Etiket arşivi: Resmin Tamamını Görmek

Güya Allah’ı Takdis Ederken…

Takdis edeyim derken inhisar altına almak

Akıl ve vahiy ilişkisinde istikametli aklın tavrı, hakikati hiçbir zaman vahiy gibi/kadar kuşatamayacağını bilmektir. Vahiy, nazar-ı âlâdan varlığa bakışın ifadesi olduğu için, varlığın tamamını kuşatır ve bu kuşatıcılığın sağladığı dengeyle konuşur. Ancak akıl, parçalardan hareketle ve parçanın bütüne dair verdiği fikir miktarında cüretle kelam edebilir. Nazarı bu kadardır. Bu yüzden akıl ve vahiy arasında kalındığında, yani akıl başka bir yönü (kuşatamamışlık/eksiklik eseri olarak) gösterip, vahiy başka şeye işaret ettiğinde; istikametli aklın tavrı; o an için hakikati kuşatamadığını ve vahyin sırrını anlayamadığını beyan ile Allah’a sığınmaktır. Kendi parçasından Hak olan Allah’ın bütün varlığı kuşatan nazarına sığınmak… Bu sığınmanın birkaç çeşidi var, bir nevi ‘euzü’nün altbaşlıkları. Bediüzzaman, 13. Lem’a olan Hikmetü’l-İstiaze isimli eserinde bunlara temas ediyor:

O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.) (…) zırhınız, Kur’ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır. (…) en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve ‘euzübillah’ demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kaleniz Sünnet-i Seniyyedir…” vs.

Birşeyin hakkında konuşmak, ona dair ve onun merkezinde konuşmaktır. Birşeyin hakikati ise ‘aslında neyin hakkında konuşulduğundan’ haber verir bize. O şeyin ‘merkezinde’ ve ‘aslında’ ne olduğunu söyler. Cenab-ı Hak da, kanaatimce, kainatın hakkında konuştuğu; hatta tüm varlığın hakkında varolduğudur. Hakikatin çok renkliliğinden sıyrılıp Hakkın tekliğine uyandığımız bir zeminden bahsediyorum. Bütün esbap perdesi, yani hakkında konuşulan diğerleri, aradan çıktığında hakkında konuşulan tek şey Allah’tır. Müminlerin dilinde Hak isminin Cenab-ı Allah hakkında bu kadar çok istimal edilmesi, biraz da kendimize şunu hatırlatmanın yolu gibidir: “Hakkında konuşulması gereken ve konuşulmaya değer olan yalnız Odur.

Hikmetü’l-İstiaze’ye geri dönelim. Akıllarını ‘hak’ kılanlara bakacağız şimdi: “Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar! ‘Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır’ diye dalâlete gidiyorlar.”

İşte bu kısımda görülen hastalık da, girişte altını çizmeye çalıştığımız, istikametten uzaklaşmadır. Burada akıl ve vahiy dengesini yitirmiş akıl, kendisinin parçalara yaptığı yorumu merkeze alarak, vahyi ona yönelik bükmeye başlar. Allah’ın şirke karşı yaptığı bütün tahşidatı görmezden gelerek, şerrin yaratılmasını, âdeta ikinci bir ilahmış gibi beşerin eline verir. Çünkü onların nazarında ve ‘kısa aklında’ halk-ı şer şerdir. Halk-ı şerrin şer olmayacağına yönelik açık kapı bırakmaz ki, tekrar dönüp hatasını tashih edebilsin. Halbuki, istikamet dairesindeki akıl, haydi ‘halk-ı şerrin şer değil kesb-i şerrin şer olduğunu’ derk edememiş olsun, en azından bilir ki; Kur’an’ın bütünlüğündeki vurgu şirke kapı bırakmaz. O nedenle Allah’tan başka yaratıcı olduğu ihtimaline açık kapı olamaz. Tefekkürüyle ve takvasıyla Allah’a sığınır ve Allah’tan bu hakikati ‘anlaşılır‘ kılmasını diler.

Bu nedenle ben, Bediüzzaman’ın temkinli duruşuna bayılırım. Örneğin: Rüya ile amel etmenin hakikat mesleğince merğup olmadığını söylemekle birlikte sâdık rüyaları reddetmez Bediüzzaman. (Hatta lahikalarda talebelerin rüyalarını da tabir eder.) Tasavvufa dair kimi eleştiriler yapsa da tasavvufu büsbütün kapıdışarı etmez Bediüzzaman. Vahdet-i Vücudu tehlikeli görse de hepten şeriat dairesinin dışına atmaz Bediüzzaman. Ebced veya cifir gibi ‘ulum-u hafiye‘ tabir ettiği şeyleri ‘şarlatanların istimal edebileceklerini‘ söylese de büsbütün inkârına gitmez Bediüzzaman.

Yine örneğin: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin; “Cû’ ism-i azamdır” ifadesi kendisine sorulduğunda; “‘Cû’ ism-i azamdır’ demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır…” dedikten sonra ekler: “Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i azam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû’ ve açlık, o ism-i azamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, ‘Cû’ ism-i azamdır, yani ‘Bir ism-i azama bir vesiledir’ denilebilir.” Yani bir velinin kendisine nakledilen sözünün, zâhiren mantıklı gelmemesiyle reddine girişmez, tevil ile anlamaya çalışır Bediüzzaman.

Şunu demek istiyorum: Bediüzzaman’da ‘hakikati kuşatamamış olma ihtimaline’ açık bir kapısı bulunur her zaman. Bu nedenle ne rüya meselesinde, ne ebced/cifir bahsinde, ne tasavvufa eleştirisinde, ne de ilm-i kelama dair söylediklerinde merhametsiz bir sınır çizmek yoktur.

Fakat ne hazindir; bugün onu beğenmeyen kimi isimler, sırf şirk olmasın diye, hakikati akıllarının inhisarı altına alırken, farklı sesleri ‘spesifik’ başlığı altında boğup öldürmektedirler. Örneğin: ‘Rüya ile amel edilmez‘i izah ederken, sâdık rüyaları bile reddedecek kadar aşırıya gidebilmektedirler. Veyahut ebced/cifir reddiyesi yaparken, bir yönüyle Allah’ı, beşerin bile kendi kelamında yapabildiği birşeyi yapamamakla, yani acizlikle suçlayabilmektedirler. Bir ilmi suistimal edenlere kızıp, ilmin hakikatini de reddetmek noktasına gidebilmektedirler.

Halbuki bu yaptıkları, aynı zamanda, kendi akıllarının doğruları için vahye ve vahyin sahibine sınır çizmektir. “Bence doğrusu budur!” demekle vahyi o kafadaki doğruya göre eğip bükmektir. Böylelerinin diline baksanız, İslam bugüne kadar hiçbir zaman yaşanmamıştır. Ancak onlar gelince bazı şeylerin farkına varılmış, onlar aydınlatmıştır insanları. Onların aklına sığmayan din, uydurulmuş dindir. Uymayan hadis, uydurulmuş hadistir. Uymayan âlim, çakma âlimdir. Uymayan veli, çakma velidir. Kendi parçasını bütünün kendisi sanan bu zevata karşılık Bediüzzaman’ın ‘hakikati inhisar altına almayan’ duruşu ne anlamlı bir duruştur.

Ahmet AY

RisaleHaber