Etiket arşivi: riya

Riyâda şirk-i hafî nasıl olur?

İhlâs Risalesinin en hassas konusunda Üstad, tehlikeli bir konuma işaret ederek izahta bulunur. İhlâsı kıran ikinci mânide şöyle bahseder:

Hubb-u câhtan gelen şöhretperestlik sâikasıyla ve şân ü şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enaniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı rûhî olduğu gibi, şirk-i hafî tâbir edilen riyâkârlığa, hodfüruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.”

Riyâkârlık ve kendini beğenmenin şirkle ne alâkası var? Böyle bir durumun ihlâsı zedelemesi nasıl olabilir?

Şirk, Allah’a eş/ortak koşmak demektir.  Eşyanın yaratılmasında yaratıcı olan Allah’ı unutup sebebe bağlamak bilinen şirk olurken, fiillerimizle vesile olduğumuz hasenatımızı nefsimizden olduğuna inanıp ilan etmek de gizli şirk olmaktadır. Eşyanın yaratılmasında, hasenatın zuhurunda eşya ve nefsin hissesi vardır ama yüz değil, sadece birdir ve nihayetinde şart-ı adi (ön şart) nev’inden hikmet-i İlâhîyece bir sebeptir.

Kendini beğenmek, tezahür eden güzelliklerin kaynağını kendisi zannetmek ve bunu insanlara anlatarak daha çok tanınmışlık ve beğeni kazanmak yalancılık değil midir? Kendisinin olmadığı halde sahiplenerek nazar-ı dikkati çekerek nefsin sıkıntılı ve tehlikeli derinliklerinden gelen arzu ile ben merkezli tanınmak değil midir? İnsanın vücudu, Allah’ın sıfat ve esmasının tecelli ederek tezahür ettiği bir alandır, mahaldir. Tohum, tarlanın olmadığı gibi tarla da tohum sahibinin mülküdür. Mülk olan tarla, nasıl maliklik yapabilir ki?

Mal varlıklarını birleştirerek büyük holding kurucularından bir küçük şirket sahibi, gerçi bir cihette ve nezarette mâlik hükmündedir; fakat istifâde edemez. Sadece o büyük kuruluşun içerisinde küçük bir hisse sahibidir o kadar. İnsan, bünyesindeki sayısız cevherlere hikmetli vazifesi olan nezaretçilik noktasında her ne kadar mâlik gözüküyor olsa da emanetindekini muhafazaya memurdur, suiistimale değil.

Kur’an hizmetinde bulunanların mesleğinin özü iki kelime olan hakikat ve uhuvvettir. Hakikatleri muhtaçlara anlatanlar kendi aralarındaki uhuvvete de azami dikkat ve gayret içerisinde olmalıdırlar. Aralarındaki kardeşliğin sırrı da şahsiyetini kardeşleri içerisinde fâni edip onların nefislerini kendi nefsine tercih etmektir. Kardeşler arasında tanınmak, kabul edilmek duygusunun uyandırdığı rekabet uhuvveti kırıcı, ihlâsı zedeleyicidir. Kardeşlerin şerefi daha küllî ve umumîdir. Herkesin o şerefte elbette hissesi vardır ama sadece senin değildir! Eğer bu şerefe şahsın için sahiplenip böbürlenerek anlatmaya kalkarsan sana ait olmayanı seninmiş gibi göstermek yalancılık ve riyâkârlık değil midir? Ki bu durum esasında kişilik bozukluğunun en gizli tehlikeli boyutudur.

Nefs-i emmârenin kalb, akıl ve rûhun rağmına bu desiseye karşı his ve vehime kapılan insan bazen yanılabilir, aldatabilir. İhtiyatlı olmanın yoluna bakmak lâzımdır.

Bu yol ise Risale-i Nur Külliyatındaki zirve haşiyelerden biri olan şu ifadelerden geçiyor:

“Evet, bahtiyar (odur ki), Kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”

Allah’ım! Beni ve kardeşlerimi, İhlâs Suresinin hakkı için bizi kendi iradesiyle ihlâslı olan ve Senin ihlâslı kıldığın kullarından eyle. Âmin.

Mehmet Çetin

Riyaya İnsanları Sevkeden Sebepler

Birincisi: Za’f-ı imandır. Allah’ı düşünmeyen, esbaba perestiş eder, halklara hodfüruşlukla riyakârane vaziyet alır.

İkinci Sebeb: Hırs u tama’, za’f u fakr noktasında teveccüh-ü nâs.  Risale-i Nur’un şakirdleri, iktisad ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur’un dersinden aldıkları izzet-i imaniye, inşâallah onları riyadan ve dünya menfaatleri için hodfüruşluktan men’eder.

Üçüncü Sebeb: Hırs-ı şöhret, hubb-u câh, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek.

Risale-i Nur şakirdleri ene’yi nahnü’ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı manevîsinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarîkatın “fena fi-ş şeyh” ve “fena fi-r resul” ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de “fena fi-l ihvan” yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallah ehl-i hakikatın riyadan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.

Said Nursi

İnsanı İnsana Köle Eden Tehlike : “Şöhret ve Riya”

Hayatın gayesini ve neticesini en veciz şekilde ders veren bir ayet-i kerime:

Şüphesiz biz Allah içiniz ve muhakkak O’na rücu edeceğiz.” Bakara Sûresi, 156

Hepimiz Rabbimizin rızasını kazanmak ve ebedî saadet için gerekli cihazlarla donanmak için bu dünyaya gönderilmişiz. Ve sonunda yine O’na rücu edecek, O’na döneceğiz.

Bu ayet-i kerime Mesnevî-i Nuriye’de riya ve şöhret hastalığının ilacı olarak gösterilir.

İnsanların kendisinden söz etmelerini, onu beğenmelerini ve alkışlamalarını hayatına gaye edinmiş bir insan, bu dünyaya Allah için gönderildiğini unutmuş, insanlara beğenilmek için gönderildiği zannına veya vehmine kapılmıştır. Akıl, bunun böyle olmadığını çok iyi bilir. Çünkü, o alkışlarına can attığımız insanlar dün yoktular, yarın bu dünyadan göçüp kaybolacaklar. Onların takdirleri, beğenmeleri sadece bu kısa dünya hayatında insanın bazı hislerini tatmin edebilir, ama ölüm ötesinde hiçbir işe yaramaz.

Kabristanlar bize bu dersi en mükemmel şekilde verirler. Bir kabristanda yatan bütün kişileri tanıdığımızı düşünelim. Onlardan birini göstererek “Şu adam var ya, diyelim, hayatta iken şunların alkışlarına can atardı. Onlar da bunu çok severlerdi, ama şimdi her biri kendi hesabını vermekle meşgul, birbirlerine bakacak halleri yok.” Yarın, biz de onlara karıştığımızda bir başkasının da bizi göstererek aynı şeyleri söylemesini istemiyorsak tedbirimizi şimdiden alalım.

İnsan, hissine mağlup olmadan şöyle bir düşünse şöhret hastalığından rahatça kurtulacaktır:

Benim cebimde on lira olsun. Ama çevremdeki bütün insanlar benim bin liram olduğunu sansınlar. Onların bu yanlış bilgileriyle benim param artar mı? Hayır.

Aksini düşünelim:

Cebimde bin lira var, ama herkes benim on liram olduğunu sanıyor. Onların bu zannıyla benim paramda bir azalma olur mu? Yine hayır.

İşte insanların zanlarıyla bizim maddî servetimizde bir artma ve azalma olmadığı gibi, manevî hayatımızda da bir değişme olmuyor. Biz neysek oyuz. İmanımız ne ölçüde kemâle ermişse, salih amel ve takvadan yana hissemiz ne ise bizim Hak katındaki değerimiz de o kadardır. Başkaların bizi şöyle veya böyle bilmeleri sonucu değiştirmez.

Ve biz, Rabbimize gerçek değerimizle rücu edeceğiz, başkalarının bildiğiyle değil.

Ayetin açıkça ders verdiği gibi, insan bu dünyaya Allah için gönderilmiştir, diğer insanlar için değil. Ve ölüm hadisesiyle yine Allah’a rücu edecektir, diğer insanlar gibi.

Şöhret ve riya hastalığı için, yine Mesnevî-i Nuriye’de çok önemli iki noktaya dikkat çekilir:

Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar.”

Riya, yani başkaları görsün ve beğensin diye iş görme hakkında Nur Külliyatında şu tüyler ürperten tespite yer verilir: Şirk-i hafi, yani gizli şirk.

Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât Sûresi, 56) ayet-i kerimesi, insanın yaratılış gayesini açıkça ortaya koyduğu halde, bu dünyaya başkalarına kendini beğendirmek ve onları memnun etmek için geldiğini vehmeden insan, gizli bir şirk içine düşmüş demektir.

Yine Allah kelâmında “kalplerin ancak Allah’ı anmakla tatmin olacağı” beyan edilmişken, başkalarının anmasıyla tatmin olan kalpler manen hastalanmış demektir. Bu hastalığı Üstat Hazretleri “zehirli bal yeme” olarak tarif eder. Riya ve şöhret, insanın nefsine ve hissine kısa bir süre bal tadı verseler bile, o zehir, sonunda kalbi öldürür.

Bu zehirli bal insanın manevî hayatını mahvettiği gibi, dünyada da, “İnsanı, insanlara abd ve köle yapar.”

İnsanların teveccühüyle tatmin olan bir şöhret hastası, onlara bir bakıma mahkûm olmuş demektir. Bir köle, “Nasıl yapsam da efendimi razı etsem?” diye düşündüğü gibi, bu adam da insanların beğenmeleri konusunda aynı pozisyona düşmüş, onlara bir bakıma köle olmuştur.

Dünyanın bir misafirhane olduğunu hepimiz biliriz. O halde, bütün insanlar bir yönleriyle bizim misafirhane arkadaşlarımızdır. Önemli olan onların bizi alkışlamaları değil, gideceğimiz yerde nasıl ve ne ile karşılaşacağımızdır.

Öyleyse çare, insanların geçici ve mânâsız teveccühlerinden yüz çevirerek Rabbimize dönmektir. Bu dönüş, dünyada O’nun rıza çizgisinde yürümemizle gerçekleşir, âhirette ise rahmetine ererek.

 Alaaddin Başar / Zafer Dergisi (www.zaferbilimarastirma.com)