Etiket arşivi: risale

HAŞİR RİSALESİ’NİN KIYMET VE EHEMMİYETİ

Haşir Risalesi, Risale-i Nur Külliyatı’ndan 10. Söz eserinin diğer ismidir. Kıymet ve ehemmiyeti noktasında da Risale-i Nur Külliyatı’ndan pasajlar ile konuyu ele alacağız İnşaAllah.

Onuncu Söz ile ilgili Sözler eserinin sonundaki fihristte şu bilgiler yer almaktadır;

“ONUNCU SÖZ: 

 فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

âyetinin mealinde ve haşir ve âhiret hakkındaki âyâtın mühim bir hakikatini, on iki mantıkî ve makul suret-i temsiliye ile ve on iki hakaik-i kàtıa-i bâhire ile tefsir etmekle beraber, iman-ı bi’l-âhireti o kadar kuvvetli bir surette ispat eder ki bütün bütün kalbi ölmemiş ve bütün bütün aklı sönmemiş bir insan, o ispata karşı teslim olur. İzn-i İlahî ile imana gelir. İmana gelmezse de inkârdan vazgeçmeye mecbur olur.” (1)

Burada da geçtiği üzere, Haşir Risalesi “iman-ı bi’l-âhireti o kadar kuvvetli bir surette ispat eder ki bütün bütün kalbi ölmemiş ve bütün bütün aklı sönmemiş bir insan, o ispata karşı teslim olur. İzn-i İlahî ile imana gelir. İmana gelmezse de inkârdan vazgeçmeye mecbur olur.” Bu derece etkili bir eserdir.

Haşir Risalesi sadece başında geçen Rum Sûresi 50. Âyet-i Kerîme’nin tefsiri değildir.

Rum Sûresi 50. Âyet-i Kerîme’de mealen şöyle buyurulur; “Şimdi Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şübhesiz ki O, ölüleri elbette dirilticidir. Çünkü O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (2)

Bu Âyet-i Kerîmenin tefsiri sadedinde Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesi’nde şu ifadeler geçmektedir; “Her bahar mevsiminde ihya-yı arz keyfiyetinde üç yüz bin tarzda haşrin numunelerini nihayet derecede girift, birbirine karıştırdığı halde nihayet derecede intizam ve temyiz ile nazar-ı beşere gösteriyor ki bunları böyle yapan zata, haşir ve kıyamet ağır olamaz, der. Hem zeminin sahifesinde yüz binler envaı, beraber birbiri içinde kalem-i kudretiyle hatasız, kusursuz yazmak; bir tek Vâhid-i Ehad’in sikkesi olduğundan şu âyetle güneş gibi vahdaniyeti ispat etmekle beraber, güneşin tulû ve gurûbu gibi kolay ve kat’î, kıyamet ve haşri gösterir.” (3)

Haşir Risalesi’nin sadece başında bulunan âyetin tefsiri olmadığına delillerimizden biri de “haşir ve âhiret hakkındaki âyâtın mühim bir hakikatini” tefsir ettiğinin ifade edilmesidir. Burada haşir yani öldükten sonra dirilme ve âhiret hakkındaki âyâtın/âyetlerin mühim bir hakikatini tefsir ettiği net bir şekilde anlaşılmaktadır. Demek ki Haşir Risalesi’nin kıymet ve ehemmiyetinin bir noktası da bir tek âyetin değil konuyla ilgili âyetlerin tefsiri mahiyetinde olmasıdır. Konulu tefsir bağlamında ele alacak olursak, Haşir Risalesi; öldükten sonra dirilme ve âhiret ile ilgili âyetlerin genel bir şekilde ele alınarak, mânâ bakından tefsir edildiği mükemmel bir eserdir.

Onuncu Söz’ün fihristinde geçen yerde, “on iki mantıkî ve makul suret-i temsiliye ile ve on iki hakaik-i kàtıa-i bâhire ile tefsir et”tiği belirtiliyor. Haşir Risalesi’nde on iki mantıkî/mantıklı ve makul/aklın kabul edeceği kıyaslamalı temsil vardır. Ve “on iki hakaik-i kàtıa-i bâhire ile tefsir etmek”tedir. On iki apaçık, belli kesin hakikatlerle tefsir etmesi de aklî – mantıkî delil isteyenlere bir deva hükmündedir.

Haşir Risalesi’nin yüzlerce Kur’ân-ı Kerîm âyetinden süzülmüş damlalar olduğu Mektubat eserinde şöyle ifade edilmiştir;

“Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden süzülmüş bazı katarattır.” (4)

Kur’ân-ı Kerîm’in manevî bir tefsiri olan Risale-i Nur eserleri yüzlerce ilgili âyeti de mânâ olarak ele almıştır.

Peki başka ne gibi önemi var bu eserin? Cevabı;

“…hakaik-i imaniye ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da çocuklara da bildiriyor.” (5)

Bu nokta üzerinde durulması lâzım gelen çok önemli bir noktadır. En büyük bir dâhî telakki edilen yani kabul edilen İbn-i Sina, fehminde/anlatışında aczini itiraf etmiş ve haşir konusunda “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Yani haşir/öldükten sonra dirilme nakli bir meseledir ama akıl ile biz bunu anlayamayız demiş. Onuncu Söz olan Haşir Risalesi, o zâtın yani İbn-i Sina’nın dehasıyla yetişemediği hakaiki/hakikatleri; avamlara/halk tabakasına da çocuklara da bildiriyor.

Peki Haşir Risalesi’nin kıymeti takdir edilmiş midir? Cevabını da Barla Lâhikası’nda şöyle alıyoruz;

“Onuncu Söz’ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususi belki elli defa mütalaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim.” (6)

Eserin müellifi/yazarı olan Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin bile bu mektubu yazdığı zaman “elli defa mütalaa” ettiği görülüyor. Ve her defasında da bir zevk almış ve sürekli okumaya ihtiyaç hissetmiş. Biz de aynı şevk ve gayret ile okumalı ve mütalaa etmeliyiz. Çünkü sürekli Kur’ân ve Îmân hakikatlerine ihtiyacımız vardır.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin talebelerinden Hafiz Halid Ağabey’in bir mektubunda harika olan Haşir Risalesi ile ilgili şunlar geçmektedir;

“Gayet yüksek olmakla beraber, Onuncu Söz ismiyle iştihar eden haşre dair olan risalesi pek hârikadır, câmi’dir. Ulemaca sırf naklî olan haşri ve neşri, gayet kuvvetli ve kat’î delail-i akliye ile ispat etmiştir. Onunla çokların imanını kurtarmışlar.” (7)

Bir önceki yerde İbn-i Sina örnek verilmişti. İbn-i Sina haşir meselesinde “Akıl buna yol bulamaz” demişti. Buradan da anlaşılacağı üzere İslâm âlimleri tarafından da sırf naklî bir mesele olarak görülmüştür, haşir meselesi. Naklî yani âyet ve hadislerde bu mesele vardır, îmân ederiz şeklinde ifade etmişler. Haşir Risalesi de bu naklî meseleyi kesin aklî deliller ile ispat etmiştir. Elhamdülillah bu eser vesilesi ile çoklar imanını kurtarmıştır.

Haşir Risalesi ile Tarihçe-i Hayat’ta geçen şu ifadeler de konumuza bakmaktadır.

“Evet Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azîm-i imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalaleti susturdu.” (8)

Haşir meselesi, imanın şartlarından olan âhirete iman konusunun içindedir. Îmânın azîm/büyük bir rüknüdür yani esasıdır. Haşir Risalesi de çelikten bir sur oldu ve Allah’ın izniyle ehl-i dalâleti yani doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseleri susturdu.

İçerik olarak Haşir Risalesi;

“Onuncu Söz, on iki parlak ve kat’î hakikatler ile Esma-i Hüsnadan bir kısım isimlerin âhirete dair cevaplarını ispat ve izah eylemiş.” (9)

Haşir Risalesi hakkında şu bilgiler de önem arz etmektedir;

“Üstâdımız Barlada iken bir bahar gününde rahmet-i İâhiyenin âsarını bağ ve bahçelerde müşahedesinden ve ihtiyarsız olarak

 فَانْظُرْ اِلَي آثَارِ رَحْمَةِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

  اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِي اْلمَوْتَي وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Âyet-i kerimesini kırk defaya yakın okumasından sonra, tul’u etmiş gayet kıymettar ve bu zamanda çok lüzumlu ve inkâr-ı haşir mefkuresini köküyle kesip, İbn-i Sina gibi acib bir dahinin (haşir, bir mes’ele-i nakliyedir, akıl bu yolda gidemez) dediği haşri en basit fehme de kabul ettiren; ve haşrin binler nümunelerini arz yüzünde gösteren ve haşri iktiza eden pekçok esma-i ilâhiyeden tut, tâ mahiyet-i insaniyenin acib istidad ve garib cihazatının iktizasına kadar herşeyde haşri isbat eden bir risaledir.” (10)

Haşir meselesi ile ilgili şu ifadeler ise dikkat çekicidir;

“…hakikat-i haşir ve kıyamet, ism-i a’zamın ve bazı esmanın derece-i a’zamının mazharıdır.” (11)

Demek ki bu mesele ism-i a’zamın ve bazı esmanın derece-i a’zamının mazharı olan bir meseledir.

Burayı kısaca izah edecek olursak;

“İlahî kudretin dünyadaki tecellisi perdeli ve derecelidir,   âhiretteki tecellisi ise ânî ve def’îdir. İşte bir ismin ya da sıfatın en ileri derecede  tecellisine “âzamî tecelli” denilmektedir.  Haşirde ölmüş cesetlerin bir emirle bir anda ve sebepsiz olarak hayat bulmaları kudretin azamî tecellisidir. Diğer isim ve sıfatları da buna kıyas edebiliriz.

Her isim ya da sıfatın kendine has bir tecelli sahası vardır ve bu isimler en parlak şekilde  bu sahada kendini gösterirler, diğer isimler bu sahada ikinci planda kalırlar. İkinci planda kalan isimlerin de birinci planda tecelli ettiği başka sahalar vardır. Haşir de bir sahadır, bu sahada azami derecede  Muhyi ismi ve Kudret sıfatı tecelli eder.” (12)

Kıymet ve ehemmiyetini izah sadedinde kaleme almaya çaba sarf ettiğimiz Haşir Risalesi için Üstâd Bediüzzaman Hazretleri “Zındıkların kâfirane fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu” demektedir.

Yazıldığı dönem itibariyle zındıkların/dinsizlerin kâfirane yani kâfirlere yakışır şekildeki fikirlerini tam kırdığını ve onları susturduğunu da şuradan öğrenmekteyiz;

“Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belayı def’etti: Hürriyet-i efkâr serbestiyeti ve Harb-i Umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda, Onuncu Söz çıktı ve tabedildi. Bin nüshası etrafa yayıldı. Onu gören herkes kemal-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kâfirane fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu.” (13)

Haşir Risalesi, inkârcıların cismanî yani beden ile tekrar dirilmeyi inkâr ettikleri bir zamanda ortaya çıkmıştır;

“Kanaatimiz geldi ki ehl-i ilhadın haşr-i cismaniyi inkâr etmek istedikleri hengâmda iktidar ve ihtiyarımızın haricinde Onuncu Söz yazdırıldı.” (14)

“Yazdırıldı” meselesi ile ilgili şu yazımıza bakabilirsiniz. (15)

Konuyla ilgili Eskişehir Müdafaanamesi’nde de şöyle geçmektedir;

“Onuncu Söz, sekiz yüz nüshasıyla, o zaman hükumetin müsaadesinden istifade edip yayılmasıyla, ehl-i dalâletin kalblerindeki inkâr-ı haşri kalblerinde sıkıştırdı; lisanlarına getirmelerine meydan vermedi; ağızlarını tıkadı. Onuncu Söz’ün harika bürhanlarını gözlerine soktu. Evet, Onuncu Söz, haşir gibi rükn-ü azîm-i imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalâleti susturdu. Elbette Hükumet-i Cumhuriye bundan memnun oldu ki, meclisteki mebusanın ve vâlilerin ve büyük memurların ellerinde kemâl-i serbestî ile Hükumet-i Cumhuriye’nin müsaadesinden istifade ederek gezdi.” (16)

Haşir Risalesi’ni ehemmiyet ve kıymetini anlamak için hangi dönemde yazıldığını bilmek gerekir. Yazıldığı dönemi bilmeden kıymetini ve önemini de tam mânâsıyla anlayamayacağımız muhakkaktır. Haşir Risalesi’nin yazıldığı dönem ile ilgili şu bilgilere kaynaklarda yer verilmiştir;

“Bütün nüshaları kontrol edip hataları tashih eden Said Nursî, (sekiz yüz aded olan) bu kitabları kısa zamanda etrafa dağıttı. Bunlardan bir kısmını mebuslara ve devlet memurlarına dağıtılmak üzere Ankara’ya gönderdi. Bediüzzaman’a göre, bu risalenin Ankara’ya gönderilmesi, Eğitim Komisyonu’nun cismanî haşri inkâr eden fikirlerin telkin edilmesine dair aldığı resmî kararla aynı zamana denk gelmişti. Komisyon çalışmalarında bulunan bir üye, bu konunun tartışıldığı bir toplantının ardından, yanında Haşir Risalesi olan bir mebusla karşılaştı. Kitabı fark edince o mebusla karşılaştı. Kitabı fark edince o mebusa şöyle dedi: ‘Said Nursî, bizim çalışmalarımızdan haberdar oluyor ve bize karşı eserler yazıyor.’ Bir süre sonra Kazım Karabekir Paşa, Said Nursî’yi bu gelişmelerden haberdar etti. Bunun üzerine [Said] Nursî şu değerlendirmeyi yaptı: ‘Kardeşim! Maarif Şûrası’nın böyle bir karar aldığından benim haberim yoktu. Onların kararına göre Cenâb-ı Hak Haşir Risalesi’nin yazılmasını bana ihsan etmiş. Yoksa ben kendi arzum ve hevesimle yazmış değilim, ihtiyaca binaen yazıldı.’ ” (17)

Yazılış sürecindeki bu olay, Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyetin mealini aklımıza getiriyor;

“Onlar tuzak kuruyorlardı (ama) Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (18)

Cenâb-ı Hak, öldükten sonra dirilmeyi inkâr için çalışmaların yapıldığı bir dönemde, onların tuzaklarını yerle bir ediyor.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, Haşir Risalesi’nin âhireti ispat noktasındaki kuvvetini de şöyle tarif eder;

“…iman-ı bi’l-âhireti o kadar kuvvetli bir surette ispat eder ki, bütün bütün kalbi ölmemiş ve bütün bütün aklı sönmemiş bir insan o isbata karşı teslim olur, izn-i İlâhi ile imana gelir. İmana gelmezse de inkârdan vazgeçmeye mecbur olur.” (19)

Bu eserde geçen teşbih ve temsillerin hayalî hikayeler değil, doğru hakikatler olduğunu da şu yerden öğrenmekteyiz;

“İhtar: Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi hem teshil hem hakaik-i İslâmiye ne kadar makul, mütenasip, muhkem, mütesanid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabîlinden yalnız onlara delâlet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.” (20)

Bu doğru hakikatleri okumayı, anlamayı, yaşamayı Cenâb-ı Hak cümlemize nasip eylesin.

Onuncu Söz Haşir Risalesi’nin bir hülasası gibidir; Dokuzuncu Hakikat. Bu sebepten dolayıdır ki Üstâd Bediüzzaman Hazretleri Dokuzuncu Hakikatin ehemmiyetini şöyle belirtmiştir;

“Dokuzuncu hakikat Onuncu Söz’ün en kuvvetli, en parlak, en mülzim bürhanlarından olduğundan ihvanıma bu hakikati ezber edinceye kadar mütalaa etmelerini tavsiye ediyorum.” (21)

Haşir Risalesi’nin haşri yani öldükten sonra dirilmeyi ispat etmede kullandığı metodu Üstâd Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah eder;

«Her bir “Hakikat” üç şeyi birden ispat ediyor hem Vâcibü’l-vücud’un vücudunu hem esma ve sıfâtını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En muannid münkirden tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes her “Hakikat”ten hissesini alabilir. Çünkü “Hakikat”lerde mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor.

Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var, muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyle ise bir fâili var. İntizam ve mizan ile o fâil iş gördüğü için hakîm ve âdil olmak lâzım gelir. Madem hakîmdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor, hukukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-ı ekber, bir mahkeme-i kübra olacak.» (22)

Cenâb-ı Hak bizleri Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye dairesinde istikamet üzere daim eylesin. Kur’ân ve Îmân hakikatleri olan Risale-i Nur eserlerinden istifademizin ziyade olması dua ve temennisinde bulunarak; hususan Haşir Risalesi’nin kıymet ve ehemmiyetini daha iyi anlamak için Rabb-i Zülcelal’e dua ederiz.

 

Vesselâm.

 

Abdulkadir Çelebioğlu

 

1- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 859-860

2- Rum Sûresi, 50. Âyet-i Kerîme Meâli

3- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 426-427

4- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 416

5- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 15

6- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 310

7- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 147; Tarihçe-i Hayat, s. 205

8- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 224

9- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 432

10- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nurîye, Tercüme: Abdülkadir Badıllı, s. 719

11- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 377

12- https://sorularlarisale.com/hakikat-i-hasir-ve-kiyamet-ism-i-azamin-ve-bazi-esmanin-derece-i-azaminin-mazharidir-ism-i-azamda-butun-esma-mevcut?amp

13- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdiki Gaybî, s. 115; Şualar, s. 619

14- Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca Rumuzat-ı Semaniye, s. 159

15- http://www.nurnet.org/risale-i-nur-aleyhtarlarinin-en-cok-suistimal-ettigi-mevzu-yazdirildi/?amp

16- Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca Tevafuklu 27. Lem’a – Eskişehir Müdafaanamesi, s. 60

17- Bediüzzaman Said Nursî Entelektüel Biyografisi, 291

18- Enfal Sûresi, 30. Âyet-i Kerîme Meâli

19- Bediüzzaman Said Nursî, Fihrist Risalesi, s. 8

20- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 55

21- Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca Rumuzat-ı Semaniye, s. 160

22- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 319-320

Gün gelecek hacca giderken pasaport sorulmayacak

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin “Sır ve Ser Kâtibi” Mehmed Feyzi Efendi’nin yıllarca sohbetlerinde bulunmuş Hasan Erdoğan’la röportajımızın 3. Bölümü…

Röportaj Yapılan: Hasan Erdoğan
Röportajı Yapan: Abdulkadir Çelebioğlu

Mehmed Feyzi Efendi, hayatta iken kendisi ile ilgili yazılar yazılması konusunda nasıl bir tavır gösterdi?
•Mehmed Feyzi Efendi, hayatta iken kendisi hakkında kimsenin bir şey yazmasını istemedi. Not alanlara da, “Oku, ne yazdın?” derdi. Ben de o yüzden pek yazmıyor. Yazdığım zaman da dikkat ediyorum.

•Mehmed Feyzi Efendi hakkında yazılan kitaplarda hep velayet ve ilim ciheti ön planda tutuluyor. Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Talebesi, Sır ve Ser Kâtibi olması ve Risale-i Nurlar’da derin vukufiyet sahibi olması konularına hiç değinilmemiş. Bunun sebebi nedir? Bu bilinçli olarak mı yapılmış?
•Maalesef maattessüf. Durum aynen öyle. Ben bu vechini yani Mehmed Feyzi Efendi’nin Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin talebesi, Sır ve Ser Kâtibi olması cihetini anlatmaya ve yazmaya çalışıyorum.

•Mehmed Feyzi Efendi konusunda ailesinin nakillerde bulunmaması, yazıları gün yüzüne çıkarmaması, O’nun hakkında yazmamasının hikmeti nedir?
•Ailesinin, Mehmed Feyzi Efendi hakkında bir şey yazmaması, bir şey nakletmemesi, ketum kalması hakikaten benim de bilemediğim ve çözemediğim bir mevzu. Hikmetini bilemiyorum.

•Risale-i Nur Külliyatı’nda Şualar eserinde Mehmed Feyzi Efendi’nin bir mahkeme müdafaasında şu ifadeler geçiyor; “Denizli hâdisesinde menzilim taharri edildiği vakit beş yüz seksen adet mütenevvi kütüb-ü ilmiye ve Arabiye evimde bulunduğu resmen sabit olmuştur. Benim fakr-ı halimle ve gençliğimle ve lisan-ı Arabîde noksaniyetimle beraber bu zamanda binde bir şahısta bulunmayan bu mütenevvi beş yüz seksen cilt kitabı bana toplattıran, fevkalâde bir talebelik şevki ve hârika bir aşk-ı ilmîdir.” (Şualar, 14. Şua) Mehmed Feyzi Efendi bu 580 adet çeşitli ilimlerdeki Arapça kitaplar ile ilgili size anlatır mıydı? O eserlerin akıbeti ne oldu? Bu eserlerin hepsini okumuş muydu? Daha sonra onlara devlet el mi koyuyor?
•O kitapları vefatından sonra gördüm. O kitapları okuyup anlamış ve hayatına tatbik etmiş. O kitaplar Kastamonu’da ki evinde, odasında aynen duruyor. Ev şu anda boş. Müftü olan oğlu Kastamonu’ya geldiğinde o ilgileniyor.

[Dursun Aktaş Hoca’dan konuyla ilgili şu bilgileri aldık; “Mehmed Feyzi Efendi’nin zengin bir kütüphanesi vardı. Şualar’da geçen 580 cilt kitabı vardı, çeşitli İslâmî ilimlerde. 1940’lı yıllarda bu kitaplarını çöp kamyonuna yükleyip, götürmüşler. Daha sonra geri iade etmişler ama ciltleri yıpranmış, zarar görmüş. Bu olaydan Mehmed Feyzi Efendi esefle bahsederdi.” A.Ç.]

•Mehmed Feyzi Efendi, kendileri Latin huruftan mı yoksa Hatt-ı Kur’ân’dan mı Risale-i Nurları takip ederlerdi?
•Bize Risale-i Nur okumaz hülâsa sohbet ederdi. “Latin harfleri bilmiyorum” derdi. Kendi şahsî okumalarını Hatt-ı Kur’ân’dan yaparlardı.

•Risale-i Nur’u okuma ile ilgili tavsiyeleri var mıydı?
•Mehmed Feyzi Efendi, “Risale-i Nur’u dikkatle, teenni ile mütalaa edin” derdi. Risale-i Nur’u tam anlayan ve tatbik eden birisi idi Mehmed Feyzi Efendi.

•Âlem-i İslâm’ın ve Risale-i Nur’un istikbali ile ilgili veya istikbale dair müjdeleri var mıydı?
•Mehmed Feyzi Efendi istikbale yönelik şöyle derdi: “Hacca giderken pasaport falan sorulmayacak. ‘Müslüman mısın?’ geç denecek.”
Bir başka zaman da şöyle derlerdi;
“Hem ay’a gitmek marifet değil. Asıl orada Beytül İzzet’te Kur’ân’ın aslı var. Onun fotoğrafını çekseler ya. Ay laciverdimsi bir küredir. Bir avuç toprak getiriyorlar insanları aldatmak için. Dünyada toprak kıtlığı mı var? Ay’da dünyadaki ma’denlerin aksi var. Onları keşfediyorlar. [Bu konu ilim adamları tarafından araştırılmalıdır.]

•Mehmet Feyzî Efendi derslerini çoğu zaman günümüz tekniğine uygun olarak yazdırma, önceden hazırlanma, ödev verme ve soru cevap tarzında yürütmüş; öğretilen konuları daha sonra özetleyip ana fikrini belirleme yönüne giderek, öğrencilerin verilen dersi daha sağlam ve pratik bir şekilde kavramalarını sağlamıştır. Okutmuş olduğu dersler arasında, Arap dili grameri (sarf-nahiv), akâid, kelâm, fıkıh, tefsir, hadis ile tasavvufa dair çeşitli kitaplar yer almaktadır. Ayrıca ve özellikle Kur’an-ı Kerim’in okunması ve okutulmasıyla ilgili olarak çeşitli tecvid ve kıraat kitaplarını, hem teorik olarak okutmuş, hem de pratik olarak ders vermiştir. Bu kitaplar içerisinde İlm-i Tashîh-i Hurûf (Tâlim), Aşere, Takrîb, İthaf ile ilgili eserler vardır. Kendisinden ders alanlar arasında profesörler, öğretmenler, müftüler, vaizler, imamlar ve sair meslek mensupları ile halk tabakasından nice insanlar bulunmaktadır.” (Özdağ, Feyizler Sultanı, s. 86. Mehmet Feyzî Efendi’nin ders okutma usûlü hakkında geniş bilgi için ayrıca bkz. Küllüoğlu, “Mehmet Feyzî Efendi’nin Hayatı ve İlmî Şahsiyeti”, s. 33-40. Burada bahsedilen kitaplar için bkz. Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 103, 139, 178, 292-293)
Bu ifadelere göre Mehmed Feyzi Efendi, Risale-i Nur’un haricinde İslâmî kitapları tedris şeklinde ders vermiş ve okutmuş diye geçiyor. Bu konu ile ilgili bilgi verebilir misiniz?
•Mehmed Feyzi Efendi sadece Kur’ân-ı Kerîm talimi ve sohbet yaptığı tek gördüm. Diğerleri ile ilgili bilgim yok.

[Şevket Özsoy Ağabey’den şu bilgiler alınmıştır; “Ben Mehmed Feyzi Efendi’nin geleneksel usûlle yazdırarak ders verdiğini biliyorum. Eski ev sahibim, Hz. Pir imamlarından Hacı İbrahim Efendi’den biliyorum. Ders notlarını bana gösterdi ve bu notların fotokopileri de var bende. Bu derslerin okunduğunu beyan eden kaynaklarda da geçiyor. Mesela bir sohbetinde bize bir gün Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nden okuyuverdi, Mehmed Feyzi Efendi. Sanıyorum Marifetnâme idi.” A.Ç.]

[Dursun Aktaş Hoca’dan konuyla ilgili şu bilgileri aldık; “Mehmed Feyzi Efendi’nin son dönemlerinde İmam Hatip’te okurken kendilerinden Kur’ân Talimi dersleri alırdık. İmam Hatip’ten talebeler de gelirlerdi. Yazarak tedris ettiği bizden önceki dönemlerde olmuş.” A.Ç.]

•“Nice öğrenciler yetiştiren Mehmet Feyzî Efendi’nin talebelerine bizzat okuduğu/okuttuğu ya da kendi gözetiminde okunmalarını sağladığı eserlerden bir kısmı şunlardır:
1.Sarf-Nahiv,
2.Fıkh-ı Semerkandî,
3.İhyâu Ulûmiddîn (akâid ve hac bahsi),
4.Şemâil-i Şerîf Şerhi (Aliyyü’l-Kârî),
5.Hadis-i Erbaîn Şerhi (Birgivî, Akkirmânî, İsmail Hakkı Bursevî),
6.Hülâsatü’l-Buhârî / Tecrîd-i Sarîh Şerhi (Şerkavî) ,
7.Akâid-i Nesefî Şerhi (Sâʻdüddîn Taftezânî),
8.Cezerî Tecvidi (Osmanlı Türkçesi),
9.Kenzu’l-ummâl (Müttakî el-Hindî),
10. Mârifetnâme (Erzurumlu İbrahim Hakkı),
11. Muhammediyye Şerhi (İsmail Hakkı Bursevî) ,
12. İsmail Hakkı Bursevî’nin şiirleri,
13. Pendnâme Şerhi ,
14. Mevlânâ’nın menâkıbıyla ilgili bir kitap,
15. Divan-ı Alevî (Ali isminde bir müellife ait),
16. İslam’da Kardeşlik Hukuku (İmam Şa‘rânî),
17. Tasavvuf ve Hayat (İmam Şa‘rânî),
18. Mürtede Ait Hükümler (İmam Şa‘rânî),
19. Kitâbü’l-İbrîz ,
20. İnsan-ı Kâmil ,
21. Nakşibendîlerle ilgili bir kitap (Muhammed Parsa). (Burada bahsedilen kitaplar için bkz. Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 103, 139, 178, 292-293)
Bu nakle göre 21 tane kitabı okutmuş ve tedris vermiş Mehmed Feyzi Efendi. Böyle bir olaya şahit oldunuz mu? Bunu nasıl Anlamalıyız? Konu hakkında bilginiz var mı?
•Bu eserleri okuttuğuna ve ders verdiğine dair bilgim yok.

[Şevket Özsoy Ağabey’den şu bilgiler alınmıştır; “Mehmed Feyzi Efendi’nin verdiği bu dersler konusundaki yeterli açıklama, kaynaklarda var. Ayrıntı isteniyorsa yine bu kaynaklara başvurulabilir. Orada talim/tecvid ders alanlara bizzat şahidim. Hatta bir gün Mehmed Feyzi Efendi Vel Asr Sûresi’ni talim etmişlerdi. Dursun Aktaş Hocamız da sanıyorum ders almıştı. Konuyla ilgili kendisine sorulabilir.” A.Ç.]

[Dursun Aktaş Hoca’dan konuyla ilgili şu bilgileri aldık; “Üstâd Bediüzzaman Hazretleri ile tanıştıktan sonra da böyle ders okuttuğu talebeleri vardı. Kur’ân-ı Kerîm okumayı ve Hadîsleri tetebbu etmeyi tavsiye etmişlerdir.
Bahsi geçen kitapta kimden nakledildikleri belirtilmiştir. “Karanlıktan Aydınlığa” isimli kitapta, Hz. Pir Camii (Şeyh Şaban-ı Veli Camii) Emekli İmamı Merhum İbrahim Küçük Hoca’dan bu bilgilerin alındığı geçer. İsmi geçen kitapları bizden önceki yıllarda talebelerine ders vermiştir. Biz son dönemine denk geldiğimiz için sadece Sohbetlerine katıldık ve Kur’ân Talimi aldık.
Sohbetleri, Kur’an-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerif kaynaklıydı. Gelen misafirlerle konuşur, hal hatır sorar. Daha sonra bir konu açılınca o konu hakkında konuşurlardı. Gelenlerin çoğu sorularını sormadan cevaplar alırlardı. ‘Aklımızdaki soruyu sormadan, konu oraya geldi ve cevap verdi Feyzi Efendi’ diye söylerlerdi.
Sohbetlerinde Selef-i Salihin’den, geçmiş âlimlerden sözler söylerdi. Onlara atıf yapardı.” A.Ç.]

•Mehmed Feyzi Efendi’den;
“Ne Cebre kayalım, ne İtizale dalalım. Ehl-i Sünnet’te kalalım.”
“Bu fakir bir zamanlar hubbi idi.”
Şeklinde nakiller yapılıyor. Bu sözleri bizzat kendisinden duydunuz mu?

•Evet duydum. Mezar taşında da Hatt-ı Kur’ân ile de yazar. “Vasiyetim” derdi. “Burada yatan adem, bir zaman hubbî idi. Bir zaman cubbî idi. Bir zaman sükûtî idi. Şimdi de turabî. Ruhuna Fatiha.” şeklinde.

(Devamı Gelecek)

Abdulkadir Çelebioğlu

Risale-i Nurların Tahrif Edildiği iddiası

Risale-i Nur Külliyatı, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri hayattayken yazımı, tashihi ve kitap haline gelmesi tamamlanmış ve bizzat kendisinin onayıyla yayına sunulmuş eserlerdir. Zaman içinde farklı bazı yayınevleri tarafından orijinal nüshalar esas alınıp çoğaltılarak günümüze kadar gelmiş, inşallah istikbalde de Bediüzzaman’ın müjdelediği gelecek nesile bu şekilde ulaştırılacaktır.

Risale-i Nurlarda değişiklik yapıldığı iddiası zaman zaman bazı vesilelerle dile getirilmektedir. Bu iddiaları ilk defa Üstad’ın eski eserlerinde yaptığı bazı tasarruflarla gündeme getirmişlerdi. Üstad Hazretleri hayattayken “Eski Said” diye isimlendirdiği dönemde yazdığı eserlerini, yeniden neşrettiği zaman bu eserlerinde bazı tasarruflarda bulunmuş, zamanın ihtiyacına ve şartlara göre bazı bölümleri eklemiş veya çıkarmıştır. Dolayısıyla eski halleri ile Üstad’ın tasarrufundan sonraki hallerini görüp mukayese eden şahıslar bu konuda şüpheye düşmüşlerdi.

Üstad’ın orjinal el yazması eserlerdeki tasarruflarının, talebeleri tarafından ilgililerin nazarına sunulmasından sonra bu konudaki iddialar da büyük oranda kesildi.1

Bugünlerde Risale-i Nurlar hakkında benzer iddialar yine gündeme getirilmeye çalışılmaktadır. Bu defaki iddialar da ise, Risale-i Nur’da bazı mektupların aynı yayınevinin farklı nüshalarındaki kelime veya cümle farklılıkları veya farklı yayınevlerinin kitapları arasındaki bazı ufak tefek farklılıklar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Risale-i Nurların basımını otuz yılı aşkın bir süredir devam ettiren ve şu an en yaygın okuyucu kitlesi bulunan Risale-i Nur Külliyatını neşreden Envar Neşriyat yayın sorumlularından Ahmet Özertan Bey’e bu farklılıkların nedenini sorduğumuzda aldığımız cevap özetle şöyle:

“Risale-i Nur eserlerinde genel olarak yapılan bütün tasarruflar, bizzat Üstad tarafından yapılmıştır. Risale-i Nur’u basan bütün yayınevleri de Üstad tarafından tashih edilerek çoğaltılan nüshaları esas alarak bu eserleri basmaktadırlar.”

Risale-i Nur Eserlerinin Tashih ve Neşir Aşamaları

Envar Neşriyat yetkilisi Ahmet Özertan Bey’in Risale-i Nurların tashih ve neşir safhaları ile verdiği bilgileri aynen aşağıya alıyoruz:

“Risale-i Nurlar ilk te’lif zamanı olan 1920’lerden, Bediüzzaman Hazretlerinin vefat tarihi olan 1960’a kadarki süre içerisinde, önceleri el yazısıyla binlerce nüsha yazılmış ve böylelikle neşredilmiştir. Bu yazılan nüshaların bir kısmı, Hz. Bediüzzaman tarafından kontrol edilmiş ve “Tashihli Nüsha” ünvanını almıştır. Malûmdur ki; beşeriyet muktezası olarak bu nüshaları yazanlar tarafından bazı harf ve kelimelerde hatalar olmuş, hattâ tevafuklu kelimeler yüzünden bazen satır atlanmıştır. Bediüzzaman Hazretleri bu nüshaları tashih ederken, manaya zarar veren yanlışlıkları düzeltmiş ve gerekli harf, kelime ve cümleleri yerine yazmıştır. Bu şekildeki nüshalar, az önce de bahsettiğimiz gibi, yüzlercedir.

Bu tashihli nüshalarla ilgili birkaç nokta:

Bediüzzaman Hazretlerinin bir nüshada kaydettiği bir not veya kelime, diğer nüshalarda bulunmayabilmektedir. Onun için, şu anda neşredilen külliyatta bulunan bir kelime veya cümle, farklı bir yerdeki tashihli nüshada bulunmayabilir. Fakat bu noktada şu bilinmelidir ki: neşredilen tashihli külliyattaki o ilâve bizzat Hz. Bediüzzaman tarafından yapılmıştır.

Yine tashihli nüshalarda, bunun aksi de mevzubahistir. Meselâ: Bediüzzaman Hazretleri bir nüshada bazı kelime ve cümleleri çıkarmış, iptal etmiştir. Fakat başka nüshalarda o kelime ve cümleler aynen kalmış olabilir.

Tashihli nüshalarda göze çarpan üçüncü bir husus da şudur:

El yazısıyla yazılan nüshalardaki noksanları veya yanlış yazılmış kelimeleri düzeltirken, Bediüzzaman Hazretleri manayı düzeltecek bir kelime veya cümle yazar. Ta ki o kısımdaki mana yanlışlığı düzelsin. Fakat bu yazdığı kelimeler, diğer nüshalardaki (yani noksan veya yanlış yazılmamış diğer nüshalardaki) kelimelerle tıpkı tıpkısına olmayabilir. Çünki Hz. Bediüzzaman, manayı nazar-ı itibara almış ve tashihi ona göre yapmıştır. Onun için elinde herhangi bir tashihli nüsha bulunan bir kimse, neşredilen Külliyatt’aki herhangi bir yer, elindeki nüshaya lafız olarak aynı aynına denk gelmediği zaman, dememeli ki, bu cümle yanlıştır. Çünkü onun elinde bulunan nüshadaki farklılık, hattâ Bediüzzaman Hazretlerinin elyazısıyla yazdığı bir kelime veya cümle de olsa; asıl itibariyle yazıcının yaptığı bir noksanlık veya yanlışlıktan kaynaklanıyordur.

Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur’u te’lif ve neşir faaliyeti ve hizmeti böyle el yazılarıyla devam ederken, 1940’lı senelerde bazı talebeleri teksir makinesi alıp bununla risaleleri çoğaltmak istemişlerdi. Bu haber Bediüzzaman Hazretleri tarafından büyük memnuniyetle karşılanmış ve bu vatan ve millet için çok menfaatli bir hizmet olarak beyan buyurmuşlardı.

«Evvelâ: Hüsrev’le bir ruh iki cesed ve kendisi, bahadır biraderiyle Nur hizmetinde çok ehemmiyetli mevki alan kahraman Rüşdü’nün acib bir el makinesini Nurlar için celbine çalışması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyenin mukaddemesidir. İnşâallah yine Nurlar, Nurcuların lâyık elleriyle kalemleri gibi tab’ ve neşredilecek; yabani ve lâyık olmayanlara muhtaç olmayacak. Fakat herşeyden evvel sıhhatlı ve yanlışsız ve güzel bir tarzda makine ile, mümkün ise evvel eski harfle yazılsa, sonra yeni harfle daha münasibdir. Sizlerin isabetli tedbirinize havale ediyoruz.»2

«Kanaatım geliyor ki; bu sıralarda biz Zülfikar’ı ve Asâ-yı Musa’yı pek çok teksir etmeye mecbur olduğumuz hengâmda ve temiz olmayan matbaacılar dahi çekinmeleri aynı zamanda bu acib makine kolayca elimize verilmesi, o iki mecmuanın makbuliyetine bir işaret-i gaybiye ve inayet-i İlahiyenin bir hârika ikramıdır ve Nurların kerametidir.”

“Evet bir âdi mektubum için ‘Kim yazmış?’ diye sekiz defa bana resmen sıkıntı ve eziyet verildiği aynı zamanda, sekizyüz sahifeyi binbeşyüz nüshaya ve bir milyon sahifelere çıkaran o makine, elbette gaybdan imdadımıza gelmiş Nurcu ve bin kalemli bir kâtibdir. Onun için bazı sahifeleri sönük çıksa, zarar yoktur. Parlak kısmı, bize şimdilik yeter. İyi okunmayan kısmı ayrı yapılsın; sonra elmas kalemliler, herbiri bir-iki nüshayı ıslah etsin.»3

Teksir makinesinde çoğaltılacak risaleler önce mumlu kağıtlara yazılıp Bediüzzaman Hazretlerine gönderiliyordu. Aynen el yazıları gibi, Hazret-i Üstad onları tashih edip tekrar iade ediyor ve öylece teksir makinesiyle çoğaltılıyordu. Böylece o zamanda teksirle çoğaltılan risaleler de bu “tashihli nüshalar” mesabesinde mevki almışlardır.

1956 senesinden itibaren de Risale-i Nur’un tamamının yeni yazıyla matbaalarda tabedilmesine teşebbüs edilmişti. Bediüzzaman Hazretleri, yeni yazıyla matbaada basılacak risaleye (mecmuaya) mehaz olacak kitabı hazırlıyor ve onu neşredecek talebesine gönderiyordu. Bu mehaz kitap, Hatt-ı Kur’an’la yazılmış ve neşredilecek/neşredilmeyecek yerleri Hz. Bediüzzaman tarafından işaretlenmiş bir kitaptı. Matbaada basılacak risale, ona göre yeni yazıya çevriliyor ve neşrine müsaade edilen kısımları yeni yazıyla neşrediliyordu.

Yeni yazıyla neşir işinde Hz. Bediüzzaman’ın istihdam ettiği nâşir talebeleri ve yine bu hizmette bilfiil çalışan çok kimseler halen hayattadırlar ve keyfiyetin böyle olduğunun canlı şâhitlerdirler.

Tashih ve neşir faaliyeti, Hz. Bediüzzaman’ın sağlığında böyle olmakla beraber; Hazret-i Üstad’ın vefatından sonra da vasiyetnameleri mûcibince nasıl yapılması lâzım geldiği, bu hizmetkâr ve nâşir talebeleri tarafından yakînen bilinmekte ve öylece hareket etmeye gayret gösterilmektedir.”4

Envar Neşriyat yetkililerinin verdikleri bilgiler ışığında; bugün ortaya Risale-i Nurların değiştirildiği doğrultusunda atılacak her iddiayı, biz yine o dönemdeki orijinal nüshalara müracaat ederek cevaplamaktayız.

Envar Neşriyat’ta, Üstad’ın tasarruflarından hariç olarak, bir tasarruf 2005 baskısında yapılmış, ancak bu baskıdaki değişiklik sonraki baskılarda geri alınarak eski haline döndürülmüş, mevcut bütün külliyat nüshaları ile aynı hale getirilmiştir.

Bu değişikliğin yeri Tarihçe-i Hayat’ta sayfa 630’da Eşref Edip Fergan’ın Üstad’la yaptığı röportajın son kısmında geçmektedir. Eski baskılarda “…yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun.” ibaresi, 2005 baskısında “…yirmi beş milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun.” şeklinde değiştirilmiştir.

Bu tasarrufun yapılma nedeni hakkında, Envar Neşriyat yetkililerinden Ahmet Özertan Beyin ifadeleri şöyle:

Eşref Edip Fergan’ın Üstad’la yaptığı bu röportajın orijinal nüshası bulunup oradaki orijinal ifade ile Tarihçe-i Hayat’taki eski ifade değiştirilip baskıya sunulmuştu. Ancak daha sonradan röportajdaki bu ibarenin dışında Tarihçe-i Hayat’taki metinle farklılık arzeden daha başka ibareler de olduğu anlaşılınca, bu tasarrufların Üstad tarafından yapıldığı kanaatine varılarak yapılan değişiklik geri alınmıştır.

Üstad’a ait bir tashih örneği. Altı kırmızı çizgili yerde Üstad anlamı bozmayacak hataları ve anlamı bozacak hataları tek tek ifade edip, anlamı bozanların doğrularının ne olduğunu söyleyip düzeltilmesini istiyor:

“Yalnız onikinci sahifesinin “serveti, kuvveti” yerinde sehven bir lâm ziyade edip “servetli, kuvvetli” yazılmış. O da zararı yok. Ondördüncü sahifenin onbeşinci ve onyedinci satırlarında “muallim” yerinde sehven “müellim” yazılmış. Yirmidördüncü sahifenin yirmisekizinci satırında “yüzer hikmetler” yerinde sehven “güzel hikmetler” yazılmış. Yirmialtıncı sahifenin yirmibeşinci satırında “zeminin yüz bin milyarlar” yerinde sehven “zemin yüzünün milyarlar” yazılmış. Yirmiyedinci sahifenin dokuzuncu satırında yeni hurufla هُوَ‮ ‬الظَّاهِر yazılmış, doğrudur. Üzerine eski hurufla هُوَ‮ ‬الظَّاهِر yerinde هُوَ‮ ‬اْلآخِر yazılmış, sehivdir.” (El yazması bir lahika mektubu, Envar Neşriyat Arşivinden)

Bediüzzaman’ın neşriyatta varis olarak tayin ettiği şahısların5 bu şekilde Risale-i Nur’da tasarruf etme hakları var mıdır?

Üstad Hazretleri, Risaleleri telif döneminde talebelerine gönderdiği bazı mektuplarda yazılan mektubun veya risalenin tasarrufuyla ilgili gibi bazı konularda talebeleri ile “münasip görürseniz …” , “….havale ediyorum”6 ifadeleriyle başlayan veya biten pekçok cümlesinde talebelerine bazı konuları havale etmiştir. Bu verilen yetkilere nisbetle Hulusi Ağabey “Bazan verdiğiniz salâhiyetin manevî kuvvetiyle namınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum.7 şeklinde tasarruf yetkisini ne şekilde kullandığını Üstad’a arzetmiştir. Ancak merhum Hulusi Ağabeyin ifadelerinden de anlaşıldığı üzere; Üstad’ın talebeleri, kendilerine verilen tüm yetkilere rağmen Üstad’ın miras bıraktığı eserleri aynen muhafaza ederek yeni nesillere ulaştırma çabasında olmuşlardır.

Risale-i Nur Hakkında Bu İddiaları Ortaya Atanların Amacı Nedir?

Yukarıda zikrettiğimiz hususlar ışığında Risale-i Nurlarda kasıtlı olarak tahrifat yapılamayacağı, nüsha farklılıklarının da yine bizzat müellif Bediüzzaman tarafından yapıldığı ispat etmeye çalıştık.

Bazı kimseler, gördükleri bir iki tashihli nüsha ile şu anda yeni yazıyla neşredilen Külliyat arasındaki farklılıkları “Risale-i Nur’da tahrif yapılıyor.” diye efkâr-ı ammeye neşretmekte ve safî zihinleri bulandırmaktadırlar. Buraya kadar zikrettiğimiz hususlar, onların bu meselede ne kadar haksız olduklarını göstermektedir:

Umum Âlem-i İslâm’ın, hattâ bütün beşeriyetin ebedî saadetlerinin anahtarı olan iman ve Kur’an hakikatlarının öğrenilmesine en müessir vesile ve bu zamanın bidat ve dalalet cereyanlarının tahribatlarına karşı en büyük tamirci olan Risale-i Nur hakkında böyle şüphe ve tereddütler vererek onlara itimadı sarsmak ve Bediüzzaman Hazretlerinin hayatından beri bu hizmette istihdam ettiği sâdık nâşirlerini iftiralarla çürütmeye çalışmak; acaba kimlerin emellerine hizmet eder?

Risale-i Nur’un tashih ve neşri konusunda çeşitli sualler, istifhamlar hatıra gelebilir. İyi niyet ve insafla bu konular sorulduğunda, cevaplandırılmaya çalışılmaktadır bundan sonra da çalışılacaktır.

Ayrıca aşağıdaki kaynaklara da bakılabilir:

– Kastamonu Lahikası’nda “… ta ahirzamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri…” ifadesinden “… yani Mehdi ve şakirtleri …” ibaresinin kaldırıldığı iddia edilmektedir. Bu konuda ne dersiniz?

– Kastamonu Lahikası’nda “…faraza hakiki beklenen o zat dahi…” ifadesinden “…ve bir asır sonra gelecek…” ibaresinin kaldırıldığı iddia edilmektedir. Bu konuda ne dersiniz?

Dipnotlar:

1. Üstadın bu tasarrufları ile ilgili kendi eliyle yaptığı düzeltmelerden örnekleri sitemizde “HAZRET-İ ÜSTAD’IN TASHİH VE TASARRUFLARI HAKKINDA” isimli makalede bulabilirsiniz.

2. Envar Neşriyat, Emirdağ Lahikası-I, S:168.
3. Envar Neşriyat, Emirdağ Lahikası-I: S:178.
4. Tırnak içerisindeki ifadeler Envar Neşriyat yetkilisi, Ahmet Özertan beyin ifadeleridir.
5. Bu şahısların kimler olduğu ile ilgili bk. Söz Basım-Yayın, Emirdağ Lahikası-I, 81. Mektup
6. Örnek olarak bakılabilir: Söz Basım-Yayın, Barla Lahikası 272. Mektup, Emirdağ Lahikası 1, 20. 26. 162. Mektuplar, Emirdağ Lahikası-II, 15. Mektup, On Beşinci Şua, Elhüccetü’z Zehra.
7. Söz Basım-Yayın, Barla Lahikası, 63. Mektup.

Kaynak: SorularlaRisale

www.NurNet.org

Bediüzzaman’ın Türkçesine yapılan hakaret-amiz itirazlar

Son zamanlarda Üstad Bediüzzaman’a dil uzatmak, onun ve nur talebelerinin aleyhinde ileri-geri konuşmak moda olmaya başladı. Bundan iki-üç yıl önce şiirle iştigal eden bir zat, bugün yaklaşık 60 dile çevrilmiş bulunan Risale-i Nur hakkında “Risale-i Nur’un dili çok kötüdür” demişti. Ayrıca şu hezeyanda bulunmuştu: “Risale-i Nur okuyanlar bu kadar kötü bir Türkçeye tahammül ediyorlarsa demek ki hiçbir şey anlamamayı peşin olarak kabul etmişler demektir.”

İşte önceleri ateist, sonradan ateistlikten dönmüş olduğunu söyleyen birisi, bu şaheserler hakkında böyle bir iftirada bulunmuştu. Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar hakkında ateşli öfke kusan bazı şahıslar da, bu gibilerin aşağılayıcı sözlerine sarılarak Bediüzzaman gibi hayatını İslam’a vakfetmiş olan ve yazdığı eserlerle ehl-i imanın imanlarını kurtarmaya çalışan bir İslam âlimine ve okurlarına, haddi aşacak şekilde dil uzatıyorlar.

Önce şu tespiti yapmamız lazım: Şairler şöhret meraklısıdırlar; hatta bazıları şöhretle anılsınlar diye caminin duvarını bile kirletirler. Onlar Bediüzzaman gibi ömrünü mahviyet içinde Kur’an’a hizmetle geçiren âlimleri hiç ama hiç anlayamazlar. Hatta imanı kurtarmanın ve Kur’an’a hizmetin de çok yabancısıdırlar.

Allah aşkına, Risale-i Nur için, “Çok kötü ve anlaşılmaz bir dille yazılmış” demek, o eserleri anlayarak okuyanlara açık bir iftira değil midir? O eserleri okuyanlar için, “Peşinen anlamamayı kabul edenler” demek aşağılayıcı bir dil değil midir? Kaldı ki, Bediüzzaman’ın dili, eğer müfterinin dediği gibi, çok kötü olsaydı, neden bu kadar tahsilli ve aydın insan bu eserleri okumaya devam ediyorlar? Neden dünyada ortalama 60 dile çevrilmiş bulunuyor? Neden Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında bugüne kadar yüzlerce uluslararası sempozyum düzenlendi?

Her şeyden önce Risale-i Nur’un o kişinin şiirleriyle mukayese edilemeyecek derecede kabule mazhar olması, iftira sahibinin kıskançlığını ortaya koyduğu gibi, dilinin de sorunlu olduğunu en iyi anlatan bir durumdur.

Bediüzzaman gibi vefat etmiş mazlum bir insana ve yıllarca laik rejimin takibinde kalan ve hapis yatan talebelerine böyle isnatlarda bulunmak insafa, vicdana ve dine sığar mı? Ateistlikten döndüğünü söyleyen birisi, eğer sözünde doğruysa bu iftirayı yapabilir mi?

Risale-i Nur elbette ki, tenkit edilebilir. Müellifin kendisi de, “Benim gibi iyi derecede Türkçe bilmeyen…” diyerek özrünü beyan ediyor. Ama “Bu eserlerden kimse bir şey anlamaz” demek toptan, maksatlı ve aşağılayıcı bir dildir.

Eğer denildiği gibi “Çok kötü bir dille” yazılan bir eser, Türkiye’de en çok tekrarla okunan bir eser durumuna gelmiş ise, o zaman bu sözün sahibi zımnen, Türkiye’nin yarısına yakın kısmının geri zekâlı ve ahmak olduklarını söylemeye çalışıyor. Bu tutum, bizzat kendisinin sorunlu bir kişiliğe sahip olduğunu göstermektedir.

“Risale-i Nur okuyanlar bu kadar kötü bir Türkçeye tahammül ediyorlarsa demek ki hiçbir şey anlamamayı peşin olarak kabul etmişler demektir” sözü, ehl-i insaf olan herkese göre, hem Risale-i Nur’u okuyanlara hem Bediüzzaman’a bir hakaret ve bir iftiradır. Şunu söyleyeyim ki, Said Nursî’yi “Deccallara meydan okuyan imanın remzi” olarak tanımlayan, Risale-i Nurları da “Büyük bir imparatorluğun son sözleri” olarak değerlendiren çağımızın büyük sosyoloğu Cemil Meriç Risale-i Nurlar hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Risâle-i Nur’da üslûp ile mana tam bir ahenk halindedir. Denizin suyunda tuzla su nasıl kaynaşmışsa, Nur eserlerinde de mana ile üslûp o şekilde kaynaşmıştır. Bu itibarla Risâle-i Nurları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi. Risâle-i Nurlar bizim millî hazinemizdir.”  Bu sözler, böylelerinin ağzına vurulan büyük bir şamardır.

Aslında nefse ağır geldiği için, onun kitaplarını inceleme zahmetine katlanamayanların Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a dil uzatmaları, hakarete varan ifadeler kullanmaları ve itirazları, sadece onların seviyelerini ortaya koymaktadır. Oysa Bediüzzaman’ın Türkçesi çok güzel ve çok özel bir Osmanlı Türkçesidir. Üstad, konu dağılmasın ve anlam zarar görmesin diye, Risale ve mektuplarında anlam bütünlüğüne çok önem vermiştir. Ayrıca okurlarının durumlarını göz önünde bulundurarak Türkçesini hep yenilemiştir. Mesela, 1935 yılında yazılan Eskişehir müdafaası ile 1952’de yazılan İstanbul Gençlik Rehberi müdafaasının Türkçeleri çok farklıdır. Keza Barla Lahikasındaki mektuplarla Emirdağ lahikasındaki mektupların Türkçesi oldukça farklıdır. En son yazılan mektuplar daha sade bir Türkçe ile yazılmışlardır. Ne var ki, bugünkü İngiliz gençleri Şekspir gibi klasik bir yazarı okurken anlamakta biraz zorluk çektikleri gibi, günümüz gençlerinin de Risale-i Nur’u okurken biraz sıkıntı çekmeleri son derece normaldir.

Kaldı ki, Bediüzzaman’ın hasımları kabul etmeseler bile, Risale-i Nurlar bugün milyonlarca insan tarafından okunmakta ve anlaşılmaktadır. Risale-i Nurlar iman ilm-i halleridir. Nur talebeleri bu eserleri, bazı hocalar gibi, “Acaba neresinde ne gibi bir eksiklik bulabilirim de onu el-âleme ilan edeyim” niyetiyle okumuyorlar. Onlar saadet-i ebediyenin anahtarı olan tahkiki imanı elde etmek için okuyor ve tahkiki imanı elde ediyorlar da. Bundan daha büyük bir servet olabilir mi? Hangi şairin şiir kitabı veya hangi yazarın çok satan kitabı bu kadar ulvi bir zevke okunabilmiş ve milyonlarca insana iman hazzını verebilmiştir?

Risale-i Nurların dili o kadar tatlı, o kadar ruhu okşayan bir üslupla yazılmış ki, okurlar onu okumaya doymuyorlar. Üstelik müellifin kendisi bile, Esmaü’l-Hüsnâ’nın bazı isimlerini farklı bir açıdan şerh eden Haşir Risalesi gibi bazı eserlerini defalarca (500 defa) okuduğunu itiraf ediyor.

Şimdi numune olarak Bediüzzaman’ın birkaç vecizesini buraya alacağım:

İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Evet, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir. Küfür insanı gayet canavar hayvan eder.”

Nasılki esmada bir ism-i azam var, öyle de o esmanın nükuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır. Ey İnsan! Eğer insan isen kendini oku! Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali vardır.”

Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel firaklarla doludur.

“Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.”

İşte iman, işte marifet, işte Osmanlı aydınının güzel Türkçesi… Acaba bu kelimelerin ifade ettiği manalar bu kadar tatlı bir üslupla başka türlü ifade edilebilir mi? Bu sözlerin neresinde hakikate aykırı bir kelime ya da anlaşılmaz bir taraf vardır? Kuşkusuz, şair veya yazar olduklarını söyleyenler bu ulvi manalara çok yabancı oldukları için bunları idrak etmekten uzaktırlar.

Peki, hoşlanmadıkları birçok tarikat lideri ve cemaat olduğu halde bunlar neden özellikle vefat etmiş olan Bediüzzaman’a ve Risale-i Nurlara saldırıyorlar? Çünkü bunlar, Ehl-i sünnet itikadını bozup kendi arzularına uygun bir İslamiyet ortaya koymak istiyorlar. Bu çabalarına en büyük engel, Ehl-i Sünnet itikadını en iyi şekilde müdafaa eden Risale-i Nur’u görüyorlar. Risale-i Nur, tıpkı Mevlana’nın Mesnevisi gibi, İslam’ı anlatan ve tecdit eden ve asırlara hitap eden manevi bir Kur’an tefsiridir. Eğer Mevlana kısmen devletin koruması altında olmasaydı bu kişiler ona da çok saldırırlardı.

Bir de Kur’an’ın şairler hakkında ne söylediğine bakalım:

 Allah Zü’l-Celal Şuara Suresinde şöyle buyuruyor:

 (وَالشُّعَرَاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُونَ  أَلَمْ تَرَ أَنَّهُمْ فِي كُلِّ وَادٍ يَهِيمُونَ وَأَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَ  إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللَّهَ كَثِيرًا وَانتَصَرُوا مِن بَعْدِ مَا ظُلِمُوا  وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ) “Şairlere ise, haddi aşan azgınlar tabi olurlar. Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler. Ancak iman edip salih amel işleyen, Allah’ı çok anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanlar başka.”

Allah burada iman edenler ve amel-i salih işleyenler dışındaki şairleri hicvediyor. Anlıyoruz ki, şairlerin büyük kısmı, haddini bilmiyor, her vadide kalem oynatmaya çalışıyor ve yapmadıkları şeyleri söylüyorlar. Salih amel işlemek şartıyla iman edenler müstesnadır.

Şu da vardır: Bu tür hakaret dili kullananlar, ellerinde demir türü siyaset topuzu ve iş verme imkânı olanlardan çok korkarlar. Fakat Nur talebeleri gibi cehennem ateşinden kurtulmak için imanlarını güçlendirmeye çalışan, bu meseleye hayatlarını vakfeden ve ellerinde siyaset topuzu bulunmayanlardan elbette ki korkmazlar. Onun için meydanı boş buldukça saldırıyorlar. Faraza eğer bir gün Nur talebeleri işveren konumuna geçip ellerine idari bir güç geçecek olursa, mesela vali, rektör veya bakan olurlarsa, o Risale-i Nur ve Bediüzzaman aleyhinde konuşanların hepsi, iş bulmak ya da işlerinde yükselebilmek için birer meddah kesilirler. Her gün ellerine Risale-i Nurları alıp gösteriş yapmaya çalışırlar. Bu tür olaylara, yaşayarak defalarca şahit olan bu fakire inanın; hakaret edenler bu kadar korkak ve bu kadar zavallıdırlar.

Musa Kazım YILMAZ

Kaynak: RisaleHaber

RİSALE-İ NUR BAŞTAN SONA MANTIK OLDUĞU İÇİN O KİTABI YAZMADIM

Bediüzzaman Said Nursî (ra) Hazretleri̇’ni̇n Sır ve Ser Kâtibi Mehmed Feyzi Efendi (rh) Hakkında Hasan Erdoğan Ağabey ile yaptığımız Röportaj – 2

 

Röportaj Yapılan: Hasan Erdoğan

Röportaj Yapan: Abdulkadir Çelebioğlu

 

Mehmed Feyzi Efendi’nin (rh) Üstâd Bediüzzaman (ra) Hazretleri hakkında ne gibi tespitleri ve ifadeleri vardı?

• Mehmed Feyzi Efendi (rh), Üstâd Bediüzzaman (ra) Hazretleri için “Allâme” derdi. Üstâd Bediüzzaman (ra) Hazretleri’ni ilk gördüğünde “Aradığımı buldum” diyor. Bir de Üstad Bediüzzaman (ra) Hazretleri’nden bahisle şöyle derlerdi; “O bir aslandı. Biz kedi gibi yanında dolaştık. Tırnağı da olamayız.” Mehmed Feyzi Efendi (rh), kemâl-i tevazuuda zirve birisiydi.

Üstâd Bediüzzaman (ra) Hazretleri’nin, Mehmed Feyzi Efendi’ye (rh) hususi iltifatları var mıydı? O iltifatlarından bildikleriniz var mı?

Üstâd Bediüzzaman (ra) Hazretleri’nin dişi M. Feyzi Efendi’de (rh). Ben görmedim ama görenler var. Üstâd Bediüzzaman (ra) Hazretleri’nin “Dişimi kime verdiysem, ilmimi ona verdim.” dediği rivayeti var. Hapishane’de iken cübbesinin yamasını Üstâd Bediüzzaman (ra) Hazretleri’nin cübbesinin yamasına benzetiyor. Orada bir tasavvuf ehli zât varmış. O zât, “Bak tam fenafi’l-üstad” diye latife etmiş. Bir de Mehmed Feyzi Efendi’nin sakalı kesilmemiş. Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “Feyzi’nin sakalı, benim sakalımdır.” şeklinde bir sözü var. Sakalına hiç ustura vurulmamış. İlk askerlik yaptığında sakalı yok, çıkmamış o zaman. Yedek askerlik yaptığı zaman da sakalına el vurulmamış, sakallı olarak askerlik yapmış. Hattâ Denizli hapsinde bir Kabadayı, Mehmed Feyzi Efendi’nin sakalı ile ilgili “Bu sakala kıyana, kıyarım!” diyor ve böylelikle hapiste iken de sakalı hiç kesilmiyor.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin, Mehmed Feyzi Efendi için “Selef-i Salihin, Mehmed Feyzi gibi talebem olduğuna gıpta ediyorlar.” sözünü rivayet olarak duydum.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, Mehmed Feyzi Efendi için “Ser Kâtibim” ve “Sır Kâtibim” diyor. Mehmed Feyzi Efendi’yi bu cihetiyle de ele almak gerekiyor. Mehmed Feyzi Efendi, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin çok iltifatlarına mazhar olan bir zât idi.

Mehmed Feyzi Efendi (rh) hayatta iken kıymeti bilinmedi diyebilir miyiz?

Maalesef kıymeti bilinmedi, tam anlaşılamadı. “Derdimi anlatamadım, yalnız kaldım gardaşım.” derdi. Büyük zatların kıymeti maalesef hayatta iken bilinmiyor. Üstâd Bediüzzaman (ra) Hazretleri’nin bile hayatta iken Emirdağ’ında iken, Kastamonu’da iken tam hakkıyla bilinmedi.

Mehmed Feyzi Efendi’nin Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nden hatıra nakli neden azdır? Neden hatıra anlatmazdı? Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nden duyduklarını anlatsa en fazla anlatabilecek kişilerden birisi olduğu halde neden nakillerde bulunmamıştır? 8 sene boyunca Kastamonu da birlikte kalmış sonuçta. 8 yılda birçok bilgi elde edindiği ve Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin sırlarına mazhar olduğu muhakkaktır. Ama bunları neden izhar etmemiştir?

• Hatıra anlatma konusunda “Mübalağalı oluyor gardaşım.” derlerdi. Ondan dolayı pek hatıra anlatmazlardı. Ama ara sıra yeri geldikçe anlatırlardı. Mesela; “Karadağ’a çıkarken Üstâd at sırtında, ben yularından tutardım. Tashih ede ede giderdik. Yorulmak nedir bilmezdik.” derlerdi. Yani Karadağ’a kadar 10 – 15 km bir mesafe. Bunlardan sitayişle bahsederdi. Bir de şöyle derlerdi; “İftihar ediyorum ki; Üstâd’a eski ve yeni eserlerini baştan sona okudum.” Risale-i Nur Külliyatı’nın çoğu hafızasındaydı. Sohbetlerinin çoğunun muhtevası Risale-i Nur’dandı. Cemaatten gelen abiler olunca bazen hatıra anlatırlardı.

Mehmed Feyzi Efendi Rahmetullahi Aleyh’in derslerini ses kaydına almak isteyenlere izin vermediği ifade ediliyor. Hulusî Yahyagil Ağabey (rh) ses kaydına ve videoya (bir tane vefatından 1 hafta önce çekilen var) izni ve fetvası var iken; Mehmed Feyzi Efendi’nin (rh) bu konuda izin vermemesinin sebebi sizce nedir? Veya bu konuda bir açıklama yapmış mıydı?

Çok nadir ses kayıtları vardır. Medine-i Münevvere’de Ali Ulvi Kurucu ile Hac’da iken Arafat’ta var. [Bu konuşma metninin yazılı hali tarafımızdan neşredilmiştir. Bkz. https://www.risalehaber.com/mehmed-feyzi-efendi-ile-ali-ulvi-kurucunun-hacda-yaptigi-sohbet-22465yy.htm A.Ç.]

[Buna ek olarak Mi’rac konusu ile ilgili bir ses kaydı ve Kur’ân-ı Kerîm Tilaveti ses kaydı mevcuttur.] “İzin yok gardaşım.” derlerdi, teyipin ses almasına. Çok teşebbüs ettiler, çokları olmadı. Bu da ayrı bir sır. Sesinin kaydedilmemesi ile ilgili, “Zihinler daha iyi” derdi.

Mehmed Feyzi Efendi Rahmetullahi Aleyh’den tarîkat dersi aldığını iddia edenler var. M. Feyzi Efendi tarîkat dersi verir miydi? Nur Talebesi olduktan sonra da tarîkate bağı var mıydı? Daha önceden intisap ettiği Nakşi şeyhine daha sonradan da intisabı devam etmiş midir? M. Feyzi Efendi (rh), Üstâd Bediüzzaman (ra) Hazretleri’ni tanımadan önce tarîkatte hilafet almış mıydı? Yani bir şeyin halifesi olmuş muydu?

Mehmed Feyzi Efendi’nin, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni tanıdıktan sonra herhangi bir tarîkat intisabı ve bağlılığı yok. Ama Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ni tanımadan evvel Kastamonu da Nasrullah ve Sinanbey Camii İmamı olan Kurra Hafız Ömer Aköz’den kıraat ve talim dersi almıştır. O zât daha sonra Fatih Camii İmamlığı ve Diyanet İşleri’nde Mushafları Tetkik Heyeti’nde bulunmuştur. Mehmed Feyzi Efendi, o zâttan tarîkat değil talim ve kıraat dersi almıştır. O zât ehl-i tarîk ve tarîkatte halife olan birisidir.

Bir gün Hafız Ömer Efendi’nin (ra) tarikat/tasavvuf ehli olup olmadığı konusunu Mehmed Feyzi Efendi’ye sormuştuk. “Evet tarikat ehli idi ama, ilmi nazara verirdi” cümlesiyle özetleyebileceğimiz izahlarda bulunmuştu.

Mehmed Feyzi Efendi Rahmetullahi Aleyh’in İslâmî ilmi dallar ve konularda yazdığı yazılar veya çalışmaları var mıydı? Şu an sadece Asâ-yı Mûsa eserinin sonunda neşredilmek üzere hazırladığı Lügatçesini biliyoruz. Başka bildiğiniz var mı?

M. Feyzi Efendi’nin (rh) te’lif ettiği bir eser yok. Bildiğimiz bir lügat var. Asâ-yı Mûsa eserinin sonuna eklenmek üzere hazırlanmış. O lügatçede de ne kadar âlim olduğu görülmekte. Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, «Eski Said’in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu Ta’likat’tan süzülen i’cazlı bir îcaz-ı hârikada, müdakkik ulemaları hayret ve tahsinle dikkate sevk eden, matbu “Kızıl Îcaz” namındaki risale-i mantıkıye Risale-i Nur’la bağlanmasına ve şakirdlerinin âlimler kısmının nazarına göstermek lâyık gördüm. Fakat çok derindir. Bugünlerde Feyzi’ye bir parça ders verdim. Belki bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme alacak.» (Kastamonu Lâhikası) diyor. Bu yeri Mehmed Feyzi Efendi’ye sormuştum. Dedi; “Gardaşım o zaten mantık. Risale-i Nur baştan sona mantık. Ona ihtiyaç yok.” [Konuyla ilgili Son Şahitler, c. 1’de şu ifadeler geçmektedir; Muhtelif yıllarda Mehmed Feyzi Ağabeye Tâlikâtın Türkçe dersini kaleme alıp almadığını sorduğumda, “Hayır yazamadım, kaleme alamadım” diye cevap vermişti.] Bazı abiler Feyzi Efendi (rh) hakkında “Üstâd söylediği halde yapmıyor.” diye bahsederlerdi. Edebinden, bir çığır da açmamak cihetiyle de belki bir eser te’lif etmediler. Hep sohbetler ile devam ettiler. Mehmed Feyzi Efendi sohbetler konusu ile ilgili şöyle derlerdi; “Sahabe kulaktan sıvarıldı.” Yani kulaktan âlim oldular. Mehmed Feyzi Efendi de bu yolu tutuyordu. Ve sohbetine gelenler en müşkil meselelerini halleder, giderlerdi; sormadan bile.

Üstad Bediüzzaman (ra) Hazretleri’nin Talebeleri için Ağabey denilir iken Mehmed Feyzi Efendi (rh) için “Efendi” denilmesinin sebebi nedir? Bu tabir Üstâd Bediüzzaman Hazretleri ile kalmadan önce de kullanıldığı için mi devam etmiştir? Bunun hikmeti nedir?

• Mehmed Feyzi Efendi için “Efendi” tabirinin kullanılması, hem anne hem baba tarafından seyyid olmasından dolayıdır. Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin talebesi olan ağabeylerden yanına ziyarete gelenler de “Mehmed Feyzi Efendi” diye hitap ederlerdi. Abdullah Yeğin Ağabey ve Mustafa Sungur Ağabey de ziyarete geldikleri zaman “Feyzi Efendi” derlerdi. Kastamonu halkı hep bu tabiri kullanırlardı ve bu şekilde de kaldı.

Mehmed Feyzi Efendi’nin soy ismi konusunda bir sorum olacak. Risale-i Nur Külliyatı’nda soy ismi “Pamukçu” olarak geçiyor. Ama TDV İslâm Ansiklopedisi’nde “Şallıoğlu” yazıyor. Soy ismi bir dönem Pamukçu olup sonra değişiyor mu? Bu konu hakkında bilginiz var mı?

Denizli ve Afyon hapsinde iken teyzesi Mehmed Feyzi Efendi’yi evlâd ediniyor. “Pamukçu” soyadı oradan kalma. Daha sonra asıl soy ismi olan “Şallıoğlu” oluyor.

[Not: TDV İslâm Ansiklopedisi’nde bu ifadeleri tasdik olarak şu ifadeler var; “Annesinin vefatından sonra teyzesi tarafından evlât edinilen Mehmet Feyzi’nin Pamukçu olan soyadı Şallıoğlu şeklinde değişmiştir.” https://islamansiklopedisi.org.tr/sallioglu-mehmet-feyzi]

 

(Devamı Gelecek)

Abdulkadir Çelebioğlu