Etiket arşivi: ruh

Merak Edenler İçin Ruhun Anatomisi

Ruh, maddi vücudu idare eden ilahi bir kanundur. Başka bir ifade ile ruh; Allah’ın kanunu, beden ise Onun mahlûkudur. Cenab-ı Hak, bu bedeni o kanunla tanzim ve idare ediyor. Ruh, tamamen soyut değildir. Kendisine has lâtif, nurani ve münasip bir libası vardır.

Ruh; varlığı malum, mahiyeti meçhul olan varlıklardandır ve ancak bedene olan yansımaları ile bilinebilir. Ruh, kendisine verilen maddi ve manevi cihazlarla iş görür. Mesela: “göz öyle bir hasse/organdır ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.” Demek gören göz değil; ruhun kendisidir. Göz ise ruhun penceresidir. Yüzdeki gülümseme, ruhun sevincinden haber verdiği gibi, gözden akan yaş da ruhun üzüntüsüne işaret eder. Hayati özelliklerin ve faaliyetlerin faili ruhtur, vücut ise bir alettir.

Beden ile ruhun münasebeti ampul ile elektrik gibidir. Ampul kırılsa da elektrik yok olmuyor, var olmaya devam ediyor. Görünmese de biliriz ki elektrik hala vardır. Aynen öyle de insanın ölmesiyle ruh vücuttan çıkar. Fakat var olmaya devam eder. Bir insan, nerede ve nasıl ölürse ölsün gözünü berzah âleminde açar. Ölüm hadisesi ile ruhun berzah âlemindeki hayatı başlar. Berzah âlemindeki ruhların bizimle münasebetleri devam eder. Bizim manevi hediyelerimiz onlara gider. Onların nurani feyizleri bize gelir.

Beden ile ruhu, ev ile evdeki insana veya tezgâh ile ustaya da benzetebiliriz. Beden hizmetçi, ruh ise efendidir.  Ceset, ruh ile kâimdir/ayaktadır. Ceset, istediği gibi toplanıp dağılsın ruhun istiklâliyetine yani bağımsızlığına zarar vermez. (Nursi, Sözler, sy. 517)

Bedendeki ruhun, nefis adındaki bir rakibi ve takipçisi vardır. Ruh ile nefis arasında ters orantı vardır. Bu durum kendini duygu, ihtiyaç, arzu ve isteklerde gösterir. Ruha gıda olan meşguliyetler, nefse ağır gelir. Mesela: Ramazan ayındaki manevi ve feyizli atmosfer sayesinde kalp ve ruh masumane gülerken, nefis bu durumdan dolayı zorlanır/rahatsız olur ve oruçtaki açlıkta asıl darbeyi nefis yer.

Ruh, lehimizedir ve Rahmanî’dir; nefis ise aleyhimize olup hayvanîdir. Günahlar, nefsi rahatlatır; ancak ruhu daraltır. En ufak bir yara bile vücudumuzu rahatsız ettiği gibi en küçük bir günah bile ruhumuzu incitir.

Bedenin; verem, siroz ve kanser gibi hastalıkları olduğu gibi ruhumuzun da kibir, gurur, haset ve ümitsizlik denilen hastalıkları vardır. Günümüzün en yaygın hastalığı olan depresyon, ruhun preslenmesinden başka bir şey değildir.

Ruhen doyuma ulaşmış bir insan, iç huzuru kazanır. Az şeyle de mutlu olmayı bilir. Kendisi ve çevresi ile barışık olur. Aksi halde kalp ve ruh aç ise, mal mülk zevk vermez. Vahye tâbi olmayan bir ruh, habisleşmeye ve hırçınlaşmaya mahkûmdur. (Akça, Kutsal Bahçe, sy. 36)

Ruhun ırkı yoktur. Irk vücutla ilgilidir. Vücudun akıbeti ceset olmaktır. Cesedin kabirdeki akıbeti de malûmdur. Önemli olan, bâki olan ruhumuzu, iman ve ibadetle, ilim ve irfanla, muhabbet ve marifetle cennete lâyık bir hale getirmektir. Irkçılık tamamen dünyevi ve gayr-ı meşru bir ideolojidir.

Ruh, maddiyattan ve kayıtlardan azadedir. Hayal ve tasavvur edilmekten münezzehtir. İlahi bir emirdir. Akıl, ruhun kandilidir. Onu ışıklandırır. Ruhun var oluş gayesi ise, bu ışıklarla yani akıl feneri ile Allah’ın kâinattaki cemalini müşahede etmektir. (Gazali, Ölüm ve Ötesi, sy. 101)

Manen terakki etmeyen insanlarda ruh cesede tâbidir. Ancak marifetullahta ve maneviyatta yol almış olanlarda durum tersine döner ve ruh cesede hâkim olur. Böyle Allah dostları, izn-i İlahi ile maddiyat ve kayıtlarından sıyrılırlar. Neticede bizim kalben inandıklarımızı onlar gözle müşahede edebilirler.

Ruh ile beden, kuş ile kafese benzer. Dolayısıyla “ölüm, ruhun ceset kafesinden kurtuluşudur. Bu yüzdendir ki ehl-i iman için “dünya, bütün güzellikleri ile beraber ahirete nispeten bir zindan hükmündedir.”

Sonuç olarak, yazımızın başlığı olan “ruhun anatomisi” her ne kadar iddialı bir ifade gibi görünse de her konuda olduğu gibi bu konuda da asıl bilgi Allah’ındır. Zira şu ayet-i kerime de bu manaya dikkat çeker: “Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.” (İsra, 17/85)

İbrahim Yardım – Zafer Dergisi

 

Faydalanılan kaynaklar:

1. Akça, Eymen, Kutsal Bahçe, Harf Yayınları, İstanbul, 2015.

2. Başar, Alaaddin, Ruh ve Mahiyeti, www.sorularlaislamiyet.com, erişim: 05/09/2018,10:45.

3. İmam-ı Gazali, Ölüm ve Ötesi, Sağlam Yayınevi, İstanbul, 1999.

4. Nursî, B. Said, Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.

5. Yazır, M. Hamdi, K. Kerîm ve Yüce Meali, Ravza Yayınları, İstanbul, 2011.

Ruh Yorgunluğu

İnsan hayatının her döneminde aynı ruh haline sahip değildir. Dönem dönem yaşanan olaylar, sıkıntılar, iş temposu, kayıplar, travmalar ve değişiklikler dolayısıyla eskisine oranla daha yorgun ve isteksiz olabilir. Bu durum kişiden kişiye farklılık gösterebilir.

Her insan ruhsal olarak kendini daha yorgun hissettiği dönemlerden geçer. Birikmiş zihinsel ve duygusal zorlanmalar, ertelenmiş, üstü kapatılmış yaşanmışlıklar ruh yorgunluğuna sebep olabilir.

Sorumluluk alanlarının haddinden fazla geniş tutulması, kendine ait olmayan sorumlulukları taşıma, sınır koyamama ve mükemmeliyetçi kişilik yapısı da zaman içinde ruhsal yorgunluk yapabilir.

Ruh yorgunluğu geniş kapsamlı bir kavramdır. Kendini farklı şekillerde ifade edebilir. Bazen bedensel hastalıkların diliyle bizimle konuşur. Hayatımızı yavaşlatmamızı, kendimize daha şefkatli davranmamızı söyler. Kronik hastalıklar ve sebebi tıbbi olarak bulunamayan rahatsızlıkların bir çoğunda ruhsal bir yorgunluk ve zorlanmadan söz edebiliriz.

Zihin yorgunluğu; zihinsel olarak çok yüklenmek ve zorlanmaktan kaynaklanabilir. Kişinin uzun saatler zihinsel olarak çalışması gereken durumlarda daha fazladır. Dinlenme ve mola vakitleri olmayan, sağlıklı çalışma saatlerinin düzenlenmediği işlerde çalışanlarda zihinsel yorgunluk daha fazla görülebilir.

Tükenmişlik sendromu ise, kişinin belli bir dönem içinde kendini yorgun, bitkin, enerjisiz ve isteksiz hissetmesi halidir. Ruh yorgunluğu kavramı tüm bunları kapsayan daha geniş bir anlamı ifade etmektedir.

Ruhsal olarak kendini yorgun hisseden insanlar hayata eskisi gibi bakmakta ve devam etmekte gerekli enerjiyi bulmak noktasında zorlanırlar. Adeta güçlerinin tükendiğine, eskiden kolaylıkla yaptıkları işleri yapamayacaklarına inanmaya başlarlar. Eskiden sevdiği şeyler artık zevk vermemeye başlar. Vücuda yansıyan ağrı ve yorgunluklar dinlenmekle geçmez. Tüm vücutta ve zihinde hissedilen bir yogunluk halini alır. Geleceğe yönelik olumlu duygular beslemek ve planlar yapmak konusunda istesizlik hâkimdir. İnsan ümidinin azaldığını hisseder. Hayatın anlamı ve anlamlı yaşamak konusunda kendini daha karışık hisseder.

Ruh yorgunluğu yaşayan insanlar, kendilerine ait olmayan sorumlulukları üstlenen, fazla verici, karşısındakinin beklentisine daha o söylemeden giren, hayır diyemeyen, kendine mutlu olabileceği alanlar bırakmayan, insanlar tarafından işgal edilmeye açık, onaylanmaya ihtiyaç duyan ve bu sebeple insanlara sağlıklı sınırlar çizemeyen kişilerde daha fazla görülür.

Aynı olaya maruz kalmış kişilerde farklı tepkiler oluşabilmektedir. Aynı olay bir insan için ciddi ruhsal travmalara yol açarken, diğer bir insan için güçlendirici etki yapmaktadır. Yaşadıklarımızı nasıl ve hangi kelimelerle yorumladığımız, ne hissedeceğimizi de etkiler.

Ruh yorgunluğu yaşayan bir kişinin çevresinden en büyük beklentisi anlaşılmaktır. Nasihat ve akıl vermeler, durumu hakkında küçümseyici yorumlar yapmak genelde daha olumsuz sonuçlar verir. İnsanın insana yapabileceği en büyük cömertlik, kabul eden bir dille, yargılamadan dinlemektir. Bazen sadece anlayışlı bir duruşla dinlemek ve yanında olduğumuzu hissettirmek bile tek başına iyi gelir.

Ruh ve beden fıtri akışının dışında yaşamaya zorlandığında adeta insanla konuşur. Bir şeylerin yolunda gitmediğini, fıtri dengeyi tekrar yakalaması gerektiğini söyler. Hastalıklar ve ruhsal olarak yaşadığımız sıkıntılar çoğu zaman bir mesaj niteliğindedir. İnsanın kendiyle ve Rabbiyle iletişimin zayıfladığı, içindeki sesleri doğru okuyamadığı ve Rabbiyle mesafelerinin arttığı dönemlerde ruhsal zorlanmalar daha fazla yaşanır. Yaşanan zorluklar, insana manevi olarak kayıplarını tekrar telafi etmesi için iyi bir fırsat olarak algılanmalıdır.

Ruh yorgunluğu yaşayan bir kişi hayatını yeniden gözden geçirmelidir. Adeta ruhsal bir check-up’tan geçmelidir. Yaşadığı yorgunluğu bir mesaj olarak yorumlamalı, hayatında gerekli değiklikleri yapmak için doğru okumalar yapmaya çalışmalıdır. Gereksiz yükleri bırakmak, sağlıklı sınırlar koymak, kendisine iyi gelebilecek iyi ruhlu insanlarla görüşmek, ruhunu dinlendirecek faaliyetlere zaman ayırmak, insanların haddini aşan beklentilerine hayır diyebilmek gibi değişiklikler yapmalıdır.

Banu Yaşar – Zafer Dergisi

Mahşer

Hz. Mevlânâ’nın «Fiyhi mâ fîh» inde belirtdiği veçhile:

«toprağa hangi tohum atılırki toprak onu bize tekrar vermez».

Bioloji ilmini Hak ışığı altında dolaşan, bu cümlenin sırrını cemâdât, hayvanât ve ne­batat’da aynel yakin bulur. Bu yazımızla mah­şer sırrını yine Garb metodlarîle çözerek müstehzi münkirin dudağına çarpacağız.

Bu sayımızda dâvayı sırf fizik pencere­sinden müşahede edecek, gelecek sayımızda da metafizik analizleri toparlayacağız.

Natürel bilgilerin hayat hakkında son görüşleri şu cümlelerle ifâde olunabilir: Hayâtın ilk ana cüz’ü hücredir ve câmid mo­leküllerin suda eriyip iyonize olmasından meydana gelmiştir. Hayatî kimyanın pek ya­lan zamanlarda vardığı bu sır:

Ayet-i kerîmesinde en öz şekilde ışıklanmış değil midir ?..

Hücrelerin en İnce mimarîsi insanda, Prof. Scmvartz’ın dediği gibi: (Bu hücrelerin mânâ ahengi içinde dizilişinin ifâdesidir). Bu ahengin tam analizi Sûre-i Rahmanda en veciz şekilde ifâde edilmişdir.

Demek hayat, câmid cisimlerin bu âhenginden ibâretdir.. Ve ölüm bu ahengin başka mimarîsi.. O halde birçok ilim mürtecîlerinin sandığı gibi, hayat, rastlanması güç bir tesadüfün eseri değil; bilakis stabil kimyasına rağmen, dinamik bir ahengin ifadesidir.

Bu ifâdeyi bir kaç misâlle açıklayalım: Kimyaca terkibi mâlum olan yaprağın yeşil klorofili fen adamlarınca suni olarak yapıldı; fakat canlı (tabii) klorofil gibi Güneş ziya­sından istifâde edemedi, yâni câmid kaldı.

Spencer gibi bir çok ilim adamlarım, Hücre Ruhunu kabule mecbur tutan melkuh yumurtanın nesli meydana getirişi, misâlimi­zin en canlı delilidir. Şöyleki: Yumurta hüc­resi, rahim içinde veya dışında hiç bir tesirle husule getireceği neslin îmar işinde, velevki bir benin mevkiinde değişiklik yapacak kadar olsun, şaşırt ilam az. Çünki mânâ ahengi dizili­şini ihtiva eder [1].

Demek canlı olabilme, kimya hassaların­dan ziyâde cüzüler arasındaki bir sevgi sitesi­nin senboludur.

Diğer tarafdan son senelerde işaretli moleküllerle yapılan tecrübeler göstermişdir ki: hücre özü olan protoplazmada, gıda yolu ile alman azot, oksijen v.s. muayyen bir müd­det sonra yerlerini yenisine terk ederek vücûtden atılırlar. Yâni hücre her hafta bir yenilenme mahşeri içindedir. Demek hayat İçin kimyevî maddeler bir kerpicin Süleymâniyedeki rolü gibidir. Bütün şu ilmî kaideler­den çıkan netice şudur: Hayat, maddenin anâ­sırından ziyâde diziliş ahenginin ifadesidir. Bu oluş ve dağılış, büyük yaratıcı Rabbülâlemîn‘in tecelli titreşiminden ibâretdir.

Bir kemik parçasına bakıp, bunu canlı olacak dememek, bu gün fenni bir cehâletdir; o kemik, ahengi bozulmuş bir molekül yığını değil midir? Ve hiç bir kimya değişikliğine ihtiyâç kalmadan bu ahengin düzenlenmesi, bir tecelliye vâbestedir.

Buraya kadar yazımızla isbat etdik ki: öldükten sonra dirilebiliriz. Allah (C. C.) iste­diği an bu ahengi var veya yok edebilir.

Şimdi daha mühim bir hakikati belirte­ceğiz. Bu da yeniden dirilmenin muhakkak meydana geleceğine dâir fenni delillerdir.

Astronomi ve jeoloji ilimleri bize gösteri­yor ki, Arz için bir son, mecburidir. Ancak eski ilim adamlarının iddiaları, «Bir yılda çarpması, havanın donması» tatmin edici de­ğildir. Atom ve enerjiye ait yakin sırların çözülmeğe başladığı bu yıllarda, kıyamete dâir en uygun tahmin şudur: Atom, dolayısiyle madde muvâzenesinin madde aleyhine çözülmesi, Arzın sonunu ifâde edecektir ki; Kur’ân’ın belitdiği kıyametle tam izah oluna­bilir. Ayrıca : «Din gücünün maliki» fermanı­nın mutlak hükümlerinden biri olan kıyametin, Rabbülâlemînin vasıtasız tecellîsîle meydana geleceği keyfiyetini açıklar. İşte mahşer, Allâhın Arz enerjisinde vasıtasız olarak yeni­leme emrinden ibâretdir.

Bu enerji istifasında yeni ve taze atom­ların meydana geleceği kat’î bir fizik kaidesidir. Atomların bâ husus taze atomların, affinite şimik, ve iyonlaşmaya koşuş halleile, yukarıda işaretli atom tecrübelerinde anlatdığımız veçhile, taze atomların canlılık düzenine uyuşdaki elverişli şart, hele çok yüksek ener­ji karşısında protoplazma ve hücrenin teşkil edilebileceği keyfiyeti bize en beliğ ifâdesîle hayât ahenginin o gün muhakkak husulünü gerçekleştiriyor.

Vitamin üzerindeki hazım teorilerüe, vücûde ağızdan giren bâzı protein maddelerinin midede parçalanıp tekrar karaciğerde yapılı­şı hakikati gösteriyor ki: molekül ve atom­larda mübalâğalı tarlfile bir hafıza, alışkanlık mevcûtdür.

Şu halde o gün enerji ve maddenin deh­şetler gününde, birçok taze atom, bizim beden mimarimizi yeniden dokuyacak, gelecek sayı­da mevcudiyetini ilmen göstereceğimiz emr âleminin zaman ötesindeki nakşı olan rûh, bu oluş âhengini canlılık vasfîle süsleyecekdir. Karbon yerine, azot yerine denildiği zaman, o ufalan, hattâ zahiren yok olan kemik taze ağaç dalı gibi yeşerecekdir.

ÖLDÜKDEN SONRA DİRİLECEĞİZ EFENDİLER!…

RUHUN EBEDÎLİĞİ VE BA’Sİ

Kâinatın efendisinin Ruh hakkında, lü­zumsuz vehim ve düşüncelerden men’eden emrinin hudûdlarına sâdık olarak ve yalnız onun izinde Garb ilimleri metodu ile Ruh mevzuunu inceleyeceğiz.

Bugünün Hak görüşlü ilim adamları, Ruh hakkında iki dalâl görüsünün sırât-ı müşteki­mini aramaktadır. Evvelâ dalâl fırkalarının başında gelen mücerret maddecileri madde, madde tahsil ederek İnsan bedeninin de, hüc­re ötesinde bir mânânın mevcudiyetini isbat edelim:

1 — İnkârcı biyoloji ilim adamları, Ruhu inkâr ederken maddenin ötesinde, başka hiç­bir mevcuda ihtiyaç kalmaksızın, bütün beşer melekelerini izah edebileceklerini iddia etdiler. Kendilerine ipucu olarak da insan beyninin, bütün insanlık hasletlerini idare edebilecek yapıda olduğunu ileri sürdüler. Uzun incele­meler sonunda en ince noktasına kadar tesbit etdikleri beyin haritaları, bu münkirleri utan­dırdı. Gerek beyin hastalıklarında, gerekse bu hastalıklardan ölenlerin otopsilerinde yapılan çalışmalara dayanan ve tam bir ilmî kat’iyet ifâde eden bu beyin haritaları göstermişdirki beynin her noktasının vazifesi temâmen malûm olduğu hâlde korku, ümid, gurur gibi bir takım hissi mefhûmlara tefekkür, akıl, hayâl gibi insanlara insanlık vasfını merkezleştiren bir takım melekeler, beynin hiçbir tarafına yerleştirilememektedir.

2 — Daha mühim olarak cem’iyet ve insanı birbirine bağlayan bir takım ahlâki hasletlerimiz ve bu hasletlerin hastalık şek­linde eksikliğine müptelâ olan caniler, hır­sızlar, anormal şehvetperesler, öldüklerinde yapılan beyin tedkiklerinde hiçbir anormal değişiklik göstermemişlerdir.

3 — Son yirmi yıl içerisinde beynin elektrik grafikleri üzerindeki tedkiklerde, akıl, tasavvur, zekâ, cesaret ve ahlâki umde­ler babında, normal insanla bu melekeleri ek­sik veya çok anormal ihtiva eden kimselerin grafik çizgilerinde hiçbir tebeddülat göstermemizdir.

Tam hakkaniyetle hüküm veren bir biyo­loji âliminin bu vaziyet karşısında kabul ede­ceği müsbet karar şu olacakdır:

İnsan bedeninde beyin ve hücreden mâdâ bir mânâ cevheri yardır.

Bu hüküm mecburi bir ilim kaidesi olduğu hâlde, şu suâl hatıra geliyor: Bu karar her ağızdan niçin ilân edilmiyor? Bunun sebebini şöyle cevablandırıyoruz. Yukarıda bahsetdiğimiz iki dalâl gurubundan biri de Garbın Ruha inanan zümresinin Ruh hakkındaki yanlış tasavvurudur. İşte ilim adamları yukarıdaki hak’kı teslim edince bedene girip çıkan, gözle görünmeyen; fakat tasavvurda tecessüm ettirilmiş bir gölge gibi Ruh anla­mını ikrar mecburiyetinde kalmakdan korku­yorlar.

Eğer her ilmin özünü ihtiva eden Kur’ânın Ruh hakkındaki hükmü onlarca anlaşılmış olsaydı, bu hakkı teslim etmekden çekinmiyeceklerdi.

Şimdi Kur’ân ve onun rahmetini yer yü­züne saçan Kâinatın Fahr-ı Efendimizin Ruh hakkındaki hükümlerini kısa bir şekilde inceleyelim.

«RUH EMR ALEMİNDENDİR»

Bu hüküm müsbet görüşe o kadar uyar ki onun üzerinde münakaşa dahi boş olur.

İslamların Ruh hakkındaki görüşlerini. Kuran ve Hadîs mânâsına sadık kalarak şu misâlle izah edeceğiz:

İnsan bedeni ve maddesi, bir radyo cihazı gibidir. İnsan beyni de bu cihazın elektrik tesisatıdır. Asıl radyoya, verici cihazda konu­şan spiker, nasıl hassasını veriyorsa; Büyük Yaratıcı ALLAH (C.C.) verici radyo ile âle­me hitap ediyor, insan alıcı radyo cihazı, sinir sistemi ve beyin; alıcı radyoyu isleten elektrik radyo dalgalan da Rûhdur. İnsana insan vasfını veren Ruh olduğu gibi, radyoya radyo vasfı veren bu dalgalardır. Zahiren radyo, madde cihâzile elektrik ceryânından ibaret sayılır. Halbuki mütekellimi Ehad ko­nuşmadığı müddetçe radyo temâmen câmitdir. Esasen büyük İslâm sôfiyeleri Ruhun ebedîli­ği, ancak ALLAH’a izâfetendir buyurmuş­lardır.

Bundan 1300 sene evvel Ruh emr âlemindendir, pırlanta sözünü, bu güne kadar madde göz ve kulağı idrâk edemiyordu. Şu radyo misâli bize gösteriyor ki, spikeri konuşan (Emre teallûk eden) radyo, radyodur.

Okuyucularımıza bu babda tereddûd bı­rakmamak için sôfiyenin Vahdet, Enelhak sırlarını ifşa edişi anlarının zevkini bu misâle sığdırmağa çalışacağız. Elest meclisinde âle­me hitaba başlayan, kâinatın benzeri bulun­mayan tek spikeri, Kün Emrlie bütün alıcı radyolara yolladığı ve RAHMAN evsâfının titreşiminden ibaret bulunan Ruh hal indeki dalgalan, bu alıcılara ulaşınca; bütün diğer varlıklara bu radyo sesinin önünde Secde edin buyurdu. Mantıkçı şeytan bir demir par­çası gibi radyonun konuştuğunu görünce spikeri görmiyerek bu da kim oluyor dedi..

Vâhdet işte, Şeyhi Ekber Hazretleri Spi­keri gördü ve bütün radyolardan çıkan sesle­rin tek ses olduğunu sezdi; onun için Füsûsunda (Müessir ile Müessirinfîh) vücûdu vahitden ibâretdir. Bu isneyn radyo cihazının kinim as ile Vâhit olur) buyurdu. Onun için Hazreti Mevlânâ:(Benliğin, saman çöpü gibi olan bedenin kalkınca, âlem nuruna kavuşur) buyurdu.

Hallacı Mansûr: Radyosuz spikeri dinle­di de radyo yokdur yalnız spiker vardır bu­yurdu.

İşte mahşerde Ruhun bedene ba’sini, Kur’ândan başka hiçbir rötuş fikrine kapılma­dan islâm şöyle kabul eder: Mukarrer olan gün gelince, Kâinatın tek spikeri ALLAH (C.C) tekrar hitâb edecek yıllarca camit kalmış radyo cihazı da tekrar ses verecekdir. Neşriyatı bitdi diye radyo yarın bir daha konuşmayacak demek ne ise, Emr âleminin ih­tizâzatı olan Ruh ayrıldı diye bu beden dirilmiyecekdir demek aynî cehlin daha eşeddidir.

Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, Elest meclisin­de ALLAH (C.C) ın ilan etdiği aşk nâmele­rinin 14 asır evvel Cebeli – Hıra da başlayan plâkdaki aksinden ibaret bu plak, milyonlarca nüsha olarak tab edilmiş ve Kuran halinde bizlere devrolmuş. Ne büyük müjdeki, O bü­yük meclisin tazeleneceğini bize müjdeliyor. Mü’minlere mahşer, aşk sohbetinin tekrar ihyâsıdır. Onu seven aşkla, zevkle, iştiyakla MAHŞERÎ bekliyor.

1 . Mutasyon bu tezi çürütmez; zira isti’dadı değiştirmez yok eder. Esasen biolojik olarak da olur.

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki – İslamın Nuru Dergisi (1952)

nurbakimektebi.com

Ruh Ağrısı

“Bizi doğru yola ilet!” cümlesiyle her dua edişimde, “Allahım, beni ‘duruş’ sahibi yap!” manasını da murad etmişim gibi gelir. ‘Sırat-ı müstakim’ ifadesi, orada istenilen istikamet, bence an’ların değil, duruşun temsilidir. Nasıl tarif etsem? İstikamet salt ‘doğruluk’ değil, ‘dengeli bir doğruluk’ gibi. Denge ise pratiktir. Sınanmadır. Sanki orada dilediğim; imanın gereği olan istikametli duruşu hayatın her anında gösterebilmektir. Rüzgarda yaprak olmamaktır. Kararsız kalmamaktır. Zaten gerek hadislerde, gerek ayetlerde bu kararsızlık/ikiyüzlülük hali münafık ahlakına bağlanır. Bakara sûresinde der mesela: “Kimi insanlar var ki; ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık’ derler, ama aslında inanmamışlardır.”

Ayetteki ‘ve ma hûm bi mu’minîn’ ifadesine dikkat çekmek isterim. Burada ‘müminlerden değiller’ diyor aslında. Meallerde ‘iman edenlerden değiller’ diye diye de çeviriyorlar. Fakat ben ‘müminlerden değiller’ olarak anlamakla ve oradan aleyhissalatu vesselamın; “Mümin, elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimsedir…” hadisine kapı bulmakla başka şeyler de anlıyorum. Çünkü sünnetin sahibi Kur’an’ın ilk müfessiridir.

Söyleyenin değeri, sözün değerini arttırır. Her kelam, sahibinden iz taşır. Kelam sahibinin sonsuzluğu, dolayısıyla kelamın sonsuzluğu, payıma düşen manaları aramakta beni daha cesaretli ve ümitli kılıyor. Her cesaret bir tür ümittir. Ondan beslenir. Bütün zamanlarla konuşanın, elbette bütün zamanlara söyleyecek sözü var. İnsanlıkla konuşanın bütün insanlara. “Ümidinizi kesmeyin!” diye kendisi emrediyor kelam-ı mübarekinde. Emri hem karşıkonulmaz, hem canımın istediği, hem de muhtaç olduğum olduğu için başım gözüm üstüne.

Mesela düşünüyorum: İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimse, aynı zamanda ‘duruş sahibi kimse’ değil midir? Böyle bir insanın, kendisiyle girilecek herhangi bir etkileşimde tavırları kestirilebilir. Çerçevesi bellidir çünkü. Çerçevesi ahlakıdır, şânıdır, eyleyişidir. Ahlak da bir duruş sayılmaz mı?

“Allahın ahlakıyla ahlaklanınız…” hadisine de böyle anlarım biraz. Allahın ahlakı esmasıdır. Yaratışında gözettiği nizamıdır. Açı yaratmışsa, doyurur. Vaad etmişse tutar. Hayır yapana karşılığını verir. Ahlakıyla ahlaklanmak, hâşâ, Allaha benzemeye çalışmak değil, Allahın esmasına daha fazla mazhariyet için çalışmaktır. Esmaya uyumlu hareket etmek demektir, esmayı omuzlamak değil. “Ahlak, Allah’a nisbet edilmez”  diyenlere de meramımı böyle anlatırım. Yani duruş kavramı çerçevesinde. Ahlakı duruşa yaklaştırarak.

Yalnız burada şunu da belirtmeliyim: Bu duruş tektipçilik olarak algılanmamalı. Mümin, müminlik vasfıyla bir çerçeveye sahip olmalıdır, bu doğru; ama Allah, Ömer (r.a.) fıtratıyla Ebu Bekir (r.a.) fıtratını bir yaratmamıştır. Ömerîler belki evvelemirde daha celalî, Ebu Bekirler ise daha cemalî olabilirler. Farklı isimlere farklı derecede ayna olabilirler. Fakat yine de o fıtratlarının renkliliği içinde bir ‘duruşa/istikamete’ sahiptirler.

Öyle ki; bir Asr-ı Saadet hatırası dinlediğinde—ismini söylemeseler de—tavrından, o sahabinin hangisi olduğunu tahmin edebilirsin. “Kılıcını alıp münafığın üzerine yürüdü” dendiğinde “Bu kesin şu veya şu efendimdir!” dersin mesela. Cömertlikle ilgili birşey olduğunda “Filanca filancadır belki” dersin. Bunlar hep duruş sahibi olmaktan. Ashabı yıldızlar gibi yapan bu. Tektipçilik değil bu. Allah, tektipçi değildir. Varlıkta ‘farklılığa yüklenmiş zenginlik’ buna delildir.

İlk Lemaat’ta okuduğumda farketmiştim bunu. Yani İslam’ın bizi istikamet/duruş sahibi yaptığını. Halbuki bin kere okumuştum Fatiha’yı daha önce. Anglikan kilisesine cevap sadedinde diyordu ki Bediüzzaman: Der ikincisinde: ‘ (Hz. Muhammed) Fikir ve hayata ne vermiş?’ Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet…

Tesadüflerin tevafuka dönüşmesi. Biliyorum bunu. İmanımın gölgesi üzerime düşmeden önce herşey havada asılı idi sanki. Sonra imanla hepsini birbirine bağladım. (İman bir intisaptır.) Herşey anlamlandı sanki onunla. Hepsinin bir nedeni ve bir sonucu olmaya başladı. Taşlar yerine oturunca huzur da buluyor insan. Kararsızlık, bildiğin huzursuzluk. Kâinatı açıklamaya yeter bilginiz varsa, hayatı da yaşamaya değer buluyorsunuz. Bizzat şahidiyim.

O zaman münafıkane bir kalbin/aklın çektiği azabı da anlıyorsunuz. Hiçbir şeyden emin olamıyor. Diliyle söylediğini kalbi yalanlıyor, kalbinin söylediğini dili. Bazen aralarında iki dakika bulunan iki cümlesi birbirinin zıttı oluyor. Bağlanacağı tek şey kalıyor geriye, menfaat. Menfaatin ise tasarrufu bir acayip. Bir öyle, bir böyle. Peşinde koşanı da o hale getiriyor. Eğilip bükülmekten her yanınız ağrıyor. Yahut Çehov’un bir öyküsünde dediği gibi: “Göğsü, adaleleri ağrımıştı, ama bütün bunlar ruh ağrısı yanında hiçti. Bu ağrı içindeyken yaşamı iğrenç görüyordu.

Bakara sûresindeki mezkur ayetin devamında diyor ki: “Bunlar, Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, farkında değiller. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.”

Yıllar önce birisi de bana “Her zaman doğruyu söylersen, ‘Daha önce ne demiştim?’ diye düşünmek zorunda kalmazsın” demişti. Şimdi, anlayabildin mi onlardaki hastalık nedir ve bu hastalık neden sürekli artmaktadır? Menfaatin ekseninde ‘duruş’undan vazgeçmeye başlarsan, yani bir öyle bir böyle olursan, en nihayet öyle birşey olursun ki; halin bataklıkta çırpınana benzer. Her çırpınış daha çok batmanı sağlar sadece. Geçmişinin içinden çıkamazsın. Geçmiş, geçtikçe azap olur. Hastalığın çoğalır. Tevillerin artar. Hüsnüzan azalır sana. Elîm azap da budur.

Buradan “Cesaretin membaı imandır” cümlesine de bir delil çıkıyor. İnsan, ancak inandığı şeyleri yaparsa, bihakkın yapmaya ve yaptıklarının arkasında durmaya cesaret edebilir. Üzerine gidilince sözünden çabucak dönenleri iyi tanı arkadaşım. Anla ki; onlar söylediklerine kendileri de inanmıyorlar.

Bu arada, al sana Bediüzzaman’dan bir istikamette kalma formülü: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır. Ve yine al sana onun gençlikte bir faydası: Eğer istikamet, iffet, takva beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder. Belki de hüner ahlaksızca sıradışı olmakta değil, istikametlice sıradan kalmakta.

Ahmet Ay

cocukaile.net

Devam eden günahın küfürle ilişkisi

Hastalar Risalesinin Sekizinci Devası’ndaki şu cümleyi her okuyuşumda dehşete kapılırım: “Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır.”

Birbirinin tamamlayıcısı bağlamında İkinci Lem’a’daki “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.” anlamındaki kırmızı çizgiyi işaret eden bir başka ikaz.

Habbe’deki “Masiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır.”son uyarı ile uçurumun kenarı gösterilir. Dehşetinden Allah’a sığınılan ahirzamanın fitnesi o kadar dehşetli ki nefse hâkimiyet neredeyse imkânsız hâle gelecek. O fitneler, nefisleri kendilerine çekip, meftun ederek tiryaki edip bağımlı hâle sokar ve zaten çokları da zevk aldıkları için ihtiyar ve iradesiyle günahı işlerler.

Ahirzamanda yüzlerce müfsidin karşısındaki iradeyi çok çetin bir imtihan beklemektedir.

İşte bunların en dehşetli ikilisi: Fıtraten kendi güzelliğini göstermekten zevk alan kadın ile buna cevap veren fıtraten güzel düşkünü erkeklerdir. Burada irade baskın bir şekilde ifsat edilmektedir.

Bu nasıl olmaktadır?

Günah ve harama hassasiyetin kırılmasıyla ilk delik açılmaktadır. Bir başka ifadeyle günahın tahrip ediciliğini ilk yalanda, ilk şüphede ve ilk haramın örseleyiciliğinde aramak lâzımdır. Dolayısıyla bir lokmada, bir kelimede, bir danede, bir işarette, bir öpmekte batmamak çok ehemmiyetlidir. Yalan bir söz doğru sözden daha cesaretle söyleniyorsa tehlike uçurumunun kenarına gelinmiş demektir. Haramın çekim alanına girildikten sonraki süreçte irade, kalb ve aklın değil nefsin sözünü dinler.

Sonrasında neler olur?

Tiryakisi olduğu kötü alışkanlık, zevk kaplı acılarla devam ederken işlenen her bir günah kalbi karartır. Ülfetle devam eden alışkanlığın terkine imkân bulamayınca işlediği günahın cezayı gerektirmediğini ifade ederek sıradanlaştırmaya başlıyor. Başkalarının da yaptığını ifadeyle yaygınlaştırıp teşmil ediyor. Vicdanı, yaptığından rahatsız olduğu için nefsi kaçamak yollar ararken işlediği günahından başkasının haberdar olmasının getirdiği sıkıntı ile her an kendisini takip eden meleklerin varlığı ağır gelerek inkâra bahane arıyor. Yaptığı hatasının cezası anlamındaki bütün dehşetiyle kendisini bekleyen cehennemin reddine gider. Nihayet bunların sorumlusu olarak emir ve yasakların koyucusu olan Allah’a önceleri gizli sonrasında aleni düşmanlık ve inkâra varan son ile noktalar.

Günah, hem dünya ve hem de ahirette daimî hastalık kaynağı olduğu ve bu hastalığa yakalanan kişinin kalbi, vicdanı ve ruhu da muzdariptir. Dünyası da ukbası da rahat değildir.

Haftaya çaresini konuşalım inşaallah.

Mehmet Çetin