Etiket arşivi: resul

Hatemu’l Enbiya

‘Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Ancak o Allah’ın Resulü ve Hatemu’l-Enbiyadır. Allah herşeyi hakkıyla bilendir.’ (Ahzab, 40)

Bu ayetin Arapça aslında, ‘Hatemu’l-Enbiya,’ ‘Hatemu’l-mürselin’ tabirine tercih ediliyor. Çünkü Nebi kavramı, Resul kavramına göre daha genel bir anlam taşır ve içinde onu da ihtiva eder. Resul, sözlük anlamı itibariyle risalet kökünden gelen bir kelimedir. Anlamı elçi demektir. çoğulu, rusul ve mürselun’dur. Buna karşılık nebi ise, nebe’ kökünden gelir ve haberci/haber alan kimse anlamındadır. Çoğulu nebiyyun ve enbiyâdır. Kur’an’da ‘Hz. İsa’nın havarilerinden olan elçiler (Yasin Suresi: 13-14), Hz. Yusuf’a giden elçi (Yusuf Suresi:50) için söz konusu olan ‘Resul, Murselun’ kelimeleri bu anlamda kullanılmıştır.

Ayrıca, Kur’ân’da vahiy meleği, ölüm meleği, amellerimizi yazan melekler ve cinler için kullanılan Resul kavramı da bu anlamda kullanılmıştır. Aşağıdaki ayetlerde bu mânâları yansıtan ifadeleri görmekteyiz: ‘Andolsun o akıp giden yıldızlara, Akıp akıp yuvasına giden (yıldız) lara, Kararmaya yüz tuttuğunda geceye andolsun! Ağarmaya başladığında sabaha yemin olsun ki, bu Kur’an, çok şerefli, güçlü, Arş’ın sahibi Allah’ın katında itibarlı, orada kendisine itâat edilen, güvenilir bir elçinin (Allah’tan getirdiği) sözdür. (Tekvir Suresi: 15-21)

‘Sizden birinize ölüm gelince, onu Resullerimiz vefat ettirir.’ (Enam Suresi: 61)

‘Yoksa onlar; Bizim, onların sırlarını ve fısıltılarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, onların yanlarında bulunan Resullerimiz (kiramen kâtibin melekleri) , (onların yaptıklarını ve konuştuklarını) yazıyorlar.’ (Zuhruf Suresi:80)

‘Ey insan ve cin topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze ulaşacağınız konusunda sizi uyaran içinizden resuller (elçiler) gelmedi mi?’(Enam Suresi: 130)

İslam dininde bir terim olarak Resul ve Nebi kavramlarının ikisi de peygamber mânâsında kullanılır. Ancak, ‘Biz, senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki o bir şeyler temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna vesveseler karıştırmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın karıştırdığı şüpheyi giderir. Sonra da Allah, âyetlerini sağlam kılar. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir’ (Hac Suresi:52) mealindeki ayette belirtildiği gibi, ikisi arasında bir fark vardır. İslam âlimlerinin bildirdiğine göre, aralarındaki fark şöyledir:

Resul kavramı, yeni bir kitap ve şeriatla gelen peygamberler için,

Nebi ise, kitap ve şeriat getirsin ya da getirmesin bütün peygamberler için kullanılan bir terimdir.

Nebi, bu özelliğiyle Resul kavramından ayrılır. (Razî Tefsiri,23/45) Buna göre,‘peygamberler için kullanılan bir terim olarak’ her Resul Nebi’dir, fakat her Nebi, Resul değildir. Yani Nebi, Resul kavramına oranla daha geneldir. Bu üslup, Kur’an’ın bir i’caz parıltısıdır ki, veciz bir sözle çok derin ve kapsamı geniş manalar ifade eder.

Hz. Muhammed(.a.s) ise, hem Resuldur hem Nebidir.

Hz. Muhammed’in (a.s.) ayrıcalıklı özellikleri;

*Son peygamberdir:

Peygamberlik kurumu kendisiyle birlikte tamamlanmıştır. Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu: ‘Şüphesiz benimle diğer peygamberlerin durumu şu misale benzer: Adamın biri bir saray yapmış, onu güzelleştirip mükemmel bir şekilde tamamlamış, fakat bir tuğla yeri boş kalmıştır. Herkes gelip bu saraya giriyor ve ona hayran kalıyor ve: ‘Şu boş kalan tuğla yeri olmasa, bu köşke diyecek yok!’ diyorlar. İşte ben o köşkü tamamlayan tuğlayım.’(Tirmizi, Emsal, 2 )

*Risaleti umumidir:

‘Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermiş bulunuyoruz’ (Sebe’ Suresi: 28).

Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) anlattığına göre, Hz. Perygamber (a.s.) şöyle buyurdu: ‘Ben altı şeyle diğer peygamberlerden üstün kılındım: Az sözle çok şey ifade etme kabiliyeti bana verildi. Düşmanın kalbine korku salınarak zafere ulaşmam sağlandı. Savaştan alınan ganimetler bana helal kılındı. Bütün yeryüzü benim için temiz bir mekân ve bir mescit kılındı. Ben bütün insanlara peygamber gönderildim. Peygamberler zinciri benimle son buldu.’ (Müslim, Mesacid, 5).

*En büyük mucizeye sahiptir:

Diğer peygamberlerin peygamberlik belgeleri gözle görülen mucizeler türünden idi. Dolayısıyla da bu mucizeler maddî türden olduklarından dolayı da tesirleri geçici olup, zamanla değerlerini yitirmişlerdir. Söz gelimi, bugün hiç kimsenin bir zaman ejderha olan Hz. Musa’nın asasını, o olağanüstü haliyle görüp de Hz. Musa’nın peygamberliğine iman etme şansı yoktur. Oysa Hz. Peygamber’in (a.s.) en büyük mucizesi olan Kur’an-ı Kerim, hem manevî hem aklî bir mucizedir. Bu özelliğiyle de o, zaman üstü bir konuma sahiptir. Hatta zaman ihtiyarladıkça, Kur’an gençleşiyor, mucizelik yönü daha da parlıyor.

Hz. Peygamber (a.s.), Kur’an’ın bu yönünü şöyle açıklamıştır: ‘Allah’ın gönderdiği peygamberlerden her birine mutlaka insanların onun gibi bir şeyi görmekle imana geldiği bir mucize vermiştir. Ancak bana verilen mucize ise onlardan farklı olarak Allah’ın bana gönderdiği bir vahiydir. Bu yüzden kıyamet günü, onların hepsinden daha fazla tabileri (uyanları) bulunan bir peygamber olacağımı ümit ediyorum.’ (Buharî, İtisam, 1)

*Onun ümmeti, ümmetlerin en hayırlısıdır:

Aşağıdaki ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır: ‘Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyilği emreder, kötülükten sakındırırsınız ve Allah’a imân edersiniz. Eğer kitap ehli de iman etseydi, bu elbette onlar için daha hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır.’ (Al-i İmran Suresi, 110)

*Hz. Âdem neslinin efendisidir:

‘Ben kıyamet günü Âdem neslinin efendisiyim. Kabri ilk açılacak olan benim. İlk şefaat eden de şefaati ilk kabul edilen de benim.’ (Müslim, Fedail, 3)

*Makam-ı Mahmud sahibidir:

Bu makam, başta kendi ümmeti olmak üzere bütün insanlar için söz konusu olacak büyük şefaattir. Bu gıpta edilmeye değer makamın tek namzeti Hz. Muhammed’dir. Aşağıdaki ayette Allah’ın sözverdiği bu makama işaret edilmiştir. ‘Resulüm! Gecenin bir kısmında kalkıp, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. Artık Rabbinin seni Makam-ı Mahmud’a tayin etmesini bekleyebilirsin.’ (İsra Suresi: 79)

*Livau’l-hamd sancağının sahibidir:

Livau’l-hamd, Allah’a en çok tesbih ile hamd etmiş ve bu yüzden Ahmed adını almış, sonra ‘Sen gerçekten çok büyük bir ahlak üzerindesin’ mealindeki ayetin de ifade ettiği gibi, Allah tarafından en çok övgüye laik görülmüş ve bu sebeple de Muhammed adını almış Hz. Peygamberin bu manevî kimliğinin bir belgesi ve manevî riyasetinin bir simgesi olan sancak anlamına gelir. Şu hadis-i şerif bu hususu belirtmektedir: ‘Ben kıyamet günü Âdem neslinin efendisiyim. Livau’l-hamd sancağı benim elimdedir. Fakat asla gururlanma olmaz. O Âdem ve ondan sonra gelen bütün peygamberler benim sancağım altındadır. Ve kabri ilk açılacak olan da benim. Fakat asla gururlanma yoktur.’ (Ahmed,III/2)

*O Bir Sirac’ı Münirdir:

Bu kavramı ihtiva eden ayetin meali şöyledir: ‘Ey Nebi’ muhakkak ki, biz seni bir şahid, bir müjdeci, bir uyarıcı, kendisinin izniyle Allah’a davet edici ve aydınlatıcı bir güneş/lamba olarak gönderdik.’ (Ahzab, 33/45-46) Bu ayette, Hz. Peygamber(a.s.) hem güneşe hem de Ay’a benzetilmiştir. Şöyle ki: ‘M. Said Ramzan el-Butî’nin de belirttiği gibi’ Arapçada ışığın kaynağı olan şeyler için muzî tabiri, ışığını dışarıdan alanlar için de münîr tabiri kullanılır. Meselâ: Aydınlık bir oda için Ğurfetün müzîetün denilmez, aksine münîretün denilir. Çünkü odanın ışığı dış kaynaklıdır. Buna karşılık bir ateş közü için kabesün münîr denilmez, aksine müzî denilir. Çünkü, ateşteki ışık kendisinindir. İşte Kur’an-ı Hakim’in Kur’an’da ay için nur-münîr, güneş için ziya-siraç tabiri kullanması bu ince farkı belirtmek içindir. ( el-Butî, Revâyi’, 115-16)

İşte söz konusu ayette normal Arapça dil kuralına ve Kur’an’ın diğer kullanış alanlarından farklı olarak Hz. Muhammed için siracen münira tabirinin kullanılması, burada hem Güneş hem de Ay’a yapılan bir benzetmenin göstergesidir. Ayette bu benzetmenin varlığını gösteren işaretleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Hz. Muhammed(a.s.) nübüvvet cihetiyle bir ay gibidir. Vahyin ışığını Şems-i Ezelîden/Veya Kur’an güneşinden alıyor. Risalet cihetiyle bir güneş gibidir. Güneşin kendisinde bulunan ışığını her taraf saçtığı gibi, o da ”konuşan, yaşayan bir Kur’an olarak” kendisinde bulunan hidayet ışığını tüm insanlığa saçmıştır. Ayette geçen Sirac-ı Münir kavramı bu iki hususa ışık tutmaktadır.
  2. Hz. Peygamber (a.s.), Allah’tan vahiy alan bir kişi olarak nebi, aldığı ilahî mesajı başkalarına ulaştırma görevinden dolayı da resul/elçi adını alır. Ayette ‘Ey Nebi’ mealindeki ‘ya eyyüha’n-Nebiyy’ ifadesi onun nübüvvetine, ‘seni elçi olarak gönderdik’ mealindeki cümlesi ise, risaletine işaret etmektedir. ‘Allah’ım! Risalet semasının güneşi, nübüvvet yörüngesinin ayı olan Hz. Muhammed’e salat ve selam eyle’ mealindeki salavat-ı şerifede, bu hakikate işaret edilmektedir.
  3. Sirac-ı Münir kavramı ‘yukarıda açıklandığı üzere’ iki zıt vasfı ihtiva etmektedir. Sirac kelimesi, ışığı kendisinden olan bir cismi ifade etmekte ve Kur’an’da güneş anlamında, kullanılmaktadır: ‘Biz gökte alev alev yanan/ışığı kendinden olan bir güneş yarattık.’ (Nebe’ Suresi:13) mealindeki ayet bunu göstermektedir. Münir kelimesi ise, ışığını dışarıdan alan bir cismi ifade etmekte ve Kur’an’da Ay için kullanılmaktadır. ‘Biz göklerde bir sirac/lamba/güneş ve aydınlatıcı bir Ay (Kamer-i Münir) yarattık.’(Furkan Suresi:61) mealindeki ayet bunu göstermektedir.

Risalet semasının güneşi ve nübüvvet yörüngesinin Kamer’i/Ay’ı olan Hz. Muhammed’e Onun âl ve ashabına kâinatın atomları sayısınca salat ve selam olsun. Âmin!

Niyazi Beki / Zafer Dergisi

Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi

Bu Hikaye, hayal ürünü değildir. Bütün çıplaklığı ile Rusya‘da yaşanmış iki ünlü kişinin gerçek hidayet hikâyesi. Biri uzun yıllar boyunca Batı Rusya’da adından çok söz ettiren Mafya lideri, diğeri Rus dilini en güzel seslendirmesiyle ün kazanmış bir bayan spiker.

Meslekleri ve konumları arasındaki uçuruma inat, kendileri de dahil hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği gelişmeler zinciri, onları bir noktada birleştiriyor. Ve ortaya heyecan dolu bir hidayet hikâyesi çıkıyor. “Rus da dinsiz kalamaz, geri dönüp Hıristiyan da olamaz” gerçeğinin en çarpıcı delili olacak türden bir hidayet hikâyesi…

Hidayet hikayemiz baya uzun olacağı için parçalar halinde zamana yaymak istedik. İstifade etmeniz temennisiyle.

1. Bölüm: Aykırı Mezar

2. Bölüm: Nikolay ve İncil

3. Bölüm: Ashab-ı Kehf Gibi

4. Bölüm: Dördüncü Gün

5. Bölüm: Cuma Namazı

6. Bölüm: Buluşma

7. Bölüm: Ders Başlıyor

8. Bölüm: Kitap İlanı

9. Bölüm: Azerbaycan’dan Gelen Acı Haber

10. Bölüm: Cenaze Namazımı Sen Kıldır

11. Bölüm: Büyük Buluşma

12. Bölüm: Rusya’dan Hizmet Mektupları (son bölüm)

Rusya’dan Hizmet Mektupları

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 12. ve son bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

Rusya Nurlanıyor (Yıl 1999)

Aziz ve muhterem ağabeyler

Geçen mektuplarda arz eylediğimiz gibi, ta Rusya’ya ilk ayak bastığımız günden beri çok sür’atli, vüs’atli hizmetlerin şahidi oluyoruz.

Kitap basımı, yeni dersanelerin açılması, muhtelif insan tabakalarında ve muhtelif makamlarda Risale-i Nurun tanıtılması devam ediyor. Bu sene Rusya Müftülüğü tarafından düzenlenen iki büyük konferansta Risale-i Nur tanıtıldı.

Bunlardan biri, ‘Rusya’nın Manevî İntibahında Müslümanlar’ın Rolü‘ adı altında yazın Moskova’da meşhur Kosmos Oteli’nde tertiplendi. Bu konferansta dünyanın muhtelif ülkelerinden gelmiş iştirakçilerle tanıştık, kitap hediye ettik. Ayrıca dış salonda kitap satışı tertiplendi.

Bu konferansta birçok mühim kararlarla beraber devlet seviyesinde Rusya Federasyonu topraklarında İslam’ı tebliğin başlamasının 1400 sene-i devriyesini 2000 senesinin Nisan ayında büyük bir merasim şeklinde kutlanması kararı alındı.

Nikolay Kardeş!

“Şimdi burada hummalı bir şekilde tercüme, tashih ve dizgi işleri devam ediyor… Yakın zaman öncesi Kırım’dan Fahreddin kardeş buraya geldi.

Bir vesile ile Ulyanovsk şehrine, oradan da Başkırdistan’ın başkenti Ufa şehrine gitti. Kırım’da bahçeli bir evi dersaneye vermiş Neriman kardeş var…

Novgorod’da Rus Müslümanlar birkaç aydır dersane arıyorlardı. Şimdi bu Ramazan ayında Novgorod’un güzel bir yerinde iki odalı bir daire buldular. Petersburg’tan Resul ve Azerbeycan’dan yeni gelmiş Vugar kardeşler orada kalıyorlar. Rus Müslümanlar her gün dersaneye gelip ders dinliyor, hatta dersanenin zarurî işlerinde kardeşlere yardım ediyorlar.

Bir ders günü Nikolay isminde biri dersten sonra kardeşleri kucaklayarak, ‘Risale-i Nurun gelmesiyle Rusya kurtuldu. Bin sene çektiğimizin bin katını daha çeksek, bu netice için ucuzdur!‘ demiş. O kardeş, kendi iş yerinde ders koymuş. Onların kurdukları bir vakıf var. Esas çalışmalarından biri de hapishanelerde manevî terbiye işidir.

Şimdiye kadar Rusça risalelerden hapishanelere götürmüşler, şimdi ders de koyacaklar. Novgorod’da dersane açılan günün gecesi, Resul kardeşle oradaki Nikolay kardeş aynı rüyayı görmüşler. Görmüşler ki Deccal’a ölüm hükmü veriliyor.

“Sibirya’da da keyfiyetli hizmetler devam ediyor. Novosibirsk’te, Krasnoyarsk’da, Omsk’da, İrkutsk’da kardeşlerin gayretiyle çok inkişaflar var… Yekaterinburg’ta Behram Kardeş çok faal hizmetlere devam ediyor. Üniversitede Risale-i Nur tanıtılıyor, yakın şehirlerde dersler koyuluyor.

“Perm’de davet üzere kardeşler 40 dakika mesafedeki bir yatılı okula gidip 50-60 talebeye ders okumuşlar. Sonra okulun müdürü rica edip muntazam gelmelerini, hatta gerekirse arabayla aldıracaklarını söylemiş.

Bu arada ‘Nur-u Bedi İlim ve Kültür Vakfı‘ da kuruluyor. Dua edin, Cenab-ı Hak, devam, gayret, sebat ihsan etsin.

Rusya Nur Talebeleri

Rusya’da 170 Bin Kitap (Yıl 2000)

“Aziz ve Muhterem ağabeyler,

“Bu sene Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği hizmet-i imaniyeden tahdis-i nimet nev’inden behsetmek istiyoruz. Kitap tab’ı, yeni dersaneler açılması, radyo ve hapishane hizmetleri ve Üniversite faaliyetleri devam ediyor. Bu yakınlarda 20 bin nüsha kitap daha basıldı. Şimdiye kadar Rusya’da Türkçe, İngilizce, Rusça olmak üzere 170 bin nüsha kitap tabedilmiş.

“Kur’an’ı inceleyerek ilmî bir tez çalışması ile doktora yapmış bir Rus Hanım, camiye gelerek İslam’ı kabul etmek istediğini bildirmiş. Ona biraz anlatıp, Risaleler’den birkaç kitap vermişler. O hanım ertesi sabah camiye gelerek ‘Ben Kur’an’ı tetkik edip ilmî bir rütbe aldım, fakat bu kitaplarla ben iman, Kur’an, İslam ne imiş, yeni anladım‘ diyerek heyecanla hayretini bildirmiş.

“Hapishanede Risale-i Nur’u tanıyıp hidayete eren Konstantin isimli bir Rus genci, başka bir hapishaneye naklolmuş. Orada risaleleri okuyarak başına cemaat toplamış. O hapishaneden ona İslamiyet’i ilk defa anlatan Novgorod Müslümanlar’ından birisine yazdığı mektupta, namaz hocası ve ne kadar mümkünse risale göndermesini rica ediyor ve diyor ki, ‘Rabbim kalb ve kulağı olan öyle insanlar yaratmış ki, onlar Risale-i Nur ve Bediüzzaman’ı kabule hazırdırlar.

“Moskova’da Rusya’nın en büyük kütüphanelerinden biri olan ‘Yabancı Diller Kütüphanesi’ ile anlaştık. Oraya Arapça ve İngilizce kitaplar konulacak.

Ukrayna’nın en meşhur papazının torunu Risale-i Nur’la Müslüman olmuş.

Her gün Türkçe risalelerden ders okuyorlar. Onlar insanlara İslamiyet’i Risale-i Nur’la anlattıkları zaman dinleyenler hayretle, ‘Biz, Müslümanlar’ı elinde silah, merhametsiz birileri zannederdik. Bu ise bambaşka bir âlemdir.

Bazen karşı gelen anne babalara, ‘Bizim de emsallerimiz gibi sarhoş, ayyaş, narkoman olmamızı mı istiyorsunuz?‘ dedikleri zaman susuyorlar.”

Rusya Nur Talebeleri

‘Rus da Dinsiz Kalamaz’ (Yıl 2008)

Yıllar geçtikçe hizmetin alanı ve boyutu genişlediği gibi, seviyesi de yükseliyor. İşte buna şahit, elimizdeki en yakın tarihli Rusya mektubu (22 Şubat 2008). Sungur Ağabey, her zamanki gibi Üsküdar medresesinde koltuğuna oturmuş, dersten sonra bu mektubu okutup şevkle dinliyor.

Adetâ bütün zerratıyla, büyük bir zevk ve şevkle dinliyor. Mektubu okutmakla kalmıyor, aynı anda Rusya’ya bağlanıp canlı olarak, hizmet haberlerini mikrofonla topluluğa dinletiyor. Evet, yer Rusya’nın Batı’ya açılan kapısı Kaliningrad şehri. Şimdi orada hizmet yapan vakıf kardeşler Resul ve Âmin’e kulak veriyoruz:

“Rusya’nın Batı’ya açılan penceresi Kaliningrad’dan tüm ağabey ve kardeşlerimize binlerce selamlar!

“Üstad’ımızın bahsettiği Prens Bismark’ın memleketi, önceden Alman’lara ait olan Köningsberg 1946’da savaş tazminatı olarak Rusya’ya geçen ve Kaliningrad olarak isimlendirilen, Risale-i Nur’la şereflenen bir memlekettir.

“Önceki mektuplarda anlattığımız, dersane ve ev dersleriyle beraber Askeriyede, Polis Akademisinde, Kolejlerde, Üniversitelerde, ihtiyarlar evinde ve hatta kiliselerde derslerimiz var. Artık bir sene oldu, Kaliningrad Mimarlık Koleji’nde her hafta başka bir sınıfta Nur derslerimiz devam ediyor. Aynen dersanedeki gibi kitapları dağıtıp okuyoruz. Sonra ders soru-cevaplarla devam ediyor. Öğrencilerden altmışa yakın teşekkür mektubu aldık. Öğrencilerin bir kısmı telefon açıp dersaneye geliyorlar.

Hakikî saadeti, bu huzur verici kırmızı kitaplarda bulduklarını, Risale-i Nur’dan, hususan Gençlik Rehberi’nden çok etkilendiklerini söylüyorlar. Vitali (Şimdi Halit) isminde bir genç, ‘Hayatımda bir kitaba böyle bağlanmamıştım. Okudukça okuyasım geliyor. Ve bu kitapları okuyanlarla, Müslümanlarla görüşmek ve hep Allah’tan konuşmak istiyorum. Hep sizinle birlikte olmak istiyorum’ diye yazıyor.

“Kolej hizmetlerimize vesile olan Rusya Milletvekili Yojikov’la dersanede yapılan bir memur dersinde Üstad’ımızın Kastamonu Mektuplarından birisinde, ‘Üç dört aydır, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim…’ ifadesini okuduğumuzda kendisi gözyaşlarını tutamayıp kolejde bu iman derslerini başlatan ve o gün orada ders anlatan siz-biz değil Üstad Said Nursî idi’ dedi.”

Aleksandr

“Kolejlerde olduğu gibi üniversitelerde de güzel hizmetler var. Rus genç Aleksandır isminde bir öğrenci, üniversite kütüphanesine vermiş olduğumuz Gençlik Rehberi’ni okuyup, bizi bulup akşam derse geldi. Bir iki dersten sonra elhamdülillah Aleksandır Ali İhsan oldu…

Maşaallah Nur’ları okumada ve hizmetlerde çok gayretli… Dua edin, İnşaallah çok gençlere vesile olur. Ailesine Müslüman olduğunu söylediği zaman tepki beklerken destek görmüş. Hatta ninesi Tabiat Risalesini okumuş ve hayatında okuduğu en doğru hakikat ve ve en kolay anladığı kitap olduğunu söylemiş. Şimdi tüm ailesi Risale-i Nur’la Müslüman bir aile haline geldi.

“Elhamdülillah bunun gibi birçok hizmetler var. Sizleri ve dualarınızı bekleriz.”

Rusya Kaliningrad’dan kardeşleriniz Resul, Amin

Büyük Buluşma

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 11. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

SOFİA’NIN naaşı onu sevenlerin kolları üzerinde kabristana götürüldü. Nikolay (Abdülkerim) yol buyunca düşündü. Hayat ne kadar kısa, dünya ne kadar geçici bir yerdi. Eğer üç ay önce tanışmış olmasalardı, belki de Sofia bugün bir ateist olarak ölecekti. Ne büyük bir inayetti. Dilinden şu cümleler dökülüverdi:

Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen de O’dur.” (Kasas Suresi, 56)

– Gerçekten kullarına yardım ve hidayet edecek yalnız O’ dur, diye içinden geçirdi. Kendisi de bir zamanlar komünist değil miydi? Eğer arkadaşı, bundan birkaç sene önce onu ele vermeseydi, hapishaneye düşmeyecek Kur’an’la buluşmayacak ve hayatını sorgulamayacaktı.

Haksızlığı görmese gerçek adaleti aramayacaktı. Önce İncil’le sonra gerçek hakikat Kur’an’la şereflenmeyecekti.

Evet, Abdülkerim ve arkadaşları, Kur’an’ın sayesinde hapisten kurtulmuştu. Dinini öğrenmek için büyük bir şevkle çalıştı. Eski yaşamının bütün karanlıklarını yeni diniyle nurlandırmaya başlamıştı.

Bir bir gözünün önünden geçti bu süreçte yaşadıkları. Abdülveli Özbekistan’a gitmişti. Bu arada diğer arkadaşları kendilerine yeni bir ev, yeni bir hayat kurmuşlardı. Abdülkerim bir manav dükkânı açıp kendine temiz bir yol çizmişti.

Abdülveli’nin dönmesiyle İslam’ın şartlarını ve o çok değer verdikleri Nur Risaleleriyle tanışmışlardı. Böylece eski yaşamıyla beraber Nikolay gitmiş, yerine hizmet dolu bir yaşamla Abdülkerim gelmişti. Nikolay’a Abdülkerim ismini Abdülveli vermişti.

Cuma namazı için gittikleri Petersburg’da Ruslan Cemalov yani Resul ile karşılaşmış, bu hizmet adamıyla birlikte birçok kişiye yardım eli uzatmışlardı.

Abdülkerim liderlik vasfıyla bu yolda da hizmet etmişti. Silahlı arkadaşlarına Resul’ün de yardımıyla Risale dersleri yapmış bir kısmının nurlanmasına vesile olmuştu. Hapishanedeki arkadaşlarını unutmamış, o koyu komünistlerin hayatını değiştirmişti. Onların en muhtaç oldukları meseleleri en iyi bilen, bir zamanlar bu azılı katil ve canilerin önderi olan Abdülkerim idi. Rusça’ya çevrilen Risaleleri her birine dağıtıp, onlarla hapishanede Risale dersleri yapmıştı.

Ne gariptir ki Sofia ile tanışmalarına sebep olan hikâye, hapishane müdürünün, yaptıkları dersleri bir kasete kaydedip yayınlamayı teklif etmesiyle başlamıştı.

Hapishaneden yola çıktıklarında Resul de Abdülkerim de radyoevinde karşılaştıkları Sofia’nın Müslüman olacağını, Nur davasına hizmet edeceğini nereden bilebilirlerdi?

Bir ateist olan Sofia, okunan Risale’lerle can bulmuştu. O değil miydi Yirminci Mektup’ta geçen o vurucu cümlelerin zihninde dönüp durmasına şaşıran. O değil miydi hastaneye yattığında, en yakınları bile yokken yanında, Abdülkerim ve Resul’ün gelmesiyle düşman bildiklerine dost olan.

Sofia tümör teşhisiyle hastaneye yattığında Abdülkerim ve Resul’ün ziyaretiyle yaşama yeniden başlamıştı. Hastalar Risalesi’ni defalarca okumuş ve mucizevî bir şekilde iyileşmişti. Geri kalan ya samını Risale-i Nur hizmetine adamaya karar vermişti.

Sesine hayran olunan, Rusça’yı en güzel ve düzgün bir diksiyonla konuşmasıyla meşhur olan Sofia, şimdi aynı meziyetlerini kullanarak, Risale-i Nur’un büyük kitlelere de ulaşmasını sağlamıştı.

Ömrünün son aylarında, yıllara tekabül edebilecek bir hizmet gerçekleştirmişti. Ve şimdi ebedî saadete doğru yol almıştı.

Abdülkerim, mezara ulaşıldığında bu düşüncelerinden sıyrıldı. Sofia’nın naaşı arabadan indirilip mezarın kenarına konuldu.

O büyük kalabalığın içinde sadece üç Müslüman vardı. Sofia, Resul ve Abdülkerim… Cenaze namazını kılmak üzere Resul ve Abdülkerim öne geçti. Biri imam, diğeri cemaat oldu. Vasiyetteki gibi Resul cenaze namazını kıldırdı. Kalabalık bir grup arkada bu manzarayı seyrediyordu. Ardından defin işlemi başladı. Resul Yasin-i Şerifi okudu, Abdülkerim de Sofia’nın hidayetine sebep olan Yirminci Mektup’u okumaya başladı.
O sırada Sofia’nın oğlu Resul’ün yanına yaklaşarak:

– Annem sizin için küçük bir kâğıda bir şeyler yazdı.

– Tamam, verin bakayım.

– Hayır. Burada değil, evde vermemi söyledi. Eve gitmeliyiz. Resul, merak etti. Eve vardıklarında vasiyet kâğıdında şu notun
yazılı olduğunu gördü:

– Cenazemin defninden sonra eve gelinecek. Moskova’dan gelen bütün sanatçı dostlarıma evde ikram edilecek ve Resul onlara Risale-i Nur’dan ders okuyacak.

Ölürken de hizmeti düşünen bu kadının kısa zamanda kazandığı bu şuura bir kere daha hayran kaldılar.

Eve gelenlere ikram yapıldıktan sonra Resul Yirminci Mektup’tan ders yapmaya başladı.

“Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hamisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahi bini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tamsa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.”

Misafirler, Resul konuşmaya başlarken Sofia’nın ne kadar iyi bir insan olduğundan, meziyetlerinden bahsedeceğini düşünüyorlardı. Fakat Resul kitaptan ölüm ve hayatla ilgili bir şeyler okuyor ve izah etmeye çalışıyordu. Okunanlar dinleyenlerin daha önce duymadıkları tarzda ifadelerdi. Bu sözler, ölenden çok yaşayanlara hitap ediyor ve bu dünyadan ayrılanlar için daha güzel bir yer hazırlandığı na dair müjdeler veriyordu. Ölümü güzel gösteriyordu. Resul’u daha dikkatli bir şekilde dinlemeye başladılar.

“Yuhyi” Yani, hayatı veren O’dur. Ve hayatı rızıkla idame eden de Odur. Ve levazımat-ı hayatı da ihzar eden yine Odur. Ve hayatın âli gayeleri Ona aittir ve mühim neticeleri Ona bakar: yüzde doksan dokuz meyvesi Onun’dur. İşte şu kelime, şöyle fâni ve âciz beşere nida eder, müjde verir ve der:

Ey insan! Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenasını düşünüp hüzne düşme. Yalnız dünyevi, ehemmiyetsiz meyvelerini görüp, dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki, o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyûm’a aittir. Masarif ve levazımatını O tedarik eder Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve Ona aittir. Sen o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak. O hayat sefinesi ne kadar kıymettar olduğunu ve ne kadar güzel faideler verdiğini ve o sefine sahibi Zât’ın ne kadar Kerîm ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur ol ve şükret. Ve anla ki, vazifeni istikametle yaptığın vakit, o sefinenin verdiği bütün netâic, bir cihetle senin defter-i a’mâline geçer, sana bir hayat-ı bakiyeyi temin eder, seni ebedî ihya eder.

Sofia’yı sevenler dinledikleri sözlerden daha önce bilmedikleri ve düşünmedikleri şeyler duyuyorlardı. Cümleler onların duygularına, iç dünyalarına hitap ediyordu. Yaratıcı hakkındaki fikirleri farklı bir boyut kazanıyordu. Yaşamın zannettikleri gibi keşmekeş ve zalim olmadığı; Allah’ın her bir canlının yaşamına Rahmetiyle ve Keremiyle sahip çıktığı anlatılıyordu.

Resul okumaya devam etti:

“Yumit” Yani, mevti veren O’dur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bakiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:

Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkıyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.

Dinleyenlerin ölüm hakkındaki düşünceleri de derinden sarsıldı. Bir yokluğa gidiş olarak düşündükleri ölümün, aslında daha güzel bir hayata geçiş olduğundan bahsediyordu.

Bu da onları ölümden sonraki hayat hakkında bir daha düşünmeye sevk etmişti.

Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bakide huzur-u Kibriyâya müşerref olacaklar. Yani, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahimlerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya, herkes, kendi Halikı ve Mabudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.

Bu arada misafirlerden İslamiyet’le alakalı peş peşe sorular gelmeye başladı. Yaratıcı ve ahiret hayatıyla ilgili Resul’e pek çok soru yöneltildi. Sohbetin sırasında “Biz İslamiyet’i çok yanlış biliyorduk!” diye itiraflarda bulundular. Evet, Sofia hayatında olduğu gibi, ölümünde de hizmet etmişti…

“İşte, şu kelime, bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki: Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun?

Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, Onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.”

Bu cümlelerle Sofia, sanki onlarla konuşuyor ve onlara üzülmemelerini, kendisinin çok güzel bir âleme gittiğini, mutlu olduğunu söylüyordu.

“Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan! Fenaya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenaya değil, bekaya gidiyorsunuz.

Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Mâlik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.”

Son Söz Yıkılan Mezar!

KADIN SAFLIĞININ sembolü olarak aldığı Meryem ismiyle yeni hayata başlayan Sofia Valentinova, Rusya toprağına bir Meryem olarak düşer. Kıbleye yönelmiş mezarıyla bütün batıl inançlara sırtını dönerek. Kabri bir şiar-i İslam haline gelir. Novgorod mezarlığına her yolu düşene sanki “Dur yolcu geçme!” diye seslenir gibidir. Adeta kendi milletine yarım kalan tebliğini, yattığı yerden sürdürmektedir.

Fakat, çok fazla geçmeden bundan rahatsız olan Rus yetkililer mezar taşını kırıp yok ederek tebliğini susturmak isterler. Artık o da Üstad’ı gibi bir, “Yıkılmış Mezar“dır. Bu haliyle bile gönül verdiği Üstad’ına ne kadar da benzemektedir…

Bir insanın fikir ve inancını zorla yok edeceğini sananlar yine aldanacaklar. ‘Ölümüm hayatımdan ziyade dine hizmet edecek‘ diyen Üstad gibi, Sofia da bir çekirdek olarak Rus toprağına düştü. Ama inanıyoruz ki, o binler Meryem olarak dirilecektir.. Ve yine inanıyoruz ki, onun gibilerin mazlumiyeti, İstikbal semavatı ve zemin-i Rusya’yı İslam’ın beyaz eline teslim etmeye sebep olacaktır….

devam edecek….

Cenaze Namazımı Sen Kıldır

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 10. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

RESUL NOVGOROD’A döndükten sonra Abdülkerim ile birlikte, içleri buruk bir halde Sofia’yı ziyaret için evine gittiler. Eve vardıklarında yakınları, şuurunun gidip geldiğini, bu yüzden pek kimseyi tanımadığını söylediler.

Resul ile Abdülkerim, Sofia’nın odasına girdiklerinde, karyolası üzerinde yarı yatar konumda oturtulan Sofia’yı görünce, şaşkına döndüler. Zira o canlı, şen şakrak kadın gitmiş, yerine rengi solmuş biri gelmişti!

Sofia’yı görünce Resul, artık onun yönünü iyice ahirete dönmüş olduğunu anladı. Sofia gözlerini kaldırıp baktı ve tebessüm etti. Hayret kimseyi tanımazken onları tanımıştı. Üstelik eliyle yaklaşmalarını işaret etti. Sesi mırıltı halinde çıkıyordu. Resul’e masanın üzerinde bulunan Risaleleri göstererek ders yapmasını istedi. Resul kitaplardan birine elini uzattı ve rastgele açtı. Şaşırdı. Tam da onun haline uygun bir yer çıkmıştı. Hz. Eyyüb Aleyhisselam’ın hastalığından bahseden İkinci Lem’a. Resul okudukça Sofia’nın rengi değişti. İfadeler, adeta ruhuna hayat üflüyordu. Bir müddet okuduktan sonra daha fazla yormama düşüncesiyle kitabı kapatmak istedi. Fakat Sofia, Risaleler’i aşkla seviyordu. Eliyle devam etmesini işaret etti. Resul okumaya devam etti.

Sofia, Resul’e bir şeyler söylemek istedi. Fakat mecalsizdi, konuşamadı. Resul kulağını iyice kendisine yaklaştırdı. Dilinden güçlükle şu cümlenin döküldüğünü duydu:

– Resul, ben artık gidiyorum!

Resul’ün yüreği kabardı, kendini güçlükle tuttu. Bir şeyler söylemek zorunda olduğunu hissetti. İnanmasa da:

– Nereye Sofia Hanım, seninle daha çok hizmet edeceğiz, dedi. Fakat Sofia:

– Hayır, Resul, buraya kadar… Yalnız, benim cenaze namazımı senin kıldırmanı ve beni İslamî usulle toprağa senin defnetmeni vasiyet ediyorum, dedi.

Resul, daha fazla dayanamadı, dolmuş olan gözlerini Sofia’dan kaçırarak yanından ayrıldı.

Mezar taşına vasiyet

Sofia Valentinovna vefatından önce oğluna kâğıt kalem getirmesini söyledi. Getirilen kâğıdın üzerine titrek elleriyle bir şekil çizdi. Bu, üst kısmı oval, alt kısmı dikdörtgen olan kapıya benzer bir şekildi.

Üst kısmına ovalle paralel şekilde büyük harflerle Meryem, altına da küçük harflerle Sofia Valentinovna yazmıştı. Ayrıca resmin altına okunacak şekilde şu vecizeyi kaydetti:

Dünya fanidir.

Fakat iyi bilin ki, sonsuz bir hayat vardır.

Bu resim Sofia’nın mezar taşına yazılmasını istediği vasiyeti idi.

Vasiyetinde ayrıca namazını Resul’ün kıldırmasını ve cenazesi için Moskova’dan gelecek kalabalık sanatçı topluluğunu evinde ağırlamalarını ve onlara Resul’ün Risaleler’den ders okumasını istemişti.

İki gün sonra oğlu, telefonla annesinin vefat haberini verdi. Resul düşünmeye başladı.

– Demek ki, ilk hastaneye kaldırıldığında Sofia’nın ölmesi mukaddermiş. Allah, Risale-i Nur hürmetine ona yeniden hayat vermiş. Dolu dolu hizmetle geçen üç ay, belki de otuz yıllık bir ömür sevabını kendisine kazandırdı. “Sadaka belayı def eder, ömrü uzatır” hadisi galiba bu manaya gelse gerektir, dedi.

Evet, Risale-i Nur, insanlığın ebedî hayatını netice veren iman hizmeti olduğundan, en mühim bir sadaka-i makbule hükmündedir. Onunla imanını kurtarıp hizmet edenin imanla kabre gireceği ne ve ebedî bir hayat kazanacağına dair müjdenin bir delili de üç aylık bir mazisi olan bu Sofia (Meryem) Valentina oldu.

Ne mutlu ona ki, az zamanda çok şey kazandı, Rusya gibi inkârın en koyu karanlıkları arasından çıkıp mümin ve Müslüman olarak Rabbi’nin huzuruna kavuştu. Allah rahmet eylesin” diye içinden geçirdi.

Hıristiyan Mezarlığı’nda İlk Müslüman

Novgorod mezarlığında ilk defa bir Müslüman defnedilecekti. Mezar, kazılmaya başlandı. Resul kazdma işlemini kontrol için kabristana gitti. Kabrin Hıristiyan’larınki gibi kazıldığını görünce müdahale etti.

– Merhumenin vasiyeti var. Ben din görevlisiyim. Defin işleri için beni tayin etti. Kabrinin İslamî kurallara uygun olmasını istedi. Ayrıca kabrinin yüzü kıbleye gelecek şekilde kazılması lazım.

– Ama efendim buranın kuralı var, biz bunu bozamayız.

– Dinin de kuralı var. Müslüman birini Hıristiyanlar’ın kurallarına göre defnedemeyiz!

– O zaman yetkili papazı çağırıp soralım!

– Çağırın sorun!

Papaz geldi. Resul’le aralarında şu konuşma geçti. Resul:

– Efendim ben de sizin gibi din görevlisiyim. Kabrin İslami kurallara göre kazılmasını söyledim, itiraz ettiler.

Papaz bir süre düşündükten sonra:

– Siz Müslüman olduğunuza göre kabir de sizin dediğiniz gibi kazılmalı. Bundan daha doğal bir şey olamaz, dedi.

Mezarlık görevlisi tekrar söze katıldı:

– Efendim, ama bir de buranın mimari planı var. Papaz:

– Ben ona karışmam. O belediyeyi ilgilendirir, dedi.

Bunun üzerine Sofia’nın oğlu devreye girdi. Kendisi sözü geçen yüksek düzey bir memurdu:

– Tamam, ben o işin resmi tarafını hallederim Siz kabri Resul Hoca’nın istediği gibi kazın, dedi.

Böylece Sofia’nın kabri, başı kıbleye gelecek şekilde kazıldı. Adeta vefatından sonra da İslam’ı tebliğe devam ediyordu.

devam edecek…