Etiket arşivi: risale-i nur nedir

Risale-i Nur Hakikatine Dair Önemli Notlar..

Kur’ân’ın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri…

(Şualar: On İkinci Şuâ s.256)

Kur’ân’ın bir tefsiri ve Kur’ân’dan mülhem bir tercüman-ı hakikîsi ve imanın hüccetleri…

( Sikke-i Tasdik-i Gaybi: Sekizinci Şuâ s.101)

“Bu asırda Resâili’n-Nur denilen otuz üç adet Söz ve otuz üç adet Mektup ve otuz bir adet Lem’alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübîndeki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikinin alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-ı imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir.

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi : Birinci Şuâ s. 85)

“….mânevî İ’câz-ı Kur’âniyenin lem’aları olan Risâle-i Nur’a baktı ve onun yüz otuz risâleleri, âyât-ı Furkâniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. “

(Şualar :Yedinci Şuâ s.123)

Risâle-i Nur’un yüz otuz kitabının herbiri Kur’ân’ın bir meziyetini, bir nüktesini katî bürhanlarla ispat etmesi …

(Sözler: Yirmi Beşinci Söz s.414)

“Kur’ân’dan tereşşuh eden o Sözler ve risaleler, Kur’ân-ı Hakîmin bir nevi, müstakim tefsiri ve hakaik-i imâniyenin istikametli ve kuvvetli delilleri olduğundan, o risaleler ve sözlere gelen şeref ve takdir ve tahsin, Kur’ân’a ve hakaik-i imâna aittir.”

( Lemalar : Sekizinci Lem´a  s. 65)

Risale-i Nur’un İmân ve Tevhid için büyük tahşidatları ve külli teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?”

Ona cevaben dediler: “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’i tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki külli bir tahribatı ve İslamiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarük ve teraküm edilen müfsid aletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumiyi ve efkâr-ı ammeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mümininin istinadgahları olan İslami esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kur’an’ın icazıyla ve geniş yaralarını Kur’an’ın ve imanın ilaçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle külli ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakin derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki, bu zamanda Kur’an-ı Mucizü’l Beyanın i’caz-ı manevisinden çıkan Risale-i Nur, o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.”

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi: Yirmi Yedinci Mektubun Lahikasından Alınmış Mühim Parçalar s.31)

Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (a.s.m.) ve şeâir-i Ahmediyeye (a.s.m.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiâze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından, Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesb etmiş ki; Kur’ân ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) üç kerametle ona beşaret vermiş ve Gavs-ı Azam (r.a.) kerametkârâne ondan haber verip tercümanını teşci etmiş.

Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirtleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli kutup gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i mâneviye-i itikadları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü’minlere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.”

( Sikke-i Tasdik-i Gaybi: Sekizinci Şuâ s.119)

Risale-i Nur bir ibrişimdir ki, kâinat ve kâinattaki mevcudatın tesbihatları onda dizilmiştir.

Risale-i Nur şems-i Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın elvan-ı seb’ası, Risale-i Nur’un menşur-u hakikatinde tam tecelli ettiğinden,

—hem bir kitab-ı şeriat,

—hem bir kitab-ı dua,

—hem bir kitab-ı hikmet,

—hem bir kitab-ı ubudiyet,

—hem bir kitab-ı emir ve davet,

—hem bir kitab-ı zikir,

—hem bir kitab-ı fikir,

—hem bir kitab-ı hakikat,

—hem bir kitab-ı tasavvuf,

—hem bir kitab-ı mantık,

—hem bir kitab-ı ilm-i kelam,

—hem bir kitab-ı ilm-i ilahiyyat,

—hem bir kitab-ı teşvik-i sanat,

—hem bir kitab-ı belagat,

—hem bir kitab-ı isbat-ı vahdaniyet, muarızlarına bir kitab-ı ilzam ve iskattır.

Risale-i Nur mevid-i Ahmedi (a.s.m.) ve müjde-i Haydari (r.a.) ve beşaret ve teavün-ü Gavsi (k.s.) ve tavsiye-i Gazali (k.s.) ve ihbar-ı Farukidir (k.s.).

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi: Risale-i Nurdan Parlak Fıkralar ve Bir Kısım Güzel Mektuplar s 232)

Derleyen: Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Yeni Bir İman Mektebi Olarak “Risale-i Nur”

I. Allah’a giden yollar ve Risâle-i Nur

Yaratılışın en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi Allah’a imandır. En büyük dâvâda Allah’ıtanıyarak ebedîsaâdeti kazanmaktır. Bu sebeple İslâm tefekkür tarihinde, âlimlerin üzerinde durduğu, mütefekkirlerin üzerinde zekâyorduğu, filozofların bütün tafsilatıyla tartıştığıen önemli mevzu, Allah’a ve sıfatlarına iman; Allah’ın varlığının ve birliğinin bilinmesi ve isbatı olmuştur.

İslâm fikir tarihi tetkik edildiğinde, marifet-i Sâni denilen kemâlât arşına uzanan yolların dört asla ircâ edilebileceğini görüyoruz:

Birincisi:

Tasfiye ve işrak üzerine kurulmuşolan ehl-i tasavvufun yoludur. Tasfiye, zikir ve ibadetlerle kalbi ve aklı mâsivâdan arındırarak Allah’a ve Onun marifetine ulaşmaya çalışmaktır. İşrak ise, keşif ve ilham ile insanı Allah’a götüren yolları bulmaya gayrettir. Her ikisinde de marifetullah yolunda kalb ayağıyla gidilmeye çalışılır. Bu seyr ü sülûkün anahtarıve vesileleri, zikr-i ilâhîve tefekkürdür. İmam-Rabbânî’nin ifadesiyle, “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, iman hakikatlerinin vuzûh ve inkişafıdır.”2 Yine İmam-ıRabbânî’nin tasnifine göre, tasavvuf tariki, velâyet-i suğrâdır.İmam-ıRabbânîler, Abdülkâdir-i Geylânîler ve Bâyezîd-i Bistâmîler, bu yolun manevîreisleri arasında yer alırlar.

İkincisi:

İslâmın itikat esaslarını muhafaza ve müdafaa için kelâm denilen bir ilim teşekkül ettiren kelamcıların yoludur ki, Allah’ıtanıma ve isbat hususunda bunların dayandıkları en mühim iki esas, imkân ve hudûs denilen delillerdir. Bunlar, bu iki delili kullanırken, akla ve nazarîesaslara istinat ederler. Fahreddin Râzîler, Teftezânîler ve İmam Gazalîler, bu yolun manevîreisleri arasındadırlar.

Bu her iki yol da, her ne kadar Kur’ân’dan ilham alarak dal budak salmışlar ise de, beşer fikri bunlarıbaşka başka kalıplara soktukları için uzunlaşmış, müşkülleşmişve bazıvehimlerden ve vartalardan mahfuz kalamamıştır. Kelamcıların bazıifrat ve tefritlerini kelam kitaplarında okuduğumuz gibi, ehl-i tasavvufun bazıvartalarınıda, Bediüzzaman’ın “Telvîhât-ıTis’a” adınıverdiği risâlesinden öğreniyoruz.

Üçüncüsü:

Şüphelerle dolu olan ve sahiplerini de şüpheler içinde bırakan İslâm filozoflarının yoludur ki, İbn-i Sinalar, Farabiler, Kindîler gibi bir kısmıaklıesas alarak yürüyen ve kendilerine Meşşâiyyûn veya Aristocular tabir edilenler ile Sühreverdîler ve İbn-i Tufeyl’ler gibi ilham ve kalbe sezişi esas alan ve kendilere İşrâkıyyûn tabir edilenler, bu yolun yolcusudurlar. Felsefenin fâsit birtakım esaslarıve müntesiplerini sürüklediği vahim neticelerinden dolayı, İslâm filozoflarından olan İbn-i Sina ve Farabi gibi dâhiler, âdîbir mü’min derecesini ancak kazanabilmişlerdir. Hatta İmam-ı Gazali gibi bir hüccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiştir.4

Dördüncüsü:

Risâle-i Nurun esas mesleğini teşkil eden Kur’ân’ın yoludur.5 Bu ifadeden, öteki yolların Kur’ân dışı olduğu şeklinde bir mânâ çıkarılmamalıdır. Ne demek olduğunu isterseniz, Bediüzzaman’dan dinleyelim:

Risâle-i Nur, sâir ulemânın eserleri gibi, yalnız aklın ayağıve nazarıile ders vermez ve evliyâmisillûyalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacıve ruh ve sâir letâifin teâvünüayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözüyetişemediği yerlere çıkar; hakaik-i imâniyeyi kör gözüne de gösterir.” 6

Risâle-i Nurun telif edildiği Yeni Said devresini anlatırken de, İmam-ı Rabbânî’nin “Tevhîd-i Kıble et; yani yalnız bir üstadın arkasından git” şeklindeki manevî ikazından sonra kalbine şöyle geldiğini anlatmaktadır:

Üstad-ıhakiki Kur’ân’dır. Tevhîd-i kıble bu üstadla olur‘ diye, yalnız o üstad-ıkudsînin irşadıyla, hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûka başladılar. Nefs-i emmâresi de, şekler ve şüpheleriyle onu manevîve ilmîmücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil, belki İmam-ı Gazali, Mevlânâ Celâleddin ve İmam-ı Rabbânî gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın dersiyle ve irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ “Her şeyde bir delil var; gösteriyor ki, Allah bir” meâlindeki hakikata mazhar olduğunu Risâle-i Nur ile göstermiş.” 7

Kur’ân’ın Allah’ı isbat ederken kullandığıihtirâve inâyet delillerini, asrımızda gelişen ilimlerle birleştirerek şerh eden Risâle-i Nurun evvelâbu asırda yeni bir iman mektebi olarak ifa ettiği fonksiyonu ve sonra da diğer İslâm âlimlerinin eserlerinden ve mesleklerinden farkını, yine Bediüzzaman’dan dinleyelim:

Risâle-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatıve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllîbir tahribatıve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşlarıbulunan bir muhît kal’ayıtamir ediyor. Ve yalnız hususîbir kalbi ve has bir vicdanııslâha çalışmıyor, belki, bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umûmîyi ve efkâr-ıâmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ımü’minînin istinadgâhlarıolan İslâmîesasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ıumumîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.” 8

Diğer eserlerden farkıise, şöyle ortaya konuluyor:

“Eski mübarek zatların ekseri divanlarıve ulemânın bir kısım risaleleri, imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden bahsederler. Onların zamanlarında, imanın esaslarına ve köklerine hücum yok idi ve erkân-ıiman sarsılmıyordu. Şimdi ise, köklerine ve erkânına şiddetli ve cemâatli bir sûrette taarruz var. O divanlar ve risâlelerin çoğu, has mü’minlere ve fertlere hitap ederler. Bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar. Risâle-i Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevîmûcizesi olarak, imanın esaslarınıkurtarıyor ve mevcut ve muhkem imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına, tahakkukuna, muhafazasına ve şüphelerden kurtarılmasına hizmet etmektedir.

Diğer ulemânın eserleri der ki: Veli ol, gör, makâmata çık, bak; nurları, feyizleri al. Risale-i Nur ise der: Her kim olursan ol, bak, gör; yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saâdet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.” 9

Kısaca Risâle-i Nur, mânen şu beyti terennüm etmektedir:

Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâkîvarken, başka bürhân aramak aklıma zâid görünür.

Elde Kur’ân gibi bir bürhân-ıhakikat varken, münkirleri ilzâm için gönlüme sıklet mi gelir?

Ehl-i tasavvuf ve kelâmcılar da bu yolun ulvîliğini ve umumiliğini haber vermişlerdir

Kur’ân’dan ilham alınan diğer önemli iki yolun müntesibleri, yani ehl-i tasavvuf ve kelamcılar da, Kur’ân’ın bu umumî caddesinin üstünlüğünü ve umumîliğini, tâ kendi asırlarında idrak etmişler ve müntesiblerine haber vermişlerdir. Bunlardan sadece ikisini kısaca nakledeceğiz.

Ehl-i tasavvufdan İmam-ı Rabbânî Mektûbât   adlı eserinin 1. cildinin 301. ila 302. ve 3. cildinin “122. mektubu”nda özetle şunları söylemektedir:

Ulûhiyyetin en büyük dellalı Hz. Peygamberdir. Hz. Peygamberin âleme neşretmişolduğu kemâlât-ı nübüvvete insanı ulaştıran iki yol vardır: Birincisi velâyet-i suğrâda denilen velâyet yoludur ki, perdelidir ve ulaşılması kolay değildir. Çok makamları kat’ etmek icap eder. İkincisi ise, velâyet-i kübrâtabir edilir ki, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata bir yol açmaktır. Bu yol, enbiyâya, sahâbelere, tabiinlere, bazıbüyük tabe-i tâbiînlere ve âhirzamanda gelecek olan bir cemâate hasdır. Bu yol, kısadır, kolaydır ve tehlikesizdir.”11

Bediüzzaman da İmam-ıRabbânî’yi şöyle tasdik ediyor:

Cadde-i kübrâ, elbette velâyet-i kübrâ sâhipleri olan sahâbe, asfiyâ, tâbiîn, eimme-i ehl-i beyt ve eimme-i müçtehidîn caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’ân’ın birinci tabaka şâkirtleridir.12

İşte Risâle-i Nur, bu câmi ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına tarhibatçı küllî cereyanlarına karşı, Kur’ân ve iman namına müdafaa ediyor13 ve İmam-ı Rabbânî’nin bahsettiği yolu, Risâle-i Nurun açtığını Nurları okuyan gönüller ve kalbler, hem idrak ve hem de tasdik ediyor.

Kelâmcılardan ise, bir kelam, tefsir, fıkıh ve kısaca şer’îve aklî ilimlerde dâhi olan Fahreddin Râzi’yi duymayan ve bilmeyen yok gibidir. Onun bir tefsir şaheseri olan Mefâtîh’ul-Gayb, yani gaybın anahtarları veya gerçekten büyük olan 30 ciltlik et-Tefsirü’l-Kebîr adlıtesiri; el-Muhassal ve el-Erbaîn adlıkitaplarıbaşta olmak üzere kelâma dair elliye yakın eseri, kendisine, “İmam” ünvanının verilmesine sebep olmuştur.

Razi’nin vasiyetinden bazıhakikatleri beraber dinleyelim:

Ey din kardeşlerim! Ve imanda yakini isteyen dostlarım! İnsanlar derler: İnsan vefat edince, mahlûkatla alakasıkesilir. Bu umumi kaide iki açıdan tahsis edilmiştir: Birincisi, eğer amel-i sâlih kalırsa, bu duaya vesile olur. Duanın da Allah katında bitmeyen izleri vardır. İkincisi ise, çocukların terbiyesi ve mazlumların hakkıda alakayı devam ettiren hususlardır.

“Birinci husus için derim ki:

“Bilesiniz ki, ben ilmi seven bir insandım. Her konuda kalem oynattım. Hak-bâtıl, faydalıfaydasız demeden yazdıklarımın ne kemiyeti ve ne de keyfiyetine vâkıf değilim. Ancak bana ait muteber eserlere baktığımda, gördüm ki:

“Gözle gördüğümüz şu âlem, bir müdebbirin tedbiri altındadır. O müdebbir, misil ve nazirlerden münezzeh ve kemâl-i kudret, ilim ve rahmetle muttasıfdır. Kelâm ilminin bütün ma’rifet yollarınıdenedim. Bunların hiçbirinde, Kur’ân’da bulduğum manevîfayda ve lezzete denk gelebilecek bir fayda göremedim. Zira Kur’ân, azamet ve celâlin külliyen Allah’a verilmesini delilleriyle gösteriyor ve iman meselelerinde derin kelamî delillerle münakaşa edilmesini men ediyor. Bunun tek sebebi, Kur’ân’ın sâhibinin, beşerin aklının bu tür müphem ve derin münakaşalarda karıştıracağını ve şaşıracağını bilmesidir”14

İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman şu tesbitleri rahatlıkla yapmaktadır:

“Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, Eğer Şeyh Abdülkâdir-i Geylânîve Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbânîgibi zatlar, bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imâniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü, saâdet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekâvet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez, fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakâik-i imaniye gıdâdır. Eskiden kırk günden tut, tâkırk seneye kadar bir seyr üsülûk ile bazıhakâik-i imâniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenab-ıHakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşılâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil.”15

İşte o yol, Risale-i Nurdur. ÇünküRisale-i Nur, Kur’ân’ın hakiki bir tefsiridir.

II. Risâle-i Nur, Kur’ân’ın hakiki ve mânevi bir tefsiridir

Risale-i Nurun bu zikredilen özelliği, Kur’ân’ın bu asrın idrakine uygun hakiki ve manevîbir tefsiri olmasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, tefsir iki kısımdır:

Birincisi: Lafzî tefsirdir. 350 bin adede ulaşan bu mânâda tefsirler, Kur’ân’ın ibaresini ve lafızlarını izah ederler. Cümlelerinden çıkarılabilecek itikâdî, amelîve ahlâkîhükümleri çıkarırlar. Dirâyet ve rivâyet tefsirleri adıyla kendi arasında kısımlara ayrılan bu mânâda Kur’ân tefsiri, eski ulemâtarafından telif edilmiştir.

İkincisi:

Mânevî  tefsirdir  ki,   Kur’ân’ın   hakikatlarını  tefsir ve  izah  ederler.   Risâle-i   Nur,   bu   ikinci   kısım  tefsirlerin   en   kuvvetlisi   ve  en kıymettandır.16

Risale-i Nur Kur’ân’ın hakiki bir tefsiri olduğuna göre, Kur’ân neyin tefsiridir? Ve Kur’ân’ın esas maksadıve beyan ettiği hakikatler nelerdir? Bu suallerin cevabı, Risale-i Nurun neden hakiki ve manevîbir Kur’ân tefsiri olduğunun da cevabıolacaktır.

Evvelâ: Kur’ân, Allah’ın Tekvîn sıfatından doğan kâinat kitabının ezelîtercümesidir. Yani kudret kalemiyle kâinat kitabınıyazan Allah, bu kitabınıKelam sıfatından neş’et eden Kur’ân denilen ezelîkelâmıyla tercüme etmiştir. İslâmiyetin yüceliği, kâinat kitabının kaideleri ile Kur’ân’ın kaideleri arasında mutabakat bulunmasındandır. Bu sebepledir ki, İslâmiyet fıtrat dini olmuştur. Risale-i Nur da, bu ezelîtercümenin izahıve tefsiri mahiyetindedir.

Sâniyen: Kur’ân’ın ana maksadı, hikmet tarafından, kâinata sorulan “Ey kainat! Nereden? Ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Vazifeniz nedir? Ve nereye gideceksiniz?” şeklindeki sorulara cevap vermektedir.

Salisen: Kur’ân, “Şu sorulara dört ana maksadım vardır” diyerek cevap vermiştir ki, kâinatın ustası olan Allah’ın isbatı, yani tevhid, nübüvvet, cismani haşir ve ibadet ve adaletten ibaret bulunan bu dört maksat, Kur’ân’ın her yerine intişar eylemiştir.

O halde Kur’ân’ın asıl maksadıbu dört hakikatın beyanıdır ve Kur’ân’ın kâinattan bahsedişi, bu dört ana maksadıizah edebilmek içindir. Zaten kâinat kitabının sureleri, âyetleri ve harfleri demek olan masnu ve mahluklar, Kur’ân’ın bu dört hakikatınıâkıl olan kimselere anlatmak için kudret kalemiyle yazılmışlardır.

Buradan şu hakikat ortaya çıkıyor: Kur’ân’ın konusu kâinat olduğu gibi, ilimlerin de konusu kâinâttır. Kur’ân da, ilimler de, kâinat kitabının bablarını ve fasıllarını, sûrelerini ve âyetlerini izah etmektedirler. O halde hakiki hikmet ve ilimlerden hiçbirinin Kur’ân’a muhâlif olması mümkün değildir. Zira Kur’ân, kâinat kitabının müellifi tarafından yapılan tercümesidir; ilimler ise, aynı kitabın acemileri ve mübtedîleri tarafından yapılan izahıdır. Fizik, kimya ve matematik gibi ilimler, kâinât kitabının hükümlerini açıklayan fenlerdir.

İşte Risâle-i Nur, Kur’ân’ın dört ana maksadıolan tevhîd, nübüvvet, haşir ve adâlet hakikatlerini, Kur’ân’ın kâinat kitabını tercümesinden ilham alarak, kâinat kitabından âyetlerle ve temsil sırrıyla izah eden bir tefsirdir. Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından verdiği misallerle ve temsil yoluyla tefsir ve izah ettiğinden, aynızamanda kâinat kitabının da bir tefsiri mahiyetindedir. Bu sebeple, Risâle-i Nur, araştırma konusu, kâinat kitabının bu bâbıveya faslıolan müsbet ilimlerin kâinatla ilgili olarak ortaya koyduğu ve mutlak intizâmıve nizâmıgerektiren ilim kâidelerinde, Kur’ân’ın ana maksatlarınıisbat etmekte ve kör gözlere de göstermektedir. Yani Risâle-i Nur, ilimlerle içiçedir ve mevzu bütünlükleri vardır. Kur’ân’ın mevzularıiçine girmişkâinatla ilgili meselelerde, aynıkonuyu araştıran ilimlerin kaidelerini de kullanarak, tevhîd, nübüvvet, haşir ve adâlet esaslarınıaçıklar.

Buna bazı misaller verelim:

Bütün müsbet ilimler, ortaya koydukları ilmî esaslar ile, kâinattaki bir nev’in nizam ve intizamını anlatmaktadırlar. Göz ile ilgili bilimlerin, gözdeki nizamı anlattıkları gibi. Bu konuda, ilim ve Kur’ân müttefiktir. Yani her ikisi de, kâinat kitabının intizam içinde yazılmışolduklarını ittifakla kabul etmektedirler. İşte Kur’ân ve onun hakiki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, ilimlerin diliyle sâbit olan bu intizam ve nizamın, ittifak ile kâinat Sultânının saltanatınıve san’atınıilân ettiğini, görmeyen gözlere gösterir. Bir kısım ilim adamlarınıinkâra götüren ilmin kaideleriyle Kur’ân’ın dört ana maksadınıizah ve isbat eder.

İşte tevhîde dair kâinattan Halıkınısoran bir seyyahın müşahedelerinden bir misal:

“Yağmura bakar görür ki; yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince Rahmânîcilveler ve latîf ve mübârek katreler, o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu, o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalar ile çalkalanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene ve intizamlarınıbozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne işlerde ve bilhâssa zîhâyatta çalıştırılan basit ve câmit ve şuursuz hidrojen ve oksijen gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve sanatlarda istihdam ediliyor. Demek bu tecessüm etmiş ayn-ırahmet olan yağmur, ancak bir Rahmân-ı Rahîm’in hazîne-i gaybiye-i Rahmetinde yapılıyor.”17

Haşre dair misali de verelim ve kâinat kitabından bazımasnûları, mahlukları, tasarruflarıve yapılan işleri nazara vererek, ilimlerin diliyle âhirete imanınasıl isbat ettiğini Bediüzzaman’ın şu ifadelerinden dinleyelim:

“Nakkâş-ı Ezelî, gözümüzün önünde, kışın beyaz sayfasını çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağınıaçıp, rûy-ı arzın sayfasında üçyüz binden ziyâde nevi’leri, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i sûret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mâni olmaz. Teşkilce, sûretçe birbirinden ayrı, hiçşaşırtmaz. Yanlışyazmaz. Evet, en büyük bir ağacın ruh programınıbir nokta gibi en küçük bir çekirdekte derc edip muhafaza eden Zât-ıHakîm-i Hafîz, vefat edenlerin ruhlarınınasıl muhâfaza eder, denilir mi? Ve küre-i arzıbir sapan taşıgibi çeviren Zât-ı Kadîr, âhirete giden misâfirlerinin yolunda, nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak denilir mi?”18

Nübüvvete dair olan kısa bir delili de zikredelim:

“Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnûatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırmasıve kıymetli nimetler ile kendini onlara sevdirmesi, bizzarûre onun mukabilinde, zîşuur olanlara marziyyâtıve arzuyu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette Kur’ân vasıtasıyla o marziyyât ve arzularıbeyan eden ve getiren, yine bilbedâhe O Zattır (a.s.m.).”19

Kısaca, ilimlerin diliyle Kur’ân’ın dört ana maksadınıizah ve isbat eder. Risâle-i Nur, bu noktada öylesine Kur’ân’a âyine olmuştur ki, 6000 sayfayıbulan külliyatta tevhîd, nübüvvet, haşir ve adalet mevzularına ayrılmışkısımlar, eğer Kur’ân âyetlerinde aynımevzulara tahsis olunan nisbetlerle mukayese edilecek olursa, ikisinin birbirine yakın olduklarıgörülecektir.

III. Netice

Risâle-i Nur, sadece kelamda değil, Kur’ân’ın maksatlarınıve iman hakikatlerini izahta ve marifet-i Sâni hususunda, bir tecdit hareketidir ve kökümazide ve Asr-ı Saâdette olan yeni bir iman mektebidir. Risâle-i Nur yeni bir iman mektebi olarak sadece Kur’ân’ın hakikatlerini asrın idrâkine uygun olarak izah etmekle kalmamakta, kâinat kitabından misaller vererek, ilimlerin ışığında Kur’ân’ıtefsir etmekle, Kur’ân’ın ezelî tercümesi olduğu kâinât kitabının her bir mevcut ilimlerinde de konusu olmakla, İslâmiyetin hakiki ilimlerin zübdesi ve özüolduğunu da ortaya koymaktadır.

Öte yandan Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından misallerle izah ve tefsir etmekle, kelam sıfatından doğan Kur’ân kitabıile kudret kaleminden doğan kâinat kitabının kanunlarıve kaideleri arasında tam bir mutabakat bulunduğunu isbat eylemektedir. Böylece, bu özelliğiyle İslâmiyetin, hevâve heves içinde dönüp dolaşan, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk değişen diğer din ve doktrinlerden mümtaz ve serfirâz olduğunu akıllara anlatmaktadır.

Kâinat kitabının her bir harfi ve âyetinin birer Kur’ân hakikatinin menbaıve nümûnesi olduğunu göstermekle, kâinat kitabındaki hakikatlere nazar-ı dikkatleri çekiyor.20 Meselâdiyor:

Şimdi kuşlara bak! Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni-i Hakîmin intâk ve söyletmesi olduğuna delil ise, hayret verir bir tarzda, birbirine o seslerle müdâvele-i hissiyât ve ifade-i maksad etmeleridir.”21

Hülâsa Risâle-i Nurlar, “tasavvur değil tasdiktir; teslim değil imandır; marifet değil, şehâdettir, şuhuddur; taklit değil hakikidir; iltizâm değil, iz’ândır; tasavvuf değil hakikattır; dâvâdeğil, dâvâiçinde bürhandır.”22

Ve “bu memlekette, bu asırda, bu milleti, anarşilikten, tereddîve tedenni-i mutlaktan kurtaracak yegâne çare, Risâle-i Nur’un esâsâtıdır.”23

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

 

Yazar Kimdir: 1955 yılında Çüngüşkazasının Malkaya köyünde doğdu. İlkokulu adıgeçen köyde bitiren Akgündüz, babası Cuma Akgündüz’den Osmanlıca öğrendi. Gaziantep Lisesi’ne devam ederken Arapçayıda öğrenen Akgündüz, 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Mezuniyetini müteâkip Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesinin Kamu Hukuku BölümüHukuk Tarihi Anabilimdalına Araştırma Görevlisi olarak girdi ve aynıyıl yüksek lisansına da başladı. 1983 Kasım’ında Prof. Dr. Halil Cin’in nezaretinde doktorasına başlayan Akgündüz, “İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi” adlıteziyle ilgili araştırmalarda bulunmak üzere 1985 yılının ilk yarısında kazandığıaraştırma bursuyla Kuveyt’e gitti. 1986 Ağustos’unda doktor ünvanınıaldıve bunun müteâkiben Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesine Hukuk Tarihi YardımcısıDoçenti tayin edildi. 1984-1985 ve 1985-1986 ders yıllarında Dicle Hukuk’da ve 1986-1987 ders yılından beri de Selçuk Hukuk’da Türk Hukuk Tarihi ve Genel Hukuk Tarihi derslerini yürüten Akgündüz, Kasım 1986 döneminde Arapça’dan ve Nisan 1987 döneminden ise İngilizce’den doçentlik dil sınavlarınıkazandı. 3 Kasım 1987 tarihinde doçent oldu ve aynıfakültenin ilgili bilim dalına doçent olarak tayin edildi. 1986-1988 tarihleri araında Başbakanlık OsmanlıArşivinde “OsmanlıKanunnâmeleri” üzerinde araştırma yapan Akgündüz’ün 10’a yakın eseri ve çok sayıda te’lif ve tercüme ile ilgili ilmî makaleleri bulunmaktadır. Akgündüz, İngilizce, Arapça ve Farsça bilmektedir; evli ve iki çocuk babasıdır.

2.            Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh. 22

3.            İmam Rabbânî, Mektûbât, c. 2, sh. 363 vd.; Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh.22

4.            Bediüzzaman, Sözler, 30. Söz, sh. 543

5.            Bediüzzaman,  Mesnevî-i  Nuriye,  252-253;  Muhâkemât,  Âsâr-ı  Bedîiyye, 252

6.            Bediüzzaman, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, 189

7.            Bediüzzaman, MesnevîNuriye, sh. 7-8

8.            Bediüzzaman, Şualar, 179

9.            Bediüzzaman, Sikke-i Tasdîk, Gaybî, sh. 188

10.         Bediüzzaman, Sözler, 365

11.   İmam-ıRabbânî, Mektûbât, C.1, sh. 361-366 (31 ve 302. Mektublar); III,
184-186     (122. Mektûb); Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh. 22-23

12.         Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s. 85

13.         Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 218.

14.         Fahreddin Razi. et-Tefsirü’l-Kebir, c.1, Mukaddime

15.         Nursî, Mektûbât, s. 23

16.         Bediüzzaman Said Nursî, Şu’alar, s.425.

17.         A. g. e., s. 108-109.

18.         Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 81-82.

19.         Nursî, Mektubat, s. 213.

20.         Bediüzzaman Said Nursî, (Muhakemat) Âsâr-ıBediiiyye, s. 163-165.

21.         Nursî, Sözler, s. 671.

22.         Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 239.

23.         A. g. e., s. 185.

Risale-i Nur Penceresinden “Vahiy Nedir?, İlham ve İstihraç Nedir?”

Bilim adamlarının, sanatçıların veya din adamlarının kendi alanlarında yazılan, çizilen ve ortaya konan her türlü esere karşı eleştirel yaklaşmaları, onların sahip oldukları bilgi adına kullanabilecekleri bir haktır. Ancak bu hakkı kullanırken uymak zorunda oldukları temel kurallardan bir tanesi “kaynağın aslına bakmaktır”. Başka kaynaklardan alıntılarla o eser sahibi eleştirilemez.

Bu eleştiri bir din adamı tarafından başka bir din alimi ve onun eserleri hakkında yapılacaksa konu daha da hassastır. Kur’an ve Hadis’e uymayan bilgiler tabi ki eleştirilecektir. Ama Kur’an ve Hadislerden süzülmüş eserlere ise böyle yaklaşmak bir zulümdür. Kaynağından bilgi almadan, başka eserlerden nakille veya şahsi yorumlarıyla yapılan eleştiriler isteyerek veya istemeyerek karşı tarafın müntesiplerini de incitir. Sonra kendisi de incinir. Bu türlü eleştiriler bumerang etkisi yapar.

Son günlerde Risale-i Nurlar, Bediüzzaman ve Nur talebeleri hakkında yazılan asılsız suçlamalar üzerine birçok kişi tarafından cevaplar verildi. Biz de “Vahiy, ilham, sünühat ve istihraç nedir?”  ve “Risale-i Nurlar’ın bu konularla ilişkisi nedir? diye  detaylı bir cevap vermek için aslına müracaatla konuya  yaklaşım getirdik. Bediüzzaman bunları kendi dilinden kendi kitaplarında nasıl anlatmıştır, onları gündeme taşıdık.

Evliyalara ve hatta Allah dostlarına ilham kapıları bazen açılabilir. Tarihte bunun çok örnekleri vardır. Ancak Peygamberlere gelen vahyi, diğer insanlara gelen ilham ile karıştırmamak lazımdır. İnsanların sözleri ayet değildir, ilhamla kalplere gelen kelimelerdir. Peygamberlere vahiy dışında ilham da gelir.

Küçük büyük her cam parçasında yansımaları görülen güneş, ışınları ile her parlak parçacıkta vardır ama onların hiçbiri güneş değildir. Vahiyle gelen ayetler güneşin bizzat kendisidir. İlhamla gelen sözler her cam parçasındaki güneş ışıkları gibidir.

İlhamı, vahyi ve sünühatı eserlerinde bu kadar açıkça ifade etmiş, Risale-i Nurların vahiy değil ilham ve sünühat olduklarını açıkça yazmış bir din adamına, Bediüzzaman’a ve onun müntesiplerine basın yayın yoluyla iftira boyutuna varan ifadeler kullanmak asla eleştiri değildir. Bu konuda yanlış fikir beyan eden insanlar ne kadar alim olsalar da hakperest değillerse ilimin verdiği enaniyetle “Yalnız hak benim söylediklerimdir”  anlamına gelecek olan susmalar gösterirler veya açıkça özür dilemekten kaçınırlar. Yazı bir kere kaleminden çıktıktan sonra yanlışı düzeltmek adına yapılacaklar ise artık nefse zor gelir.

Bu konuda yanlış beyanda bulunan kim olursa olsun, isterse asrın en büyük alimi olsun, Kur’an ve hadislere aykırı ifade içinde olanlara her asırda Kur’an’ın parlak bir tefsiri olan Risale-i Nurdan ders alan en avam bir talebe dahi şöyle cevap verebilir, şeyhini irşad eden müridler gibi hakikati haykırabilir:

“Eğer desen: “Sen necisin, bu meşâhire karşı meydana çıkıyorsun? Sen, bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun.” Ben de derim ki, “Kur’ân gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalâletâlûd felsefenin ve evhamâlûd aklın şâkirdleri olan o kartallara hakikat ve mârifet yolunda sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları gark eden madde ayağımı da ıslatamadı. Evet, büyük bir padişahın onun kanununu ve evâmirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şâhın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir.”(SÖZLER, 30.Söz)

Risale-i Nurlarda bu konunun cevapları vardır, basit bir araştırma yapan birisi internet üzerinden bile bu bilgilere ulaşabilir. Ayrıca kütüphaneye gitme veya kitap alma zahmetine bile katlanmadan böyle asılsız şeyler de yazmayabilirdi.

İşte bu konuda Risale-i Nurlarda yer alan sözler:

*RİSALE-İ NUR VAHİY DEĞİL, İLHAM VE İSTİHRAÇTIR (ŞUALAR, 1.ŞUA)

*Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar, Kur’ân güneşinden ilham edilen misbah ve kandillerdi. (M.NURİYE, Katre)

*Risale-i Nur ise, Kur’ân-ı Hakîmin tefsiridir, mânâsıdır.”Hemen herkesin dediği gibi “Hatırıma geldi,” yahut “Fikrime geldi,” yahut “Fikrime ihtar edildi” gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: “Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabilinden” demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mânâ ilham da olsa, hayvanattan tut, tâ melâikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünuhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir. (E.LAHİKASI)

*Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risaletü’n-Nur’un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur’ân’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur’âniyedir. (S.T.GAYBİ, 1.Şua)

*Hakaika dair mesailde, külliyatları ve bazan da tafsilatları sünûhat-ı ilhamiye nevinden olduğundan, hemen umûmiyetle şüphesizdir, katîdir…(T.HAYAT)

*İşte, iki inkılâp beni iki telif-i müşevveşe mecbur etti; iki rıhlet dahi, iki kitabı ilhâm ettirdi. (MÜNAZARAT)

*herbir asır bir his ve bir tesiri karıştırıp birinci eserimi ilhâm eden Temmuz’un inkılâb-ı mesudunun teşvikiyle (MÜNAZARAT)

*ne vakit Cenâb-ı Hakkın rahmetinden kalbe sünuhat gelse, tedricen size yazılır. (29.MEKTUP)

*Birşey tamamıyla elde edilemediği takdirde o şeyi tamamıyla terketmek caiz değildir” kaidesine binaen, acz ve kusurumla beraber, Kur’an’ın bazı hakikatleriyle, nazmındaki i’cazına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat, Birinci Harb-i Umuminin patlamasıyla Erzurum’un, Şasinler’in dağ ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından, yazdıklarım, yalnız sünuhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım eğer tefsirlere muvafık ise, nurun ala nur; şayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir.

Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat hatt-ı harpte, büyük bir ihlasla, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü o zamandaki ihlas ve hulusu şimdi bulamıyorum.(İ.İCAZ)

*Maatteessüf şimdilik sünuhattan başka ilmî mesâille iştigalime mâni bazı haller var. Onun için, sualinize göre cevap veremiyorum. Eğer sünuhat-ı kalbiye olsa, bilmecburiye meşgul oluyorum. Bazı sualler sünuhata tevafuk ettiği için cevap verilir; gücenmeyiniz. Onun için, herbir sualinize lâyıkınca cevap veremiyorum. (LEMALAR, 14.Lema)

*Risale-i Nur’un mesâili, ilimle, fikirle, niyetle ve kastî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla sünuhat, zuhurat, ihtarât ile oluyor. (K.LAHİKASI)

*enbiyâya gelen vahyin ekseri, melek vâsıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri, vâsıtasız olduğunu anlarsın. Hem, en büyük bir velî, hiçbir nebînin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. (SÖZLER, 12.Söz)

*Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î mânâları “kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulyâ-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, balarısının ve hayvânâtın ilhâmâtından tut, tâ avâm-ı nâsın ve havâss-ı beşeriyenin ilhâmâtına kadar ve avâm-ı melâikenin ilhâmâtından tâ havâss-ı kerrûbiyyûnun ilhâmâtına kadar bütün ilhâmat, bir nevi kelimât-ı Rabbâniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre, kelâm-ı Rabbânî, yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbânîdir.

Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i has ve onun en bâhir misal-i müşahhası olan Kur’ân’ın nücumlarına ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhâmâta verilmesi, hata-yı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyan ve ispat edildiği gibi, elimizdeki boyalı aynada görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semâdaki güneşe ne nispeti varsa; öyle de, o müddeîlerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı İlâhî olan Kur’ân güneşinin âyetlerine nispeti o derecededir. Evet, herbir aynada görünen güneşin misalleri güneşindir ve onunla münasebettar denilse haktır; fakat o güneşçiklerin aynasına küre-i arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz! (MEKTUBAT, 29.Mektup)

*Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.

Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. (ŞUALAR, 7.Şua)

İnsanlar arasından çıkan Allah’ın elçileri için durum farklıdır. Mesela Peygamberimiz hem vahiy hem de ilham yoluyla bilgilenerek sözler söylemiştir. Kur’anın sözleri vahye, bazı hadisler de ilhama dayanır.

*Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:

Biri vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur’ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi.

İkinci kısım, vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazen yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder. (MEKTUBAT, 19.Mektup)

*vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise, semere-i vahiy olan âdâb-ı şer’iye, o derece, semere-i ilham olan âdâb-ı tarikatten yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarikatin en mühim esası, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmektir. (MEKTUBAT, 29.Mektup)

Velhasıl Risale-i Nur’lar Vahiy değil, İLHAMDIR, İSTİHRAÇDIR VE SÜNÜHATTIR.

Dr.Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Risale-i Nur Nedir ve Nasıl Bir Tefsirdir?

Kur’an’ın hakikatlerini müspet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve ispat eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mesele olan “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatleri nedir?” gibi suallerin cevabını vazıh ve kat’i bir şekilde, çekici bir üslûp ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.(Tarihçe-i Hayat)

1930’lu yıllarda Bediüzzaman Said Nursi Çam Dağında Risale-i nuru yazdırır. Bir gün talebelerinden biri Üstadına derki;

“Üstadım siz söylüyorsunuz, ben yazıyorum. Bu dağ başında ikimiz yalnız, garip, kimsesiz bu yazdıklarımızı kim duyacak, kim okuyacak, kim görecek?”

Üstad diyor ki, “Yaz kardeşim. Bir gün gelecek bütün dünya bu eserleri okuyacak ve istifade edecektir.”

“İnşallah, bir zaman gelecek, Risale-i Nur külliyatı altınla yazılacak ve radyo diliyle muhtelif lisanlarda okunacak ve zemin yüzünü geniş bir dershane-i Nuriye ye çevirecektir.” (Tarihçe-i hayat)

Gene, “Size katiyen ve çok emarelerle ve kati kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, alem-i İslam’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.” (Emirdağ lahikası)

Risale-i nurun bu güne kadar 70 dile tercüme edilmesi, üstadımızın ta! doksan sene önceden alem-i islama verdiği müjde ve kemal-i iştiyakla  verdiği  ‘ümit’in tezahürüdür.

Bediüzzaman başka bir beyanında: “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür seda İslam’ın sedası olacaktır.”demiştir.

Nurs Köyü, misafirlerini onurlandırdı

1/Eylül/2012 günü Van’da, 2/Eylül/2012 günü ise Üstadın Şark yaylası ve güneşin doğduğu mekân diye tabir ettiği yöreden (üstadın doğduğu) Nurs Köyünde ‘’Bediüzzaman mevlidi’’ yapıldı. Bediüzzaman camiinde okunan mevlitten sonra, öğle namazı ve daha sonra da misafirperver yöre halkı ev sahipliği için kadirşinaslığı daha önceden göstermiş, çoluğu-çocuğu ve elbirliği ile seferber olup gerekli hazırlıklar yapılmıştı, bu meyanda hazırladıkları, katkısız ve hormonsuz, buram- buram nefis tandır ekmeği;  Köyün orman ve meşeliklerinde otlatılan, çeşit-çeşit şifalı bitkilerle ve buz gibi soğuk su ile beslenen keçilerin sütünden hazırlanmış yoğurt ve yayık ayranı,  yemek sofrasına ayrıca lezzet katmıştı,

Anadolunun her yerinden tahminen üç bin civarında mevlide iştirak edilmiş, büyük bir iştiyak ve muhabbetle konukları ağırlayan, gönlü zengin ve cömert Nurs halkı mütevazı ikramlarıyla misafirleri onurlandırdı,

 Nurs ve yöre Halkının göstermiş oldukları misafirperverliğe teşekkürler!

 Rüstem Garzanlı

Kamu Yöneticisi/Diyarbakır