Etiket arşivi: Rızık

İslam prensipleri ansiklopedisi

İSLÂM PRENSİPLERİ ANSİKLOPEDİSİ

 

3033- RIZK  رزق : Yiyip içecek şey. Maddi, manevi ihtiyaca lâzım olan nimet. Allah’ın herkese lütuf ve kısmet ettiği ve bekaya sebeb olan nimet. (Bak: HırsNi’metŞükr)

3033/1- Bediüzzaman Hazretleri rızk ve maişetin istihsali için helâlinden çalışıp kazanmanın meşru yollarını hülasaten şöyle ifade eder:

“Maişet için tarik-i tabiî ve meşru ve zîhayat; san’attır, ziraattır, ticarettir.” (Mün. 32)

Şeriatın beyan ettiği mezkûr üç nevi maişet yolu, Büyük İslâm İlmihali’nde şöyle izah edilir:

“Başka başka kazanç yolları vardır. Bunların efdali, evvela cihad yoludur. Sonra ticarettir, sonra ziraattır. Bazı zevata göre, ziraat ticaretten efdaldir. Daha sonra da san’attır…”

Bu zikrolunan meşru kazanç, dört sınıf olarak beyan ediliyor:

3033/2- Birincisi: “Herhangi bir müslim için kendi nefsini ve nafakaları üzerine lâzım gelen kimseleri iaşeye ve (eğer borcu varsa) borçlarını ödemeye yetişecek miktar helâlinden kesbde bulunmak bir farzdır. Nitekim bir Hadis-i Şerif’de: “Her Müslim üzerine helâli aramak vacibdir” buyurulmuştur.1

3033/3- İkincisi: “Fakirlere yardım, gariblere (Garibler için bak: 1289,1750.p.lar) iyilik yapmak için kifâyet miktarından fazla kesb, memduhtur, müstahsendir.2 Böyle bir kazanç nafile ibadetten efdaldir. Çünki bunun faidesi başkalarına şâmildir.3

3033/4- Üçüncüsü: “Geniş bir dirliğe ermek, fazla mütena’im olmak için daha ziyade miktarda kesb, mübahtır.”4

3033/5- Dördüncüsü: “Halka karşı tekebbür ve tefahurda bulunmak için yapılan kesb haramdır. Velev ki helâl bir yolda yapılmış olsun. Nâsa karşı serveti ile, mevkii ile çalım satan kimseler, yarın âhirette Hak Tealâ Hazretlerinin gazabına uğrayacaklardır.” (B.İ.İ. shf: 417)

Bir rivayette şöyle buyruluyor: طَلبُ كَسْبِ الْحَلَالِ فَرِيضَةٌ بَعْدَ الْفَرِيضَةِ Yani: Helâl kazanç talebinde bulunmak, farzdan sonra farzdır. (.E. 312 ve K.H. 1671, 1929)

Âhirzamanda İslâm’ın maddî varlığı ve dinin muhafazası ve i’lâsı (israfa, sefahete ve şahsî menfaat hissine vesile yapmamak şartıyla) teknik imkânlar ve iktisadî kuvvet ile korunabileceği ehadiste haber verilir. (Bak: R.E. 59/15, 105/6) Fakat bu tarz rivayetlerin beyan ettikleri terakkinin (mevzumuzla alâkalı umum bahisler ve dersler müvacehesinde) müslüman ekseriyetin şahsî menfaatının terkiyle hamiyet-i diniyeye sahib olacakları devrede zuhur edeceği anlaşılıyor. Fitne zamanında ekseriyetle zenginlik, sefahete; fakirlik, derd-i maişetten gelen gafletle dünya hayatının âhirete tercih edilmesine sebebiyet verdiği görülmektedir. (Bak: 719,720.p.lar.)

Demek cemiyette iktisadî refahtan önce, dinî salâhat gerekiyor. Esasen bu refah ve salâhat da, İslâm milletlerinde ancak diyanet ile mümkündür. Bediüzzaman Hz. bu mes’ele hakkında şu ikazı yapar:

“Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki; müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki, fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar. Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünki mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir. اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Halbuki baki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bakiyeye yardım eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.

İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevketmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin te’sisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.” (L.122)

Kur’an umum zaman ve mekânlara hükmettiği cihetle, Kur’anın hakikatlarını izhar ve beyan eden Bediüzzaman’ın eserlerindeki hakaik de küllîdir, gelecek zamanlara da şâmildir ve en mükemmel cemiyetlere de ders verir. Bu itibarla Külliyat-ı Nur’un bazı beyanlarına, makamlarına göre bakılmalıdır. Meselâ ekseriyetin dünyevî  ve şahsî menfaatlere sarıldığı bir cemiyette, âhirete teşvik etmek gerekiyor. Dünyasını âhiretine vesile yapabilen kâmil bir İslâm  cemiyetinde ise -şer’î müvazenesi ile olmak şartıyla- teknik terakki tavsiye edilebilir. İşte Risalelerde görülen dünyanın imarına ve terakkiye teşvik eden beyanlarla, dünyadan geri çeken ikazlara ve derslere, makamlarına göre bakılmazsa hakikat iltibas olunur. Bu iki tarz beyanlardan bazı nümuneler aşağıda dercedildi.

3033/6- Meselâ : Bediüzzaman Hazretleri, terakkiye teşvik ettiği Eski Said devresinde, yani Osmanlı Devleti’nin son devresinde sorulan bir sual ve terakki ve çalışmaya teşvik eden cevabı:

“S- Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi her yerde kaziyye bil’âkistir. Hikmet nedir?

C- İki sebebi biliyorum:

Birincisi: لَيْسَ ِلْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعَى ( 53:39 ) olan ferman-ı Rabbanîden müstefad olan meyelan-ı sa’y ve اَلْكَاسِبُ حَبِيبُ اللّٰهِ olan ferman-ı Nebevîden müstefad olan şevk-i kesb; bazı telkinat ile o meyelan kırıldı ve o şevk de söndü. Zira i’lâ-yı Kelimetullah şu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olduğunu bilmeyen; ve dünya مِنْ حَيْثُ هِىَ مَزْرَعَةُ اْلاٰخِرَةِ cihetiyle kıymetini takdir etmeyen; ve kurun-u vusta ve kurun-u uhranın ilcaatını tefrik eylemeyen; ve birbirinden gayet uzak, biri mezmum ve biri memduh olan tahsil ve kesbde olan kanaatı ile, mahsul ve ücretteki kanaatı temyiz etmeyen; ve birbirinden nihayet derecede baîd, hatta biri tenbelliğin ünvanı, diğeri hakiki ihlasın sadefi olan iki tevekkülü (ki: Biri, meşietin muktezası olan esbab arasındaki nizama karşı temerrüd hükmünde olan, tertib-i mukaddemattaki bir tevekkül-ü tenbelâne; diğeri, İslâmiyetin muktezası olan, netice itibarıyla gerdendâde-i tevfik olarak vazife-i İlahiyeye karışmamakla terettüb-ü neticede mü’minâne tevekküldür.) ikisini birbiriyle iltibas eden ve “Ümmetî! Ümmetî!” sırrını teferrüs etmeyen ve خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ hikmetini anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vaizlerdir ki, o meyelanı kırdılar; o şevki de söndürdüler.” (Mün.37)

3033/7- Terakkiye ait bir başka misal:

“Madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre ruy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillû, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm ni’metten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, ruy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ

(67:15) deki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz.” (S.257)

3033/8- Bediüüzzaman Hz.nin terakkiyata dair buna benzer pek çok beyanları vardır. Fakat, insanlar salih olmazlarsa, maddî ve teknik imkanlarla zulüm ve sefahete girdikleri; fakir olunca da derd-i maişette boğuldukları, dinde haber verildiği gibi, bilmüşahede de görülmektedir. Bunun için Bediüzzaman Hz. yine dinin haber verdiği üzere, evvela insanların iman-ı kâmil ve sâlih olmalarını birinci derecede ele alarak tahkikî iman ve takvada tahşidat yapmış; dünya hayatını âhirete tercih ettiren ve sefahete iten bu asrın fitnesinden daima ikaz etmiş ve önceki parağrafta nümunesini gördüğümüz gibi İkinci Meşrutiyette terakkiyata teşvik ederken daha sonraları bu teşvikten vazgeçip inzivaya çekilmiştir. (Bak: 22842288.p.lar)

İşte Risale-i Nur Külliyatı’nda Kur’anda beyan olunduğu üzere, dünyanın imarına ve terakkiyata teşvikle beraber, daha çok ve tekrarlı bir şekilde dünyadan men edici (Bak: Dünyaderslerin bulunması, zâhiren tenakuz gibi görünürken, hakikatta tam bir belâgat olup mutabık-ı hâldir. Yani fâsık ve kâmil insan ve cemiyetlere göre bu teşvik durumu da değişir.

Mevzumuz içinde zikri gereken diğer ehemmiyetli bir husus da şudur ki: İnsanların çoğu dünyayı imar ederlerken, az bir kısmı da emr-i Kur’anî olarak münhasıran diyanete hâdim olmalı ve dünya işlerine girmemeli ve girmemeleri için de fırsat ve imkân verilmelidir. (Bak: 8958/1,2477/1.p.lar)

3033/9- Şimdi dünya hayatına dalıp gaflete düşmekten ikaz eden  birkaç dersi görelim:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ *مَا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ* اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ

Şu âyet-i kerimenin zâhir manası, çok tefsirlerin beyanına göre yüksek i’caz-ı Kur’anîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’anın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç veçhini icmalen beyan edeceğiz..

İkinci Vecih: İnsan rızka çok mübtelâ olduğu için, rızka çalışmak baha-nesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerime diyor ki: “Siz ubudiyet için halkolunmuşsunuz, netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhde ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızk ve it’amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünki Rezzak benim, sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip, ubudiyeti terketmeyiniz!” (L. 268)

“İ’lem: Ey müslümanları dünyaya davet eden gafil bil ki:  Hata ediyorsun. Evet ey gafil, zannediyor musun ki, insanın dünyaya gelmesinden maksud-u bizzat, yalnız dünyanın imareti ve sanayiin ihtiraı ve rızkı tahsil, vesaire gibi dünyaya ait şeylerdir. Halbuki kâf ve nûn mabeyninde emri cari olan Sahib-ül Mülk, ins ve cinni kendisine ibadet etmek için yarattığına ve insan ve hayvanın rızkını kendisi taahhüd ettiğine dair olan fermanıma; hem de vücud ve kevn ve vakide olan herşey ve fıtrat-ı insaniye techizatının dahi tasdik ettiği olan şu âyetlerine bak:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ *

وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لاَتَحْمِلُ رِزْقَهَۗا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْۘ

Hem acaba zu’m ediyor musun ki; seni sun’-u hâlikanesiyle yapan ve her zaman vücudunun tazelenmesiyle daima seni ve sende değişmekte olan zerrat-ı vücudunu san’at içinde halkeden bir zât, onun nizam-ı mülkü içinde senin yaptığın tasniâtına veya kendi tasarrufatı içindeki faaliyetinde senin tavassutuna muhtaç olsun.

Evet beşerin eliyle yapılan bütün masnuat, bir tek ağacın yahut tek bir arının hilkatına veyahut bir tek gözün veya bir lisanın san’atına müsavi gelmediğini görmüyor musun?” (M.Nu 329)

“Rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat canibinden ihsan edilir. Fakat, rızk ikidir:

Biri Yaşamak için hakiki ve fıtrî rızıktır ki; taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Hatta o kadar muntazamadır ki; bedende yağ vesaire suretinde iddihar olunan fıtrî rızk, hiç olmazsa yirmi günden ziyade bir şey yemeden yaşatır. Hayatını idame eder. Demek yirmi-otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler, rızıksızlıktan değil, belki su-i i’tiyaddan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler.

İkinci kısım rızık: İ’tiyad, israf ve su-i istimalât ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sün’î rızıktır. Bu kısım ise; taahhüd-ü Rabbanî altında değil, belki ihsana tâbidir. Kâh verir, kâh vermez.” (Ş. 173)

3033/10- “وَمَا هذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlik-ül Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı faniyeye sarfediyor. Halbuki, o levazımattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeye sarfetmek gerektir.” (M.N. 223)

“Madem iş böyledir. Vazife-i asliyeni yaptıktan sonra, seni istimâl ettiği vakit, O’nun hesabıyla çalış, O’nun namıyla başla. İzin verdiği dairede amel et. Eğer vazife-i asliyen olan ubudiyetle vazife-i ârıziye muaraza etseler, sen vazifene bak. Ötekini, sahib-i hakiki olan Cenab-ı Hakk’a tefviz et.” (N.İ.K. 51)

3033/11- Bediüzzaman Hazretleri, âhirzaman fitnesinin manevi tahribatını tamire çalışan manevî cihad ehlini, dünyevî mes’elelerle meşgul etmenin çok yanlış bir hareket olacağını bir hâdise münasebetiyle şöyle beyan eder:

“Bugünlerde benim yanıma müteaddid ayrı ayrı zâtlar geldiler. Ben onları âhiret için zannettim. Halbuki ya ticaret veya işlerinde bir kesad ve muvaffakiyetsizlik olduğundan, bize ve Risale-i Nur’a, muvaffakiyet için ve zarardan kurtulmak niyetiyle müracaat edip, dua ve istişare istediklerini anladım.

Ben, bunlara ne edeyim ve ne diyeyim? diye tahattur ettim. Birden ihtar edildi: “Ne sen divane ol ve ne de onları divanelikte bırakıp divanece konuşma. Çünki: Yılanlar zehirine karşı tiryak tedarikiyle ve onları kaçırmasıyla meşgul ve vazifedar bir tek adam, yılanlar içinde duran ve sineklerin ısırmasına maruz olan ve sinekleri kaçırmak için çok yardımcıları bulunan diğer bir adama, yılanların ısırmasını bırakıp ona, sinekler ısırmamasına yardım için koşan divanedir. Ve onu çağıran dahi divanedir. O sohbet dahi divanece bir konuşmaktır.” Evet hadsiz hayat-ı uhreviyeye nisbeten muvakkat ve fani kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin zararları, ona nisbeten yılanların ısırmasıdır.” (K.L. 124)

3033/12- Müdde-i Umuminin bir iddiası:

“Hiçbir iş ile meşgul olmayan…

Cevap: Risale-i Nur’un te’lifi ve tashihi ile olan büyük meşgaleyi görmemesi, bu yanlışını herkese gösteriyor.” (Ş.406)

“Madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes’elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir. Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her gün اَلْمَوْتُ حَقٌّ davasını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin şâhidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur. Madem manevî hâcât-ı zaruriyeye istinad eden manevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin ceb feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir.” (L.173)

“Bu gözümüz önünde ve bizi bekleyen ölümün idam-ı ebedîsinden ve karşımızda kapısını açan ve bizi cebr-i kat’î ile çağıran kabrin daimî karanlık haps-i münferidinden kurtulmağa çalışıyoruz. Hem sizin de o dehşetli ve çaresiz musibetten kurtulmanıza yardım ediyoruz. Sizin nazarınızda en büyük bir mes’ele-i dünyeviye ve siyasiye, bizim nazarımızda ve hakikat cihetinde kıymeti pek azdır ve bilfiil vazifedar olmayanlara mâlâyani ve ehemmiyetsizdir ve kıymeti yoktur. Fakat bizim iştigal ettiğimiz vazife-i zaruriye-i insaniye ise, herkese her zaman ciddi alâkası var. Bu vazifemizi beğenmeyenler ve kaldıranlar, ölümü kaldırmalı ve kabri kapamalı!” (Ş.340)

3033/13- Dünyanın imarına ait olan teknik vasıtalar ve hârika keşfiyatların lisan-ı hal ile ileri sürdükleri ehemmiyet derecelerine karşı, hakiki vazife-i insaniye olan ubudiyetin verdiği cevab şöyle dile getiriliyor:

“Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip, o daireden haklarını isterlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevab alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki, programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir. Halbuki siz ekseriyet itibarıyla şu fani dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise; hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibadet olan sırf menfaat-ı ibadullah için ve menafi-i umumiye ve istirahat-ı âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa; o hassas zatlara şu remz ve işarât-ı Kur’aniye -sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için- elhak kâfi ve vâfidir.” (S.266) (Bak: Terakki)

“Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun? Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı dâime için sa’y etmektir.” (S.271)

3034- “Nasılki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın latifeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahim’den rızıklarını isterler ve müteşekkirane alırlar. Her birisine ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütelezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzak-ı Rahim, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o latifelerin her birisini, hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ: Göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymetdar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misillü, ötekiler dahi (herbiri) birer âlemin anahtarı olur; iman ile istifade eder…

3035- Bu kâinatı yaratan Zat-ı Kadir-i Hakîm, nasılki kâinattan hayatı bir hülasa-i camia olarak halkedip, umum maksadlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de, hayat âleminde dahi, rızkı bir cem’iyetli merkez-i şuunat yaparak… iştiha ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zihayatta halkederek… hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnetdarlık ve perestişlik ile rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.

3036- Meselâ: Çok geniş olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafını, hususan melaike ve ruhaniler ile semavatı ve ervah ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi; maddi âlemi dahi,hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını ziruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücudlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tenbellikten ve ataletten kurtarıp gezdirmesi, şuunat-ı rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasa idi, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi, hayvanların da mukannen olan ta’yinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hacetlerini koşturacaktı.” (Ş.174)

3037- Hem “ehemmiyetli bir hikmet için, zahir nazarda mübhem ve gayr-ı muayyen tevehhüm edilen eceller ve rızıklar, ibham perdesi altında Kaza ve Kader-i Ezelî’nin defterinde mukadderat-ı hayatiye sahifesinde her zihayatın eceli mukadder ve muayyendir; tekaddüm, teahhur etmez. Ve her ziruhun rızkı tayin ve tahsis edilip Kaza ve Kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller var.

Meselâ: Koca bir ağacın ölmesi, onun bir nevi ruhu olan çekirdeğini onun yerinde vazife görmek için bırakması, bir Alîm-i Hafîz’in hikmetli kanunuyla olması ve bir yavrunun rızkı olan süt memelerden gelmesi ve kan ve fışkı içinden çıkıp hiç bulaşmadan safi, temiz olarak ağzına akması, tesadüf ihtimalini kat’i bir surette red ve bir Rezzak-ı Alîm-i Rahim’in şefkatli düsturuyla olduğunu gayet kat’i gösteriyor. Bu iki cüz’î misale bütün zihayat, ziruh kıyas edilsin.

Demek hakikatta hem ecel muayyen ve mukadderdir, hem rızık herkese göre bir taayyün içinde mukadderat defterinde kaydedilmiştir. Fakat gayet mühim bir hikmet için hem ecel, hem rızık perde-i gaybda ve mübhem ve gayr-ı muayyen ve zahiren tesadüfe bağlı gibi görünüyor.

Eğer ecel güneşin gurubu gibi muayyen olsa idi; yarı ömür gaflet-i mutlakada ve âhirete çalışmamakla zayi olup, yarı ömürden sonra hergün ölüm darağacı tarafına bir ayak atmak gibi dehşetli bir korku alıp eceldeki musibet yüz derece ziyadeleşmesi sırrıyla, başa gelen musibetler ve hatta dünyanın eceli olan kıyamet perde-i gaybda merhameten bırakılmış.

Rızık ise; hayattan sonra ni’metlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve hamdin en zengin bir menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cem’iyetli bir madeni olmasından, suret-i zahirede mübhem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. Ta her vakit Rezzak-ı Kerim’in dergahına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve şükür şefaatiyle rızk istemek kapısı kapanmasın. Yoksa muayyen olsa idi, mahiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirane, minnetdarane ricalar, dualar, belki mütezellilane ubudiyet kapıları kapanırdı.” (Ş.649)

3038- Hem (29:60) (51:58)“وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ ٭ اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ âyetlerinin sırrınca: Rızık, doğrudan doğruya Kadir-i Zülcelal’in elindedir ve hazine-i rahmetinden çıkar. Herbir zihayatın rızkı, taahhüd-ü Rabbanîsi altında olduğundan, açlıktan ölmek, olmamak lâzım gelir. Halbuki zahiren açlıktan ve rızıksızlıktan ölenler çok görünüyor. Şu hakikatın ve şu sırrın halli şudur ki: Taahhüd-ü Rabbanî hakikattır. Rızıksızlık yüzünden ölenler yoktur. Çünki o Hakîm-i Zülcelal, zihayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı suretinde iddihar eder. Hatta bedenin her hüceyresine gönderdiği rızkın bir kısmını, yine o hüceyrenin bir köşesinde iddihar eder. İstikbalde hariçten rızık gelmediği zaman, sarfedilmek üzere bir ihtiyat  zahîresi hükmünde bulundurur.

3039- İşte bu iddihar edilmiş ihtiyat rızık bitmeden evvel ölüyorlar. Demek o ölmek, rızıksızlıktan değildir. Belki su-i ihtiyardan tevellüd eden bir âdet ve o su-i ihtiyardan ve âdetin terkinden neş’et eden bir marazla ölüyorlar. Evet zihayatın bedeninde şahm suretinde iddihar edilen rızık-ı fıtrî, hadd-i vasat olarak kırk gün mükemmelen devam eder. Hatta bir marazın veya bir istiğrak-ı ruhani neticesinde iki kırkı geçer. Hatta bir adam, şedid bir inad yüzünden Londra mahpushanesinde yetmiş gün sıhhat ve selâmetle, hiçbirşey yemeden hayatı devam ettiğini, onüç-şimdi otuzdokuz-sene evvel gazeteler yazmışlar. Madem kırk günden yetmiş seksen güne kadar rızk-ı fıtrî devam ediyor ve madem Rezzak ismi gayet geniş bir surette ruy-i zeminde cilvesi görünüyor ve madem hiç ümid edilmediği bir tarzda, memeden ve odundan rızıklar akıyor, baş gösteriyor. Eğer pürşer beşer su-i istiyariyle müdahale edip karışmazsa, her halde rızk-ı fıtrî bitmeden evvel,  o zihayatın imdadına o isim yetişiyor, açlıkla ölüme yol vermiyor. Öyle ise açlıktan ölenler, eğer kırk günden evvel ölseler, kat’iyyen rızıksızlıktan değildir. Belki “Terk-ül âdât min-el mühlikât” sırrıyla, su-i ihtiyardan gelen bir âdet ve terk-i âdetten neş’et eden bir illetten, bir marazdan ileri gelmiştir. Öyle ise: Açlıktan ölmek olmaz, denilebilir. Evet bilmüşahede görünüyor ki: Rızık, iktidar ve ihtiyar ile makusen mütenasibdir. Meselâ: Daha dünyaya gelmeden evvel bir yavru, rahm-i maderde ihtiyar ve iktidardan bütün bütün mahrum olduğu bir zamanda, ağzını kımıldatacak kadar muhtaç olmayacak bir surette rızkı veriliyor. Sonra dünyaya geldiği vakit iktidar ve ihtiyar yok, fakat bir derece istidadı ve bilkuvve bir hissi olduğundan, yalnız ağzını yapıştırmak kadar bir harekete ihtiyaç ile en mükemmel ve en mugaddi ve hazmı en kolay ve en latif bir surette ve en acib bir fıtratta, memeler musluğundan ağzına veriliyor. Sonra iktidar ve ihtiyara bir derece alâka peyda ettikçe, o kolay ve güzel rızık, bir derece çocuğa karşı nazlanmağa başlar. O memeler çeşmeleri kesilir, başka yerlerden rızkı gönderilir. Fakat iktidar ve ihtiyarı, rızkı takib etmiye müsaid olmadığı için, Rezzak-ı Kerim, peder ve validesinin şefkat ve merhametlerini, iktidar ve ihtiyarına yardımcı gönderiyor. Her ne vakit iktidar ve ihtiyar tekemmül eder, o vakit rızkı ona koşmaz ve koşturulmaz. Rızık yerinde durur. Der: “Gel beni ara bul ve al!” Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile makusen mütenasibdir. Hatta çok risalelerde beyan etmişiz ki: En ihtiyarsız ve iktidarsız hayvanlar, daha iyi yaşıyorlar, daha iyi besleniyorlar.” (L.62-64)

3040- Hem “(11:6) اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ sırrıyla, وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا sarahatıyla; ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünki şu âyet taahhüd ediyor. Evet, rızık ikidir:

Biri hakiki rızıktır, onunla yaşıyacak. Bu âyetin hükmü ile o rızık, taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Beşerin su-ihtiyarı karışmazsa, o zaruri rızkı her halde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeğe mecbur olmaz.

3041- İkincisi: Rızık-ı mecazidir ki, su-i istimalat ile hacat-ı gayr-ı zaruriye hacat-ı zaruriye hükmüne geçip görenek belasiyle tiryaki olup, terkedemiyor. İşte bu rızık, taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip, zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar manen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz menhus malı alır. Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm; o gayr-ı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acib bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır.

Çünki اِنَّ الضَّرُورَةَ تُقَدَّرُ بِقَدْرِهَا sırrıyla: Haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir; fazlasını alamaz. Evet muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmiyecek kadar yiyebilir. Hem yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.” (L.142)

3042- Hem “şimdi malda ve rızıkta hileler ile, su’-i istimal ile, rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahib olmadığı ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı; ya zulüm ile -haram karıştırmakla- ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor.” (E.L.I33)

3043- “Madem rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenab-ı Haktır; O hem Rahim, hem Kerimdir. Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-ı meşru bir tarzda yüz suyu dökmekle; vicdanını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip menhus, bereketsiz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir.

Evet ehl-i dünya, hususan ehl-i dalalet; parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrib etmeye bazan vesile olur. O pis hırs ile, gazab-ı İlahîyi kendine celbeder ve ehl-i dalaletin rızasını celbe çalışır.

Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalaletin münafıkları, sizi insaniyetin şu zaif damarı olan tama’ yüzünden yakalasalar; geçen hakikatı düşünüp, bu fakir kardeşinizi nümune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle te’min ederim ki: Kanaat ve iktisad; maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı te’min eder. Bahusus size verilen o gayr-ı meşru para, sizden ona mukabil binkat fazla fiat istiyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’aniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki; her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.” (M.418) (Bak: 990.p.)

3044- Hem “rızık-ı helal, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat’i; iktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dîk-ı maişeti; hem zekavetsiz balıkların semizliği ve zekavetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücutça zaifliğidir. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile makusen mütenasibdir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtela olur.”  (S. 64)

3045- Kur’anda rızıkla alâkalı çok âyetler vardır. Ezcümle aşağıdaki (51:56-58) âyetlerindeki mana inceliği hakkında Bediüzzaman Hazretleri bazı mühim vecihlerini şöyle beyan ediyor:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ *مَا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ* اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ

“Şu âyet-i kerimenin zahir manası çok tefsirlerin beyanına göre yüksek i’caz-ı Kur’anîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’anın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç veçhini icmalen beyan edeceğiz.

Birincisi: Cenab-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazan kendisine isnad eder. İşte burada da: “Resulüm size vazife-i risalet ve tebliğ-i ubudiyet hizmetine mukabil sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it’am istemez” manasında, “Ben sizi ibadet için halketmişim, bana rızık vermek ve it’am etmek için değil” mealindeki âyet, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a ait it’am ve irzakı murad etmek gerektir. Yoksa gayet bedihi bir malumu i’lam kabilinden olur; i’caz-ı Kur’anın belagatına uygun gelmez.

3046- İkinci Vecih: insan rızka çok mübtela olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerime diyor ki:

“Siz ubudiyet için halkolunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhde ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, adeta bana ait rızık ve it’amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünki Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terketmeyiniz!” Eğer bu mana olmazsa, Cenab-ı Hakk’a rızık vermek ve it’am etmek muhaliyeti bedihi ve malum olduğundan, i’lam-ı malum kabilinden olur. İlm-i belagatta bir kaide-i mukarreredir ki: Bir kelâmın manası malum ve bedihi ise, o mana murad değil, onun bir lâzımı, bir tabii muraddır. Meselâ, sen birisine desen: “Sen hâfızsın.” O malumunu i’lam kabilinden olur. Demek maksud manası budur ki: “Ben senin hâfız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.

İşte bu kaideye binaen âyet, Cenab-ı Hakk’a rızık vermeyi ve it’am etmeyi nefyetmekten kinaye  olan mana şudur: “Bana ait olup ve rızıklarını taahhüd ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halkolunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.”

3047- Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas’ta nasılki (112:3) لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ zahir manası malum ve bedihi olduğundan, o mananın bir lâzımı muraddır. Yani: “Valide ve veledi bulunanlar İlah olamazlar” manasında ve Hazret-i İsa (a.s.) ve Üzeyr (a.s.) ve melaike ve nücumların ve gayr-ı hak mabudların uluhiyetlerini nefyetmek kasdıyla, ezelî ve ebedî manasında Cenab-ı Hakk’ın, لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ  gayet bedihi ve malum hükmettiği gibi, aynen onun gibi; bu misalimizde de “rızık ve it’am kabiliyeti olan eşya, İlah ve Mabud olamazlar” manasında Mabudunuz olan Rezzak-ı Zülcelal sizden kendine rızık istemez ve siz onu it’am için yaratılmamışsınız mealindeki âyet; rızka muhtaç ve it’am edilen mevcudat, mabudiyete lâyık değiller demektir.” (L. 268)

3048- Elhasıl: Herbir canlının varlığı ve hayatiyetinin devamı ve mukadder kemalatına vasıl olması için muhtaç olduğu -maddi ve manevi- her türlü ihtiyaçları demek olan rızkı, Allah’dan başka hiçbir kimsenin vermeğe iktidarı olmaz. Ancak şu cihet var ki:

Allah’ın halkettiği sayısız ni’metlerin kıymetlerinin bilinmesi ve hamd ve şükür etmek vazifesinin unutulmaması gibi pekçok hikmetler için, rızkın elde edilmesini Cenab-ı Hak zahiren sebeblere bağlamış ve o sebeblere göre lâzım gelen çalışmaya insanları mükellef kılmış ve onları, çalışmadan fıtrî bir tarzda rızıklandırdığı ana karnındaki yavrular veya ağaçlar gibi rızıklandırmamıştır. Eğer hayat için gerekli bir nimet olan güneşin, belli vakitlerde doğup batması gibi, insanların diğer rızıkları dahi öylesine muayyen olarak verilse idi veya her an muhtaç olduğumuz hava gibi gayet bol olsa idi, şimdi nasıl ki büyük bir ni’met olan güneşin doğması için Cenab-ı Hakk’a dua ve iltica etmek ve doğduğu  zaman şükretmek çok defa yapılmadığı gibi, bu ni’metlere karşı dahi vazife-i asliye olan hamd ve şükrü ve Cenab-ı Hakk’a ilticayı ekser halk çok kere unutmuş, gaflet ve isyana dalmış olurlardı.

Evet وَلَوْ بَسَطَ اللّٰهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِه۪ لَبَغَوْا فِى اْلاَرْضِ وَلٰكِنْ يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَايَشَٓاءُۜ ( 42:27 ) gibi âyetlerden anlaşılıyor ki; eğer rızık -havanın her yeri kapladığı gibi bol verilseydi-, insanlar şükrü unutup isyana dalacaklardı. Kur’an müteaddid âyetlerde de bu hakikatleri mükerreren bildirir.

Bir atıf notu:

-Lüks ve konforlu hayatın gaflet verdiğine dair bir âyetin işareti, bak: 2289.p.

3049- Rızkın insalar arasında müsavi olmaması ve zengin fakir sınıflarının bulunması da hikmetlidir. Zira iyilik eden ve edilenler arasındaki beşerî hayat ve iş münasebetlerinde adalet, şefkat, muhabbet, hürmet ve itaat gibi seciyeler, bu iki sınıfın bulunması ile tezahür edebilir. Eğer zengin fakir sınıfları bulunmasaydı, beşerin mezkûr  yüksek seciyeleri tahakkuk etmezdi. Meselâ acınacak kimseler olmazsa, acıyan da olamaz. O halde şefkat hissinin ortaya çıkıp bilinmesi elbette mümkün olmazdı ve hakeza… Âlemde büyük ölçüde hakaik-i nisbiye hükümrandır.

Nitekim, bu hakikat Kur’anda (43: 32) âyetinde pek derin ve küllî manasıyla ifade ediliyor.

Ancak şu cihet var ki; sebebler arasında hükmünü icra eden hikmet-i İlahiyenin mezkûr tecellisini idrak etmek, ancak iman şuuru ile olur. Yoksa maddi sebebler içinde boğulan insan aklı, bu hakikatları idraktan âcizdir. 34. Surenin 36. âyeti ve 39. Surenin 52. âyeti derin ve küllî manasıyla bu hakikatı da ders veriyor.

3050- Evet yerlerde ve göklerdeki bütün fıtrat kanunlarına sahib olmayan ve küreleri döndürüp mevsimleri getiremeyen, Güneş’i halkedip Arz’a bakan vazifelerinde tavzif edemeyen; rızık olarak bir elmayı dahi yapamaz. Çünki her şey gibi bir tek elma dahi bahar tezgahında yapılır. Öyle ise, her bir canlının rızkını vermek sadece kâinatın sahibine hastır. Yağmur duası hakkında sorulan bir suale verdiği cevabın bir kısmında bu hakikatı gayet güzel ifade eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir, fakat asıl hakiki, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun ta’yinini veren, babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayinini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta en küçücük bir çocuk da -daima aç olduğu vakit validesine yalvarmağa alışmışken- o yağmur duasında küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manayı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir zat; hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faidesi olmaz. Öyle ise ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur.” (E.L.I 32) (Bak: 2842, 28432844.p.lar)

1  طَلَبُ الْحَلَالِ وَاجِبٌ عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ

2Yani ihtiyacat-ı zaruriyeden fazla olan kazanç, hayr u hasenat için olması halinde müstahsen olunca, bu çalışma, dinî hizmete takdim hakkını kazanmaz. Zira cihad-ı manevî olan dinî hizmetler, bu zamanda farz-ı ayndır ki, çok şeylerden önce tercihi gerekiyor. Bediüzzaman Hz. bu mevzuda şöyle diyor:

“Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur, belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir.” (H.Ş.143)

Bediüzzaman Hz. diğer bir beyanında ise: Tahrib kolay olduğundan bu zamanda yüzbinler tamiratçının ve millet ve hükümetin kendine yardım etmesinin zarureti ve ehl-i imanın da dine hizmeti dünya işlerine tercih etmelerinin vâcib, yani terkedilemeyen bir farz ve mükellefiyet olduğunu beyan eder. İfade aynen şöyledir:

“Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyede, bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüzbinler tamiratçı lâzım gelirken, hem benimle lâakal yüzer kâtib ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zaruri iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bakiyeye baktığı için hayat-ı faniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek ehl-i imana vacib iken…” (E.L. 51)

“Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder.” (K.L.105) diyerek, bu fitne asrında umum müslümanlar için dinî hizmetin elzemiyeti sarahaten ilân edilmektedir. Demek maişette ihtiyacât-ı hakikiyeden fazla olan kazancın tercihi, 3033/3.p.da beyan olunduğu üzere ve kazanç da meşru olmak şartiyle hem vesile-i hizmet-i diniye cihetiyle ve bir nevi taksim-ül a’mal kaidesi manasında olabilir. Bu tercih hususu, mü’minin kendi ihtiyar ve diyanetine bağlıdır. Ondan maddî yardım taleb olunmaz.

Mevzumuzla alâkalı bir atıf notu: Dünya işleri cihada mani olmamalı: Bak, 573,574. p.lar.

Mezkûr ikinci kazanç şekline bir örnek mânasında olarak, Bediüzzaman Hazretleri’nin Dar-ül Hikmet’te aldığı maaşın fazlasını, millete iade etmesi. Bak: Emirdağ Lâhikası-1 shf: 24 ve A. Badıllı Tarihçe shf: 458 (Hazırlayanlar)

3Bir hadis-i şerif: “Salih insan için salih mal ne güzeldir.” mealindedir. K.H. 2823 Kesb ve iktisabın farkı için: Bak, 23402342.p.lar. (Hazırlayanlar)

4Yani sefahet ve asrîliği terk ile meşru dairede yaşayanlar için, bu kazancın günahı ve sevabı olmuyor demektir. Fakat 3033/3.p.da anlatılan şekilde olsa, bir nevi ibadet olur. (Bak: 2793.p.) (Hazırlayanlar)

5K.H: hadis: 1640

 

Rüştü TAFRALI

www.NurNet.org

Rızık ve Ecel

İlahi kaza ve kader, bütün fiillerimize taallûk ettiği gibi, rızık ve ecelimize de taallûk etmiştir. Her şey gibi, rızık ve ecel de o İlâhî takdirden hariç kalamaz. Şimdi bu iki konuyu ana hatlarıyla ayrı ayrı inceleyelim.

1. RIZIK

a. Rızık ve Taksimatı:

Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi, Rezzâk, yâni rızık vericidir. Allah’ın diğer isimleri yanında Rezzâk isminin tecellîsi de O’nun takdiri ile olmaktadır. Hak Teâlâ, Hâlık (yaratıcı) ismini tecellî ettirmekle atomlardan sistemlere, çiçeklerden yıldızlara, mikroplardan arslanlara kadar çeşitli varlıklar yarattığı gibi, Rezzâk ismini tecellî ettirmekle de bütün hayvan nev’ilerine muhtelif rızıklar yaratmıştır. Her gün mesaiye başlayan sayısız kuşların, böceklerin, balıkların ve diğer hayvanların, hayatlarının devamlarına vesile olacak rızıklarını arayıp bulmaları, rızık dağıtma hâdisesinin başıboş ve tesadüfî olmadığını, bu dağıtımın ancak bir Rezzâk-ı Zülcemâl’in İlâhî takdiri ile yapıldığını göstermektedir.

“Ve her zîruhun rızkı tayin ve tahsis edilip kaza ve kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller var.”

Rızık taksimatı asırlar arasında da sözkonusudur. Her asırdaki insanlar ve hayvanlar kendilerine takdir edilen nimetlerle rızıklanmışlar ve dünyadan göçüp gitmişlerdir. Asırlar değişmiş, rızıklar ve rızıklananlar değişmiş, lâkin Rabbimiz yeni rızıklar ve rızka muhtaçlar yaratarak Rezzâk ismini daima tecellî ettirmiştir ve ettirmektedir. Rezzak isminin tecellisi Cennette de devam edecektir.

Şu kâinatta lütuf ve ihsanla dağıtılan rızıklardan faydalanan her bir hayat sahibi kendi çapında küçük bir kâinattır. Onun içinde de rızık bekleyen çeşitli âzalar ve her âzada muhtelif hücreler vardır. Arslanın rızkı ile balığın rızkı ayrı ayrı olduğu gibi, insan bedeninde de meselâ, bir göz hücresiyle beyin hücresinin rızkı birbirinden farklıdır. İşte, aldığımız gıdaların midemizde taksim edilmesi, her bir âzaya, hücreye lâyık ve münasip rızkın gönderilmesi ne kadar büyük bir rezzâkiyet hakikatidir! Bu hâdisenin her an, her hayat sahibinde meydana geldiğini düşündüğümüzde Rezzâk isminin azametli tecellisine bir derece bakabiliriz.

İşte, rızkın asırlar, nev’iler, âzalar ve hücreler itibariyle bu hârika ve hassas taksimatı Hâfız-ı Zülcelâl’in takdiri iledir. Bu İlâhî takdir, insanlar arasında da hikmetle bir rızık taksimatı yapmıştır. Her insanın ömrü boyunca alacağı rızık, Cenâb-ı Hak tarafından tâyin ve takdir edilmiştir. Kimse kimsenin rızkını yiyemez, sözü bu mânâyı ifâde etmektedir. Bu sözü, rızık takdir edildiğine göre, çalışmanın bir mânâsı yoktur, şeklinde anlamamak gerekir. Bu anlayış, İslâm’ın tevekkül esasına zıttır. Her hayat sahibi gibi biz de rızkımızın ne şekilde takdir edildiğini bilemediğimize göre, rızkın sebeplerine teşebbüs etmekle görevliyiz. Şu farkla ki, bu teşebbüsü biz irademizle yaptığımız halde, bir kuş veya bir arı aynı işi bir nev’i ilham ile yapmakta ve rızkını aramaktadır. Helâl dairede kalmak şartıyla, rızık için her türlü teşebbüsü yaptıktan sonra elde ettiğimiz netice için, Allah’ın takdiri böyle imiş, demek durumundayız.

b. Helâl ve Haram Rızık:

Bu dünya bir imtihan meydanı olduğundan, insan helâl ve haram rızık kazanmakta serbest bırakılmıştır. Tercih insana aittir. Lâkin Cenâb-ı Hak, insanlara helâl rızık kazanmalarını emretmiş, haram rızıktan onları men etmiştir. Bu hakikat, ilm-i kelâm âlimleri tarafından; “Zât-ı Akdes’in helâle rızası var, harama rızası yoktur,” şeklinde ifâde edilmiştir. Bazı kimseler bu ifâdeyi yanlış değerlendirmekte ve Cenâb-ı Hakk’ın haramla rızıklanmamıza rızası olmamasını, O’nun haramı yaratmaya rızası olmadığı şeklinde anlamaktadırlar. Bunun neticesi olarak, Allah’ın rızası olmadan hiçbir şey vücuda gelmeyeceğine göre, yukarıdaki ifâde yanlıştır, demektedirler. Hâlbuki şerrin işlenmesi şer olduğu halde, yaratılması şer değildir. Yâni, ‘Kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir.’ Meselâ, Cehennem’in yaratılması şer değil, hayırdır. Fakat oraya gitmeye sebep olan fiillere teşebbüs etmek şerdir. Hak Teâlâ Hazretleri’nin o fiilleri işlememize rızası yoktur. Nitekim onlardan bizi men etmiş ve azab ile tehdit buyurmuştur. Lâkin insanların bu tehditlere rağmen söz konusu fiillere teşebbüs etmeleri hâlinde, Cenâb-ı Hak, o fiillerin yaratılmasını İlâhî iradesiyle takdir etmektedir.

2. ECEL

a. Ecelin Mânâsı:

Ecel, vakit ve müddet mânâsına geldiği gibi, vaktin bitimi ve müddetin sona ermesi mânâsına da gelmektedir. Vakit tâyin edilmiş şeyler için, müeccel ifâdesi kullanılır. Her şey gibi insan ömrünün müddeti ve sonu da Allah tarafından takdir ve tâyin edilmiştir.

Ecelin takdiri, insan ömrüne bir müddet tâyin edilmesi demektir. Bu bakımdan ecel birdir, değişmez. Hastalıklar ve haricî müdahaleler ölüm için ancak birer zahirî sebeptirler.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Ehemmiyetli bir hikmet için, zahir nazarda mübhem ve gayr-ı muayyen tevehhüm edilen eceller ve rızıklar, ibham perdesi altında kaza ve kader-i ezelînin defterinde mukadderat-ı hayatiye sahifesinde her zîhayatın eceli mukadder ve muayyendir; tekaddüm, teahhur etmez.57

Kur’ân-ı Kerîm’inde ecelle ilgili bazı ayetleri takdim edelim:

“O öyle bir Rab’dır ki, sizi çamurdan yaratmış, sonra (her birinize) bir ecel tayin etmiştir.”58

“Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”59

“Hiçbir toplum ecelini geçmez ve ondan geri de kalmaz.”60

“Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Fakat onları belli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”61

“Allah insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır.”62

b. Ecel-i Kaza, Ecel-i Müsemmâ:

Ecel, ilm-i kelâm âlimleri tarafından ecel-i kaza ve ecel-i müsemmâ olmak üzere iki kısımda incelenmiştir. Ecel-i kaza, insanın dünyada yaşadığı müddet demektir. Ecel-i müsemmâ ise, insanın ölümüyle başlayıp kıyâmete, haşre kadar uzanan ve hesap gününde muhasebesinin tamamlanmasıyla son bulan müddettir.

Ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Ruh, insan bedenine girmeden önce hayat sahibi olduğu gibi, bedenden çıktıktan sonra da hayatı devam etmektedir. İşte, ruhlar âleminde yaratılan ve âhirette hayatı ebediyen devam edecek olan insan ruhunun, bu dünyada beden içerisinde geçirdiği müddete ecel-i kaza, ölümle başlayıp mahşerde hesabının tamamlanmasına kadar olan müddete ecel-i müsemmâ denmektedir.

Ecelin, vaktin bitimi mânâsına göre, ecel-i kaza dünya hayatının, ecel-i müsemmâ ise kabir âleminin sona ermesidir. Diğer bir ifâdeyle, ecel-i kaza kabir âleminin, ecel-i müsemmâ ise âhiret âleminin başlangıcıdır.

c. Sadakanın Ömrü Uzatması:

Sadaka, zengin Müslümanların servetlerinin bir kısmını, sırf Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine ikramda bulunmaları ve mallarından tasadduk etmeleridir.

Zekât İslam’ın şartlarından biri olup, hicretin ikinci senesinde oruçtan evvel farz kılınmış ve otuzdan fazla ayette zikredilmiştir.

Zekât ve sadaka, Allah’a iman ve muhabbetin derecesini artırır; huzur ve saadetin kaynağı olur. Toplum hayatındaki intizam ve asayişi temin eder. Toplum hayatını zehirleyen hased, kin ve nefret gibi kötü hasletleri ortadan kaldırır. Çünkü insanların yükselmesine engel olan ve o toplumu isyan ve ihtilaf gibi felaketlerden muhafaza eden en tesirli ilaç sadaka ve yardımlaşmadır. Böylece, fakirlerden ve yardıma muhtaç olanlardan zenginlere karşı hürmet, itaat ve muhabbet meydana gelir.

Cenab-ı Hak, hikmetiyle kimi insanları zengin, kimini de muhtaç etmiştir. Zenginleri malla, fakirleri de sabırla imtihana tabi tutmuştur. Bütün bunlar ilahi hikmetin birer muktezasıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Bir hurmanın yarısı ile de olsa cehennemden korunun! Onu da bulamazsan taltif ve güzel söz ile…”

Evet, sadaka, cehennem ateşine bir perdedir. Sadaka, insanın başına gelebilecek bir çok bela ve musibetlerden onu muhafaza eder.

Bir başka hadis-i şerifte ise:

“Kim, helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse, -ki Allah, helalden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi adına ihtimamla büyütür.”

buyurmuşlardır.

Evet, toprağa atılan bir çekirdeğe bedel, senelerce meyve veren bir ağacı, bir yumurtadan bir tavus kuşunu ve bir damla sudan büyük bir veliyi yaratan Allah, elbette ki, insanların yaptığı hayır ve hasenatın karşılığını da kat kat verecektir.

Yahya Bin Muaz: “Sadakadan başka ağırlıkta dünya dağlarına denk gelecek hiçbir ‘dane’ düşünemem.” demiştir.

Ancak, böyle mühim sevaplara nail olmanın şartı, verdiği sadakadan dolayı minnet ve eza etmemek ve gururlanmamaktır. Yoksa taş üstüne atılan ve zayi olan bir tohum gibi, o sadaka ve yapılan iyilik de zayi olur. Bu husus Kur’an’ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:

“Bir tatlı dil, bir bağışlama, arkasından incitmenin geldiği sadakadan daha hayırlıdır. Allah, Gani’dir, Halim’dir.” 63

“Ey iman edenler, sadakalarınızı, başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Tıpkı malını insanlara gösteriş için dağıtan; Allah’a ve ahiret gününe inanmayan herif gibi. Artık onun durumu, üstünde biraz toprak bulunan ve üzerine bir sağnağın inip kendisini bütün yalçınlığı ile ortada bıraktığı bir kaya gibidir. Böyle kimseler, yaptıklarının hiçbir yararını görmezler. Allah, inkârcılar topluluğunu doğru yola çıkarmaz.”64

Cenab-ı Hak, sadaka veren mü’minleri şöyle meth-ü sena etmektedir:

“Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar varya, onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” 65

“Şüphesiz sadaka veren erkek ve kadınlara ve Allah’a güzel ödünç verenlere, verdikleri kat kat artırılır; bir de onlara pek hoş bir mükâfat vardır!” 66

“Mallarını Allah yolunda harcayan, verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve gönül incitmeyen kimselerin Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”67

Başkalarını teşvik etmek için sadakanın açıktan verilmesi uygun olsa da en güzeli ve en efdali onu gizli vermektir. Hatta bazı büyük zatlar, sadakaların başkalarının aracılığıyla vermişlerdir ki, sadakayı alan kimse kendilerine karşı mahcup olmasın. Bir ayette bu husus şöyle ifade edilmektedir:

“Sadakaları açık verirseniz, o ne iyi ve eğer onları gizler de fakirlere öyle verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” 68

Sadaka ile ilgili bu kısa bilgilerden sonra, sadakanın ömrü uzatması meselesine değinelim: Bazı kimseler Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in:

“Sadaka belâyı def eder ve ömrü uzatır.”

hadîs-i şerifini ileri sürerek, ömrün uzayabileceğini ve dolayısıyla da ecelin değişebileceğini iddia ederler. Önce şunu belirtelim ki, sadakanın ömrü uzatmasının hakikati ne olursa olsun, neticede insanın ölümü söz konusudur ve bu ise Allah’ın malûmudur. Bu noktadan, onun ölüm vakti ve dolayısıyla da ömür müddeti Allah tarafından takdir edilmiş olup bunun değişmesi mümkün değildir. Meselâ, bir kimsenin verdiği bir sadaka ile ömrünün iki yıl uzadığını farzedelim. Bu şahsın sadakayı verirse ömrü elli sene, vermezse kırk sekiz sene, şeklinde olsun. Cenâb-ı Hak o şahsın sözkonusu sadakayı vereceğini bildiği için ömrünü elli sene olarak takdir etmiştir. İşte bu ecel değişmez.

Yukarıda takdim ettiğimiz hâdîs-i şerîf ile Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mü’minleri hayra teşvik etmekte ve aralarındaki sevgi bağlarını sadaka ile perçinlemektedir. Sadakanın belâyı def etmesi, Allah-u Zülcelâl’in lütfu ve ihsanıdır. Verdiğimiz sadakaların ne gibi belâların def’ine vesile olduğu ise, bizim meçhûlümüzdür. Verdiğimiz sadakalarla ve yaptığımız hayırlı hizmetlerle başımıza gelecek birçok belâların def’ine sebep olmaktayız. Vücuda gelmediği için bilemediğimiz bu belâların def’i, bizim için ayrı bir nimettir. Sadakanın ömrü uzatmasını kelâm ilminin büyük âlimlerinden Teftazânî Hazretleri, Şerh-i Akaid adlı eserinde çeşitli yönleriyle izah etmiştir:

Ömrün uzamasından maksat, ömrün bereketlenmesidir. Âhirete hayır ve hasenat için verilmiş bir sermaye olan insan ömrünün uzaması, bu sermaye ile daha çok kâr elde etmek mânâsınadır. Buna göre ömrün müddetinde bir değişme olmasa da, sadaka yoluyla mahsulünde bir artma olması ömrün uzaması demektir. Bunu bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Bir ağacın her baharda dört bin meyve verdiğini ve ömrünün on sene olduğunu farzediniz. Cenâb-ı Hakk’ın ağaca lütuf ve ihsanıyla baharlardan birinde dört bin yerine sekiz bin meyve verdirmesi hâlinde, ağacın ömrü mânen bir yıl uzamış demektir. İşte sadaka da insan ömrünün verimini artıran güzel bir vasıtasıdır. Ve bu mânâda ömrü uzatmaktadır.

Yukarıdaki hakikati Teftazânî Hazretleri şu şekilde ifâde etmiştir:

Sadaka, ömürden maksûd-u ehem (en önemli gaye) olan şeyi ziyade ediyor (artırıyor). O da amel-i sâliha ile kemâle ermektir. Çünkü insanlar nefislerini kemâle ve iki dünya saadetine salih ameller ile getirebilirler.

Sadakanın ömrü uzatmasının diğer bir mânâsı, rızıkta berekete ve ömrün huzur ve sürûr ile geçmesine vesile olmasıdır.

Başka bir mânâ da ömrün uzaması, ölümden sonra hayır ve hasenat defterinin kapanmamasıdır. Bilindiği gibi, sadaka mal yanında ilim ve irfan ile de olmaktadır. Mü’minlere faydalı bir eser neşreden bir âlimin sevap defteri ölümüyle kapanmaz. Bu ise onun ömrünün uzaması demektir. Zira ömrü uzadıkça hayır ve hasenatına devam edecek olan o zât, aynı işi ölümden sonra da yapabildiğine göre mânen hayattadır demektir.

Ayrıca, Müslümanların vücuda getirmiş oldukları kütüphaneler, kervansaraylar, medreseler, vakıflar, çeşmeler ve medreseler de hayır defterinin kapanmamasına sebeptir. Bütün bunlar İslamiyet’in emretmiş olduğu tasaddukun, lütuf ve ihsanın birer neticesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih evlat.”

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

57. Şualar
58. En’am Suresi 6/2.
59. A’raf Suresi 7/34.
60. Hicr Suresi 15/5.
61. Nahl Suresi 16/61
62. Zümer Suresi 39/42.
63. Bakara Suresi, 2/263.
64. Bakara Suresi 2/264.
65. Bakara Suresi, 2/274.
66. Hadid Suresi, 57/18.
67. Bakara Suresi, 2/262.
68. Bakara Suresi, 2/271.

Rızıkta İki Tercih

Zariyat/58 ve Hûd/6 surelerindeki ayetlerde hakikî rızkın Allah’ın taahhüdü altında olduğu ifade edilir. İnsanın hatalı seçimi karışmadığı müddetçe doğru tercihlerle rızkını bulacak, namus ve izzetini muhafaza edecek.

Risale-i Nur’da rızk-ı mecazî olarak ifade edilen hakiki olmayan rızkın temininde insanın hatalı tercihleri ile muhtemel sıkıntıları anlatılır ve doğru davranışa işaret edilerek ubudiyet çizgisine çekilir.

Rızıkta hatalı tercih zan ile başlar, anlayışla gelişir tahrik ile uygulanır. Zannı besleyen ihtiyaç duygusu kişinin anlayışını nefisten gelen baskın tahriklerle dışa yansıtır. Zarurî olmayan ihtiyaçlar kesin ihtiyaç sınıfına dâhil edilir. Çevrenin tesiri, gelenek ve göreneğin etkisiyle alışkanlık oluşarak terk edilemez hâle geliyor. İşte bu mânâdaki rızık anlayışı ayette söz edilen kısımdan olmadığı için, elde edilmesi çok pahalıya mal olmaktadır. Mahlûkatın sultanı olan insanın izzeti, hakikî olmayan rızkın temininde rencide edilerek zillete düşürülmektedir. Bazen alçak insanların ayaklarını öpmek anlamındaki mânevî dilencilik vaziyeti, bazen de ebedî hayatının nuru olan mukaddes değerlerini feda etmek suretiyle o bereketsiz uğursuz malı alır.

İnsanların sıkıntılı ve yoksulluk zamanında aç ve muhtaç olanların elemlerinden vicdan sahibi olanlar o garibanlara acımasıyla meşrû olmayan kazançlarındaki lezzetini acılaştırıyor. Böylesine acip bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde almayı yeterli görüp fazlasından sakınmak lâzımdır. “Haram maldan zaruret derecesinde alınır, fazlası alınmaz.” kuralı istikametince gerçekten zor durumda kalan bir insan ölmeyecek kadarını alır, tok oluncaya kadar yiyemez. Hem, yüz aç insanın gözleri önünde tam bir lezzetle yenilmez.

Karşılaşılan sıkıntıları zaruret derecesinde görerek verilen fetvaya uydurulup haramı helale dönüştürmeye gerekçe olamaz. Her sıkıntı zaruret derecesinde değildir. Zaruretin derecesi gayet açıktır o da “ölmeyecek kadar”ıdır. Her sıkıntı ölümcül değildir. Diğer taraftan hayatın bütünüyle imtihan olduğu hatırdan hiç çıkarılmamalıdır. Allah’ın isin ve sıfatlarının eşya ve hadisede tecelli ederken bizim üzerimizde de tecelli ettiğini unutmamalıyız. Cennetin ucuz olmadığı anlayışı bu sıkıntılarda dayanma gücümüze güç katmalıdır. Cehennemin lüzumsuz olmadığı anlayışı ise sakınmaya gayret vermelidir. Sıkıntılarda sabrı iyi anlayarak yerinde kullanmak en etkili ve en doğru davranış biçimidir. Öfke patlamalarından, tepkisizlik ve vurdumduymazlığa kadar tepki tercihlerinde sabır çok önemlidir.

Rızkın kazanılmasında sabır yerinde ve doğru kullanılması ile hakikî rızık tercihi ile kul, hasenatı Rabbinin bir ikramı bilir ve şükreder. İktisat ederek ailecek karşılaşacağı sıkıntılara dayanır. Tedbirle beslenen şükürle bereketlere nail olur. Hayatı istikamete girer.

Mehmet Çetin

www.mehmetcetin.de

Yağmuru Kim Yağdırıyor?

Hudeybiye Yılıydı. Peygamber Aleyhisselam ve ashabı, Medine’den sefere çıkmışlardı. Gece olduğunda yağmur yağdı. Sabah hep birlikte namaz kıldılar. Peygamber Aleyhisselam namazdan sonra ashabına şöyle dedi: “Bilir misiniz Rabbiniz ne buyurdu?” Ashab: “Allah ve Resulü en iyi bilendir!” dediler. Peygamber Aleyhisselam sözlerine şöyle devam etti: “Allah şöyle buyurdu: Kullarımdan kimi bana iman etti, kimi de kâfir oldu. Her kim, Allah’ın rahmeti, Allah’ın rızkı ve Allah’ın lütfu ile üzerimize yağmur yağdı dediyse; işte o, Bana iman etmiş oldu. Her kim, de filan yıldızın tesiriyle üzerimize yağmur yağdı (veyahut, tabiat yağdırdı, bulut yağdırdı, bu iş sadece bir gök olayıdır.. vs.) dediyse işte o da yıldıza iman etmiş, Bana iman etmemiştir”

Selim Gündüzalp

Ya İlâhi

Yüce Allah’ın adıyla, başlayalım her söze
Ebediyen zeval olmaz, O’na ağlayan göze

O ilâh ki esirgeyen ve de bağışlayan Zat
O’na açılan ellere, vermektedir kat be kat

O ilâh ki dergâhına, geleni boş çevirmez
Adalet ile hükmeder, zulmedenleri sevmez

O ilâh ki hep var idi, var olacak her zaman
O’dur âlemlerin Rabbi, O’dur Rahim ve Rahman

O ilâh ki darda koymaz, O’na şükredenleri
Cennetine dâhil eder, O’nu zikredenleri

O ilâh ki ezelidir, O’nun için son yoktur
Âlemlere rahmet eder, çünkü rahmeti çoktur

Ya ilâhi günahkârım, affeyle günahımı
Kıyamet gününde kırma, kolumu, kanadımı

İnandım ki ilâh sensin, hüküm yalnız senindir
Bağışlamak Sana mahsus, hata yalnız benimdir

Ya ilâhi hatalıyız, yakma bizi narınla
Bize rahmini ihsan et, yandır bizi nurunla

Gönüllere sevgi veren, Yüce Rahman adındır
Âlemleri kucaklayan, lütfünle rahmetindir

Rahmedersin mahlûkata, rızık ikram edensin
Rızan için sevenlere, sevgiyi lütfedensin

Ya ilâhî Rahim sensin, rahmeyle müminlere
Cennetini nasip eyle, mümin ins ve cinlere

Senin sonsuz merhametin, kuşatmış her zerreyi
Yüce sevgi ve şefkatin, doldurmuş yer küreyi

Kâinat senin mülkündür, hakiki Melik Sensin
Hükmedersin âlemlere, onları yönetensin

Bir ömürlük misafiriz, sonra göçer gideriz
Bizi bekleyen mekâna, burdan uçar gideriz

Tanyeri senin kulundur, ister merhametini
Bütün cümle mahlûkata, bahşeyle rahmetini

Ahmet Tanyeri – Diyarbakır

www.NurNet.org