Etiket arşivi: risalei nur

Bir yaprak misali hayat

Kâinatta yaratılmış tüm mevcudatın bir lisan-ı hali [1] vardır ve bizlerle bu lisan-ı halleri ile mesajlar verirler. Mevcudatın lisan-ı halini anlamaya çalışmak dinimizin ibadet saydığı bir ibadettir aslında. Biz buna tefekkür ile mevcudata bakmak da diyebiliriz. Tefekkür âlemi bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Çünkü tefekkür ettikçe iman hakikatlerinin kapıları da aralanmaya başlıyor ve kişi iman meyvesinin hakiki lezzetini tüm benliğinde hissedebiliyor. Bu sebeple bir ağaç, bir yaprak, bir karınca v.s. eğer bunların lisan-ı hallerini idrak edebilirsek, her biri tefekkür âleminin ayrı hazineleri olduğunu göreceğiz. Mesela bir yaprak bize ne anlatmaya çalışır, bir yaprağa bakınca ne görürüz, onun hal dinli nasıl okuruz? Bu soruların cevapları üzerinde tefekkür edip düşününce ortaya hakikat manaları çıkıyor.

Bir yaprak, çoğu şiirlere ve yazılara konu olmuştur. “Bir yaprak misali gibidir ömrüm, dalımdan düşüp savruldum” gibi buna benzer cümleler ile belki fanilik anlatılmıştır. Fakat çoğu yerlerde de yok oluşa örnek olarak verilmiştir.

Belki de “bir yaprak misali ömür” hep yanlış anlaşıldı; dalından düşüp yok oluşa sürüklenmek diye hep ifade edildi. Fakat işin aslı öyle midir? Değildir elbet. Çünkü yokluğa gitmek yoktur. Bakalım bir yaprak kendi lisanı-ı haliyle bizlere neler anlatacak? O vakit şimdi bir yaprağın hal dili bize söylediklerine kulak verelim ve bir tefekkür yolculuğuna çıkalım;

“Bir baharın çiğ düşmüş sabahında gözlerim dünyaya açıldı. Küçücüktüm. İlk olarak beni sıcacık gülümsemesiyle güneş karşılardı ve içim huzurla dolardı. Her sabah güneşin gülümsemesini beklerdim. Onun sıcak kucaklamasıyla uyanır, her gün biraz daha büyür ve biraz daha göğe doğru başım uzanırdı. İlk zamanlar etrafa manasız bakar ve kendimi tanımaya çalışırdım. Neyim ben? Kimim ben? Neden varım? Her gün bu güneş ile beni kucaklayan ve bana sevgisini gösteren kimdir? Başımı göğe kaldıran ve gökyüzünün maviliğini bana gösteren kimdir? Tüm bu olaylara hayret ederdim. Büyüdükçe düşüncelerim ve aklıma takılan sorular daha da çoğaldı. Yanımdaki çoğu arkadaşlarımda benimle aynı düşüncedeydiler. Onlarda merak ediyor ve benim gibi sorular soruyorlardı. “Neden varız? Niçin buradayız? Nereye gidiyoruz? Sonumuz ne olacak?”

Günler, aylar böyle geçti. Artık sabahları güneşin sıcak gülümsemelerini göremiyordum. Bulutlar kaplamıştı tüm gökyüzünü. Bazen sert rüzgarlar esiyordu, adeta bizi dalımızdan koparıp uçuracak gibiydi. Gittikçe böyle günler çoğaldı, fırtınalar, yağmurlar… Uzun zaman sonra kimi arkadaşlarımız güçsüz, kuvvetsiz ve benzi sararmış hale geldiler. Telaş içindeydiler. Çünkü artık dalından düşme vakitleri yaklaşmıştı. Bende artık onlar gibi olmaya başlamıştım. Altımızda olan toprağa doğru boyunlarımız bükülmüştü. Aradan günler geçti, yine sert rüzgarlar esmeye başladı. Güçten ve kuvvetten düşen arkadaşlar istemeyerek dalından ayrıldılar ve toprağın bağrına düşmeye başladılar. Hayır, bu böyle olmaz, hayatımız bu kadar kısa ve anlamsız olamaz. Niye var olduk? Neden dalımızdan kopuyoruz? Amacımız neydi? Tüm bunların bir cevabı olmalı… Derken diğer ağaçta dalından kopmak üzere olan yaşlı ve bilgin bir yaprak seslendi; “Hey arkadaşım! Merak etme, tasalanma, sen yokluğa gitmiyorsun. Düşeceğin toprakta yok olmayacaksın; orada zamanla yeni yapraklara, yeni ağaçlara veya bitkilere, seni var eden sana yeni bir hayat verecek. Çünkü bu kâinatın sahibi çok şefkatli çok merhametlidir.” dedi.”

Ey bir yaprağın hal dili ile bizlere söylediklerini dinleyen dost! Yaprak, lisan-ı haliyle bizlere şunu ifade eder: “Bizim gibi en edna yani önemsiz sayılan bir yaprak bile çürüyüp yok olmazken, bunca mahlûkat nasıl yokluğa gidebilir? Hele insan gibi mükemmel yaratılmış bir varlık nasıl olurda yokluğa ve hiçliğe gidebilir.” Evet, yokluğa ve hiçliğe gitmeyen insanın bir amacı olmalı; çünkü kâinatta hiçbir varlık boşuna yaratılmamıştır. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle[2] baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? [3] Der, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri.

Ey dost! Öldükten sonra çürüyüp yok olmayacaksın. En önemsiz sandığımız küçücük bir tohum bile toprak altında çürümeye terk edilmiyor; vakti geldiğinde toprağın karanlığından başı çıkarılıp yeni bir hayat veriliyor. Allah (cc) şu âlemde en önemsiz sandığımız bir tohumu bile toprak altında çürümeye, yokluğa, karanlığa ve hiçliğe bırakmazken, insanı nasıl bıraksın? Öldükten sonra ebedi bir hayat için diriltileceğiz. Dünyada sergilediğimiz amellerimize göre Allah’a (cc) hesap verip ebedi hayatımızdaki yerimize gönderileceğiz.

Tüm mevcudat hal dilleri ile bizlere hakikati anlatıyor, insana düşen vazife ise bu hakikate kulak vermeli ve hayatın gerçek manasını keşfetmeye çalışmasıdır.

İnsan ömrü, çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemleri de hikâyede anlatılan bir yaprak misali gibi değil midir? Vakti geldiğinde hayat dalından kopup toprağın bağrına düşeceğiz. Dünyadaki bedenimiz çürüyecek. Fakat yeni bir âlemde tekrar diriltileceğiz. Rabbimiz Hac Suresinde şöyle buyurur: “Ey insanlar! Öldükten sonra dirileceğinizden kuşku duyuyorsanız şunu unutmayın ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak çıkarırız ki daha sonra yetişkinlik çağınıza erişesiniz. İçinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi de önceden bildiklerini bilmez hale gelinceye kadar ömrün en düşkün çağına eriştirilir. Öte yandan yeryüzünü kupkuru ve cansız görürsün; üzerine yağmur indirdiğimizde ise (bir de bakarsın) canlanıp kabarır ve her cinsten güzel bitkiler çıkarır.” [4] “Bu böyledir, çünkü Allah hakkın ta kendisidir, O ölüleri diriltir ve O’nun her şeye gücü yeter.” [5] “Kıyamet vakti şüphe yok ki gelip çatacaktır ve Allah kabirde yatanları diriltecektir.” [6] Ayetleri kesin olarak tekrar yeni bir âlemde diriltileceğimizi açık ve net ifade etmektedir.

Bu dünya bir imtihan meydanıdır ve her şeyin bir yaratılış amacı vardır. O vakit insana düşen en önemli vazife ve en önemli iş, hayatın gerçek manasını anlamaya çalışması olmalıdır. Sınava girdiği halde sınavın idrakinde olmayan ve sınavın manasını çözemeyenler girdiği sınavdan hiçbir şey anlamadan başarısız olarak çıkar. Sınavın hakikatini ancak sınavı geçenleri görünce anlar; fakat o vakit çok geç kalınmış olunur. Çünkü sınavı geçenler hayatın güzel mertebelerine atanırken geçmeyenler ise pişmanlıkla kıvranır durur. Bu misal gibi insanda hayatın gerçek manasını anlamaya çalışmalıdır. Hayat nedir? Amacımız nedir? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Niçin gidiyoruz? Gibi soruların gerçek manasını anlamaya çalışmalı ve hayatını hayatın gerçek manasına göre yaşamalıdır. Hayatımızda yapabileceğimiz en anlamlı iş, hayatın manasını anlamaya çalışmaktır. Aksi halde hayatımızın manası olmaz. Neden olmaz? Çünkü insan kendini tanımadan, Rabbini tanımadan yaşanılan bir hayatın ne anlamı olabilir ki…

Ey dost! Hayatın hakikatini her an idrak edebilmek için Rabbimizin “Oku” emri ile şu kâinata tefekkürle bakmalıyız. Hayatın hakikati ise Kur’an ve Sünnete göre yaşamaktır. Çünkü ihmal edildiği vakit, bu ahir zamanda kişiyi gaflet hayatına sürükleyip ahiretini aklına getirmeyecek sayısızca oyalanma vardır. Dünya ile oyalanıp da ahiretimizi unutanlardan olmamak duasıyla.

Mehmet Kazar

[1] Lisanı Hal: Risale-i Nur Külliyatında çokça geçer. Lisan-ı hâl, sözlüklerde “hâl dili” olarak geçer. Hâl kelimesi ise vaziyet, görünüş, tavır, suret, keyfiyet anlamlarına gelir. Yani “Bir şeyin görünüşü ile bir mana ifade etmesi”dir. Yine başka bir tarifte ise “Akılları gözlerinde olan avama ders veren fiil” olarak geçmektedir.

[2] Nazar-ı Hikmet: Hikmet Bakışı, Varlıklardaki anlam ve ince sırları araştıran bakış

[3] Risale-i Nur Külliyatından – On Dördüncü Sözden.

[4] Hac Suresi 5. Ayet

[5] Hac Suresi 6. Ayet

[6] Hac Suresi 7. Ayet

Bir Kitap ve Divan-ı Harbi Örfi

Sina Akşin 1967 ‘de doktora tezinde Otuz Bir Mart Olayını çok yönlü anlatmıştır. Kitabın zengin bir araştırma muhiti olduğu görülmekte. Bu kitabı ben üniversite yıllarında da okumuştum, o kitapta Bediüzzaman’ın otuz bir martı yatıştırıcı rolü olduğunu söylüyordu. Bu kitapta aşağı yukarı aynı yolda gidiyor. Ancak kitabın Bediüzzaman’ın Divanı Harbi Örfi isimli kitabının görülmeden yazılması ciddi bir eksiklik olarak görülmekte. Eserde çok farklı yerler ve durumlarda yer alan Bediüzzaman’ın hareketi çok yönlü takip ettiği ve gazetelerde, yerine göre isyan mahallinde, ulema, meşahir, askerler ve şarklıları meşrutiyete ikna etmeğe çalıştığı anlatılır.

Hareketin dördüncü günü 3 Nisan 1325 de İkdam’da çıkan bir yazısında askerlere subaylarına karşı itaatli olmalarını öğütler ve onlara “ Zabitlerin aguş-ı şefkatlerine atılınız “ der. (Akşin 106) Bu durumu Akşin değerlendirir;  “Görülüyor ki Cemiyet-i ilmiye de Bediüzzaman da Hüseyin Hazım da askerin davranışlarını az ya da çok beğenmemekle birlikte İstanbul’daki genel havaya uyarak 31 Mart’ı yani İttihat Terakki’nin İstanbul’da zorla siyaset sahnesinden atılmasını veri olarak kabul ediyorlardı. Esas itibariyle bu durum kabul ediliyor, yalnız bazı tehlikelere karşı korunmak için tedbir alınması isteniyordu. “ (Akşin 107)

1 Nisan 1325 günlü sayısında Bediüzzaman ve Murat Bey (Mizancı) hem hürriyetin ilanını hem de Otuz Bir Martı överler, isinini de “gayretullah’ın tecellisi olarak “ kabul ederler. (Akşin 110) Hareketin altıncı gününde 5 Nisan 1325 ‘de Bediüzzaman Mizan gazetesine yazdığı bir yazıda askere ululemre yani subaylara itaatin farz olduğunu hatırlatır. Bediüzzaman’ın bir diğer yazısı “ cemiyetlere bir ihtar-ı Mühim adını taşır, cemiyet ve fırkaların çeşitli zararlarını sayar, siyasete katılan kuruluşların ya birleşmesini ya da toptan kaldırılmasını ister. (Akşin 139)Sekiz Nisan 1325 yani hareketin sekizinci gününde Mizan’da çıkmış yazısında Bediüzzaman önceki günle bu günde yazılan yazıların birisi Asakire Hitap adını taşır, askerlere subaylarına boyun eğmelerini öngörür, siyasete karışmamalarını öğütler. İnkılap hareketlerini ilaç gibi görür fazlasının zarar olduğunu belirtir. Ayrıca Avrupa’nın manevi istbdadı altında bulunmaktan ihtiyatlı ve ılımlı olmak lazım geldiğini söyler. Bu yönü ile Vahdeti’nin Avrupa karşısındaki tutumundan ayrılır. Diğer yazıda İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin  ortalığı kapladığını  ve alemi zelzeleye verdiğini söyler. “(Akşin 166) Bediüzzaman’ı Vahdetinin sağ kolu gibi gösteren Akşin bu ifadeleri ile çatışır, çünkü Bediüzzaman, Vahdeti’nin kurduğu cemiyeti kafasındaki evrensel ve geleneksel Muhammedi cemiyete göre yorumlar yoksa Vahdeti’nin kargaşa için kullandığı araç olarak değil.

Bediüzzaman 3 Nisan 1909 günü Mevluda ilmiye öğrencilerinin başında olarak gelir, onlar da ittihat terakkiye karış bir tutum almış olurlar. (Akşin 241) Ayrıca Bediüzzaman Vahdeti’nin Sultan Hamit hakkında yayınlamış olduğu açık mektup dolayısı ile Harbiye öğrencilerinin kendisine gelip bu mektuptan kaygı duyduklarını söylemesine kaygılarının yersizliğini söyler. Bu da yine Vahdeti’nin niyetinin farklılığını ve Bediüzzaman’ın değişik baktığını gösterir (Akşin 254) Nitekim Vahdeti Sıkı Yönetim Mahkemesinde idama mahkûm edilmiş Bediüzzaman ise beraat etmiştir.  Akşin Bediüzzaman’a Volkancı derse de onun başka gazetelerde de yazdığını ifade etmez, yazar ama farkı söylemez. Bediüzzaman hakkı en olumsuz yerlerde dahi söyler, Vahdeti gibi angaje değildir. Akşin Bediüzzaman’ın idamdan kurtulmasını garip karşılar, ama eserinde araştırmasında onun hiçbir menfi tutumunu da anlatmaz ve üstelik iki Mektebi Musibetin Şahadetnamesini de okumamıştır.

Hiçbir Türk’ün yapmadığı şeyi yapmış dehşetli vakada kendini öne sürmüş ve hareketi bir oranda yatıştırmış bir büyük kahramandır Bediüzzaman. Bütün bunları bir millet adına değil Osmanlı’yı beklemekte olan kaostan kurtarmak için yapmıştır. O sırada üdebamız İstanbul’da sahilde  eğlenmekle meşguldür. Eynessera …

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Siyasi Partiler Nasıl Değerlendirilmeli? Kıstaslar ve Ölçüler Nelerdir?

Türkiye’de mevcut partileri çok yönlü bir değerlendirmeye tabi tutmak, memleket şartlarının bir zaruretidir. İndî ve sathî görüşlerle, bir partinin sadece belirli bir yönünün nazara verilmesi, mübalağalı bir şekilde fazla büyütülmesi ve bir sıfatın abartılması parti değerlendirilmesinde yanlış bir kıstastır. Her partiye bir bütün olarak bakılmalı ve bütün vasıfları üzerinden bir değerlendirme yapılmalıdır.

Partilerin genel değerlendirilmesinde şu ölçülerin belirtilmesine ihtiyaç vardır:

Evvela, milletin menfaatlerini şahsi menfaatlerine tercih eden, örf, adet ve manevi değerlere saygılı, millet çoğunluğunun teveccühüne mazhar olan bir partiyi tercih etmek aklın gereğidir.

Ayrıca, bir partinin iyi tarafları, hatalarına üstün geliyorsa, o parti müsbet partiler katagorisinde değerlendirilmelidir. Bununla beraber, hatasız bir parti veya hükümet muhaldir. Bir tek insan bile hata ve kusurlardan arınmış olmazken, değişik meslek ve meşrep sahibi insanlardan meydana gelen bir teşkilat ve bir cemiyet, nasıl tamamen hatasız ve kusursuz olabilir?

Hiç hata ve kusuru olmayan bir parti ve hükümet isteğinde bulunmak, olmayacak şeyi istemek, yani, muhali talep etmektir. Kusursuz hükümet talebinde bulunan bir kimse bin sene de yaşasa, gelecek hiç bir parti ve hükümet beğenmeyip onun aleyhinde bulunacaktır. Onun için “hatasız hükümet” yerine “en az kusurlu hükümet” isteğinde bulunmak, en akli ve mantıki olan yoldur.

Buna “ehven-i şerri ihtiyar” denir. Bu prensibin lüzum ve zaruretini Münâzârat isimli eserinde Bediüzzaman şu şekilde izah etmektedir:

*** “Zerrâtı günahkârlardan mürekkeb bir hükümet tamamiyle masum olamaz. Demek nokta-i nazar, hükümetin Hasenâtı seyyiatına tereccühüdür. Yoksa seyyiesiz hükümet muhâl-i adidir.

Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi – Allah etmesin- bin sene yaşayacak olsa, âdeta mümkün hükümetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak, şu hülyanın neticesi olan meylüttahrip ile o sureti bozmaya çalışacaktır.”[1]

Parti değerlendirilmesinde üzerinde duracağımız diğer bir ölçü de, devlet yönetiminde liyakat, meharet, adalet, kul hakkına riayet ve müdebbirlik sıfatıdır.

Mesela: Bir gemi sahibi, seçeceği kaptanda pek çok özellikler aramalı ve kaptan seçmekte ki kıstasları çok yönlü olmalıdır. Kaptanın sadece bir sıfatı tercih sebebi olmamalıdır. Kaptanın ehliyeti, gemiyi kullanma mahareti, tecrübesi ve motor aksamını anlamakta derinliği, basiret ve feraseti, sıhhatının mükemmelliği, sabrı ve meşakkatlere dayanma gücü, irade ve ciddiyeti, vazifesindeki samimiyet derecesi dikkate alınmalı ve bu sıfatlar üzerinden genel bir değerlendirmeye gidilmelidir.

Kaptan, esen rüzgarın ve bulutun lisanından anlamalıdır. Kaptan, havanın durumunu ve ne getireceğini idrak eden, işine ehil, müdebbir bir insan olmalıdır.

Kaptanın elbette ki dindarlığı ve samimiyet derecesi de araştırılmalıdır. Ancak, kaptanın, mukaddesâtı makam ve arzularına alet edip etmediği de dikkate alınmalıdır. Kaptan, gemiyi Kâbeye götüreceğim diye Batum’a da götürebilir, yahut geminin komuta dairesini vatan hainlarine ve anarşistlere kaptırabilir. Bu hususta çok dikkatli olmak gerekir.

Nasıl ki, evlenmek isteyen bir genç, hususi hayatının direği ve çoluk çocuğunun tahassungahı olan hanesine getireceği müstakbel eşini seçerken araştıracak, soruşturacak ve evleneceği kadın hakkında malumatlarını yoğunlaştırarak bir karar verecektir. Kadının iffet, ciddiyet, salahat, tesettür, ahlâk, anlayış, nezaket, ev işlerine vukufiyet, şefkat, fedâkarlık ve sebatkârlık gibi vasıflarını dikkate alacak, bunlar ışığında tercihini belirleyecektir. Onun sadece bir yönüne bakarak tercihini yapan genç, aldanabilir, yahut aldatılabilir.

Ceylan gözü, insan gözüyle kıyas edilirse, belki insan gözünden daha güzel görünebilir. Ama bütünüyle bir insan ile bir ceylan kıymet bakımından mukayese edilirse, aradaki fark kendiliğinden ortaya çıkar.

İşte partilerin tercih edilmesinde de çok yönlü araştırma yapılmalıdır. Evet, memleketin maslahatını dikkate alarak bir partiyi iktidar yapmak, bu milletin asli vazifelerinden biridir. Elbette ki hizmete talip partilerin durumlarını geniş bir muhteva içinde incelemek, muhtelif cihetlerini belirlemek, hizmetteki şevk ve arzularını, cesaret ve ciddiyetlerini, vazife anlayışlarını, icraatlarını, millete karşı samimiyet ve tutumlarını araştırmak; bir vatandaşlık hakkıdır ve aynı zamanda vatani bir vazifedir.

Sanatta öncelikle maharet aranmalıdır. Bir insanın bir sanatta ehliyetli olması, diğer sanatlarda da ehil olmasını gerektirmez. Bir vasfı mükemmel olan insanın, bütün vasıfları da mükemmel demek değildir. Mükemmel bir doktordan mahir bir kimyager olması beklenmemelidir. İnsan, hangi sıfatını ve kabiliyetini geliştirmiş, hangi sahada çalışmışsa o sahada söz sahibidir.

Nitekim dinimiz, vasıflı ve işine ehil insanların, millet hizmetinde tercih edilmelerini nazara vermektedir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) gibi en seçkin sahabilerin de katıldığı “Zatü’s-Selâsil Gazvesinde” Resûl-i Ekrem Efendimizin, daha yeni Müslüman olmuş, fakat harp sanatını iyi bilen Amr İbnü’l-As’ı kumandan tayin etmesi; aynı şekilde, Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından kısa zaman önce Suriye üzerine yapılacak bir sefere bütün sahabeler arasında Üsame Bin Zeyd’i ordusuna kumandan tayin etmesi, vazifelerde salahattan çok, maharete önem verildiğini göstermektedir. Demek ki, emaneti ehline vermek çok mühimdir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Gerçekten Allah size, emanetleri ehlinize vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adalatle hükmetmenizi emreder.”[2]

Peygamber Efendimiz de (a.s.m) şöyle buyurmaktadır: “Emanet kaybedildiği zaman- işler ehli olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti bekle.”

Yukarıda bir partide bulunması gereken temel özelliklerden bahsedildi. Bununla beraber bu kıstaslara uymayan bir partiye oy vererek yanlış tercih yapan müminleri hatalı görmek, onlara kin ve düşmanlık beslemek, hatta tekfir etmek de en azından insafsızca bir davranıştır. O mü’min kardeşimiz isabetli bir karar vermemiş ise, nihayet bir rey hatası yapmış olur. Bunu büyütmek, bu yüzden ona kin ve adavet beslemek ne İslamiyet’e ne insaniyete ve ne de vatanperverliğe yakışır. İslamiyet’te Allah için muhabbet etmek ve yine Allah için buğz etmek esastır. Maalesef geçmişte olduğu gibi günümüzde de bu büyük esastan sapma gösteren bazı kişiler, düşmanlık ve muhabbetlerinde siyaseti esas almakta ve kendi partilerine rey vermeyen müminleri haksız, kendi partilerine oy verenleri haklı görerek müminleri tezyif etmektedirler. Bu büyük bir hata ve zulümdür. Bediüzzaman bu tehlikeye şöyle dikkat çekmektedir:

Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! Elhubbufillâhi velbuğzufillâh düstur-u Rahmanî yerine, (el’iyazü billah) elhubbufissiyâseti velbuğzulissiyâseti düstur-u şeytanî Hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine manen şerik eylemesin.”[3]

Üstad, başka bir eserinde de tüyler ürperten bir gerçeği şöyle ifade eder:

Cây-ı dikkat bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.”[4]

Hâlbuki siyasi tercihleri farklı olsa bile insanların birbirini sevmeleri için birçok sebep vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmektedir:

Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir..

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın!”[5]

Peygamber Efendimiz (asm.) adavet ve kinin kötülüğünü ifade için şöyle buyurmuştur: “Birbirinizle kinleşmeyiniz, hasetleşmeyiniz, birbirinizden yüz çevirmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz…”[6]

Müslüman kardeşine hakaret etmesi kişiye kötülük olarak yeter “[7]

İmam-ı Gazali Hazretleri de şöyle buyurmaktadır: “Aklın kemali, imandan sonra insanları sevmektir.” Zira, insan, umum aleme sultan ve halife olarak yaratılmıştır.

Elhasıl, sebep ne olursa olsun müminlerin birbirine kin beslemeleri dinen, aklen ve vicdanen çirkin ve merduttur.

Evet, birlik ve ittifakı sağlamanın yegane çaresi: Müslümanlar arasında muhabbeti tesis etmek, maddî ve manevî terakki için azami gayret göstermektir. Bu hususta takip edilecek yolu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ortaya koyar:

Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahı ile cihad edeceğiz”[8] Böylece, milletimizi mahv ve perişan edip zillete düşüren bu büyük düşmanlarımıza karşı üç elmas kılıçla mücadele edip milletçe zilletten izzete, tedenniden terakkiye, cehaletten, irfan ve marifete, ittifak ile de ittihada yükseleceğiz. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi;

İttifakta kuvvet, ittihadda hayat, uhuvvette saadet vardır.”

İttihad ve uhuvvet, fertler arasındaki muhabbet ile olur. Ancak o muhabbetle umumi muhabbet ve cazibe meydana gelir. Şanlı ecdadımız, yukarıda zikredilen üç büyük düşman ile mücadelesinde muvaffak olarak asırlarca tevhid bayrağını dünyanın bir çok yerinde dalgalandırmışlardır. Bizler de şanlı ecdadımızı örnek alarak, birlik ve beraberliğimizi muhafaza edip, memleketimizi parçalamak isteyen dahili ve harici düşmanlara karşı çok dikkatli ve uyanık olmalıyız.

Bediüzzaman Hazretlerinin “Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve îmandır.”[9] sözüne kulak vermeliyiz.

Mehmet Kırkıncı

 www.Mehmedkirkinci.com

[1] Şualar

[2] Nisa Suresi 4/58

[3] Kastamonu Lahikası

[4] Mektubat

[5] Mektubat

[6] Buhârî, Edeb, 57; Feraiz 2; Müslim, Birr, 23; Tirmizi, Birr, 24

[7] Müslim, I, 32

[8] Divan-ı Harb-i Örfî, s.15

[9] Tarihçe-i Hayat

Risale-i Nur Nedir ve Nasıl Bir Tefsirdir?

Kur’ânın hakikatlarını müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve isbat eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mesele olan “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatları nedir?” gibi suallerin cevabını vâzıh ve kat’i bir şekilde, çekici bir uslûp ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.

Yirminci asrın Kur’ân Felsefesi olan bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve san’at olarak maddiyatı, diğer taraftan iman ve ahlâk olarak mâneviyatı câmi ve havi olacak Türk medeniyetinin, sadece maddiyata dayanan sair medeniyetleri geride bırakacağını da isbat ve ilân etmektedir.

Ecdadımızın bir zamanlar kalblerinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle zemin yüzünde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla mukabele etmesi, İslâmiyet ve kemalât-ı mâneviyenin bayrağını Asya, Afrika ve yarı Avrupa’da gezdirmesi ve ‘Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim’ deyip ölümü gülerek karşılayarak müteselsil düşman hâdisata karşı dayanması gibi, milletçe medar-ı iftihar âli seciyemizin bugün biz gençlerde inkişafı, vatan ve millet menfaatı bakımından ve istikbalimizin selameti noktasından ne derece elzem olduğu malûmdur. Mutlaka her hareket ve hizmette maddî bir ücret ce şahsî menfaatler mülâhaza etmek, Türk’ün millî tarihinin şeref ve haysiyeti ile kabil-i te’lif olamaz.

Bizler, ancak Rıza-yı İlâhî için çalışıyoruz. Bizzat hizmetinde bulunmakla aldığımız telezzüz, kardeş ve vatandaşlarımıza, İslâmiyete ve insaniyete yardımda bulunabilmek mazhariyetinden gelen ebedî hayatımıza ait sürur ve ümit, bizim bu babda aldığımız ve alacağımız yegâne hakiki mukabele ve ücrettir.

Risale-i Nur nasıl bir tefsirdir?

Tefsir iki kısımdır.

Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’anın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânalarını beyan ve izah ve isbat ederler.

İkinci kısım tefsir ise: Kur’ânın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Zâhir malûm tefsirler, bu kısmı bazan mücmel bir tarzda dercediyorlar; fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannîd feylesofları da susturan bir mânevî tefsirdir.

Risale-i Nur sübjektif nazariye ve mütâlâalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur’ânın hakikatlarını rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır.

Risale-i Nur!.. Kur’an âyetlerinin nurlu bir tefsiri.. Baştan başa iman ve tevhid hakikatlarıyla müberhen.. Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış… Müsbet ilimlerle mücehhez.. Vesveseli şüphecileri ikna ediyor… En avamdan en havassa kadar herkese hitap edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor…

Risale-i Nur!.. Nurlu bir külliyat… Yüzotuz eser… Büyüklü küçüklü risaleler halinde… Asrın ihtiyaçlarına tam cevap verir… Aklı ve kalbi tatmin eder… Kur’ân-ı Kerim’in yirminci asırdaki lâfzî değil – manevî tefsiri…

İsbat ediyor!… Akla gelen bütün istifhamları… Zerreden güneşe kadar îman mertebelerini… Vahdaniyet-i İlahiyeyi… Nübüvvetin hakikatını…

İsbat ediyor!… Arz ve Semavatın tabakatından, melaike ve ruh bahsinden, zamanın haikatından, Haşir ve Ahiretin vukuundan, Cennet ve Cehennemin varlığından, ölümün mahiyet-i asliyesinden ebedî saadet ve şekavetin menbaına kadar… Akla gelen ve gelmeyen bütün îmanî meseleleri en kat’i delillerle aklen, mantıken, ilmen isbat ediyor… Pozitif ilimlerin müşevviki… Riyazi meselelerden daha kat’i delillerle aklı ve kalbi ikna edip, merakları izale eden bir şaheser…

YurtDışı Hizmet Haberleri İçin Tıklayın

Yurtiçi Hizmet Haberleri İçin Tıklayın

www.NurNet.org