanındaki “Nebiz” adlı helal içecek ile Peygamberimiz (s.a.s.) zamanında bulunmayan gazozlar arasında benzerlik alâkası kurmağa çalışarak alkollü gazozlara helallik fetvası yakıştırmağa gayret etmek, sulardaki temizlik hükümlerini gazozlara da aynen uygulayarak içlerindeki alkolün rengiyle (alkol renksizdir), kokusuyla (gazozdaki koku verici esanslar, alkolün kokusunu kamufle eder, ve hissettirmez) ve tadıyla (gazozdaki tad verici çeşitli maddeler de, alkolün tadını kamufle eder ve hissettirmez) kendini belli etmediğini söyleyerek alkollü gazozları aklamağa çalışmağa, verilebilecek doğru cevaplar vardı.

Allah’ın (c.c.) helal kıldığı bazı meyvelerde, insanlar iradeleriyle ve kasdî işlemleriyle onlarda tahammur (fermantasyon-mayalandırma) işlemi yapmadan, olgunlaşmaları esnasında belki az miktarda alkol de teşekkül edebilir. Fakat, Allah’ın (c.c.) helal kıldığı o meyveleri, o ihtimale dayanarak, hiç kimse haram kılamaz. Hem, ekmeğin kendisinde değil, pişmemiş haldeki ekmek mayasında alkol vardır; fakat ekmek yaklaşık 250’C sıcaklıkta pişirildiği için, kaynama noktası 78’C olan alkol, ekmek pişerken tamamen buharlaşıp ekmekten uzaklaşır. Peygamberimiz (s.a.s.) zamanındaki “Nebîz” adlı helal içecek ise, hurma gibi bazı tatlı meyvelerin sabahtan akşama kadar veya akşamdan sabaha kadar suda bekletilmesiyle yapılır; günün üçte biri kadar olan o müddet esnasında meyvenin bekletildiği suyun içinde fermantasyonla alkolün teşekkülüne sebeb olunduğu söylenemez. Nebîz, helallik bakımından, keskin tadlı hale gelmemiş şıraya benzer ve alkollü gazozlarla kıyaslanamaz.

Madde ilmi olan kimyada “Su; renksiz, kokusuz ve tatsız bir sıvıdır” olarak tarif edilir. Su gibi, renksiz, kokusuz ve tatsız bir sıvıdaki az miktarda necis bir maddenin ya rengiyle, ya kokusuyla ya da tadıyla kendisini duyu organlarımıza hissettirmesi mümkündür. Gazozların ise, içlerinde bulunabilecek az miktardaki alkol gibi necis bir maddenin rengiyle, kokusuyla ve tadıyla farkına varmak mümkün değildir; bu sebeble sularla ilgili temizlik hükümlerinin aynen gazozlara da uygulanabileceğini söylemek, akla, mantığa ve ilmî gerçeklere uymaz. Hem, “Suların kendileri için konulmuş temizlik hükümleriyle kullanılması ‘zaruret’ veya onun yerine geçecek ‘hacet’ten dolayıdır. İbn-i Abidin’de birçok yerde, bunun gibi ruhsatların ‘zaruret’ esasına dayandığı zikredilmiştir. Suların temizliği hükmündeki bu genişlik olmasaydı abdest, gusül, elbiselerin yıkanması ve yerlerin temizlenmesi, bilhassa suyun zor bulunduğu sıcak memleketlerde, neredeyse imkânsız hale gelecek; hayat yaşanmaz olacaktı. Halbuki bu zaruret, gazozlar gibi içinde az miktarda alkol bulunan meşrubatta yoktur ve suların temizlik hükümlerinin, içinde az miktarda alkol bulunan gazozlar gibi meşrubata da aynen uygulanması bâtıldır.. Bir küp şarabı beş küp temiz suyla karıştırsanız, bu karışımı içmek helal olmaz..”

(http://www.gidaraporu.com/enerji-iceceklerinde-sasirtici-fetva_g.htm)

Gazozlar mevzuunda asıl dikkat çekilmesi gereken husus, bir damlasının bile içilmesi veya başka bir yolla vücuda alınması haram olan alkolün, bilerek ve kasdî olarak, gazoz imal edilirken dışarıdan gazoz çözeltisine ilave edilmesidir. Gazozların bu şekilde tad ve koku verici esansları suda çözünür hale getirmek için alkolün dışarıdan kasdî olarak ilave edilmesiyle yapılmasına ve ilave edilen alkolün gazoz içinde bir istihaleye (kimyasal değişime) uğramamasına rağmen, içilerek veya başka şekilde bir damlasının bile vücuda alınması haram olan alkolünün sulardaki temizlik hükümleriyle kıyas yapılmağa çalışılarak, gazozun helalliğine halel getirmemesinden nasıl bahsedilebilir? Böyle bir içeceğe “helallik” hükmü verilebilseydi, o takdirde açıkça haram kılınmış şarap ve onun emsali haram olan bütün alkollü içeceklerin de, bir oturuşta içilebilecek miktarları sarhoş etmeyecek şekilde iradî ve kasdî bir işlemle içlerine su katılıp seyreltilmeleriyle de, Müslümanlar için “helal” içecek haline getirilebilmesi ve serbestçe tüketilebilmesi gerekirdi!

Gazozların imalatı sırasında, gazoz ana çözeltisine alkolün dışarıdan katıldığı bilindiği, Meşrubatçılar Derneği Başkanı tarafından da açıkça söylendiği ve dışarıdan ilave edilen alkolün gazozlar içinde aslını muhafaza ile istihaleye uğramadığı, gıda kontrolüyle ilgili bakan Mehdi Eker’in de; “- Alkol sonradan katılmışsa, gerekeni yaparız” dediği (13.10.2006) halde, “gereken” ne ise maalesef yapılmamış ve gazozlarda laboratuar analizleriyle bulunan alkolün “imalattan sonra fermantasyonla teşekkül ettiği” gerçek dışı savunmasına dört elle sarılarak, mevzu kapatılmak istenmişti.

Tüketiciler Birliği’nin TÜBİTAK laboratuarlarında yaptırdığı analizlerde, imal ettiği markalı gazozunda alkol bulunan firmalardan birinin Halkla İlişkiler Sorumlusu da, aleyhlerinde neşriyat yapılmaması ve satışlarının düşmemesi için, çok satılan bir günlük gazetenin Genel Yayın Müdürü’ne yaptığı ziyarette; “kendilerinin imalat sırasında kesinlikle alkol kullanmadıklarını, analizlerde kendi gazozlarında tesbit edilmiş olan alkolün, imalat esnasında dışarıdan ilave etmek suretiyle değil; imalattan sonra ve zamanla teşekkül etmiş olabileceğini” söylemesi ve bu sözlerinin o gazetede firmanın açıklaması ve savunması şeklinde yayınlanması, bu mevzuda gerçek bilgisi olanları tekrar üzmüştü. Çünkü, yukarıda söylediğimiz ve tüm endüstriyel gazozların etiketlerinde yazılı olduğu gibi, sade ve basit olanları da dahil, bileşimlerinde “koruyucu maddeler” de vardır ve bunlar gazoz içindeki şekerin zamanla fermantasyonla az miktarda bile olsa alkole dönüşmesini de önler. Hem, gazozlar üretilirken hava ile temasları kesilecek şekilde basınçlı karbondioksitle şişe ve alüminyum kutulara doldurulduğundan, fermantasyonla şekerlerden alkolün teşekkülü için pozitif katalizör (reaksiyonun hızını arttırıcı) olarak vazife gören havadaki “Zymas enzimi” de, onların kapalı ambalajlarında bulunmaz. Üretimi tamamlanıp şişe ve kutulara basınçlı karbondioksitle doldurulmuş ve hava ile teması kesilmiş gazozlarda bundan sonra fermantasyon olsaydı, içlerinde yüksek oranda şeker ihtiva edenleri de bulunan tüm gazoz çeşitleri, üretimlerinden bir müddet sonra “gazoz” olmaktan çıkar ve “çok alkollü içki” haline gelirdi!

Bahsedilen o firmada imalatla ilgili sorumluluk taşıyan bir işçinin, çalıştığı fabrikanın kalite kontrolü biriminden, “ürünün iyi çıkmadığı” ikazını alınca; “-Kabahat bizde değil; alkol tanklarını temizletmeniz icabediyor” cevabını verdiği, o işçinin üniversite mezunu ve sözüne güvenilir oğlu tarafından bana nakledilince, gazoz imalatı da yapan o gıda firmasının fabrikasındaki alkol tanklarının mevcudiyet sebebinin ne olduğu ve alkol tanklarının temizliğiyle, ürettikleri hangi gıda ürününün kalitesi arasında ilişkinin olduğu sorusu, merakımı mucip olmuş ve zihnimi bir süre meşgul etmişti.

Bunları ard arda ve üzülerek yaşadıktan sonra, Tüketiciler Birliği’nin TÜBİTAK laboratuarlarında yaptırdığı analizlerde imal ettiği gazozunda alkol bulunanlardan, son olarak bahsettiğim o gıda şirketinin en yetkililerinden birisinin de bulunduğu bir toplantıda, gündem dışı söz almak ihtiyacını hissedip:

“-Helal gıda, Müslümanlar’ın hayatında en çok dikkat edeceği şeylerden biridir. Bir gıda firmasının Müslüman halkın helal gıda ihtiyacını karşılayacak şekilde üretim yapmasının; ‘Sebeb olan yapan gibidir’ kaidesine göre o firma sorumlularına kazandıracağı çok büyük sevabı olabileceği gibi, Müslümanlar o firmaya helal gıda ürettiği hususunda güven duyup mamullerini alıyorlarsa, onlar için helal gıda üretiminde tam hassasiyet göstermemek de, ayni kaideye göre; fakat aksine, gıda ürünlerini alan Müslümanlar’ın firmaya bu mevzudaki güveni kötüye kullanılmış olacağından, firma sorumlularına yüklenecek büyük bir günah yüküdür.” sözlerini söylemeyi kendime vazife telakki etmiş ve o topluluk önünde açıkça söylemiştim.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

 ————————————————————————————————-

Alcohol: In soft drinks

Q24 : I attach copies of two letters from the manufacturers of Coca-Cola and Pepsi-Cola which clearly indicate that alcohol is a part of the basic formula of both of these drinks. In the light of this information, is it permissible for Muslims to consume these drinks?

A24 : Thank you for attaching copies of these two letters. I will begin by quoting the relevant parts. The manufacturers of Coca-Cola in Britain say in their letter: “Some of the flavors in our products are produced by an alcohol extraction of natural substances. However, the extremely small amount of alcohol involved in the process becomes insignificant in the beverage.” Schweppes International which produces Pepsi-Cola says: “Pepsi-Cola contains only a small amount of alcohol, which is present in order to dissolve the flavoring. The composition of the natural flavoring is confidential and it is only known to a few individuals of the Pepsi Headquarters in U.S.A.” Both letters indicate clearly that alcohol is used in the preparation of these beverages.

 (http://www.islamicity.org/dialogue/q24.HTM)

Ayasofya ne zaman tekrar cami olacak?

Bir 29 Mayıs daha geldi ve geçiyor; İstanbul’un 1453’te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinin bir yıldönümü daha.. Fethin sembolü Ayasofya’nın fetihten sonra asırlar boyunca İstanbul’un en mühim camisi olarak ibadete açık olmasından sonra, yakın geçmişte içinde namazın yasaklanmasının üzüntüsünün daha fazla deşildiği bir tarih de oldu 29 Mayıs’lar..

Niçin her şuuru uyanık Müslüman’ın kalbi, Ayasofya denilince burkuluyor, imanî bir ıstırap ifadesi yüzünde beliriyor? Niçin Ayasofya’nın cami olarak açılması için en fazla mücadele edenler bile, hâlâ Ayasofya’nın esaretini giderebilmek meselesinde vazifelerini yapmış olmanın huzurunu hissedemiyorlar?

Kimbilir, belki ortada sadece Ayasofya’nın esareti olarak ona ait bir dava değil, Ayasofya’nın esaretinin ve aslına aykırı kullanılma davasının âbidesi haline geldiği Ayasofya’dan çok daha mühim bir dava olduğu için.. Ayasofya da, bu davaya günümüzde bir sembol olabildiği için.

Taş, kireç, kumdan mamul bir mimarî eserin, Fatih’in cami olarak kullanılması ferman ve vasiyetine rağmen, içinde namaz kılmanın yasaklanıp müze olarak kullanılmakta devamına karşı, Müslümanların direnişle, itirazla, Hak’tan bahisleri onlara vazifelerini yapmış olmanın huzurunu veremiyorsa, bunun sebebi; diğer tarafta et, kan ve kemikten mâmul ve Kâinatın Efendisi Son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s), İslâm imanını taşımak ve İslâmiyet’i her haliyle yaşamak vasiyetine rağmen, nüfus kâğıdındaki «Müslüman» kelimesinin manâsından bile habersiz, maneviyatça içi boş insanların mevcudiyetinin çokluğundandır.

Ayasofya’nın tekrar camî olarak açılmasını, fethin sembolü olarak içinde İslâmiyet’in tekrar dirilişini isteyen Müslümanların etrafında, bizim etrafımızda, her gün, her yerde şimdiki Ayasofya misâli milyonlarca insan dipdiri meyyitler gibi konuşur, gezer ve ömür sermayelerini tüketirken, onların içlerinde İslâmiyet’in dirilebilmesi için hakkı tebliğ vazifesi gerektiği gibi yapılmadığı içindir.

Evet, mahzun Ayasofya.. Dört minaresiyle gören ona camidir dese ve içinde namaz kılmağa teşebbüs etse, müze idarecileri onu menederler; Ayasofya’nın halen cami değil, bir müze olarak halka açık olduğunu söylerler. Aslında, müze kelimesi de Ayasofya’nın şimdiki durumunun tam hakikatini ifade etmez. Şimdiki haliyle Ayasofya, bir Müslüman’ın, zevâhirin ardındaki aslîyi görmek melekesi varsa onunla idrâki yönünden, bir semboldür. İçlerinde İslâmiyet’in diriltilmesi icabeden ve nüfus kaydında «Müslüman» da yazılı olmasına rağmen, Müslümanlığı yaşamayan, içi maneviyatça boş insanların sembolü. Sanki o, asrımızda bu durumdaki Müslümanların îmanları kurtarılmağa şiddetle muhtaç hallerine dikkati çekmek istercesine, Kur’an ve iman davasının ehemmiyetine, cesâmet ve ihtişamiyle dikkati çekmeye çalışan bir âbide: Ayasofya Âbidesi!..

Ayasofya’ya yalnız hüzünle değil; içi maneviyatça boş insanlara yapılması gereken hakkı tebliğ vazifesini ikaz edecek bir âbide gözüyle de bakmalıyız. Sultanahmet’ten geçerken veya resimleriyle gözümüze ilişince, dışından veya içinden onu baktığımız zaman, Fatih’in mirâsı olan Ayasofya’nın vakfiyesine uyulup cami olarak tekrar açılarak Fatih’in vasiyetinin tahakkukunun lüzumunu düşünürken, zihnimizi bundan daha mühim düşünceler de istilâ etmelidir.

Peygamberimiz’in (s.a.s) bize emaneti olan İslâm’ı yaşamayan insan cismindeki Ayasofya’ların içlerinde İslâmiyet’in diriltilmesinin lüzumunu ve ehemmiyetini de düşünmeliyiz. Taş, kireç ve kumdan Ayasofya’yı, kendilerinin bir sembolü olarak âbideleştiren, et, kan ve kemikten mâmul, insan bedeni şeklindeki Ayasofya’ların, vakfiyelerine ve emanet şartlarına uygun olarak kullanılmaları için de mücadele etmeliyiz. Yalnız Ayasofya Âbidesi’nin içindeki İslâmiyet’in dirilişi için bu emanetin şimdiki sahiplerine müracaat etmek, elbette ki bu mevzuda vazifemizi yapmış olmanın huzurunu duymamız için kâfi değildir. İslâm imanından ve yaşayışından uzak insan kalıbındaki cesetlerin İslâmiyet’i hakikî bir imanla kabul etmeleri ve yaşamaları için, içlerinde İslâmî dirilişi temîne çalışmazsak; elbette ki bu mevzuda vazifemizi tam yapmış sayılamayız.

Ayasofya Âbidesine acımaktan çok, içinde bulunduğumuz âhirzaman şartlarında sayıları çok artmış olan insan bedeni şeklindeki Ayasofya’lara acımalıyız ve yalnız Ayasofya’nın değil, onların kurtuluşu için de çalışmalıyız. Ayasofya Âbidesini de, bu çok mühim ve farz-ı kifaye olmaktan çıkıp farz-ı ayn haline gelmiş hakkı tebliğ vazifemizi cesameti ve hüznüyle bize ikaz eden bir âbide gibi görmeliyiz.

Kurtuluş bekleyen insan bedeni şeklindeki Ayasofya’lar, emanetçileri tarafından vakfiyelerine uygun olarak kullanılmağa başlanınca; nüfus kâğıdı Müslümanları, İslâmiyet’i hakikî bir imanla kabul edip onu bütün icaplarıyla yaşamayı kendilerine gaye yapınca, Ayasofya’nın da hakkı tebliğ vazifemizi ikaz eden büyük bir “âbide” olmak vazifesi tamamlanacak; vaktiyle tezatlı hallerini sembolize etmeğe çalıştığı insanları, bu inkılâbdan sonra namaz safları halinde bağrına basacağı “Ayasofya Camii” haline geliverecektir.

 Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Kadınların Şer’i Tesettürü Yozlaştırılmamalıdır!

Son zamanlarda küreselleşmenin bazı zararları, iletişim teknolojilerinin ekseriya kötülüğü yaymak için kullanılması, bazı moda cereyanlar ve zararlı medyanın da tesiriyle, kadınların şer’î tesettürü (İslâm’ın emrine göre örtünmesi) bilhassa manevî bakımdan çok tehlikeli bir şekilde yozlaştırılmağa ve aslından saptırılmağa çalışılmaktadır. Bunun çok kötü misalleri, Bahar mevsiminin gelmesiyle daha da çok görülmektedir. Hatta, tesettürü evi ve mahremleri dışında, gözalıcı renk ve desenlerde başörtüler örtmek (bir nevî süslenmek) zannedip uygulayan “altı kaval, üstü şişhane” deyimini hatırlatır şekilde sokaklarda, hatta cami ve türbelerde boy gösterenlere de çok rastlanmaktadır.

İslâm’da tesettürün aslı ve esasının, sağlam Kur’anî deliller ile sabit kesin bir ve hüküm olduğu hususunda İslâm âlimleri ittifak etmişlerdir. Merhum şehîd İskilipli Âtıf Hoca’nın 1ve 339 tarihinde bastırdığı ve üzerinde “Ahkâm-ı tesettüre vâkıf olmak isteyen her erkek ve kadın Müslüman’ahatta bir nüsha lâzımdır” yazısı bulunan “Şer’î Tesettür” adlı risalesinden bazı mühim hususları nakletmek; şer’î tesettürün yozlaştırılmasına karşı İslamî gerçeği bilenlere hatırlatmak ve bilmeyenlere de bildirmek için faydalı olabilir.

Hicret-i Nebeviye’nin 4. senesinin Zilkade ayına kadar cahiliye (İslâm’dan önceki) devrinin iki âdetinin devamıyla, Müslüman kadınlar da iki omuzları arasından arkaya sarkıttıkları fakat tamamen gerdanlarıyla göğüslerinin bir kısmını açık bırakan “çar” denilen örtüyle başlarını örterlerdi ve her kim olursa olsun, namahrem (İslâm’da evlenmelerinde engel teşkil edecek akrabalığı olmayan) erkeklerle zaruretsiz karışıp görüşerek konuşurlardı. Hicret-i Nebeviye’nin 4. senesinin Zilkade ayında tesettür âyetleri (Ahzâb Sûresi, 59 ve Nûr Sûresi, 31) inerek, bu cahiliye âdetlerini kaldırmış ve içinde birçok faydalar bulunduran iki çeşit tesettür farz kılınmıştır.

Kadınların tesettürünün birinci çeşidi, buluğa erdikten sonra “cilbab” ile, yani başından itibaren bütün bedenini başından topuklarına kadar bürüyecek geniş bir “dış elbise” ile örtüp, (kocası ve kendileriyle evlenmeleri yasak bulunan) mahreminden başka hiç kimseye, azasını İslâm’ın (gösterilmesine) izin verdiğinden fazla göstermemektir. Bu “dış elbise”nin azayı belli edecek şekilde dar ve ince olmaması da gerekmektedir. Sadece vücudunun tenini örtüp hattını belli eden “dış elbise”, şer’î tesettüre uygun değildir. Peygamberimiz (s.a.s.): “Suretde elbiseli, hakikatte çıplak kadınlara, Allah lânet etsin” buyurmuştur.

Diğer bir hadis de şöyledir: “Ehl-i cehennem’den iki zümre var ki, bunları (dünyada henüz) görmedim: Birisi, sığır kuyrukları gibi kırbaçlar tutarak onlarla insanları döver(ta’zir ve ta’zib eder)ler. Diğer bir kısmı kadınlardır ki; gerçi giyinmişlerdir, fakat çıplak görünürler (zînet yerlerini açarlar, vücut hatlarını belirtecek şekilde ince ve dar elbiseye bürünürler). Başka kadınları kendileri gibi yapmaya teşvik ederler. Bunların başları, içine doldurdukları bezler ve saçlarla deve hörgüçlerine benzer. İşte bunlar ne cennet’e girerler, ne de pek uzak mesafeden intişar eden (yayılan) râyihasını koklarlar.” (Riyâzüssalihin Tercümesi, c. 3/198)

Tesettürle ilgili “Ancak bunlardan görünmesi zarurî (yerler) müstesnâdır” âyet meali gereğince, kadınların yalnız zînet-i zâhire yerlerine, yani yüzleri ile ellerinin açılıp görünmesine İslâm’da izin verilmiştir. Bir hadise göre de, ayak bileklerinden aşağısı hem namaz, hem de bakmak hususunda avret değildir. Mahrem olmayan kadınların bu uzuvlarına şehvetsiz bakmak, haram ve yasak değildir. Şehveti tahrik edeceği muhakkak veya muhtemel bulunursa, mahrem olmayan kadınların bu azalarına bakmak da İslâm’a göre haram ve yasaktır. Zira “Gözler zina ederler” hadis-i şerifi mucibince, şehvetle bakmak, bir nevi zinadır.

Hz.Âişe (r.a.) validemiz “Ancak bunlardan görünmesi zarurî (yerler) müstesnâdır” âyet mealine göre, kadınların yüzlerinde açılmasına izin verilen yerlerinin ancak birer gözleri olduğu içtihadında bulunmuş ve bunun gerekçesini açıklamıştır; tesettür hususunda İmam-ı Şâfii hazretlerinin mezhebi de, Hz.Âişe’nin (r.a.) içtihadına dayanmıştır. Yüz meselesi hakkında Şâfii’nin sözü-görüşü azimet, Hanefî’nin sözü-görüşü ise, ruhsat ve genişliktir. Ancak, ihtiyar kadınlar bu hükümden hariçtir.

Bu mevzudaki diğer bir hadis-i şerif gereğince, kadının elbisesinin topuk kemiklerinden kısa olması ve yerde sürünecek derecede uzun olmaması da şarttır. İlgili âyetteki “cilbab” kelimesinin manâsına uygun “dış elbise”nin biçimi konusunda ise, açıklık yoktur ve belirtilen şartlara uygun değişik elbiseler olabilir.

Kendilerine mahrem olmayan genç kadınların ellerine dokunmak veya onlar ile tokalaşmak, İslâm’da haramdır. Dokunmak, şehveti tahrik hususunda bakmaktan daha kuvvetlidir. Ancak, mahrem olmayan erkeklerin ihtiyar kadınlar ile tokalaşmasında sakınca yoktur.

Kadınların tesettürünün ikinci çeşidi Ahzâb Sûresi 33. ve 53. âyetlerinde açıklanmıştır: Zarurî bir ihtiyaçları olmadıkça, evlerinden çıkıp, kendilerine mahrem olmayan erkeklerle karışıp görüşmemektir.

Bu tesettür âyetleriyle, İslâm tarafından cahiliye âdetlerinden ikisi daha ortadan kaldırılmıştır. Bu âyetlerle, İslâm’dan sonra fısk ve fücur (gayr-i meşru günah) sebebiyle cahiliyet devrindeki çirkin âdetleri diriltmekle yeni bir “cahiliye” devrinin açılması ise, şiddetle yasaklanmıştır.

Kadınların şer’î tesettürü bahsedildiği şekliyle kat’î farzdır ve bu farz asırlar geçmekle, bahsedilen şeklinden farklı bir şekle girmez. Bu farzı inkâr edenler, İslâm dairesinden çıkar ve kâfir olur. Onu inkâr etmeden aykırı hareket eden kadınlar da günahkâr olup, fiillerine göre ceza ve ilahî azabı hak ederler.

Kadınların şer’î tesettürü hakkında beyan olunan Kur’anî delillerin bazıları zahiren Peygamber (s.a.v.)’in mübarek zevcelerine tahsis olunmakta ise de; ya Peygamberimiz (s.a.v.)’in mübarek zevcelerine uyarak veyahut “hususî”yi zikredip “umumî” yi irade kabilinden, mecaz olarak hükmü sair Müslüman kadınlara da şâmildir. Bu sebeble, İslâm dinini kabul eden her kadın, İslâmî tesettürle ilgili şer’î delillerin tümünün hükmü altına girer.

İskilip’li Âtıf Hoca’nın “Şer’î Tesettür” adlı risalesinde, asrımızın bazı kadınlarının tesettüründeki İslâm’dan uzaklaşma ve yozlaşmalara karşı İslâmî gerçeklerden bahseden yukarıdaki kısımlardan başka; “Müslüman hanımlara yabancı olmayan erkekler (13 sınıf) – Kadının çalışma durumu – Tesettürün İslâmî hikmetleri – İslâmî tesettürün faydaları – Kadınların öğrenmesi gereken ilim ve sanatlar” başlıklı bahisler de bulunmaktadır.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU