Etiket arşivi: risale akademi

Gençlik Rehberi Mahkemesinden İslamafobi Sempozyumuna

Bediüzzaman‘ın hayatında İstanbul farklı zamanlarda farklı hayat levhaları ve görüntüleri ile görünmüştür.

İkinci Meşrutiyet öncesi geldiği İstanbul’da farklı faaliyetleri olmuştur. Bu geliş kendini kamusal alana, ilim muhitlerine kabul ettirme yönünden önemli bir geliştir.

İmparatorluğun hasta adam olduğu bir dönemde Bediüzzaman siyasi hayatı, dini ve kültürel hayatı projektör gözleri ile denetler, eserlerinde daha sonra görülecek sayısız tahlillerin hammaddeleri ve saf vakaları bu dönemde görülmüştür.

Toplumu çok yönlü olarak revize edecek bir insanın o toplumu çok yönlü olarak görmesi ve değerlendirmesi gerekir.

Dostoyevski Sibirya sürgününde romanlarının bütün hammaddelerini bulduğunu söyler.

Hüseyin Rahmi İstanbul’da günlük hayatın bütün vechelerini görmüş ve romanlarına yansıtmıştır.

Çünkü asrın en büyük olayı gözlem,

Bediüzzaman’da bütün eserlerinin yapısal görüntüsü ile ileri düzeyde bir gözlemcidir. Onun gözlemleri hem tabiatı, hem insanları, hem olayları, hem demonik vakaları, dini ilişkileri daha nice görsel levhaları içine alır.

Avrupa Osmanlının hasta adam olduğunu görmüş, hastayı bir an önce öldürüp mirasına konmanın hesabını yaparken, Bediüzzaman da hasta adamı çok yönlü olarak görmüştür, Avrupa hasta adamı pasta yapmayı düşünürken, Bediüzzaman ise bu büyük hastayı diriltmek için her çabayı göstermiştir.

Bediüzzaman siyasi hayatın hasta olduğunu görür kurallar vazeder.

Dini hayatın ve akaidi hayatın hasta olduğunu görür, risalelerinde hasta akaidi sağlıklı hale getirmeye gayret eder.

Haşir’deki adam hasta,

Miraç’ daki adam da hastadır, anlayış ve kavrayış hastasıdırlar.

Hastalar risalesindeki hastalık bedensel hastalıktan çok hastalığı tanrısal göremeyen anlayışın hastalığıdır.

Bediüzzaman dinin bütün akaidi ve ameli alanlarını hastalıktan kurtarmak için eserler kaleme almıştır.

Meşrutiyet öncesi geldiği İstanbul’da bu hasta adamı çok yönlü olarak görmüştür.

Daha sonra bu gözlemlere göre eserlerinin yapısını kurmuştur. Bu ilk geliş mahiyet olarak tam işlenmemiştir, çok önemli bir geliş ve hazırlanış dönemidir.

Bundan sonraki gelişi Rusya’da sürgün yıllarından sonra döndüğü İstanbul’da yaşadıklarıdır. İşgal İstanbul’unda o kadar farklı fikirler vardır ki bir piyanonun tuşlarının her birinin bir yere düşmesi gibi ahenksiz bir ortamdır.

Ankara hükümeti tarafından çağırılan Bediüzzaman

Bediüzzaman yüzlerce gazetenin çıktığı bu dönemde ülkenin birliği için herkesi örgütlemeye çalışmış, milli birliği sabote edenlere cevaplar vermiştir. Buna rağmen otuz bir martta yakalanmış ama mahkemeden kurtulmuştur.

Bediüzzaman bir kahramandır. Bu belirsiz ortamda, binlerce insanın ve aydının bulunduğu ortamda bu garip adam İngiliz siyasetini perişan etmiş ve Ankara hükümeti tarafından çağrılmıştır. O dönemde çağrılan bir başkası var mı?

Ne gariptir ki İngiliz işgali altındaki İstanbul’da İngiliz politikasını sarsan adam Van’dan alınıp bir suçlu mücrim gibi İstanbul’a getirilmiştir.

Bizim son yüzyılımız hamiyetli adamların harcanması ile doludur. Kim ülkeyi kurtarmak için çalışmışsa ya kaçmış, ya kaçmak zorunda kalmış, ya da başı yenmiştir.

Eleştiri üzerine kurulmamış sistem, enkaz üzerine kireç döküp beyazlatıp onun üzerine sanatlı resimler çizmiştir.

Bu adam harcama bugün de devam eder, Demirel altı defa gitmiş yedi defa gelmiştir, her gelişi bu adamlara karşıdır, son gelişinde artık korkusundan tavrını kaybetmiştir.

Özal da öldürülmüş, Menderes, Sultan Hamid, Sultan Aziz, Enver paşa hep bu yolun yolcularıdır.

İstanbul’a dört defa değişik sebeplerle gelen büyük ıslahatçı

Bediüzzaman cumhuriyetin ilanı sonrası Van’dan alınıp İstanbul’a getirilmiş, yaşadıkları o günün çarpık politikaları gereği tatsız şeylerdir, ama o başka bir dünyanın adamıdır.

Milli mücadelede mücadeleciler ile savaş meydanlarında büyük kahramanlık gösterilmiş insanlar siyah beyaz kavgası yüzünden zayi edilmiş ve bugünün bütün siyasi ve etnik kırgınlıklarının çekirdekleri bilinçsizce o dönemlerde atılmıştır.

Bu hareketleri yapanlar büyük devlet adamı edalı aslında kafaları cüce mantıkların mahkûmu insanlardır, eğer o politikalar doğru olsaydı bu günkü yanlışlar ve mayınlı bölgeler oluşmamış olurdu. Eynessera minessüreyya.

İstanbul’dan Barla’ya sürgün edilen Bediüzzaman daha sonraki yıllarda İstanbul’a bir kere de Gençlik Rehberi mahkemesi dolayısı ile gelmiştir.

Siyasi tarihimiz o kadar kuraldan mahkûmdur ki asrın başından ortasına kadar dört defa İstanbul’a gelen büyük ıslahatçı dört gelişte de farklı muameleler görmüştür. Öldükten sonra da yüzyılın bitişine kadar da talebeleri çekmiştir. Gençlik rehberi mahkemesinde davasını kemale erdirmiş büyük ıslahatçı ahirete göçtükten sonra da Avrupa’nın üflediği ifsad ıslıkları ile rahatsız edilmiştir.

Ama Bediüzzaman bütün bu yüzyıllık mücadele sonrası İstanbul’a bir üniversite kürsüsünde eserlerinin tartışıldığı bir toplantı ile geri dönmüştür. Yahya Kemal İstanbul’un fethini gören Üsküdar’a gazel yazmıştır, Risale Akademi de aynı şekilde İstanbul’un fethinin kapısını açmıştır. Otuz beş bildiri İslamafobyanın arkeolojisini yapmış, meseleyi tahlil etmiş, bu büyük kavram ve uygulamanın ülkenin fikir ve din arenasında dikkat çekmesini sağlamıştır.

İttihad imtizac-ı efkârdır, bilginin ışığında vücut bulur

Garip olan Türkiye’de İslamcıların, cemaatlerin artık rüzgârını kaybetmek üzere olduğudur, şimdi insanlar artık rüzgârlarını menfaatlerine göre ayarlamaktadırlar.

Baskı, zulüm ve tarassut olduğu dönemlerde heyecanlı ve hizmet aşkı ile dolu insanlar, İstanbul gibi yerde hangi yelpazede olursa olsun kalkıp da bir sempozyuma gelme zahmetine katlanamamaktadırlar, ittihadı İslamı savunanlar kendi aralarında ittihadı gerçekleştirmek için ortaya konan içtimaları görmezlikten gelmektedirler.

İslamafobyanın teorisi çok önemli, Bediüzzaman bu din korkusunun dine ne tür zararlar verdiğini bildiği için en uygun karşı mücadeleyi gerçekleştirmiştir. Risale Akademi, Akademik Araştırmalar Vakfı ve Üsküdar üniversitesinin birlikte gerçekleştirdiği bu hayırlı içtima aydınlarımızın gözünü bir nebze de olsa Bediüzzaman’ın klasik görüntüsünün dışında görmelerine neden olmuşsa herkes mutlu olmuştur.

Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Artık ey kahpe rüzgar nerden esersen es

Prof. Dr. Himmet Uç

Risale-i Nur İçin 15 Vazife Arama Konferansı Düzenleniyor

Risale-i Nur, milletimizin manevi ve kültürel mirası arasında yer alan klasik bir şaheserdir. Asrımızın imansızlık hastalığının devasıdır ve Kur’an’ın öz malıdır. Müellifi Bediüzzaman Said Nursi’nin dediği gibi ilham-ı ilahî ve sünuhat-ı kalbîdir. Yani kesbî ilimden ziyade vehbî ilme dayanmaktadır.

Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur’da anlattığı âlî hakikatlerin büyük bir kısmını veya tamamını herkesin bir anda anlayıp kavraması mümkün değildir. Bu nedenle, Kur’an gibi okuyucularına usanç vermeyen Risale-i Nur metinlerindeki kudsî kelimelerin feyzini uçurmadan,  sünuhat-ı Kur’aniye’nin hüsün ve cemaline zarar vermeden, selaset ve akıcılığını bozmadan, beyinlerin cevelan sahasını daraltmadan, tefekkürü kısırlaştırmadan ve mana tabakalarının hayatiyetini kurutmadan, her seviyeden insana veya yaş gruplarına anlatılması ve anlaşılır kılınması gereği hissedilmektedir. Bu ihtiyaca binaen sadeleştirme yapılması, İslami şeair hükmündeki kelime ve kavramların derinliğini ve genişliğini ifade etmekten aciz dar kalıplı kelimelere indirgeme anlamını taşımaktadır.

Bediüzzaman, 29. Mektub’un Altıncı Kısmı’nda, Beşinci Desise-i Şeytaniye’de; “Bu dürûs-u Kur’aniye’nin dairesi içinde olanlar, allame ve müctehid bile olsalar, vazifeleri, ulum-u imaniye cihetinde yalnız yazılan şu sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir.” (e-risale.com, s. 605) demektedir.

Ayrıca Barla Lahikası 285. Mektup’ta; “Risale-i Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki: Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettimse de çalıştırılamadım. Evet, Risale-i Nur size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, mesela Kur’ân Kelâmullah olduğuna ve i’câzî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş; başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazen izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ve Dokuzuncu Şuâ’nın Dokuz Makamı’nı tekmille ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek. Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî, size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.” (e-risale.com, s. 527) demesi, Nur Talebelerini 15 vazife ile yükümlü kıldığını göstermektedir.

Görüldüğü üzere, bu vazifeler arasında sadeleştirme geçmemektedir. Bütün bunları göz önüne aldığımızda, metnin orijinalliğine dokunulmadan;

 1-ŞERH
2-İZAH
3-TEKMİL
4-TAHŞİYE
5-NEŞİR
6-TALİM
7-TELİF
8-TANZİM
9-TERTİP
10-TEFSİR
11-TASHİH
12-BEYAN
13-İSPAT
14-CEM
15-TAFSİL 
yapılacaktır. Bunu da; “Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî”yapacaktır. 
Muhterem Hocam, 
Mektupta geçen ve bizden istenen 15 vazifenin akademik bir zeminde kavram olarak ifade edilmesi, çalışma perspektifleri ile prensiplerinin belirlenmesi ve birbirleri ile ilintili ve mütemmim bu kavramların sınırlarının nerede başlayıp nerede biteceği ve bu kavramların hangi ilmî disiplinlerle ilişkilendirilmesi gerektiği hususlarına cevap aramak üzere aşağıda belirlenen sorular çerçevesinde bir arama konferansı düzenlemiş bulunuyoruz.
 
Sorular: 
1-Her bir alanda çalışma kriterleri ve metotları ne olmalıdır?
2-Her bir alanda çalışmaları yürütecek kadrolarda aranacak yeterlilik kriterleri ne olmalıdır?
3-Hangi çalışma alanları birbiriyle ilişkili ve birinci derecede yakın görülmektedir? Bunların ortak disiplini nasıl sağlanmalıdır?
4-Risale-i Nur’da geçen benzer ifade, kavram veya konular üzerinden 15 vazifenin başka bilimlerle ilişkisi nedir ve nasıl olmalıdır?
5- Risale-i Nur’da istenilen 15 vazifenin yapılabilmesi için Risale-i Nur’un anabilim dallarına göre tasnifinin sağlanması için ne yapılmalıdır?
6-Bu çalıştayın yeni çalıştaylarla ve her 15 vazife alanının ayrı ayrı sonradan disipline olabilmesi için başlangıçtaki yol haritamız ne olmalıdır?
7-Sizce belirtilen mektubun, Risale-i Nur’un ruh-u aslisine uygun ve manasına sadık bir şekilde akademik zeminde muhatap bulması için öncelikle hangi bilim dalları ile ortak çalıştaylar düzenlenmelidir?
8-Amaç, kapsam, metot, kavram, tanım, muhatap/hedef kitle, kıyas, yeni sonuçlar bağlamında yapılacak araştırma, eğitim ve yayın faaliyetleri nasıl bir sistemde ilerlemelidir?
9-Risale-i Nur’daki imanın âlî hakikatlerini her kesimden ve seviyeden insana anlaşılır kılma şekil ve yöntemleri neler olabilir?
10-Sizce birbirleri ile ilintili ve mütemmim olan bu kavramları sınırlandırmak kabil midir? Yoksa mütedahil daireler gibi mi değerlendirmek gerekir?
11-Bütün bu görevlerin yerine getirilmesinde bir metodolojiye/ilmî usule ihtiyaç var mıdır? Varsa, bunun esasları nelerdir/neler olmalıdır?
Bütün bu görevlerin ve cevabı aranan soruların kuvvetli bir beyin, ihtisas, vukufiyet, zaman ve himmet gerektirdiği malumunuzdur. Bu konuda yolumuz açık, me’hazımız ve icazetimiz var. Şimdi Bismillah deyip başlama, müzakere etme, uzman elini uzatma ve halis bir niyetle fiili duanın kapısını çalma zamanıdır.
Bunun çok anlamlı bir tefekkür, latif bir inayet, derin bir dokunuş, çetin bir nefis kırma cehdi ve çok farklı bir zihni inkişaf kapısı olacağı muhakkaktır. Fen ve sanat dürbünü ile ve belağatla bu asır insanına ulaşmak, onlara açılmak ve hakikatlerin sırlarını açmak, manalar âleminde ruhları mesrur eyleyen zevkli bir serüven olacaktır.…
Bu 15 vazifenin, birinci derecedeki disiplininiz, ilgi alanınız ve birden fazla disiplinle olan ilişkileri ile ilgili, özel ve genel çerçeve ve prensiplerin ortaya konması amacıyla düzenlediğimiz arama konferansına zât-ı âlinizin de bir sunum ile katılmasını ve katkı sağlamasını arzu ediyoruz.
Sevgi, muhabbet ve hürmetlerimizle…
 
Risale Akademi
Çalıştay tarihi: 19 Mayıs 2012
Saat: 09.00-17.00
Yer: Başkent Öğretmenevi
Beşevler / ANKARA

Münazarat Sempozyumundan Yansımalar

Mardin Artuklu Üniversitesi’nde 3 gün devam eden Münazarat sempozyumundan yansımalar…

Mardin Üniversitesi, Risale Akademi ve Akademik Araştırma Vakfı’nın ortaklaşa düzenlediği bu sempozyumda, 38 ayrı üniversiteden ve yarıdan çoğu Profesör olan 91 akademisyen, ASRIN REÇETESİ kabul ettikleri ”Münazarat” eserinden, “Milliyet Fikri ve Kürt Meselesi” konularına yoğunlaştılar.

Üniversitenin konferans salonunda düzenlenen sempozyumda özellikle; Rektör Prof. Dr Serdar Bedii Omay, Erzurum Üniv. Rektörü Prof. Dr. İbrahim Özdemir, Eski bakanlardan Rıza Akçalı, Eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in vb. konuşmaları sırasında çok duygulu anlar yaşandı.

‘Milli Eğitim Bakanlığım esnasında benimle görüşen birçok Rektör giderlerken, özellikle kısık bir sesle bana, ‘Sayın bakanım, YÖK’ün bu görüşmeden haberi olmasın’ demişlerdir. Rektörü özgür olmayan bir üniversitenin özgür olması, söz konusu olabilir mi? Bu ülkede ‘üniversitelerde Bediüzzaman Said Nursi’den veya İmam Gazali’den alıntı yapıyorsun’ diye insanlar üniversiteden atıldılar. Böyle bir üniversitede araştırma, ilim ve irfan olabilir mi?

Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Serdar Bedii Omay ise konuşmasına Türkçe, Kürtçe ve Arapça, ”Hoş geldiniz” diyerek başladı.

Video Haber:

Çelik: Keşke Bediuzzaman dinlenseydi

Mardin Artuklu Üniversitesi, Risale Akademi ve Akademik Araştırma Vakfı’nın ortaklaşa düzenlediği ”Münazarat Sempozyumu: Milliyet Fikri ve Kürt Meselesi” konulu sempozyum, Artuklu Üniversitesi Konferans Salonu’nda Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başladı.

Sempozyumda konuşan AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Çelik, hukuk devletinin, kendi geçmişiyle hesaplaşmasını bilen devlet olduğunu söyledi.

DEVLET MİLLETLE BARIŞMAK ZORUNDADIR

Geçmişte yapılan hataları bugün sürdürmek zorunda olmadıklarını kaydeden Çelik, ”Birçok mümin nezih ortamlarda oturup çay kahve içerek Risale-i Nur sohbeti yaptığı için ‘bunlar irtica hareketidir ayin yapıyorlar’ diye yıllarca cezaevlerinde insanlar süründürüldüler. Bu memleket bu acıları yaşadı. Bu kötü hatıraları artık silmek zorundayız. Devlet milletle barışmak zorundadır” dedi.

Mardin Artuklu Üniversitesi’nde düzenlenen sempozyumun çok anlamlı olduğunu belirten Çelik, şöyle konuştu:

Bakanlığım esnasında benimle görüşen birçok rektör giderken, özellikle kısık bir sesle şunu söylemiştir; ‘Sayın bakanım, YÖK’ün bu görüşmeden haberi olmasın’ demiştir. Rektörü özgür olmayan bir üniversitenin özgür olması söz konusu olabilir mi? Bu ülkede üniversitelerde Bediüzzaman Said Nursi’den, İmam Gazali’den alıntı yapıyorsun diye insanlar üniversiteden atıldılar. Böyle bir üniversitede araştırma, ilim irfan olabilir mi? Ama şükürler olsun ki bu kabus geride kalmıştır. Bugün burada düzenlenmiş olan çok anlamlı sempozyum, aslında devletle milletin barışmasıdır. Devlet milletle barışmıştır.

TÜRKLER VE KÜRTLER BİRLİKTE YAŞAMAYA ADETA MAHKUM

Türkler ve Kürtler asırlar boyunca kader birliği yapmış olan, iç içe geçmiş olan, birlikte yaşamaya mecbur değil, adeta mahkum olan insanlardır” diyen Çelik, konuşmasını şöyle sürdürdü:

Eğer asrın başında Bediüzzaman dinlenseydi, bugün boğuştuğumuz birçok dertle muzdarip olmayacaktık. O reçeteleri ortaya koymuştu. Eğer bugün PKK’nın bütün gayretlerine rağmen, bölücü unsurların bütün çabalarına rağmen bu kadar kan, gözyaşı ve şehit olmasına rağmen, eğer bugün Türkiye’de bir Türk-Kürt kavgası yoksa, Türklerin ve Kürtlerin aynı ruh ve mana iklimini paylaşmasından, aynı Allah’a inanıp aynı kıbleye dönmesinden, aynı peygamberin ümmeti olmasından kaynaklanmaktadır. Bunu bilen Kürt ve Türk ırkçılar, bu manevi çimentoyu yok etmeye çalışıyorlar. Bir taraftan Kürtçüler, Kürtlere, ‘İslam dini ümmet anlayışıyla sizi sömürge haline getirmiştir. Kürtlerin esas dini Zerdüştlüktür‘ diyorlar. Bunu bölücü hareketin en ileri gelenleri söylüyor. Diğer taraftan yine dinden tamamen mahrum olan Türkçülük iddiasında olan bir grup da, ‘Türklerin esas dininin Şamanizm olduğunu, Türk’e adeta İslam iksiri içtirilerek tarih boyunca pasifleştirildiğini‘ söylüyorlar. Bugün hala bütün tahriklere rağmen biz yine Türk-Kürt kardeşliğini muhafaza ediyorsak, aynı camide saf tutup namız kılıp aynı üniversitede beraber çalışıp ve sosyal hayatta, ticarette birlikteliğimizi sürdürüyorsak, bütün gayretlere rağmen kardeşliğimiz devam ediyorsa işte bu manevi bağın devam etmesinden dolayıdır. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bütün ömrü boyunca buna hizmet etmeye çalışmıştır.”

YOK SAYAN ZİHNİYET

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, yıllar yılı yanlış uygulamalar ve politikalar nedeniyle bugünlere gelindiğini de ifade ederek, ”Kürt yoktur, Kürtçe yoktur noktasından, 24 saat devletin televizyonu Kürtçe yayın yapıyor, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü var, devlet tiyatrosunda Kürtçe eserler sahneye konuluyor ve Kültür Bakanlığı ünlü Kürt edebiyatçılarının eserlerini yayınlıyor. Annelerin gidip cezaevinde kendi çocuklarıyla ana dilinde konuşmasının önündeki yasaklar kalkmıştır. Yani o yok sayan, inkar eden zihniyet bertaraf edilmiştir, bir tarafa itilmiştir. Bu birileri inanıyor olsun diye yapılmamıştır, bu böyle olması gerektiği için yapılmıştır. İnsan olmak, Müslüman olmak bunu gerektirdiği için yapılmıştır. Onun için diyoruz ki Bediüzzaman dinlenseydi bunlar olmazdı” diye konuştu.

TÜRKÇE, KÜRTÇE, ARAPÇA HOŞ GELDİNİZ

Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Serdar Bedii Omay ise konuşmasına Türkçe, Kürtçe ve Arapça, ”Hoş geldiniz” diyerek başladı. Omay, Bediüzzaman Said Nursi’nin Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam ve mücessem bir hayat kitabını eser olarak bıraktığını anlatarak, ”İşte bu külliyatın içinde, engin basiretinin bir tezahürü olan Münazarat adlı eseri, bizim can yakıcı meselelerimizden biri olan Kürt meselesi ve tefrikaya sebep bir nispete varabilen milliyetçilik fikirleri üzerine düşünmemizi sağlayacak niteliktedir” dedi.

Sempozyumun üniversite açısından öneminin büyük olduğunu kaydeden Omay, konuşmasını şöyle sürdürdü:

”Türkiye’de bir üniversite, Bediüzzaman ve eserleri merkezinde sosyal bir sorunu ele alan böyle bir sempozyumu ilk kez düzenliyor. Üniversitemiz, aynı zamanda Kürtçe, Arapça, Süryanice ile coğrafyamızın diğer dillerini geliştirmek için adım atan bir akademik kurumdur. Son asırda yapılan siyasi ve sosyal hatalar yüzünden kendini dışlanmış hisseden kesimler, üniversitemizin akademik alanda attığı bu önemli adımları ilgiyle ve büyük bir zevkle izliyor. Biz, ülkemizin son 10 yılda demokrasi ve hürriyetler yönüyle kat ettiği mesafeden güç alarak, halkın itimat ve hürmet ettiği Bediüzzaman gibi mümtaz şahsiyetlerin fikirlerinin akademik camianın gündemine aktarılmasının öteden beri sorunlu bir alan olarak görülen din, devlet ve halk ilişkilerinde normalleşmenin sağlanmasına katkı sağlayacağına inanıyorum.”

Konuşmanın ardından Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Mehmet Fırıncı, Rektör Omay’a Risale-i Nur hediye etti.

Sempozyumda konuşan eski Çevre Bakanı Rıza Akçalı da Mardin’de tarihi bir gün yaşandığını belirterek, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur’unun bütün insanlık için birlikte yaşama projesi olduğunu söyledi.

Risale Akademi Sempozyum Düzenleme Kurulu Üyesi Dr. İsmail Benek de Kürt meselesinin 100 yıllık bir yara olduğunu ifade ederek, ”Münazarat doğru okunsaydı, Kürt meselesi olmayacaktı” dedi.

Akademik Araştırmalar Vakfı Başkanı Prof. Dr. Gürbüz Aksoy ise Kürt meselesinin bölgenin en yakıcı problemi olduğunu ve bunun söndürülmesi gerektiğini ifade etti.

Herkesin elini taşın altına sokması gerektiğini kaydeden Aksoy, sadece travmaya maruz kalanların değil, herkesin bu acıyı duyması gerektiğini vurguladı. Aksoy, 33’ü yurt içi, 5’i yurt dışından olmak üzere 38 üniversiteden 91 akademisyenin sempozyuma destek verdiğini sözlerine ekledi.

Gazikent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İbrahim Özdemir ise bölgenin birçok sorunu olduğunu ifade ederek, ”Nasıl ki Berfo ninenin çığlığı hepimizin vicdanını rahatsız ediyorsa 12 Eylül’e sebep olanlardan hesap soruyorsak, 27 Mayıs’tan da soralım, 31 Mart’a kadar bu millete acı çektirmiş herkesle hesaplaşalım. Urfa’daki mezarın hesabını da soralım. Ama bunu sorarken bazılarının yaptığı gibi yıkarak yakarak değil, tarihi anlayarak, anarken anlamaya çalışarak yapalım” diye konuştu.

Açılış konuşmalarının ardından Doç. Dr. Ahmet Yıldız, ”1910’dan bugüne, ‘Birlikte düşünmeye‘ davet ya da Bediüzzaman Said Nursi’nin Münazaratı” konulu sunumunu yaptı.

Sempozyum 3 gün sürecek

Kaynak: ensonhaber.com

Said Nursi’nin Kürd Dünyası dışına çıkışı

MÜNAZARAT NEYİN REÇETESİ

Mardin Artuklu Üniversitesi 6-8 Nisan tarihleri arasında azim bir hizmete imza atamaya hazırlanıyor: Mardin, Münazarat Sempozyumu’na ev sahipliği yapacak…

Risale Akademi işbirliği ile yapılacak sempozyumda milliyet fikri ve Kürt meselesi tartışılacak. Şerif Mardin’in de katılacağı sempozyumda çok sayıda bilim adamı, sosyolog ve akademisyen sunum yapacaklar. Eminim ki İslam âlemi, bu ülke ve Kürt halkı adına olumlu neticeler hâsıl olacaktır. Hem de olmalı…

Zira Mardin, bugün hepimizi fikirleri etrafında yeniden düşünmeye sevk eden Bediuzzaman’ın, sosyo-politik kimliğinin oluşumunda en ciddi kırılmanın yaşandığı, Said Kürdî’nin, Said Nursî ve ardından da Bediuzzaman Said Nursî olmaya yöneldiği şehirdir.

Bediuzzaman, Kürt dünyası dışında bir dünya bulunduğunu orada fark etmiş; sadece Kürtlerin değil, İslam’ın ve Osmanlı’nın da başının derde olduğunu idrak etmiştir.

Cemaleddin Efgani’nin iki talebesiyle yaptığı konuşmalar, onda derin kırılmalara yol açmış, başta İslam birliği ve bireyin hürriyeti olmak üzere tüm Kur’anî kavramları yeniden gözden geçirmesini sağlamıştır.

Mardin, Bediuzzaman’ın; Osmanlı’nın, Türk dilinin, istibdat ve hürriyet fikrinin farkına vardığı; bireyleri gelişmemiş bir din ve toplumun inkişaf edemeyeceğini, hürriyet olmadan da insanda bir gelişmeden söz edilemeyeceğini fark ettiği yerdir. O ana kadar kendisi serazat bir serbestîlik içinde olduğu için başkalarını da aynı hal içinde sanıyordu. İşte Mardin’deki yılları, onun yüreğinde, herkesin hür olmadığını ama herkesin imandan kaynaklanan hürriyete ihtiyacı bulunduğunu kavradığı dönemdir. Ve tabii ‘İslam İttihadı’ fikrini ta yüreğinde hissettiği yer! Nitekim ileride Risale-i Nur ile tamir etmeye çalıştığı şeyi şöyle tarif edecektir:

Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor; ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen (yığılan) müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen (yaralanan) kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun, bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’ân’ın i’caziyle o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor.

İşte Mardin, Bediuzzaman’ın ‘tahribin’ ve ‘onu tamir etme ihtiyacı’nın farkına vardığı yerdir. O yüzden de Mardin’den Van’a gider gitmez harıl harıl Türkçe öğrenmeye koyulmuştur. Nitekim bugün Türkçeyi yeniden kendisi ile kelam ve felsefe yapılabilir bir lisan haline yükselten Risalelerin dilidir…

Dolayısıyla şu sempozyumun, tam da onun maksadına uygun neticeler vermesi çok önemlidir. Şayet bir şekilde, mesele, -Kürt(!) açılımında olduğu gibi- sadece popüler Kürtçü söylemlere yeni yaklaşımlar getirmekten ibaret kalırsa, hem Münazarat’a hem de Üstadın gayesine yazık etmiş oluruz.

Bugün gerek Arap Baharı dediğimiz hadiseler, gerek İslam dünyasında yeniden yaşatılmak istenen bir Şii–Sünni çatışması için zeminin hâlâ müsaitmiş gibi görünmesi gösteriyor ki, Bediuzzaman’ın tamir etmek istediği o küllî kalbin yaraları yerli yerinde duruyor. Elbette bunda kusur bize, yani onun davasına inanmış olanlara aittir.

Nasıl ki Müslümanlar, Kur’an’ın hâlâ, sadece insanlığın dörtte birine ulaşmış olmasından hesaba çekileceklerse, Nur talebeleri de sanırım, aradan geçen 50 küsur yıla rağmen Bediuzzaman’ın fikirlerinin bırak İslam dünyasına Türk halkının bile hâlâ üste ikisine ulaştırılmamış olmasının bedelini öderler ve ödemektedirler. Nitekim Kürt meselesi ve Türk unsurundaki inşikak, o bedellerdendir…

Bediuzzaman tevhid inancının yeniden ihyası noktasında kitap ehlinden inananlara bile yüreğini uzatırken, İslam içinde hâlâ ayrılıkların bulunması anlaşılır değildir. Ben dilerdim ki bu sempozyumda Ermenilerle dostluktan tutun da Şii/Sünni meselelerinin yeni açılımlarına, Alevilere olan yaklaşımlara kadar birlik çatısı içinde pek çok mesele incelensin.

İlk olması hasebiyle sempozyumun elbette eksiklikleri olabilir ve bu da normaldir. Hatta lokal bile kalsa beis değil amma bilinmeli ki Bediuzzaman ‘İslamiyeti de içine alan’ bir kaleyi yani beşerin ruhunu tamir etmeye çalışıyor.

Bu açıdan ona salt bir İslam alimi yahut sadece Müslümanların meselelerini dert edinmiş bir İslam alimi olarak değil, beşerin ıstıraplarını kendi derdi edinmiş ve o ıstırapları dindirecek reçeteler hazırlamış bir insan olarak bakmak yerinde olacaktır.

Yani amiyane tabirle Nur hareketinin münşisi olduğu için onu Nurcu sanmayın. Nurculuk hatta İslamcılık onu anlamada eksik kalır. Evet, o bir İslam âlimidir amma Kur’an’dan çıkarıp insanlığa sunduğu reçeteler beşerîdir ve umumîdir.

Onun derdi sadece Kürt değildir. Osmanlı ve İslam da değildir. Onun derdi insandır ve insanlıktır. Güya insanlığı aydınlatma iddiasında olan Batı medeniyetinin tanrı tanımazlıkla sersemlettiği, ruhunu zedelediği, manik depresif hale getirdiği beşerin ruhunu tamir etmeye terapi sunmaya çalışıyor. Beşeri yeniden Rabbi ile buluşturmaya gayret ediyor.

Fardipli Sinha romanında da temas ettiğim gibi, o, yırtılan insanlık matriksini yeniden tamir eden, beşeri, “Karasetrililer”in hışmından kurtarıp dünyanın ömrünü uzatmaya çalışan bir Asa-yı Musa, ve iman hakikatlerini beşere yeniden talime çalışan bir Ayetü’l-Kübradır.

Dolayısıyla onu dar bir Kürt meselesine tıkıştırmak veya sadece İslam âleminin dertleriyle meşgul bilmek ona haksızlık olur diye düşünüyorum. Ve sempozyumu düzenleyenlere ve katılımcılara teşekkür ve saygılarımı şimdiden sunuyorum…

M. Ali Bulut / Haber 7