Etiket arşivi: Prof. Dr. Osman Çakmak

Sonsuzluğa Ve Sınırsızlığa Açılan Bir Kapı: Holografi

Materyalizmi Yıkan Gerçekler

Varlığın zaman ve mekâna bağlı olmayan metafizik özelliklerini ve sırlarını gösteren bir örnek olan holografi ile fizik ötesine kapılar aralanmaktadır. Bu yazımızda holografiyi anlamaya çalışacağız. Önce holografinin nasıl keşfedildiğine göz atalım.

Holografinin sırrı

Öncelikle hologramın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışalım. Bir hologramı oluşturmak için tek bir lazer ışınının, iki ayrı ışına ayrılması gerekir. İlk ışını, fotoğrafı çekilecek nesneye sektiriyoruz. Sonra ikinci ışını, ilkinin yansıyan ışığıyla çarpıştırıyoruz. Ortaya bir girişim deseni çıkıyor. Deseni kaydedip film üzerine bakıyoruz. Şimdi ortaya görüntünün fotoğrafı çıktı ama fotoğrafı çekilen nesneyle hiçbir benzerlik yok. Başka bir lazer ışınını (başka parlak bir ışık kaynağı da olabilir) filmin içinden geçirdiğimizde hiç tahmin edemeyeceğimiz bir şeyle karşılaşıyoruz: Şimdi orijinal nesnenin üç boyutlu (en-boy-derinlik) bir görüntüsü karşımıza çıkıveriyor.

İşte bu bir holografik görüntü! İsterseniz bu üç boyutlu görüntünün çevresinde dolaşabilirsiniz. Hatta gerçek bir nesneymiş gibi ona değişik açılardan da bakabilirsiniz. Ancak dokunamazsınız. Dokunmak istediğinizde eliniz görüntünün içinden geçip gider. Çünkü, bir nesne değil, hayalet bir görüntü bu.

Olayın daha ilginç tarafı, üzerine bir insan görüntüsü kaydedilmiş bir holograf filmi elinize alın. Onu ikiye bölün ve sonra her parçayı lazerle aydınlatın. Ne görürsünüz? Her iki yarısında da insanın tam resmi vardır! Yarım filmleri tekrar tekrar bölelim. Bölünen her parçada yine insanın bütün resmini görmeye devam ederiz. Resmin en küçük parçasında bile resmin bütünü ve tamamı vardır!

David Bohm’ın Keşifleri

Kuantum fizikçisi Dr. David Bohm (1917-1992) holografi üzerine belki de en anlamlı ve kapsamlı çalışmaları yaptı. Bohm çok yönlü bir bilim adamıydı. O sadece teorik fiziğe değil, felsefe ve nöro-fizyolojiye de önemli katkılar yaptı. Albert Einstein, Robert Oppenmeir, Niels Bohr ve Karl Pribram gibi bilimde öncü kişilerle çalıştı.

1930’da devlet kolejine başladığı yıllar, kuantum fiziğiyle tanıştığı yıllardır Bohm’un. O yıllarda Bohm, birbirleriyle hiçbir ilişkisi olmayan atom altı elemanların aralarındaki kuantum dahilinde karşılıklı bağlantıları ortaya çıkarmıştı. Buluşları karşısında şaşkınlık içinde kaldı. 1950’de Bristol Üniversitesi’nde çalıştığı yıllarda, elektronun, bulunma ihtimalinin sıfır olduğu yerlerde bile kendini hissettirdiğini fark etti. Zihninde yeni şimşekler çaktı.

Bu sonuçları yorumlamaya başladı. “Düzensizlik” dediğimiz “dağılımlar” aslında çok yüksek seviyede, bizim bilmediğimiz bir düzenin parçası mıydı? Sonuçlar bunu gösteriyordu. Bohm böyle düşünüyordu.

Klasik fen, parçacıkları düzenli ve düzensiz diye genelde iki kısımda ele alır. Acaba bu hükümde bir yanlışlık mı vardı?.. Ve Bohm, evrende düzensizliğe yer bulunmadığı kanaatine vardı. Zaten, matematikçiler de düzensizliği ispatlayamamışlardı. Düzensizlik denen şeyler, aslında yüksek ve ileri düzeyde bir “düzenin parçası” idi. Bohm böyle düşünüyordu. O halde kaos teorisinde yanlışlıklar bulunmalıydı.

Kaos değil yüksek nizam

Bohm, bu amaçla basit bir deney tasarladı. Bir kavanoz, içerisine silindir yerleştirdi ve arasına gliserin doldurdu. Gliserinin içine damlatılan bir damla mürekkep, silindir döndüğünde dağılıp kayboluyor, fakat geri döndürüldüğünde tekrar damla haline geliyordu. Düzensiz olması gereken mürekkep dağılımı dahi bir düzene sahipti. Bu deney, ebru sanatındaki suyun yüzeyinde desenlerin oluşmasıyla karşılaştırılabilir. Ortaya çıkan “yüksek simetri” su içerisinde elektronların, sebep sonuç ilişkisi olmaksızın birbiri ile bağlantılı, sanki birbirinden haberdar bulunduğunu göstermektedir. Elbette ki haberdar olarak hareket etmek, şuursuz su zerrelerinin ve elektronların işi olamaz. “İlmi her şeyi ihata eden ve zerreleri birer emre amade asker gibi görevlerine koşturan Yaratıcı”nın fiili olabilir.

Bohm, düşüncelerinde derinleştikçe, evrenin akan dev bir hologramdan ibaret olduğu kanaati iyice pekişiyordu. Bohm, konunun çözümü için yoğun bir beyin fırtınası içine girdi ve amaca en yakın çözümün hologram olduğuna karar verdi. 1980 yılına gelindiğinde düşüncelerini “Wholeness and the Implicate Order” adlı kitabında bir araya getirdi.

Holografik film üzerindeki girişimler, sathî bir bakışla düzensiz gibi görünür. Halbuki orada gizli ve kolay fark edilemeyen bir düzen yer almaktadır. Kaos teorisinde evrende düzensizlik olduğu iddiası, holografinin ortaya koyduğu düzeni görememekten kaynaklanmaktadır.

Kaos düşüncesine nereden varılmıştı?

Birbiri ile karmaşık ilişkileri olan ince ve hassas düzenin fark edilmesi kolay olmamaktadır. Bunun için önyargıdan uzak, gelişmiş bir zihin yapısına; resmin bütününü görmeyi gerektiren holografik bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Materyalist anlayış, inanca karşı bilimi alet etmeye çalışır ve bu amaçla bilimsel(!) dediği bazı argümanları kullanır. Evrendeki yüksek nizamın olağanüstü girift ve karmaşık yapısı, yüzeysel bakanlara kendini gizlediği için materyalistler “düzensizlik” varmış gibi göstermeye çalıştılar.

Sonuç olarak, fizik ötesi gerçekliğin yeni bir adı olan hologram teorisi ile Newton’un katı determinizmi buharlaşıp uçmakta, onun yerine maddenin sınırlamalardan kurtulduğu, her şeyi ile birbirine bağlı bir hareketli evren ve varlık modeli ortaya çıkmaktadır. Maddenin ne olduğu anlaşıldıkça, “kaos”un bilgisizlerin kâbusu olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

Prof. Dr. Osman Çakmak / Zafer Dergisi

Atomlarla Bir Kur’an Yazmak

Küçük şeyler’i küçük görmek, biz insanların neredeyse alışkanlık hâline getirdiği bir hatadır. Sanki bir şey küçüldükçe basitleşir, sıradanlaşır ve önemsiz bir hâl alır. Kâinatta yaratılmış sayısız küçük güzel şeyi, bu kaba anlayışın gölgelemesine razı olmayan Bediüzzaman, eserlerinin pek çok yerinde, küçüklerdeki sanatın büyüklerden geri kalmadığına dikkat çekmektedir. Bu meyanda verdiği iki örnek de oldukça ilgi çekicidir. Bediüzzaman bir eserinde “sinekler sanatça tavukları geçemeseler de, geri de kalmazlar” derken, bir başka eserinde; “gökyüzüne yıldızları harf gibi kullanarak yazılan bir Kur’an nüshası, ne kadar olağanüstü ise, atom (cevher-i ferd) harfleriyle yazılan bir Kur’an da o derece olağanüstüdür” mealinde bir örnek verir. Tavuğu, sineği ve yıldızlarla yazılan Kur’an nüshasını başka zamana bırakarak, “atomlarla yazılan Kur’an” örneği üzerinde biraz durmak istiyorum.

Bir pirinç tanesine, tırnak kadar bir kitaba Kur’an yazıldığını duymuşsunuzdur.  Ancak bugün Liverpool Üniversitesi’nde görev yapan bazı bilim adamlarının—atomlarla Kur’an yazmıyorlar tabii ama—birazdan bahsedeceğim araştırmaları, aklımıza hemen Bediüzzaman’ın örneğini getiriyor ve “Acaba böyle bir Kur’an yazılabilir mi?” dedirtiyor.

Ortaçağ Avrupasında bazı bilginlerin tartıştıkları konulardan birisi de “bir toplu iğne başı üzerinde kaç meleğin dans edebileceği” sorusu imiş. Bu tartışmanın sonucunun neye bağlandığı konusunda bilgimiz yok (Büyük ihtimalle etrafı odun yığınlarıyla çevrili bir kazığa). Ama atomların boyut ve yapılarının gün ışığına çıkarıldığı günümüzde bilim adamları kendi kendilerine buna benzer garip sorular soruyorlar ve ilginç sonuçlarla karşılaşıyorlar.

Liverpool Üniversitesi’nde bazı araştırmacılar iki atom eninde bir çizgi çizebilecek bir ışık kullandılar. Bu çizgi öylesine dardı ki, normal bir kurşunkalem ile çizilen çizgi bunlardan yan yana milyonlarcasını içine alabilirdi. Araştırmacıların gerçek gayesi, sağa sola görünmez çizgiler atmak değildi elbette. Araştırma çok büyük bilgilerin çok küçük alanlara sığdırılabilmesi konusunda yeni yöntemler bulmak uğruna sürdürülüyor.

İĞNE UCUNDA ANSİKLOPEDİ

Bir milimetre kare kabul ettiğimiz bir toplu iğne başında yaklaşık 4 trilyon atom vardır. Atomları 100 atomlu kareler biçiminde düzenleyelim. O zaman topluiğne başında bu karelerden 40 milyar âdet elde ederiz. Bu karelerin her birine atomlardan bir harf kazıyabilsek ve hatta bazı kareleri de sözcükler arasındaki boşluklar olarak kalsa, bir sözcükte ortalama altı harfin var olduğunu kabul etsek, bir toplu iğnenin başına yaklaşık 4.7 milyar sözcük doldurabiliriz. Encyclopedia Britanica 50 milyon kadar sözcükten ibaret bir ansiklopedi. Bu ansiklopedinin tümünün toplu iğne başına sığdırılıp sığdırılamayacağının hesabı yapılmış. Sonuçta iğne ucunun yüzde biri kadar bir yerine sığabiliyor! Her harfi yukarıda söylediğimden on kat daha uzun ve enli yapsak bile yine de tam bir ansiklopedi, iğnenin başına fazlasıyla sığabiliyor. Liverpool Üniversitesi araştırmacıları, bunun gerçekten yapılabileceğini ansiklopedinin bir sayfasını iğne başının uygun bir köşesine yerleştirerek gösterdiler.

ATOMLAR BİRER HARF, YERYÜZÜ BİR KİTAP

Atomların birer harf gibi kullanılması aslında insanoğlu için yeni bir şey olsa da, yeryüzünü yaratan kudretin yazdığı, her birimizin her bir hücresinde atom harfleriyle yazılı muhteşem birer kitap bulundurmaktadır: DNA Evet yakın zamanların en büyük bilimsel araştırma çalışması Genom ile birer kütüphane ya da bilgi bankasını andıran kromozomlardaki genlerin okunması ile insan denilen küçük evrenin sır ve özelliklerini biraz daha gün ışığına çıkarmış olduk. Bu kadar bilgi bu kadar küçük DNA içine nasıl sığıyor? DNA molekülünün normal şartlardaki uzunluğu tam 6 metre!! 6 metre boyundaki DNA nın ne kadar çok sayıda atom ihtiva ettiğine şu örnekle bakabiliriz.

1 santimetre uzunluğunda hidrojen zinciri elde etmek için 75 milyon adet hidrojen atomunu uç uca dizmemiz gerekir. İnsan hücresi çekirdeğinde 46 kromozom mevcut. Her bir kromozom içindeki 6 metre uzunluğundaki DNA molekülü bir yumak gibi dürülür. Buna göre 300 metreye yakın uzun bir merdivenin harika bir sarılışla o küçücük hücre çekirdeği içine yerleştirilişine şahit oluyoruz.

Liverpool Üniversitesi araştırmacılarının elektronla çizdikleri iki atom genişliğindeki çizginin bizim bir kurşun kalemle çizdiğimizden milyon defa daha ince olduğunu tekrar hatırlarsak, 300 metre uzunluğundaki DNA zincirinin katlanıp dürülü hâli ile ne denli küçük bir mekân işgal edeceğini anlamak zor olmayacaktır. Aslında bu insan denen küçük kâinatın bir santimetrenin yüzbinde, hatta milyonda biri gibi akıl almaz bir küçüklüğe kromozom hâlinde sıkıştırılması demektir. Elbette bu harika iş, atom denen cansız ve şuursuzların ve karışık tesadüflerin değil, her işi mu’cize ve harika olan ve en güzel isimler kendisinin olan ilmi ve kudreti sonsuzun eseridir.

Prof. Dr. Osman Çakmak

Zafer Dergisi

Eğitimde Kendi Modelimizi İnşa Etmek ve Müfredata Kimlik Kazandırmak

Öyle bir insan düşünün ki, bu insan, aldığı eğitimle kendi hayatını ve geleceğini kurabiliyor, kendi gözleriyle görebiliyor, kimlik ve şahsiyet kazanıyor. Eziklik ve aşağılık kompleksi gibi illetlerle malûl değil. Öyle bir eğitim ki, insanımıza büyük ve sınırsız düşünmenin yollarını açmış bulunuyor.

Nerede o eğitim? Ülkemizde mi? Eminim ki hepimiz eğitimde üst üste bunca reformlar yapılmasına rağmen, tedbirleri geçersiz kılan ve Milli Eğitimi yapboz tahtasına çeviren eğitimin asli sorununu merak ediyorsunuz? Okullarla ilgili alınan tedbirlerin meyvesini vermesi ve Milli Eğitim dünyamızın yapboz tahtasına dönüşmesi de açıkça göstermektedir ki, tüm iyi niyetlere rağmen, en üst seviyede dahi eğitim dünyamızla ilgili konularda ciddi yanlışlıklar ve yanılgılar hakim. Eğitim sorunu diye gördüklerimiz aslında gerçek ve aslî sorunlar değil, yansıma ve gölgelerdir. Öyleyse bize düşen temel yanılgılara dikkat çekmek (asıl-kök sorunları göstermek) gerçek çözümleri ele almaktır.

Peki problem nerede? Neden öğrencide ve öğretmende arzu ettiğimiz milli bir heyecan uyandıran reformları gündeme getiremiyoruz? Hatta neden öğretmenden veli-öğrenciye kadar her kesimde eğitime ve okula karşı bir küskünlük var?  Neden ülkemiz baştan sona bir sınavlar ülkesi halini aldı ve eğitim adına cevapları belli doğruların ezberletilmesinden başka bir şey yok?

Cevabı gayet basit aslında… İnsanımız kendisine, kendi değerlerine yabancı bir yapı ile karşı karşıya. Tüm ders ve süreçlerde; müfredat denilen öğretilecekler listesi dayatma şeklinde öğretmene – öğrenciye sunuluyor. Öğretmen gibi, velinin de öğrencinin de seçme hakkı yok. Özel eğitim kurumlarına bile ders ve öğretilecekler konusunda verilen inisiyatif yok aslında. Tam bir devletçi yapı hakim. Kendi değer ve inançlarımızın düşünce, sanat ve hayat tasavvuru ekseninin çok çok uzağında bir eğitim sistemimiz var. Her alanda Batı’yı referans alan ve Batı’nın ikinci sınıf karikatürü ve kötü bir taklidi olan bir eğitim yapısı bu. Hayattan ve uygulamadan kopuk devam eden bir süreçte, cevapları belli soruların ezberletilip/tekrarlatılıp durduğu bir vasatta ülkemiz insanı bilimde, sanatta ve düşüncede özgün şeyler veremiyor.

İnsanımız çocuklarımıza bir medeniyet fikri, ruhu ve iddiası kazandıracak nitelikli bir eğitimin hasreti içinde. Eğitimimizin direksiyonunda hep Batılı danışmanların olduğu söylenir (bu iddianın doğru olduğuna dair hayli makale ve hatta tezler var. Meraklısına sunabilirim). Batılının amacı ise hep diğer ülkeleri sömürmek ve onları kendilerine bağımlı kılmak olmuştur. Bu amaçta en etkili vasıta olarak eğitim kullanılmaktadır. Üretemeyen ve başkasına bağlı toplumlar haline getirmek için diğer ülkelere biçilen rol, kimliği yok edici, bilgiye-sınavlara odaklı bir eğitimdir ki, ülkemizde tam anlamıyla böyle bir yapı hakimdir.

Gerçekten de bu eğitim tezgahından geçen insanımız kendine güvenini kaybetmekte; öğrenilmiş çaresizliğin girdabına düşmektedir. Hep cevabı belli sorular ezberletildiğinden, hayata dair (cevabı belli-açık olmayan) gerçek sorular ve sorunlar karşısında acziyet hissetmekte ve çözümü hep başkalarından bekleyen zihin yapısına sahip olmaktadır. Bu atmosfer derin güçlerce çok iyi değerlendirilmektedir. Batıdan gelenler kutsal emir ve vahiy gibi algılanmakta ve uygulanmaktadır. Bu yüzden de kurumlarımız ve yetkililer millî kaynaklı çözüm odaklı projeler geliştirememektedir. Ya da kendi değerlerimize sahip çıkma cesareti gösterememektedir.  

Ülkemiz, sürekli birilerine (Batıya) bakarak hizaya gelmeye çalıştı. Hala da kurtuluşu Batı modellerinde arıyor; Batılı danışmanların arka planda sinsice dayattığı şekilsel dönüşümlerden medet umuyor. Geçmişe baktığımızda eğitime ruh ve kimlik kazandıracak projeler hiç gündemde olmadı. Hep şekilsel şeyler önümüze sunuldu. Bir proje-reform başlıyor. Onun daha neticelerinin görmeden, ikincisi gündeme geliyor. Onun rüzgarı ile bir süre oyalanıyorsunuz. Sonra başka bir sözde reform ve dönüşüm hikayeleri gündeminizi işgal etmeye başlıyor. Eğitim bu yüzden yapboz tahtası olmaktan kurtulamıyor.

Çünkü siz daha işin başında yanlış yapıyorsunuz. Kendi referanslarınızla yola çıkmıyorsunuz. Siz Mevlana’yı, Şeyh Galib’i, İbni Arabi’yi, Farabi’yi, İbn-i Sina’yı, Heysem’i, Ak Şemsettin’i, Gazali’yi, Bediüzzaman’ı tanıtmadan başka medeniyetlerin Buda, Eflatun, Descartes, Konfüçyüs, Kant, Hegel, Heidegger gibi zirvelerini tanıtabilir misiniz?

Öncelikli sorunun eğitimde kimlik bunalımı ve ahlaki yozlaşma olduğunun farkına varacağız. Eğitimdeki kimlik sorunu bağlamında Yusuf Kaplan’ın tesbitleri ne kadar yerinde:

“Şu temel gerçeği kavramamız gerekiyor artık: Eğitim meselesi, bir medeniyet meselesidir: Her medeniyet, kendi Yaratıcı, insan ve âlem tasavvuru doğrultusunda kendine özgü bir eğitim idraki geliştirir ve geliştirdiği bu eğitim idraki üzerinde/n kendi insan tipini ve bu insan tipinin hem varolduğu hem de var ettiği hayatı ve hayat tarzını, vasat’ı ve vasıta’ları inşa eder.

Hiç kimse, medeniyet meselesini kavramadan eğitim meselesini hâl yoluna koyabileceğimizi düşünmesin. Yine hiç kimse, Türkiye’nin eğitim sisteminin, Batı uygarlığının eğitim anlayışını, sorunlarını kavramaktan bir hayli uzak, devşirdiği Batılı eğitim sisteminin değerlerini de deforme eden çarpık bir eğitim sistemi olduğu yakıcı gerçeğini gözardı etmeye kalkışmasın.

Ayrıca hiç kimse, Türkiye’deki eğitim meselesini tartışırken, -bizim eğitim sistemimizin kötü bir kopyesi olduğu- Batı’daki eğitim sisteminin bizatihî kendisinin çöktüğünü, bunun temel nedeninin Batı uygarlığının yaşadığı köklü varoluşsal / felsefî bunalım olduğunu unutmasın.

(…)

Türkiye’de, eğitim sorunlarının sığ ve dayanaksız temeller üzerinden, kısır ve zihnimizi kısırlaştırıcı bir çerçevede tartışıldığı bir zaman diliminde, Sezai Karakoç’un da, Nurettin Topçu’nun da, Bediüzzaman’ın da yaptıkları tespitlerin ve tekliflerin hiçbir şekilde gündeme gelmemesi, getirilmemesi, açıkçası, eğitim meselesinde daha çok işimiz olduğunu gösteriyor.

Oysa gerek Sezai Karakoç’un, gerek Nurettin Topçu’nun, gerekse Bediüzzaman’ın sahip oldukları kuşatıcı, ihata edici medeniyet perspektifi, yalnızca eğitim meselesinde değil, her alanda bize taptaze ve imajinatif ufuklar sunacak bir perspektiftir.” (Yusuf KAPLAN, Yeni Şafak, 12.3.2012)

İmanın ve kendi değerlerinizle teçhiz olmanın kazandırdığı manevi gücün yerini hiçbir şey doldurmayacaktır. Bu güçle kendinizi yeterli hissediyor; her türlü eziklik ve komplekslik duygularından sıyrılıyorsunuz. Yine bu manevi güç size fedakarlık ve hamiyet duyguları aşılıyor. Yeni bir medeniyet kurma, insanlığı yeniden inşa etme ve yeni bir dünya kurma inanç ve hayaline sahipseniz; idealinizi gerçekleştirmek için içinizde doğan ateş başarı yolunda en büyük itici gücünüz oluyor. Sistem anlayışı ve ekip ruhu (takip-organize) ile hareket etmeyi, eğitimi teknoloji ve yeniliklerle birleştirmeyle ilgili hususları çabuk kavrıyorsunuz.

Bu süreçte, çok geçmeden, tahkik ve tefekkürü esas yapan zihinsel dönüşüm sürecinde ortak aklı hakim kılmayı, eğitim, beyin-öğrenme ve motivasyon gerçeklerini öğreniyorsunuz. Esasen Arşimet dayanak noktasını bulmuş ve fıtrata, hakka dayanıyorsanız sizi tutacak bir güç yoktur. Hakkı ve sevgiyi rehber yapmışsanız elinizde güzel aletleriniz olmasa da çok güzel işler başarabiliyorsunuz. İmkansızlıklar içinde imkanlar oluşturuyorsunuz.

Yapacağımız şey basit. Kaybettiğimiz güvenimizi ve ümidimizi kendi değerlerimizle yeniden kazanmak. Ne kadar basit olursa olsun kendi geliştireceğimiz ve pilot uygulamaları ile başarılarını göreceğimiz eğitim modellerini hayata geçirmek. İşgal altında kalan müfredatı/bilimi kendi kimliğimize ve ülkemizin hedefleri/öncelikleri/faydası doğrultusunda bir medeniyet anlayışı ile yeniden inşa etmek…

Kendimizin ürettiği milli karekterli modeller insanımızın vicdanında ma’kes bulacak ve umumi bir heyecan ortaya çıkacaktır. Eksiklikler zamanla telafi edilecek, mükemmele doğru bir gelişim süreci başlayacaktır.

Prof. Dr. Osman Çakmak

www.Ulegder.net

Eğitimde Akla ve İradeye Kapı Açmak

Şu gözlem ve hükmümde yanılıyor muyum? Jakoben ögelerle bezenmiş, temeli benimsetme ve şartlandırma kültürüne dayalı bu eğitimle, farklılığı zenginlik gören esnek zihin yapısına sahip insanlar yetiştiremiyoruz. Gençlerimiz alıştırıldığından farklı bir söz veya düşünceyi duyduklarında, kişiliklerine saldırılmışçasına şiddetli ve otomatik tepkiler vermektedir. Bu bataklık, özlediğimiz diyalog zemininin oluşmasını engellemekte; kutuplaşmanın, farklılığa tahammülsüzlüğün kaynağını oluşturmaktadır. Çünkü okulda kendilerine öğretilenler öylesine kişiliklerinin bir parçası haline gelmektedir ki ileriki yaşlarında bile farklı görüşlerle karşılaşmaları, onlarda adeta egzistansiyel bir krize neden olmaktadır.

Geçmişe şöyle bir baktığımızda dünya yüzünde sosyal kesimler arasında en fazla çatışma bulunan toplumlardan birisi olduğumuz hükmüne varabiliriz. “Senden yana ve bana karşı” türü mukabil cephelere kolayca ayrılabiliyoruz.  Partilerimizdeki muhalefet anlayışı, alternatif çözüm üretme üzerine değil,  iktidarların her ak dediğine kara demek olan  “çürütmeci” yaklaşımdan ibaret kalmaktadır. Tüm bunlar çok açık bir şekilde okullarda eğitimin yaygın bir şekilde “şartlanmaya dayalı” öğrenme yöntemini esas haline getirmiş olmasıyla açıklanabilir.

Her kişi ve görüşe hayat hakkı vermekten, yani özgürlükleri genişletmekten korkmamızın sebebi de budur. Kalite ve liyakat kriterlerini esas haline getiremeyişimizin de… “Belli doğruları” tekrarlayarak ve “öcü edebiyatı” ile şuur altına yerleştirilen korkularla insanımız şartlandırılmaktadır.

“Öğrenmeye” değil “öğretmeye” yani “öyle değil, şöyle ol” anlayışına dayanan bu eğitim anlayışı, ülke etrafına demir bir kemer bağlayarak, herkesi aynı tip elbise giymeye zorlamaktadır.  Yakın bir geçmişte tüm bunların olumsuzluklarını iliklerimize kadarı yaşadık ve tekrar yaşamanın potansiyeli bulunmaktadır. 

Çünkü eğitim bu şartlar için gerekli zihnî alt yapıyı oluşturup durmaktadır.   Bütün “çağdaşlık”, “akılcılık” ve “aydınlanmacılık” iddialarına rağmen bu eğitim tarzı, insanlarımızda skolastik bir zihniyeti besleyip büyüten bir zemin oluşturmaktadır.

Neden böyle bir zemin oluşturmaktadır? Çünkü insanımız bu eğitimle tek ve mutlak “doğru-iyi-güzel”lerin sadece kendisininkiler olduğuna ve bunun mümkün olduğunca yayılmasının şart olduğuna inandırılmaktadır.  Yığınların bu kafa yapısı devam ettikçe (mevcut eğitim anlayışını değiştirmedikçe) ülkemiz insanının rahat yüzü bulması zordur. Bölünmeler, kırılmalar ülkemizin en hassas noktası olmaya devam edecektir.

İşte farkında olmadığımız bütün iyi teşebbüsleri baltalayıp duran “asıl tehlikeye” ve engele dikkat çekilmesi gerekmektedir.

Ülkemizde şimdiye kadar kurulan tuzaklar ve oyunlar çeşitli toplum kesimlerini karşı karşıya getirmeye yönelik oldu. Peki neden insanımız bu oyuna kolayca gelebilmektedir? Neden toplumumuz hiç de layık olmadığı halde ön yargılı,  tabularla hareket edenler hale geldi? Şimdi hep birlikte ülkenin en hayati eğitim probleminin analizine ve gerçekle yüzleşmeye var mıyız?

Bu tarz eğitimle gelen diğer olumsuzlukları da yazarak asıl konuya geçelim.

İnsanımız hep cevabı belli soruları öğrendiğinden cevapları belli olmayan gerçek hayat problemlerin çözememekte, dolayısıyla problem çözme kabiliyeti düşüklüğü içinde kalmaktadır.   

Mesela eğitim alanında kaynak-gerçek problemin görülemeyişi bunlardan birisidir. Bilimle kalkınmaya geçemeyişimiz de bunlardan bir diğeridir.

Gerçek problemleri ve resmin bütünü gören bir zihin yapısı oluşmayınca bu eğitimin cenderesinden geçen insanımız, doğru kural koyma ve uygulama becerisi yetmezliği içinde kalmaktadır.   Konulan kuralların dejenere olmasını, toplumun neredeyse tamamında kurallara uymamayı bir alışkanlık haline getirilmesinin kaynağını başka yerde aramayalım. 

Sonuç olarak kişilerin, oluşan bilgi tabanlarının üzerine alttakilerle bağlantılı yeni bilgiler inşa edememesi, sonuçta, sadece “şeylerin adını bilen”  ama bunları uygulayamayan beceriksiz tiplerin ortaya çıkması ile sonuçlanmaktadır.  Bu eğitim, ferdîleşmeye önem vermeyen ve güven telkin etmeyen eğitim tarzının adı olduğundan, yanlışlıklar ve haksızlıklar karşısında sessiz, suskun ve haklarını savunamayan ve dolayısıyla sürekli ezilen ve aldatılan bir toplum ortaya çıkmaktadır.

Toplum, halkın kendisinin değil, başkalarının kurallarının yönettiği bir toplum haline gelmesi ve  çoğulcu değil, çoğunlukçu demokrasinin hâkimiyet kurmasını da iyi tahlil etmeliyiz, bilginin kullanılması ve üretilmesine değil, cevabı belli sorular ve  tek doğrular üzerine kurulu eğitim; idaresi kolay, inisiyatif kullanmaktan ve muhakeme etmekten mahrum, itaatkar bireyler haline getirmektedir. 

Şimdi tüm bu olumsuzluklardan sorumlu “şartlanmaya dayalı öğrenme” şeklinde tezahür eden eğitimi analiz ederek sonuçlarını daha yakından görmeye çalışalım.

Şartlanmaya Dayalı (Tepkisel) Öğrenmenin Bilimsel Temeli

Örneğin ayı yavrusu alttan kızdırılan bir sac üzerine zorla çıkarılıyor ve her an havada inmeyi bekleyen, gerektiğinde de inen kırbaç darbeleriyle bulunduğu yerden ayrılması önleniyor. Sacın sıcaklığı hayvanın pençelerini yakar, hayvan da arka ayakları üzerinde dikilerek kıpırdanabileceği daracık alanda daha serin bir yer bulmaya çabalar, bu çabası da kendisini seyredenler üzerinde bir oyun izlenimi uyandırır. Sonunda ayının sac levhadan inmesine izin verilir, çabasını ödüllendirmek için de kendisine nefis bir yiyecek sunulur. Bu egzersizler yeteri kadar tekrarlanır, derken iş o duruma vardırılır ki, hayvan terbiyecisi daha kırbacı havaya kaldırıp nefis yiyeceği gösterir göstermez ayı oynamaya başlar. Bundan böyle kızgın saca gerek kalmaz. Şartlı refleks yoluyla hayvan o düzeye getirilir ki, kendisini işkenceyle yetiştirmiş terbiyecisinin belli bir işaretini alır almaz oynamaya başlar. Böylece, yavru ayı oyun oynayan ayıya dönüştürülür ve seyircilerin karşısına çıkarılıp onları eğlendirmeye hazır duruma getirilir.

Eğitimin en ilkel biçimi, hayvan eğitimi uygulamalı psikoloji ve şartlanmadan başka bir şey değildir. İnsan zihnî fonksiyonlarının henüz gelişmediği bebeklik döneminde daha ziyade şartlanmaya dayalı (reflekse dayalı) öğrenme ile gelişmeye başlar. Çocuk dünyaya geldiğinde temel ihtiyaçlarını (emme, tutma) ihtiyari olarak değil, refleksif olarak yerine getiriyor. Sonra insiyaki hareketler, daha sonra otomatik hale gelmiş itiyatlar (alışkanlıklar) sonra telkinli hareketler ve nihayet iradi şuurlu hareketler…

Tüm bu hareket (davranış) çeşitleri bir çekirdeğin etrafına sarılır gibi, reflekse dayalı hareketlerin etrafına çocuk büyüdükçe sarılıyor. Tüm bunların hedefi, insanın hareketlerini iradi ve şuurlu bir noktaya taşımak olmalıdır. Şuurlu çabalar veya deneyimlerle edindiğimiz bilgi ve becerileri şartlanmayla pekiştiririz

Kendisinden isteneni yapması durumunda bir ödül, bir haz sağlanması; itaatsizlik durumunda ise cezalandırılması, yani bir elemle karşısına çıkılması sonucu çocuğun kendisinden beklenen eğitsel ve ahlaksal davranışları gerçekleştireceği çok önceleri biliniyor ve uygulanıyordu. Aradığı hazza kavuşmak ya da karşısına çıkarılabilecek cezanın eleminden kaçmak isteyen çocuk, eğitsel buyurulara uyuyor ve pek çok kez talim ettikten sonra kendisinden beklenen davranışları otomatik olarak gerçekleştirmeye başlıyordu.

Ülkemizdeki Eğitim Gerçeği 

Eğitim adına yapılanları daha yakından analiz edebilir ve insanımızın nasıl “şartlandırıldığına” daha yakından bakabiliriz. Bir takım gerçekler ve “şey”lerin adı öğretiliyor; sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirilip ölçüyoruz. Okullarımızda, özellikle hazırlık kurslarında eğitim adına yapılanlar, adeta düşünmeden ve zahiri bir kaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırmaktan başka bir şey değildir. Bu yetiştirilme tarzını tahlil ettiğimizde şartlı refleks stratejisinin ağırlık kazandığını görmek zor olmasa gerek. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, beynin şartlandırmaya açıklığından yararlanılmaktadır.

Öğrenci bazen zorlanarak, bazen motive edilerek öğrenmek istenilenleri hafızasına depolamaya yönlendirilir. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi (örneğin fen derslerinde sıkça başvurulan örnek problem çözümü) yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, aslında beynin şartlanmaya açıklığından yararlanır.

Her ne kadar öğrencilerdeki genel inanç, sosyal bilimlerin ezbere çok yatkın olduğu yönünde olsa da tekrara dayalı öğrenmenin de en yoğun olduğu alan fen bilimleri ve uygulamalı bilimlerdir. Orada aynı kategoriye ait problemler defalarca çözülerek artık o gruptan başka bir şey önümüze çıkma ihtimali kalmayıncaya kadar tekrarlatılır. Ortaya aslında bir nevi zihinsel travma- zihne kazınma olayı- yani şartlandırma çıkmaktadır. Bir eğitimcinin şu itirafını hatırlayalım: “Bir problemin öğretmen tarafından çözülmesi ve benzerlerinin öğrenciler tarafından çözülmesi, problem çözme değil, ezberin ta kendisidir. Bu yolla yüzbinlerce problem çözseniz de kazancınız problem çözme becerisinin geliştirilmesi değil; müfredatta bulunan problemlerin çözüm yollarının ezberlenmesi ve bu ezberin pekiştirilmesidir”

Eğitim diye yaptıklarımızı bu şekilde özetleyebiliriz. Her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretiliyor, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda bir “şartlandırılmaya” tabi tutuluyor. İlgilendiği şeyleri sorgulayan ve sorgusunu o şeyin özüne ermeden sonlandırmayan “çocuk aklı”nın merakı şu veya bu nedenlerle engelleniyor sürekli. Dolayısıyla çocuğun dehası daha işin başında öldürülerek, şartlanmaya zemin hazır edilmektedir.

Nasıl Şartlandırılıyoruz?

Sınavlar ve işlenen dersler boyunca, öğretilenler eksiksiz geri istenir. Öğrenci ne kadar aktarılanı geri verirse o kadar becerikli ve başarılıdır. Yani başarı kriteri bu olur. Öğrenci bu durumda “ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma!” ve “Sorma, düşünme, itaat et!” gibi anlayışları benimsemeye başlar. Söylediklerimiz değil, davranışlarımızın daha etkili olduğunu düşünürsek, örneğin sınavlarda uygulanan gözetim sisteminin oluşturduğu “kalıcı etkiye” bakarsak, öğrenciler “güvenilmez” oldukları yolunda şartlandırılmaktadır. Hatta tek tip giyim, boy sırası ve hep bir ağızdan şarkı ve marş söyleme gibi uygulamalarla tek tipçi anlayış beslenmekte ve farklılığın kötü olduğu telkin edilmektedir. Bu telkinlerin ne kadar etkili ve kalıcı olduğunu tepkisel davranışlarımız ve oluşan tabular göstermektedir.

Şartlanma yolu ile öğrendiklerimizi sorgulamamız mümkün değildir. Zihnimiz şekillenmiş daha doğrusu formatlanmıştır. Sonuçta mevcut bilgilerimizin yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inanmak güç, hatta imkansız hale gelmektedir. Kısacası mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci ezbere, taklide, tekrara dayanıyorsa öğrendiklerimizi “şartlanma yoluyla” elde etmeye başlamışız demektir.

“Klasik şartlı öğrenme” yönteminde, önce uyaran vardır ve organizma ona tepki gösterir. Önce tepki yapılır ve sonra tepkinin doğurduğu uyarıcı gelir. Sebep-sonuç ilişkileri sorgulanmadan, hatta fark edilmeden kurulmuşsa o zaman kaçınılmaz bir şekilde şartlı öğrenmenin içindeyiz demektir. Çünkü Pavlov’a göre şartlı öğrenme, düşüncelerin ilişkilendirilmesine değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. Eğer bilgi, tutum ve davranışlar düşünce ile ilişkilendirilmeden, nedeni bilinmeden ve sorgulanmadan öğrenilmişse ortaya tepkisel öğrenme çıkar.

Bilgi Odak Haline Gelince…

Bir kere daha vurgulayalım ki ülkemizde eğitimi “anlama ve kavrama” sürecinden çıkarıp (ya da düşük seviyede tutarak)  tekrarı ve ezberi esas haline getirmekle “şartlı öğrenme” metodunu ikame etmiş olmaktayız.

Şartlandırma: En ilkel öğrenme biçimi! Hayvanlara bir davranış kazandırmada kullanılan metot!. Peki nasıl olmuş da hayvanlara davranış kazandırma yöntemi ülkemizde temel öğrenme metodu haline gelmiş ve eğitimde baş köşeye oturmuş bulunuyor?

“Bilgili insan” yetiştirmek ve sınavlara hazırlanmak eğitimde hedef haline gelince bilginin kullanılması ve üretilmesi önemsenmeyince, yeni alternatif bakış açıları talep edilmeyince “tek doğru budur” mantığı ister istemez hakim hale gelmektedir. “Doğruları/bilgileri öğretme” üzerine bina edilen eğitim yapısı insanımızın gözüne birer at gözlüğü takmaktadır.

Bir kere daha dikkatleri bu noktaya çekelim ki, çocuklara öğretilenler, sorgulanmaya, düzeltilmeye ve derinleştirilmeye açık birer “bilgi” olarak değil de adeta iman edilmesi gereken ilâhî hakikatler olarak sunulmaktadır. Bilginin bu şekilde tekrarlanması ve önemsenmesi onu kutsallaştırmaktadır. Konunun bir başka boyutu ise bilginin öne çıkarılması, beceri ve uygulama boyutunun ihmal edilmesi ile öğrenci okulunu bitirdiği halde gerçek hayatı ve mesleğini öğrenememesidir.

Zorba Tipler

Tekrara dayalı belletmenin temel özelliği dayatmacı niteliğe sahip zorbalık eğilimleri yüksek fert yetiştirmesidir.  Kuşku duymadan, sorgulama yapmadan okuduğu her metne, söylenen her söze, ileri sürülen her düşünceye inanması istenen öğrencinin hür düşünmeyi ve düşünce üretmeyi öğrenmesi mümkün olamamaktadır

Bu yapının doğal sonucu başka düşünce ve hayat tarzlarına hayat hakkı tanımak istemeyen zorba fert tipleri ortaya çıkacaktır. Birbirine tahammülsüz kutuplaşmış toplum grupları böyle bir eğitim yapısının ürünüdür. Bu ortamda  “uzlaşmaz” ve ”tek doğrulu” fanatikler her kesimde egemen hale gelir.

İşe Nereden Başlamalı?

Hulasa çocuklara, doğal öğrenme eğilimlerine (örneğin oyun) aykırı ve baskıcı, aşırı zorlamaya dayalı yöntemlerle, ardışık tekrarlatmalar yoluyla belleğe nakşetmek şeklindeki eğitim, onların zihnini köleleştirmeden öte bir işe yaramamaktadır. Elbette ki insan kendisine kalsa ne yapacağını ya da ne yapmak istemediğini bilir. İnsan kendi varoluşunu oluşturan iradeye sahiptir çünkü. Yaratan, insanı diğerlerinden farklı olarak ona seçme özgürlüğü vermiş ve onu öğrenme programı ile teçhiz etmiştir.   Doğru ve yararlı seçimler yapmak bizim elimizde.  Eğitimde kazanmamız gerekenler, hayatımızda asıl önemli olanları görebilmek, empoze edilenleri anlayabilmek için farkındalık düzeyimizi artırmaktır.

Programlanmış bir şekilde hareket eden Allah’ın bir çok varlığı bulunmaktadır. İnsan nev’i varlığını, temel cevherini hürriyet özelliğine borçludur. O yüzden hürriyete ve tercih hakkına saygı, insan nev’inin varlığına saygıdır.  Şartlanmaya dayalı eğitim, hürriyeti yok edip insanları robotlaştırma gayretleridir ve insanlık cevherine saldırıdır; fıtrata saygısızlıktır. 

İnsanı robottan ve hayvandan ayıran en önemli bir özelliği, yaptıklarının anlam ve hikmetini bilmesidir. Eğer bildiğimiz her şeyin mümkün olduğunca şuuruna varamıyorsak, yani “açıklaya- biliyor” değilsek şartlanmanın tuzağına düşmüşüz demektir. Bu yüzden her öğrendiğimizi; neyi, niçin öğrendiğimizi,  hayattaki karşılığını,  ne işe yaradığını ve hikmetini öğrenmek zorundayız.

Prof. Dr. Osman Çakmak

www.ulegder.net

Eğitim Sistemi İçin Atılan Tarihi Adım

Türkiye Akademisyenler Platfromunun teşebbüsü ile başlatılan Eğitimde Paradigma Dönüşümü adlı çalıştayı yöneten Prof. Dr. Osman Çakmak ;
“Çalıştayın tarihi bir görev ifa ettiğini şimdiye kadar yapılmayanı yaptığını” söyledi. Çakmak, çalıştay, eğitim düzen ve anlayışımızın bir  medeniyet  duruşu sergileyen konuma çıkarılması ve kendi kimliğimizle  ayağa kaldırılması ihtiyacını,  ortaya koyduğunu  sözlerine ekledi.  Platform başkanı Çakmak ayrıca yeni Bakanın işe  zihniyet dönüşümü ile başlamalı” gerektiğine dikkat çekti.
Çalıştay tarihi bir görev yaptı
 Bu yazımda esasen, Milli Eğitimin direksiyonuna geçen sayın Nabi Avcı ’nın önünde bulacağı eğitim sorunlarından söz edecektim.. Yeni bakan işe zihniyet değişimi ile başlamalı, muhtevaya dair reformları gündeme getirmeli diyecektim. Halbuki, geçen haftalarda organizesinde yer aldığım EĞİTİMDE PARADİGMA DÖNÜŞÜMÜ  adlı çalıştaydan söz etmeyi ve bir değerlendirme yapmayı daha uygun buldum.
 yazı tahtası ve tebeşir
Türkiye Akademisyenler Platformunun teşebbüsü ile başlatılan Çalıştaya Üsküdar Üniversitesi ev sahipliği yaptı ve Tuzla belediyesi destek verdi. Bu toplantıya vesile oldukları için Üsküdar Üniversitesi rektörü Nevzat Tarhan hoca ve Tuzla Belediye Başkanı Şadi Yazıcı ve Belediye başkan yardımcısı Turgut Özcan’a ne kadar teşekkür etsek az. Zira bu Çalıştayla çoğu katılımcıların ifade ettiği gibi “tarihi bir görev ifa edildi”. Zira bu çalıştayın ders kitaplarının materyalist, seküler ve tek tipçi söylemlerinin bizi biz yapan değerleri yerle bir ettiği, bizleri hormonlu kişilere dönüştürdüğü bütün çıplaklığı ile ortaya kondu. Çözüm paketleri gündeme geldi. Eğitimde kendi referans sistemlerimizin kurulmaya başlanması ve ders kitaplarının ve eğitim materyallerinin kendi medeniyet anlayışımızla yeniden yazılması için imkanları bir araya getirilmesi ihtiyacı bütün şiddeti ile kendini gösterdi. Çalıştay, eğitim düzen ve anlayışımızı revize ederek yeni bir paradigma, müfredat ve içerikle buluşturmanın zamanının gelip geçtiğini ortaya koydu. 
Bu çalıştay, ülkede ders ve eğitim kitaplarının kimliğe kavuşması için çırpınan akademisyen, öğretmen, yayıncı ve bürokratları bir araya gelmişti. Toplantılar sonucunda ortak bir yol haritası belirlenmesi yolunda önemli mesafeler alındı.
Çalıştay, ders kitaplarına ve yayınlarına muhteva-mana ve derinlik kazandırılması için bir yol haritası arayışı idi. Amaç, eğitim ve bilim dünyamızda süregiden kopya ve taklitçiliğe dur demek ve eğitimi kendi ekseninde kimliğe ve medeniyet duruşuna sahip kılmaktı. Özellikle ders kitaplarını ve müfredatı jakoben ve ideolojik ögelerden arındırmak için neler yapılabileceğini ortaya koymaktı.
Çünkü okullarda okuduğumuz kitaplar bize bu âlemi ve içindeki varlıkları sahipsiz ve gayesiz olarak öğretir. Bu bakış açısına göre gökte bir Güneş vardır, ama onu oraya yerleştiren birisi yoktur. Güneşin orada olmasının bir amacı da yoktur. Bulutlar hareket eder, yağmur yağar, ama onu kimse göndermez, kendiliğinden ve hedefsiz bir şekilde gelir! Göklerde veya yerde var olan her şey ve cereyan eden her hadise, böyle başıboş ve hedefsiz bir şekilde anlatılır. İnsan ise amaçsız olarak dünyaya gelir, gelişmiş hayvanlardan bir hayvandır. Bilim diye, objektiflik diye sunulan pozitivist, determinist, mater¬yalist anlayış zihinleri şekillendirmeye devam ediyor.
Bu hem çalıştay ve hem de panel aktivitelerinin birlikte yürütüldüğü bir yoğun toplantılar dizisiydi. Türkiye Akademisyenler Platformu (TAP) adına genel aktivitenin koordinasyonu ve organizasyonu görevini üstlenmiştim. Kısa bir zaman aralığında gerçekleştirilmesi gerekiyordu toplantının. Marmara öğretmenler grubu, sömestir tatilini değerlendirmek istiyor ve bu aktivitenin Şubat tatili aralığında olmasını talep ediyorlardı. Bu yüzden Samanyoluhaber.com haftalık süregiden yazılarıma bir iki hafta yazılara ara vermek zorunda kaldım. Okuyucularımızdan özrümün kabulünü rica edeceğim. Bu arada 20 yıldır görev yaptığım Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nden ayrılmam ve yeni bir üniversiteye (Yıldız Teknik Üniversitesi) geçişim de bu yoğunluğun içinde vaki oldu.
İşgal Altındaki Eğitime Özgürlük Arayışı
Gerek panellerde ve gerekse çalıştayda gündemde olan asıl konu, yukarıda da belirttiğim gibi, eğitimdeki materyalist felsefi bakış ve ideolojinin bilim diye sunulmasına karşı eğitimin objektifliğe kavuşturulması için çözüm yolları teşkil etti. Hatırlarsanız sayın başbakan Recep Tayyip Erdoğan “dindar bir gençlik yetiştirmek istediklerini, muhafazakâr demokrat bir parti olarak kendilerinden ateist bir nesil yetiştirmelerinin beklenemeyeceğini ifade etmişti. Bu söz hayli tartışmalara yol açmıştı o zaman. Bu sözün ardından çözüm için eğitimin yetenek öğütmesi ve hiç bir şeyi hakkıyla öğretmemesi (örneğin ülkemizdeki yabancı dil öğrenimini ele alalım) konusu gündeme getirilmeliydi. Bunun yanında eğitimin ve okulların inanç ve insani değerleri yerle bir eden yapısına nasıl çözüm bulaca konusu ele alınmalıydı. Bunların hiç biri gündeme getirilemedi. Çünkü problem hem teşhis edilmiş değildi, hem de nasıl çözüleceğine dair elde çözüm paketi bulunmuyordu. İşte bu çalıştayla çözüm paketlerine ulaşıldığını söyleyebilirim.
Evet okullarda batıda çoktan terkedilen determinist kartezyenci bilimsel hurafelerin öğretildiği kimsenin umurunda görünmüyor. Bu konularda doğru dürüst ne sempozyuma ne de çalıştay vb aktivitler yapılıyor. Medyanın da gündeminde değil. Teşhisi bile yapılmamış hastalık olarak devam ediyor materyalizmin eğitime hakimiyeti. Biz de böyle olduğu gibi topyekün islam dünyasının bir problemi bu. Çocuklarımız iyi ve doğru şeyleri okullardan değil alternatif kaynaklardan sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu eğitim ve yayıncılık faaliyetlerinden öğreniyorlar. Yada derslerin-müfredatın zehirlerini panzehire dönüştürmede mahir muallimlerimizden talim ediyorlar. 
Çalışma masalarından birisi “derslerin ve müfredatın felsefi arka plana kavuşturulması” idi. Bu çalışma grubunca ele alındığı gibi, eğitime ruh ve muhteva – ideal verilmeyince biçimsel-şekilsel tedbirler öne çıkıyor Marifet ve hikmet yerine malumat -kuru bilgileri kafaya yığıp duran ezberci sistem (sınav-test çözme için eğitim yapma) hakim oluyor. Okullarla testlerle öğretilenlerin temeline inerseniz -ilkel, kaba, çağdışı pozitivist hurafeler ve jakoben söylemleri görürsünüz. Eğitimin bu ruhsuz hali ne öğrenciyi motive ediyor ne de öğretmeni.
Milli Eğitim Bakanlığı’ nda hep merkezden (Ankara) üretilen “güzel” (şekilsel) projeler sahipsiz kalıyor. Ders kitapları bedava ama, % 90 öğrenci ve öğretmen tarafından kullanılmıyor. Diğerleri gibi “Yapılandırıcı Müfredat Reformu” da yarı yolda kaldı. FATİH projesi ile derslikler akıllı tahtalarla donatılıyor ama teknoloji harikası “akıllı tahtalar”, içerik kazandırılamadığından, az sayıda kullanan öğretmenlerimiz ise, “hızlı test çözmede iyi bir alet bulduk” diyorlar (her şey merkezi sınavlara endekslendiğinden). Halbuki bu muazzam ve değerli yatırımlarda amaç bu değildi. Tüm bu durumlar Milli Eğitimin “politikasızlığını” daha doğrusu “sahipsizliğini” göstermiyor mu?
Ortaokullarda, liselerde zıvanadan çıkan uyuşturucu kullanımı, çarpık cinsel ilişkiler gibi ahlâkî çöküntüler bu eğitimin “acı meyveleri” ve amaçlanmayan “yan ürünleri” olduğu da görülmüyor. Bu ülkenin hırsızları, yolsuzları, tuzu kuru semirmiş Ergenekoncuları ve dağa çıkmış teroristleri kaba ve ilkel hurafeleri, öğreten bu seküler-laik eğitimin ürünleri değil mi? Teröre karşı tedbir üstüne tedbirler alınırken, milyarlar bu yolda sarfedilirken, bu eğitim , ahlaksızlığı-kimliksizliği olduğu kadar terörü de beslediği görülememektedir.
 
Çalıştayın Başarısı
Çalıştayın en dikkate değer bir yönü yayıncılık ve eğitimle ilgili tarafları bir araya getirmesiydi. Çalıştaya 250 aşkın kayıtlı katılımcıların büyük çoğunluğunu öğretmen ve öğretim üyeleri teşkil etti. Milli Eğtim bakanlık yetkilileri kadar sivil toplum kuruluşları ve örnek ve model eğitim ve yayıncılık geliştiren kurumların temsilcileri geliştirdikleri modeli anlattılar. Bakanlıkca hayata geçirilmeye çalışılan FATİH projesini ve dijital yayıncılık konusunu Bakanlık yetkililerinden dinleme imkanı bulduk. FATİH projesi genç ve dinamik bir ekip ve ülkenin yerli kaynakları ile geliştirilen muazzam bir proje. İçi doldurulabilse eğitime çağ atlatacak bir poje. Fatih projesinin içinin doldurulması ihtiyacının bu çalıştayda aşikar bir şekilde görülmesi bu çalıştayın önemi bir kat daha artırdı. Yayıncılık ve ders kitabı ve eğitim materyal üretiminin boyutları ve bilinmeyen yönleri (özellikle dijital yayıncılık) her sahanın uzmanı tarafından ele alındı ve anlatıldı. Böylece büyük resmi ve resmin bütününü görme şansı ortaya çıktı.
Tuzla Belediyesi Kültür tesislerinde yapılan kapanış törenine Hekimoğlu İsmail’in katılması aktiviteye ayrı bir renk kattı. “Bilimler ve Yorumlar” kitabı ile fen eğitimine yeni bakışın ilk tohumları atılmıştı. Hekimoğlu İsmail’e bu hizmetinin anısına bir şükran plaketi takdim edildi. Dikkat ve ilgi çeken, takdir gören bir olay ise Van Valiliğinin “bu toplantı çok önemli, mutlaka katılmamız gerekir” diye karar alarak, Vali Yardımcısı Zafer Coşkun’un bir ekiple (İl Milli Eğitim şube müdürleri ile) toplantıya katılması idi. Zafer Coşkun eğitime duyarlı, dinamik ve çalışkan bir bürokrat. Aynı zamanda üstün bir yetenek. Van Valiliği, terörün önlenmesinde eğitimin ve insanımızın manevi değerlerinin öne çıkarılması konusunun farkında. Van’da Valiliğin ve Milli Eğitim Müdürlüğünün öncülüğünde uygulanan Değerler eğitimi örneği Van Vali Yardımcısı Zafer Coşkun tarafından sunuldu. Van Valiliğinin eğitime duyarlılığını tebrik ediyoruz. Bu duyarlılığın diğer vilayetlerimize de sirayet etmesini diliyoruz. İstanbul Milli Eğitim müdürü Muammer Güler’in programa katılımı ve programın ruhuna uygun bir konuşma yapması da takdire değen diğer önemli bir olaydı.
Programa yurt dışından da katılım vardı. Örneğin “evde eğitim (Home Education)” konusunun uzman Jarred Everette Thomson (ABD) Açık öğretim-ev okulu ve aile eğitimi modelleri masasına katıldı ve Amerikadaki uygulamayı anlattı. Sosyolog Prof. Dr. Ferid el-Attas (Singapur Milli Üniversitesi Malay Araştırmaları Bölüm Başkanı) ile Doç. Dr. Necati Aydın (King Saud University) bilimin ve eğitimin nasıl ateizme-materyalisme alet edildiğini anlattılar konunun dünyadaki uzmanları olarak.
Çalıştaya ön hazırlık olarak gündüz ve akşam akşam ayrı programlar yapıldı. Toplamda 40 kadar sunum gerçekleşti. Akşam programının bir oturumu yayıncılıkta ve eğitimde güzel ve örnek uygulamalara tahsis edilmişti. Örnek ve model uygulamalar bizzat işin pratisyenleri tarafından anlatıldı.
Ülkemizde özel kuruluşların geliştirdiği çok değerli yayıncılık ve eğitim örnekleri ile ilgili sunumlar heyecanla izlendi. İnsanımızın önü açıldığı takdirde (müfredat serbestliği sağladığımız ve eğitim üstündeki devlet tekelini kaldırdığımızda) muazzam sonuçlar çıkacağını hayal etmeye başladım. Temennimiz, içine düştüğümüz kompleksten, Batıya göre hizaya gelme hastalığından kurtulup kendi kimliğimiz ve insani değerlerlerimizle ayağa kalkmak. Görülmüyor mu ki değerlerimizden aldığı güçle bulunduğu ülkelerde model eğitim ve örnek okullar oluşturan insanımız Dünya yüzünde eğitim destanları yazmaktadır.
Açık Öğretim Liselerinin Açtığı İmkanlar
Açık Öğretim Lisesinde okuma imkanını gerçek bir eğitim başarısına dönüştüren eğitim model ve uygulaması şayan-ı hayretti. Kısaca söz etmeden geçemeyeceğim.
Liselerin ahlaki yozlaşmanın mekanı haline gelmesi ve üstelik hayata-mesleğe dair faydalı bir şeyler sunamaması karşısında duyarlı aileler Açık Öğretim Liselerini iyi bir alternatif olarak görüyorlar. Eğitim hizmetleri sunan vakıf ve kuruluşlar, Açık Öğretim Lisesinin içini dolduracak metotlar keşfetmişler ve bu imkanı büyük bir fırsata dönüştürmüşler. Şöyleki, çeşitli özel kurumların kurs niteliğinde sürdürdükleri faaliyetlerde Açık Öğretim Lisesine kayıtlı olan öğrenciler için üstelik en az üç tür eğitim birlikte sunuluyor: (1) Açık Öğretim Lisesi sınavlarında başarılı olmak için lise eğitimi, (2) temel ahlaki – manevi değerler eğitimi yanında bazı mesleki ders ve uygulamalar-entelektüel becerileri kazanma kurs ve eğitimleri, (3) Üniversite Giriş Sınavına hazırlık eğitimi. Genelde yatılı olarak sürdürülen bu süreçte öğrenci vakitlerini rehber öğretmenler eşliğinde daha verimli geçirmekte ve yaşayarak öğrenme imkanı bulmaktadır. Bu eğitim süreci, gezi, gözlem, kitap okuma gibi sosyal ve kültürel aktiviteleri ile destekleniyor. Entelektüel faaliyetler, spor ve sanat faaliyetleri liselerde olduğu gibi buralarda “sözde” kalmıyor. Disiplinli ve planlı çalışma meyvesini veriyor ve bu eğitim kurumu mezunları ÖSS nin üniversite giriş sınavlarından fevkalade yüksek puanlarla istedikleri üniversite bölümlerine kayıt olma imkanı elde ediyorlar. Üstelik bu eğitimle Açık Öğretim Lisesini 2.5 veya 3 yılda tamamlama şansına ulaşıyorlar.
Bu kurs eğitimlerini cazip hale getiren bir başka nokta, masraflar dışında kâr amacı güdülmemesi vesilesi ile eğitim masraflarının çoğu aile için makul bir düzeyde kalmasıdır. Burada eksikliği hissedilen şey, ateizmin ve materyalizmin sözcüsü haline gelen ders ve eğitim kaynakları karşısında kendi medeniyetimizin ve kimliğimizin sesi olacak ders kitap, yardımcı kitap yada eğitim materyal ve kaynakları.
Açık öğretim lisesi örneği de gösteriyor ki çağın en yeni bilgilerini sunacak hikmet dersi verecek eğitim kaynaklarına olan ihtiyaç üst düzeyde bulunuyor. Umarız ki yeni Milli eğitim bakanı şeklî dönüşümlerden meden uman öncekilerin yolundan ayrılır ve aslî ihtiyaçlara ve çözümlere yönelir. Eğitimi bir medeniyet davası olarak görür ve Batının karikatür taklidi şeklinde süregiden eğitim için gerçek reçeteleri gündemine alır.
İnsanımızın geliştirdiği Açık Öğretim Lise modelini daha ileri götürmek için Devletin yapacağı çok katkılar var. Örneğin Liselerin laboratuar ve uygulama alanları bu amaçlarla boş saatlerde kullandırılabilir.. Böylece çoğu Liselerde atıl vaziyette duran imkanlar değerlendirilmiş olacaktır (liselerde çoğu laboratuarların kapılarının sürekli kilitli kaldığını, ders ve laboratuar malzemelerinin çoğunun kutularının açılmadan beklediğini bu vesile ile belirtelim).. Devlete yük olmadan fedakarlıklarla yapılan bu tür faaliyetlere kolaylıkların sağlanması örneğin bu kurumlara öğrenci başına burs gibi katkılar yapılması bu faaliyetlerin yaygınlaşması ve eğitimin topluma mal edilmesi adına önem taşımaktadır. Aslında bunlar Devletin başta gelen görevleri arasında bulunuyor.
Devlet Patron Olmayı Bırakmalı ve Eğitim Rekabete Açılmalı
Panel sunumlarında ve çalıştay gündeminde beliren eğitime kısa ve basit çözüm yolu şuydu: Eğitimin toplumsallaşması ve sivilleştirilmesi. Bu konu sıkca dile getirildi. Bu konuda masa çalışmalarında önemli sonuçlar çıktı. Konunun hayatiyetine binaen ele alınan gerçekçelerden kısaca söz etmek isterim..
Bakın sendikalar özgürlük çabası içinde olduklarını iddia ediyorlar. Özgürlük çabası içinde olduklarını iddia eden bir çok sivil kuruluş var. Ancak onlardan eğitimin önünün açılmasının müfredat serbestliğinin sağlanması, eğitimin topluma mal edilmesi ve devletçi tekelin bırakılmasına bağlı olduğunu duyamıyoruz. Sendikalar ve sivil kuruluşlar, devletin eğitim-öğretim faaliyetlerindeki tekeline karşı mücadele etmesi gerekirken, tam tersine devlet müdahalesinin kendi ideolojik arzularına göre olmasını istiyorlar. Gerçek eğitim sorunlarını dillendirmenin, eğitimi özgürleştirmeye yönelik çabaların çok çok uzağında kalıyorlar.
Güvensizlik üzerine kurulu ve kendi insanından korkan ürkek yapı devam ettikçe insanımızda var olan dinamikliği eğitime ve gelişime aktarmak mümkün değil elbette. Evet nasıl ekonomide özelleştirme savunuluyor ve özel sektörün pek çok işi devletten daha iyi yaptığını görüyorsak, eğitimde de -gerçek anlamda- özelleştirmenin önünü açmak durumundayız. Devlet eğitimin finansmanında, müfredatın belirlenmesinde, eğitim sektörünün çalışanlarının statüsünde konum değiştirmedikçe yapılanlar kozmetik değişiklikler olmanın ötesinde bir anlam ifade etmeyecektir.
Türkiye’de çoğu müesseseler misyonuna uygun yapılandırılamadığından varlığı “sözde” kalmaktadır. Özel okullar konusu da bunlardan birisi. Ülkede görüntüde özel okullar var. Ama bu okullarda da her şey “merkezden” belirleniyor. Evet tekrar tekrar vurgulayalım ki ülkemizde devletçi yapı eğitime her alanda hakim durumda. Hem finanse ediyor, hem müfredatı hazırlıyor ve istediği gibi değiştirebiliyor ve hizmet sağlıyor. Bu şekliyle Kuzey Kore tipi katı ve merkeziyetçi bir yapı hükmediyor ülkemizde. Ülkemizde ana okullarından üniversiteye kadar, adı vakıf ve özel okul olsa da hepsi de aslında devlet okulu. Gidin bakın okulların giriş kapılarındaki tabelalara. Kimisi MEB, kimisi YÖK üzerinden olmak üzere tamamı devlete bağlı ve bağımlı. Bağımsız bir eğitim kurumu göremezsiniz. Müfredat, tamamen, bazen doğrudan bazen dolaylı yollardan, devlet tarafından belirlenmekte. Merak edenler bir “özel kolej” ile bir devlet ilkokulunun sözgelimi birinci sınıflarını müfredat ve dersliklerin ideolojk endoktrinasyon mesajlarıyla bezenmesi bakımından karşılaştırsın. Evet ülkemizde eğitimde kelimenin tam anlamıyla bir tekelcilik var. Tekeli tasfiye edip piyasaları serbestleştirmedikçe eğitimin önünü açmamız zor görülüyor. Üstelik bu durum kimseyi şaşırtmıyor ve bu tekelcilik ve devletçi anlayış kabullenilmiş durumda.
Hayatın her alanında gelişmenin, ilerlemenin başlıca yolu rekabet olduğunu biliyoruz ama iş eğitime gelince özelleşmenin karşısında duruyoruz. Özel sektörün eğitim sahasına girmesi ile işleri daha iyi yapma arayışı, iyileri taklitle kötüyü terk etme süreci olan rekabet başlayacaktır. Halbuki rekabet hangi sektörde dışlanmışsa o sektör atalete, verimsizliğe mahkûm olmaktadır.
Özel okulların yaygınlaşmasını sağlayacak büyük bir alt yapı olduğu halde, bu sahada gelişme olmamasını iyi tahlil etmeliyiz. Özel sektörün eğitime girmesini sağlayacak şartlar teşekkül etmemektedir. Rekabet ortamı kaldırıldığında kalite yarışı da olmamaktadır. Devlet özel okullara destek vermeyerek özel eğitimin önünü kapatmaktadır.
Çalıştay masalarında, bu konular ayrıntıları ile ele alındı. Eğitimde kalitenin sağlanmasının devlet tekelciliğinin bırakılmasına ve eğitimin topluma mal edilmesine bağlı olduğu ortak görüş olarak belirdi. Devletin demokrasinin de gereği olarak halkına güvenmesi ve müteşebbislerin önünü açması, müfredat serbestliğini sağlaması ve maliyeti önemli ölçüde karşılayacak şekilde öğrencilere destek (burs vb destekler) vermesi konuları ele alındı.
Devlet sadece bazı dersleri tüm eğitim kurumlarında zorunlu tutabilir. Örneğin kendi tarih, kültür ve medeniyetimize ait derslerle birlikte Türkçe mecburi ders olabilir. Avrupa’da nasıl ki, Latince mecburi bir ders ise, bizde de örneğin Osmanlıca dersi mecbur tutulan derslerden olabilir. Fizik, Kimya, Biyoloji, ve diğer temel dersler de tabi öğretilmelidir. Ancak bunların dışındaki derslerin muhtevasını ve süresini, içinde suç unsuru barındırmadıkça özel okulların belirlemesine izin verilmelidir.
Kimlik İnşa Edici Bir Eğitim
Tekrar edelim ki toplantılar dizisinde, ülkemizde eğitimin kimliksizliği ve yönsüzlüğü ve hedefsizliği asıl problem olarak ortaya çıkıyordu. En belirgin ihtiyaç ise kendi kimliğimizi, medeniyet değerlerimizi yansıtan ve aynı zamanda bilimsel derinliği ve yeterliliği olan kitap ve eğitim materyali hazırlanması..
Katılımcıların birleştiği hususlardan birisi, çocuk ve gençlerimiz okullarda aldığı eğitimle kimliğini ve kendisini bulamadığı, kendi olamadığı gerçeği idi. Mevlana’yı, Şeyh Galib’i, İbni Arabi’yi, Farabi’yi, İbn-i Sina’yı, Heysem’i, Ak Şemsettin’i Gazali’yi, Bediüzzaman’ı tanıtmadan başka medeniyetlerin Buda, Eflatun, Descartes, Konfüçyüs, Kant, Hegel, Heidegger gibi zirveleri bir anlam ifade etmiyor. Kendini tanımadan başkalarını tanımak taklitçiliği, kopyacılığı netice veriyor. Çocuk ve gençlerimiz kişiliksiz ve ezik fertler haline geliyor ve büyük düşünmeyi öğrenemiyorlar.
Çalıştay raporunda eğitim müfredatlarının milli kimliğin korunarak yenilenmesi, ders ve eğitim materyal ve kitaplarınn ideolojik ve jakoben öğelerden arındırılarak bilimselliğe ve felsefi arka plana kavuşturulması; müfredatta tek tipçiliğe ve müfredat dayatmasına son verilmesi; okulların benimsetme ve şartlanma merkezi olmaktan çıkarılması bunun için ezber yerine keşfe dayalı, icada dayalı öğrenme metotlarının hakim kılınması gibi teklifler yer aldı. 
Sonuç olarak Panel ve Çalıştay’ın “formalite” çalışmalar cümlesinden olmayıp büyük bir ilgi ve içtenlikle gerçekleştirildiğini, çok değerli düşünce ve önerilerin dillendirildiğini söyleyebilirim.Hazırlanan raporlar ilgili ve yetkililere sunulduktan sonra platform web sitesine (www.akademikplatform.net) yüklenecek ve kamuoyu ile paylaşılacak. Ortaya çıkan raporlar, Türkiye Akademisyenler Platformunun bundan sonraki çalışmalarında yol haritası teşkil edecektir. Katkı verenlere teşekkür ediyoruz.
 
Yeni Milli Eğitim Bakanından beklenenler
Boyutlarını pek de farketmediğimiz eğitimdeki “işgalin” ortaya konması açısından konuya baktığımızda tarihi bir görevin ifa edildiğini söyleyebilirim. Elbette problemin çözümlenmesi için üstü örtülü halden kurtarılması ve anlaşılması, teşhis edilmesi gerekiyordu. Bu toplantı bu yönde önemli bir adım oldu. Toplantının tam da Milli Eğitim Bakanlığında görev değişimi sürecine rast gelmesi Çalıştayı daha da manidar kılmaktadır. Zira Çalıştay sonuçlarını ve raporlarını diğer bürokratlara olduğu kadar bizzat sayın Bakana da sunmayı planlıyoruz.
Yeni bakan Nabi Avcı entelektüel birikimi ve tecrübesi oldukça yüksek bir bürokrat, pratisyen ve aynı zamanda bir akedemisyen. Anadolu Üniversitesi’nde ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde iletişim felsefesi ve iletişim sosyolojisi üzerine dersler verdi. 1995 ve 1996 yıllarında Kanal 7 Televizyonunda 360 derece isimli program yaptı. Aynı dönemde Yeni Şafak gazetesinde yazarlık ve yöneticilik yapmıştı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda ve Başbakanlık’ta danışman olarak çalıştı. Başbakanlık Başdanışmanı ve UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanlığı görevlerini yürüttü. Edebiyat ve sanat bilgisi oldukça yüksek bir entelektüel.
Tüm bunlar Milli Eğitim dünyasında güzel şeyler olacak diye bize ümit veriyor. Süregiden makus talihin değişeceğine dair kanaatlarımızı güçlendiyor. Sayın Bakana yeni görevinde başarılar diliyoruz. Sivil toplum kuruluşlarını olduğu kadar özellikle işin mutfağında ve uygulamasında yer alan öğretmen ve eğitim yöneticilerini de çözüm sürecine dahil eden katılımcı (tabanın sesini dinleyen) bir yönetim anlayışı takip edeceğini umuyoruz ve bekliyoruz.
Prof. Dr. Osman Çakmak / Samanyolu Haber