Etiket arşivi: rıza

Kazaya Rıza Göstermek ve Kadere Teslim Olmak Nasıl Olur?

Kazaya rıza göstermek ve kadere teslim olmak; İslâm ve Îmânın şiarıdır. Bu durum söylendiği kadar kolay olmasa da işin künhüne yani aslına ve özüne inilirse bizim için daha kolay olacaktır.

Hangi fiilin kaderi tenkid etmek hangi fiilin de kadere tesim olduğunu bilmek gerekir. Şöyle ki; “Teşekki, kaderi tenkit ve teşekkür, kadere teslimdir.” (Şualar, s. 318) Yani şikayet etmek, kaderi tenkit etmektir. Ve teşekkür etmek de kadere teslim olmaktır.

Koronavirüs de diğer her şey gibi Cenâb-ı Hakk’ın taht-ı tasarrufunda ve yed-i kudretindedir. Bunu bilip, düşünmeli ve “kaderi tenkid”e varan şikayetlerimize dikkat etmeliyiz.

Musibetlere karşı kader ve kaza noktasından bakış açımızı ifade eden kilit cümle işte budur; “…kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyet’in bir şiarıdır.” (Mektubat, s. 86) Burada bir ince noktada vardır ki; “…teslim İslâmiyet…” art arda geçmesidir. Nitekim İslâmiyet kelimesi de mânâ olarak S-L-M kökünden türemiş ve teslimiyeti de içinde barındıran bir kelimedir. “Boyun bükerek teslim olmak. Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasakları.” (Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, İslâm Maddesi) İşte bu “kazaya rıza” göstermek ile “kadere teslim” olmak ancak ve ancak hakikat olan “İslâmiyet’in bir şiarı” olabilir.

Bu musibetlere tedbiri alıp tevekkül eden insanlar, “…kemal-i teslimiyet ve rıza ile rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar.” (Kastamonu Lâhikası, s.109)

Ve Enbiyalar yani Peygamberler (Aleyhimüsselam) bize her konuda hüsn-ü misal oldukları gibi bu konuda da bize hüsn-ü misal yani güzel örnektirler. Musibetlere karşı tavır olarak başta Efendimiz Fahr-i Kainat Aleyhissalâtü Vesselâm ve Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm bize rehber olmalıdır. Hz. Eyyüb (as)’ın misali ile ilgili 2. Lem’a muhakkak mütalaa edilmelidir. [Kur’ân-ı Kerîm’de geçen peygamber kıssalarına bakış açımızı ve almamız gereken derslerin neler olduğunu şu 2 risaledeki 2 Nebi’nin (as) kıssasında görmekteyiz; 1. Lem’a – Yunus (as) ve 2. Lem’a – Eyyüb (as) misallerine bir de bu vecheden okumalıyız.]

Eyyüb (as) bakalım ne için Cenâb-ı Hakk’a münâcâtta yani Allah’a yalvarmak ve kurtulmak için duada bulundu;

“Hazret-i Eyyüb aleyhisselâm münâcatında istirahat-i nefsi için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcat ile –birinci maksadımız– günahlardan gelen manevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubudiyete mani olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizane, müştekiyane bir surette değil belki mütezellilane ve istimdadkârane iltica edilmeli.” (Lem’alar, s. 14)

Hz. Eyyüb (as)’ın yukarıda geçen ifadelerinden de anlaşıldığı üzere “zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş.” Bizlerde Cenâb-ı Hakk’a yönelip dua ediyoruz ki; “Ya Rabbi!.. Bu virüs bizim camilerde Cuma Namazı kılmamıza, bir araya gelip seni konuşmamıza ve Îmân Kur’ân hakikatlerini okuyup birbirimize anlatmamıza mani oldu. Bizi zahirde umûmî musibet, hakikatte ise bir uyarı nevindeki bu virüsten kurtar ve bizleri muhafaza eyle. Âmin.”

Musibete tevekkül ile yaklaşırsan ne olur peki? Buyrun onu da yerinden öğrenelim;

“Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle; adâvet musalahaya, husumet şakaya döner; adâvet küçülür, mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.” (Lem’alar, s. 15)

 

Verilen misal çok yerindedir. Nasıl ki birbiriyle mücadele eden ve karşı karşıya gelen iki hasımdan birisi diğerine gülümseme ile karşılık verirse; aralarındaki düşmanlık gider barışa, çekişme ve kin ise şakaya döner. Bu şekilde düşmanlık küçülür, mahv olup yok olur. Aynen bunun gibi de musibete karşı tevekkül ile davranmak ona karşı istimal edeceğimiz silahımızdır.

 

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Şualar eserinde de şu tabirler çok yerindedir; “…tevekkülle bu musibeti karşılamak…” (Şualar, s. 346) Evet, demek ki bize düşen ‘tedbir dairesindeki tevekkül’ ile musibeti karşılamalıyız.

 

Îmân kuvvetine göre kişi de, musibete karşı tavır değişmektedir. Mesela Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözü bir misaldir; “Başa ne gelse gelsin, hoş görmeli.” (Şualar, s. 346) Yani başına gelenlerin hepsini hoş görüp, ayırt etmeden kabul etmek gerekir.

 

Bu konu ile ilgili Emirdağ Lâhikası 1’de Niyazi-i Misrî’den bir alıntı yapılır. Önce o beyit ve izahını yaptıktan sonra, Risale-i Nur’da o yerin devamındaki alıntıyı nazara verelim;

 

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azap,

Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

(Niyazi-i Mısrî, Bizi Anlayan Şiiri)

 

İzahı şu şekildedir; “Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri arasında fark görmeyip, kahrı da lutfu da bir bilenler, hem dünyâ hem de âhiret azâbından kurtulur. İşte bizi ancak onlar anlayabilir.”

 

Mevzu bahis beyit, Risale-i Nurlarda aktarıldıktan sonra şöyle denilmiştir; “Niyazi-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir.»

(Emirdağ Lâhikası 1, s. 86)

 

Burada geçen “bu tercüman”, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’dir. Demek ki Allah’tan gelen kahrı da lütfu da bir şey gibi kabul edip “her şeyi hoş görerek”, her şeyde güzel bir cihet görmüştür. Bu şekilde “katreyi” yani damlayı “umman” Yani okyanus, “âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylem”eye muvaffak olmuştur; Allah’ın izniyle ve yardımıyla.

 

Buradan alacağımız derslerden birini şu vecize bize özetlemektedir; “İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.” (Sözler, s. 349) Demek ki başa gelebilecek hâdisat yani hâdiseler ne kadar büyük ve tazyikler, baskılar, sıkıntılar da ne kadar dehşetli olursa olsun bunlara karşı “imanın kuvveti” ile mukabele edebiliriz. Akla Merhum Mehmed Akif’in “Birlik Şiiri”ndeki şu mısraları geliyor;

“Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz…”

“Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,

Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!” (Mehmed Akif Ersoy, Birlik Şiiri)

 

Kadere rıza, kazaya teslim konusunu Allah rahmet eylesin eskilerimiz ne de güzel işlemişlerdir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin meşhur “Tefvizname”sinde de dediği gibi;

“Hep işleri fâyıktır,

Birbirine lâyıktır,

Neylerse muvâfıktır;

Mevlâm görelim neyler,

Neylerse güzel eyler!” (Erzurumlu İbrahim Hakkı, Tefvizname)

 

Cenâb-ı Hakk’ın işleri konusunda çok güzel nazmedilmiş. Allah’ın yaptığı işler “fâyıktır” yani yücedir, alîdir. Ve birbirine de “lâyıktır.” Çünkü O Allah (Celle Celaluhu) ki ne eylerse “muvâfıktır” yani birbirine uygun ve münasiptir. Bu nedenle ondan gelen her şey için dememiz gereken şudur; “Mevlâm görelim neyler, Neylerse güzel eyler!”

 

Bu konu ile ilgili Risale-i Nur Külliyatı’nda şu şekildeki ifâdeler tam da konuya ışık tutmaktadır;

«Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevla görelim neyler, Neylerse güzel eyler.” De, pencerelerden seyret, içlerine girme.» (Mektubat, s. 249)

 

Cenâb-ı Hakk’tan lutüf gelince o bizim Rabbimiz de, bir musibetin gelmesi zamanında -hâşâ- Rabbimiz değil mi?

 

Aynı hakikate işaret olarak Eşrefoğlu Rûmî de şöyle diyor;

“Ey lütfu hem kahrı güzel,

Senden hem ol hoş, hem bu hoş.” (Eşrefoğlu Rumî)

 

Bu sözler akla Yunus Emre’nin meşhur “Kahrın da Hoş Lütfun da Hoş Şiiri”ni getiriyor, değil mi? Bir daha der-hatır edelim o güzel şiiri;

 

“Cana cefa kıl ya vefa

Kahrın da hoş, lutfun da hoş,

Ya derd gönder ya deva,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Hoştur bana senden gelen:

Ya hilat-ü yahut kefen,

Ya taze gül, yahut diken..

Kahrın da hoş lutfun da hoş.

 

Gelse celalinden cefa

Yahut cemalinden vefa,

İkiside cana safa:

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ger bağ-u ger bostan ola.

Ger bendü ger zindan ola,

Ger vasl-ü ger hicran ola,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ey padişah-ı Lemyezel!

Zat-ı ebed, hayy-ı ezel!

Ey lutfu bol, kahrı güzel!

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ağlatırsın zari zari,

Verirsen cennet-ü huri,

Layık görür isen nari,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Gerek ağlat, gerek güldür,

Gerek yaşat gerek öldür,

Aşık Yunus sana kuldur,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş” (Yunus Emre, Kahrın da Hoş Lütfun da Hoş Şiiri)

 

Bu derin mânâlardan feyiz almalı ve dehşete kapılmadan, üzerimize düşenleri yapmalıyız.

 

Mesnevi-i Nuriye eserinde geçen şu yer ise îmân, Kader ve teslimiyeti selamet ile mükemmel bir şekilde bağdaştırmıştır; “…imana gel ki elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selâmette kalasın.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 112)

 

Kendine Kur’ân-ı Kerîm’i mürşid ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’i rehber alan Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ifadeleri ise bize büyük bir ders vermektedir; “…Hâlık’ıma hadsiz şükür ederim ki her derdin en kudsî dermanı olan imanı ve iman-ı bi’l-kaderden, kazaya rıza ilacını imdadıma gönderdi, tam sabır içinde şükrettirdi.” (Kastamonu Lâhikası, s. 19-20)

 

Burada geçen “her derdin en kudsî dermanı olan imanı ve iman-ı bi’l-kaderden, kazaya rıza ilacını imdadıma gönderdi” yeri dikkat çekicidir. Demek îmân ve îmânın esaslarından birisi olan kadere îmân her derdimize en kudsî dermandır. Ve kazaya rıza göstermek de bize ilaç hükmündedir.

 

«“مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

 

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.” Sırrıyla

 

خُذُوا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ اَحْسَنَهُ

 

“Her şeyin güzel cihetine bakınız.” Kaidesinin sırrıyla,

 

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَ اُولٰٓئِكَ هُمْ اُولُوا الْاَلْبَابِ

 

Gayet kısacık bir meali: “Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır.” Mealinde.

 

Bizler için şimdi her şeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki manasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin.

 

Sekizinci Söz’de bir bahçeye iki adam, biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır. İstirahate bedel sıkıntı çeker, çıkar gider.”» (Şualar, s. 401-402)

 

Bu düstur bize hayat düsturu olmalıdır;

«“مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.”»

 

Bizim Allah’a (cc) ve kadere îmânımız var ise bu korku ve endişemiz nedendir?

 

مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَر

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.”

Sırrına dair Tarihçe-i Hayat eserinde geçen şu yer mühimdir;

 

“Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet, merhamet-i ye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan, rikkat-i cinsiye sebebiyle nev-i beşerle alâkadar olduğundan, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleri ile dahi müteellim olup azap çekiyor.”(Tarihçe-i Hayat, s. 314)

 

خُذُوا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ اَحْسَنَهُ

“Her şeyin güzel cihetine bakınız.” kaidesi ile ilgili de bir diğer kaide irtibatlıdır;

“Her şeyin iyisine bak.” (Sözler, s. 41)

 

Başa gelen bütün hastalık, musibet ve zahiren kötü görünen her ne varsa biz her şeyin iyi cihetine, güzel yönüne bakmak ile mükellefiz.

 

Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin meşhur şu sözü tam da konumuza bakmaktadır;

“Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” (Mektubat, s. 537)

 

Peki bu hastalık ve musibetlerin güzel ciheti nasıl olur? Nasıl bu musibetler ve hastalıklar güzel olabilir? Bunun cevabı da şudur;

“Evet, her şey ya hakikaten güzeldir ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir.” (Mektubat, s. 427)

 

Yani zahirde bazı şeyler çirkin görülebilir. Lakin onlar da neticeleri itibari ile güzeldir. En basitinden hiç ölümü hatırına getirmek istemeyen insan oğluna, göz ile görünmeyen mikroskobik bir canlı ile Allahu Teâlâ (cc) ölümü hatırlatıyor. Buna bir çok şeyi de kıyas edebilirsiniz.

 

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَ اُولٰٓئِكَ هُمْ اُولُوا الْاَلْبَابِ

Gayet kısacık bir meali: “Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır.” Meâlindeki Âyet-i Kerîmeye dair de şu izah yerinde olur;

 

Mevzu bahis Âyet-i Kerîme, Zümer Sûresi, 18. Âyet-i Kerîmedir. Bu Âyet-i Kerîmenin kısa tefsir ise şöyledir;

 

«Râzî, bu âyetten yola çıkarak, aklın en iyi ve en doğru olanı ayırt etme konusundaki yetkisini iman, ibadet ve hukukî uygulamalara kadar bütün konulara genellemiş; insanın her konuda aklî kanıta (hüccetü’l-akl), eleştirel düşünmeye (nazar) ve mantıksal çıkarıma (istidlâl) değer vermesi gerektiği yönünde geniş açıklamalar yapmıştır. (Fahreddin Râzî, Tefsir-i Kebir, XXVI, 260-262) Râzî’ye göre “Bir insan akıllı ve kavrayışı güçlü değilse belirtilen gerçek bilgileri zihninde toplaması da mümkün olmaz.”» (Kur’an Yolu Tefsiri, c. 4, s. 608)

 

Akıllı insanın tarifi şudur;

“Âkıl odur ki ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir.” (Şualar, s. 402)

 

اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

 

Diye ölen kişinin haberini aldığımızda söylediğimiz Âyet-i Kerîme’nin bir kısmını hatırlayalım. Bu Âyet-i Kerîme’nin tamamının meâli ise şudur;

«Onlar ki, kendilerine bir musîbet geldiği zaman: “Muhakkak ki biz, Allah’a âidiz ve muhakkak ki biz, ancak O’na dönücüleriz!” derler.» (Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 156. Âyet-i Kerîme Meâli)

 

Yani burada Cenâb-ı Hak (cc) bize tavsiyede bulunuyor. Başınıza bir “musîbet geldiği zaman” böyle deyin diye diyor. Sadece lafzen değil mânen de bunu demeli ve bu hakikatleri anlamalıyız.

 

Bu Âyet-i Kerîmeye şu şekilde de mânâ verilebilir;

Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler. (Diyanet İşleri Meali Yeni, Bakara Sûresi, 156. Âyet-i Kerîme Meâli)

 

Evet mü’minlerin yapması gerekeni bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in lisanı ile beyan ettik.

 

Bu durumlarda şekva yani şikayet yerine rıza ile karşılamamız gerekiyor. Başına bir dert gelir ise “Kader-i İlahiyeye karşı şekva ile değil, rıza ile karşılamak…” mü’minlerin yapması gerekendir. (Kastamonu Lâhikası, s. 128)

 

Peki bu musibetlerin bize vermek istediği mesaj nedir? Allah niçin bu zahirde musibet görünen şeyleri veriyor? Diye aklımıza soru gelebilir. Cevabı da şu misal ve devamındaki hakikattir;

 

« Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun, lisan-ı haliyle “Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faydamızı düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.

 

Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman

 

اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

 

söyle ve Merci-i Hakiki’ye dön, imana gel, mükedder olma. O, seni senden daha ziyade düşünür.» (Mesnevi-i Nuriye, s. 120)

 

Bizi bizden daha çok düşünen ve seven bir Allah’ımız var! Bundan şüphemiz mi var ki endişe, korku, merak ile kendimize zarar verip; kaderi tenkid mânâsına gelen şikayetlerde bulunuyoruz?

 

Şairin dediği gibi;

«Kimseden ummam inâyet, hâfızım olsun Hudâ,

Ben tevekkül eylerem: ‘Fallahu hayrun hâfizâ’ (*)»

[Şiir Seyrî’ye aittir. (*) “Allah en hayırlı muhafaza eden ve koruyandır.” (Yusuf Sûresi, 64. Âyet-i Kerîme Meâli)]

(Osman Nuri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, s. 485’ten naklen)

 

“Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçmak” diye dilimize giren bilinen ve meşhur bir kıssa vardır;

«Hz. Ömer (r.a.) bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam’da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler netîcesinde Şam’a gitmekten vazgeçmiştir. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın ve Hazret-i Peygamber’in emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbir karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.), Hz. Ömer’e (r.a.):

 

“–Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sormuş, Hz. Ömer (r.a.) ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için:

 

“–Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, Allâh’ın kaderinden, yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?”» (Buhârî, Tıb, 30)

 

Bediüzzaman’ın Doğumu

Şanlı Osmanlıyı dağıtacak gelecek yıllar

Yüz binlerce gazi şehit verecekti analar

 

Dünya devletleri yeniden şekillenecek

Doğacak güneş kâinata başka tesir edecek

 

Sabah olacaktı atmıştı şafak artık

Seher vaktinde parçalanacak karanlık

 

Osmanlı, hamile kalırken Avrupa’ya

Hamileydi Nuriye Hanım Bediüzzaman’a

 

Basmadı yere abdestsiz olunca hamile

Hiç bir iş yapmadı çekmeden besmele

 

Nurs köyünde kerpiçten yapılı bir evde

Heyecanlı herkes, tatlı bir telaş içinde

 

Bin sekiz yüz yetmiş altı yılının baharında

Emsalsiz bir çocuk dünyaya geldi Nurs’da

 

Doğdu erkek çocuk Nuriye hanımdan

Hayrette herkes, geldi bebek ağlamadan

 

Verildi müjde babası molla Mirza’ya

Geldi haber, göbek adı olsun Rıza

 

Ağlamadı çevresine merakla manalı baktı

Bebekken dahi kalbine hikmet ilhamı aktı

 

Konuşacak gibi bakıyordu etrafa bebek

Hikmete aykırı idi o anda söz söylemek

 

Sağ kulağına ezan, soluna kamet okundu

Bu sâbî çocuğa Said ismi kondu

 

Allah’ım! Bebek olmasına rağmen o ne heybet

Çocukta olur mu hiç bu vakar, nedir bu azamet

 

Mevlana Halid’in (KS) yüzüncü doğum yıl dönümü

Asrın sahibi Bediüzzaman’ın dünyaya geliş günü

 

Abdestsiz olarak annesi bir defa bile emzirmedi

Sofi Mirza zerre olsa da haram lokma yedirmedi

 

Peygamberin varisi gelmişti bu en son asra

Kur’an, iman, irfan nurunu saçacaktı kâinata

 

Güneşin doğduğu yerden tüm dünya nurlandı

Kâinattaki bütün karanlık âlemler aydınlan

 

Bekir Özcan

(Bediüzzaman Said Nursi Destanından)

www.NurNet.org

Marifet

Marifet, insana makamını gösterir,

Gaflet uykusundan bizleri uyandırır.


Doğruyu gösteren marifet bir mercektir,

O hakkı batıldan ayıran bir gerçektir.

 

Sen  marifetle çok net, yolunu görürsün,

Ona sağlam tutunursan imanla ölürsün.

 

İlimlerin padişahı Marifetullahtır,

Eşyayı araştırıp Haliki bulmaktır.

 

Allah seni kâinata bir hulasa yaptı,

Bütün azalarını yerli yerine taktı.

 

O Halik, kâinatı küçültüp  seni yapmış,

İradeni eline vererek hür bırakmış.

 

Düşün güneşi senin için göğe O takmış,

Mumdarlık yapan ay’ı de oraya çakmış.

 

Bu insan bulmalı  hakiki Sahibini,

Mucize olan vücudunun  Banisini.

 

Düşün önüne kim serdi o nimetleri?,

Sonra kalp ile gönülden diz şükürleri.

 

O sana gözler verdi her şeyi göresin,

Sana akıl verdi cennetlere, yükselesin.

 

Buğday tanesi kadar senin dimağına,

kütüphaneleri kim sığdırıyor ona.

 

Mucize duygularını sana kim verdi?

Sonsuz nimetleri önüne kim serdi?

 

Düşün,  incele, acaba kim yaptı bunu,

Marifete sahip ol kullan şuurunu.

 

Ondan sonra sende basiret hasıl olur,

Aklın her şeyin ana sahibini bulur.

 

Bulduktan sonra o başın secdeye eğilir,

Kullukta ilerlersin tâ ki son gün gelir.

 

Abid olan kul insanlığın hakkını verir,

Sonra Allah’ına kavuşma günü gelir.

 

Allah’ı sevindirdiysen tebrikler sana,

Böylece kavuşursun Rabbin rızasına.

 

İnsan ancak onunla mutluluğu bulur,

Böylece hakiki muradına ermiş olur.

 

Sonra sonsuz mutluluklar durur önünde,

Zındandan kurtuluş başlar ölüm gününde.

 

Abdülkadir HAKTANIR

Âlemin Yaratılış Sebebinin Birisi de Duadır

Memleketimizin birçok yerlerinde havaların ısındığı ilkbahar aylarında türbe ziyaretleri yapılıyor. Anadolu yöresinde bu ziyaretler daha revaç görmektedir. Tarikat şeyhleri, din âlimi, ilim ve irfanla ömrünü sırat-i müstakim üzere geçiren Allah’ın sadık dostları, Hayatta iken insanların teveccühlerine mazhar oldukları gibi; vefatlarından sonra da türbeleri ziyaret edilir, dualarla ilgi ve alaka devam eder.

Türbe ziyaretlerine kimi Allah rızası için gider, duada bulunur. Kimi maksadı aşarak maddi manevi istek ve dileklerde bulunur, Dua ve dileğin kabulü için mezar civarında bulunan ağaçlara bez-çaput bağlayanlar, ölüyü vesile kılıp adakta bulunanlar, türbenin taşlarını öpenler,  dilek taşlarına taş yapıştıranlar, çocuk sahibi olmak için türbenin toprağını başına dökenler, nazardan, afat ve musibetlerden korunmak için türbenin üzerindeki beze sarılarak batıl inançlara itibar edenler var.

Bu batıl ve maksadı aşan ziyaretler ölünün ruhunu rahatsız ettiği gibi, yapılan boş ve afakî duaların ve ziyaretlerin de kimseye faydası olamaz. Şark’ta darb-ı mesel bir söz var. “ Huda dağı saman yapabilir, işlek’in başını da içine koyabilir. Ama yapmadığı şeyi yapmaz.” Yani esbab-i kabul dairesinde yapılmayan, lüzumsuz ve malayani dualar boşa çene çalmaktan ibarettir.

Diyarbakır yöresinde uzun zaman müftülük yapmış nüktedan ve hazır cevap merhum Mehmet Uyanık, camide biri dua ederken, “Ya Rabbi bana iman ver, Ya Rabbi bana iman ver” durmadan bu isteğini tekrar edince, rahmetli müftü de “Yarabbi bana da bir kamyon ver; bir otobüs ver.” duada bulunur,

Adam, “ Sen ne diyorsun, iman istesene, durup dururken kamyon, otobüs Allah’tan istenir mi?”

Müftü: “ Kardeşim senin herhalde kamyonun; otobüsün var,  Benim de imanım var, işte ikimizde olmayanı istiyoruz” der,

Evet, bu hadisede alınan mesaj bu olsa gerek: Elbette iman’da; mal’da istenir, fakat kabul ola bilecek duaya âmin demek lazımdır. Esbaba başvurmadan sadece kavli dualarla isteklerde bulunmak eksikliktir.   Allah’ın ve Resulünün emirlerine riayet edilirse, farz olan emirler noksansız yapılırsa, helâl dairede çalışır, haramdan uzak kalırsa istikamet üzere iman ister, keza insan fiilen çalışıp helal kazanç elde ederse elbette kamyon da, otobüste isteyebilir. Hem ahiret hem de dünya ikisi için de fiili ve kavli çalışmak lazımdır. Yoksa, durup dururken ne iman gelir, ne de otobüs….

Bediüzzaman, fiili ve kavli dua için şöyle diyor:”… Zira sebeplerin bir araya gelmesi ve hal ve fiille yapılan dualar, Cevad-ı Mutlak’ın isim ve unvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.” 1

Bediüzzaman, başka bir eserinde  “….Duanın tesiri büyüktür. Özellikle dua devam ederse netice vermesi galiptir, hatta âlemin yaratılış sebebinin birisi de duadır. diyor,2

Zaman zaman Kur’an’ın Ayet’lerinden belirli bir sayıda (Ayetül kürsü, fatiha-i şerif, İhlâs süresi vs.)  ayetleri bir gayeye maksat yaparak çocuğum şu okulu kazansın, ben şu işe gireyim, zengin olayım gibi dua ve dileklerde bulunanlar da oluyor. Ayetleri okuyup dilek ve arzusu yerine gelmediği zaman bu kez Kur’an’a ve hadislere karşı inanç ve itikadı kırılıyor. Bu nedenle Kur’an’ın Ayetlerini dilek ve maksatlara vesile değil, esbab-ı kabul dairesinde dua ve ibadet niyetiyle okunmalıdır.

Cenab-i Allah (cc) “ Biz, Kur’an’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını arttırır.” buyurur.3

Mü’min, Kur’an’dan feyz almasını bildiği, bu maksatla okuduğu, dinlediği için, Kur’an ayetleri kendisine şifa ve rahmet vesilesidir. Buna karşılık, hastanın ilaçtan yararlanmak istemeyişi onun hastalığını artırdığı gibi, zalimin Kur’an’dan uzak durması da onun hüsranını artırır.

Fatiha suresinde: İyyake na’büdü ve iyyake neste’in, ayet-i Kerimede Cenab-i Allah mealen şöyle buyurur: “Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.” 4

Allah’tan başka kimseye ibadet edilmesin, medet ve yardımda o’ndan beklensin. Aksi takdirde ölmüş bir insandan, taştan, topraktan, ağaçtan ve bezden imdat ve medet beklemek tamamen batıl ve hurafe bir davranıştır. Ancak Allah ve Resulünün değer verdiği şeylere kıymet ve değer vermek lazımdır.

Peygamberimizin değer verdiği her şeye, sahabe-i kiramda kıymet ve değer vermişlerdir. Örneğin: Hz. Ömer (ra) bir umre’de, Haceru’l Esved’i öperken şöyle buyurmuş: “Biliyorum ki sen bir taşsın, ne bir faydan ne de zararın vardır. Ben Resulullah’ı (asm) seni öperken görmeseydim, asla öpmezdim.” 5

İşte Hz. Ömer, (ra) haceru’l evsed’i öpmesi, peygamberimizin onu öpmesi içindir. Dolayısıyla haceru’l esved’i öpmek sünnettir.

Allah(cc) bazı yerlere kutsiyet lütfetmiştir. Örneğin Mescid-i Aksa, Mescid-i Haram ve Ravza-i Tahire gibi mukaddes mekân olarak kılınmıştır. Bu kutsiyet tamamen Allah’ın tasarrufu altındadır. Hacerü’l Esvet taşı aziz kılmıştır, hikmeti de ancak o’ bilir. Bize düşeni ise mübarek saydığı şeylere bizim de saygı göstermemizdir. Mübarek olan mekânlara indirilen rahmet ve bereketten istifade ederek bolca dua etmek,  batıl ve hurafe şeylerden uzak kalmaktır. Saygılarımla,

16.5.2013

Rüstem Garzanlı / Diyarbekir

Kamu Yöneticisi

 

ALINTI LAR:

 

1- 23. Söz, 1.mebhas,

2- 24. Mek.1.zeyl.

3- İsrâ,82/ Diyanet yay.

4- Fatiha,5.  “

5- Tecrid-i Sarih terc.

 

Mü’min Ve Kısmet

Hakikî mutluluk ve saadetin vesilesi kadere teslim ve kısmete rızadır. Mutsuzluğun vesilesi de sıkıntı ve memnuniyetsizliktir. İlâhî takdire boyun eğmek, kader ve kısmetine razı olmak, imanın mühim bir esası ve mü’minin üstün bir vasfıdır.

İman sahibi bir mü’minde düşünce şudur: Kendisini, kendisinden önce düşünen birisi var. Onun için doğmadan ve doğduktan sonra nimetler hazırlayan ve ebedî saadetin yollarını gösteren Rabb-i Rahimi var.

İnsana bu kadar önem veren, bütün kâinatı onun emrine veren bir Yaratıcıya karşı insanın vazifesi şükür, rıza ve kanaattir. Zira insanın şikâyete de, verilen nimetlere sahip çıkmaya da hakkı yoktur. Bize ihsan edilen nimetlerin hiçbirine kendi imkânımız ve gücümüzle kavuşmadık. Bir an bize ihsan edilen bu nimetlerin vazifelerini bıraktığını düşünelim. Onları çalıştıracak, vazifelerini yaptıracak gücümüz var mı?

En büyük varlığımız olan aklımıza sahip olmak için özel bir mesaimiz var mı? Hiçbir şeyle değişemeyeceğimiz mükemmel duyularımız ve organlarımız bize verilirken herhangi bir müdahalemiz oldu mu? Hayır. Aksine, hepsini hazır bulduk. Onlar en münasip şekilde yerli yerine konurken bize sorulmadı.

Bütün bu verilen paha biçilmez âletlerin karşılıkları olan nimetler de verilmiş ki, bir işe yarasın. İşte verilen bu nimetlerin fiyatı ve karşılığı ise, bunları verene şükretmek ve teşekkürde bulunmaktır. Bunun haricindeki tavır ve şikâyetler, yâni itirazlar, bütün bunlara hakkı varmış gibi, Yaratıcıyı itham eder tarzda itiraz ve kısmete razı olmamak, insanı hakikî kulluktan çıkardığı gibi, İlâhi rahmetten de uzaklaşmasına sebep olur.

Resulullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah tarafından kendisine takdir edilene razı olması insanoğlunun saadetindendir. Allah tarafından hayırlı şeyi istemeyi terk etmesi ve Rabbinin kendisine takdir ettiğine (kısmetine) kırgın olması, âdemoğlunun bedbahtlığındandır.’’ (Tirmizî, Kader: 15)

Bediüzzaman Hazretleri de rıza ile alâkalı olarak şunları söylemektedir: “Madem O’nun Rububiyetine razıyız, O Rububiyeti noktasında verdiği şeye de rıza lâzım. Kaza ve kaderine itirazı işmam eden (hissettiren) bir tarzda, ’ah, of’ edip şekvâ (şikâyet) etmek bir nevî kaderi tenkittir. Rahimiyeti ittihamdır. Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır.’’ (Lem’alar, s. 10)

Sadece dünyaya bağlanıp onun için çalışan kimsenin dini işleri de nifaka döner. Allah’ın kendisine takdir ettiği malı elde eden ve dünyadan kazandıklarıyla mânevî hayatını rahatça devam ettirme niyetinde olan kimse gerçek yolu bulmuş demektir. Burada asıl olan, Allah’ın takdirine rıza göstermektir. Resûlullah Efendimiz (asm) kısmetine razı olan, Allah’ın kendisine lâyık gördüklerine kanaat eden mü’minleri dostları arasında saymıştır:

Dostlarımın içinde en çok imrendiklerim: Hâli hafif olan (bakmakla yükümlü olduğu aile fertleri az), namazın mânevî zevkinden hissesi olan, Rabbine halisâne ibadette bulunan, ona gizlilik halinde de itaat eden, insanlar içinde gizli kalan, parmakla gösterilecek kadar tanınmayan, kendisine değer verilmeyip iltifat edilmeyen mü’min. Kendisine yetecek kadar rızkı olan ve buna sabreden mü’min. Ölümü çabuk, ardından ağlayanları az ve mirası da cüz’î olan mü’min.” (İbn-i Mâce, Zühd: 4; Tirmizî, Zühd:35)

Hırs göstermeden çalışıp kanaat gösteren ve elinden geldiği kadar şükrünü edâ eden bir mü’min Allah ve Resûlü’nün (asm) dostudur. Kanaat etmeyip devamlı şekvada bulunan ve hırsa kapılan ise, nifaka düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yâni dinde riya durumuna düşmektir.

Şu şükür ölçüsünü mezcedersek Allah ve Resûlü’nün (asm) dostluğunu kazanırız: “Şükrün mikyası, kanaattır ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı, hırstır ve israftır, hürmetsizliktir; haram ve helâl demeyip rastgeleni yemektir.’’ (Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî, s. 341)

Kasım Ferşadoğlu / Nur Postası