Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Zübeyir’i Kâinata Değiştirmeyen Sebep Sadakattir!

AbstractionSadakat: sıdk ve ihlâs ile dost olmak, doğru dostlukta sebat göstermek demektir. Zübeyir Ağabey, “Sadakat kelimesinin lügat karşılığı kısadır. Ancak o yaşanmakla anlaşılır” demiş. Çünkü o, sadakati hayatında tatbik eden ve yaşayandı. Şu veciz sözlerle sadakati ifade etmiş. “Bulduğu yerden hiç ayrılmamaktır. Uhud’un bekleyen okçuları gibi gerekirse taş olmaktır, yine de terk etmemektir. Camid durmaktır. Fani olmaktır. Hiç bir şeyle yer değiştirmemektir. Gidip gelmemektir.”

Keza, “Biz, iman ve İslamiyet hizmeti uğrunda zalimlerin zulmüne maruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-i mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa hizmet-i Kur’aniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehit olmayı büyük bir luf-u ilahi biliriz.” diyen, Zübeyir ağabey davayı ve sadakati böylece özetlemiştir.

Peygamberimiz (asm) “Her peygamberin bir havarisi vardır. Benim de havarim Zübeyr ( bin Avvam)’dır.” buyurmuş.Peygamberlerin varisi, Âllame-i cihan, mücedid-ı ahir zaman Bediüzzaman da; muhafızını beyan etmiş. “Ziver, bundan sonra ismin Zübeyir olacak”  Çünkü o, asrın Bediine şakirt ve onun yaver-i Azamı olmuş, yükü ağırlamış “durduramıyorum bu kafamı. Durduramıyorum ki uyuyayım” diyen Zübeyir ağabey, İman’a, Kur’an’a, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a tahsis-i nazar ve ahlak-i haseneyi hayat tarzı haline getirilmişti. Bu iman abidesi için Bediüzzaman da, “Zübeyir’i kâinata değişmem” sıdk ve sadakat göstermiş.

Hazreti Ebubekir (ra)’e sormuşlar: “Muhammed (asm) Miraç’a çıktım” diyor. Sen ne diyorsun?  “O’ söylemişse, doğrudur.” demiş. İşte sadakatin tarifi bu olsa gerek.

Konu sadakat olduğu için misalleri çoğaltmakta fayda görmekteyim, şöyle ki: Gazneli Mahmud, bir gün, vezirlerini imtihandan geçirir. Elindeki kıymetli mücevherin değerini öğrenmek için vezirlerine sorar. Hepsi, “Paha biçilmez” olduğunu söyler. Bunun üzerine hepsine teker teker: “Bu mücevheri kır” diye emreder.

Onlar da: “Bu paha biçilmez bir cevherdir, onu kırarsak sana kötülük etmiş oluruz. Bu kötülüğü sana yapamayız.” mealinde cevap verirler. Sultan Mahmud hepsinin sözünü beğenir ve mükâfatlandırır. Sıra en sadık bendesi Ezar’a gelir. Ona da değerini sorar; çok değerli olduğu cevabını alır.

Bunun üzerine: “Onu kır” diye emreder. Ezar hiç tereddüt etmeden mücevheri yere atıp kırar. Herkes şaşkınlıkla ona bakar ve “Ne yaptın Ezar, bu kadar kıymetli bir cevheri nasıl kırdın?” diye sitem etmeleri üzerine şöyle der: “Evet bu mücevher çok değerliydi, ama padişahın emri daha da değerlidir. Onu kırmaktansa, bu mücevheri kırdım. Bu cevabı çok beğenen Gazneli Mahmud şöyle der: “Sadakat imtihanını Ezar kazandı ve en büyük hediyeyi hak etti” demiş.

Keza, büyük veli Ebu Osman Mağribi tövbe edip tasavvuf yoluna girme sebebini şöyle anlatır:

“Bir atım ve köpeğim vardı. Her gün avlanmak için Cezayir şehrine giderdim. Bir de ahşap bir kabım vardı, onunla da süt içerdim. Yine bir gün bu kapla süt içecekken köpeğim havlayarak üzerime geldi, sütü içmeme engel oldu. Sürekli havlıyordu. Tekrar içmek istediğimde yine engel oldu. Üçüncü defa denediğimde yine mani oldu ve sütü kendi içti. Az sonra hayvan şişmeye başladı ve çok geçmeden öldü.

Sonradan, o sütten bir yılanın içtiğini gördüğü için köpeğimin bana mani olduğunu, benim için kendisini feda ettiğini anladım. Bir köpeğin bile sahibine böyle sadakat göstermesi beni sarstı. Yüzümü sahibime dönmem gerektiğini anladım, tövbe edip tasavvuf yoluna girdim.”

Bediüzzamanın yaver-i â’zami Zübeyir Gündüzalp ta, Sultan Mahmud’un sadık bendesi olan Ezar da, gösterdikleri fedakârlık ve vefa tamamen Allah rızası için yapılan sıdk ve sadakattir. Hatta veli Ebu Osman Mağribin köpeği de, sahibine olan sadakatini göstermiştir. İnsan olsun, hayvan olsun yüzünü hakiki sahibine çevirmesi şarttır. Dolayısıyla Allah’a vasıl olan birçok tarikler vardır. Her kim Allah için hangi yolu seçerse seçsin, o inanç doğrultusunda meslek ve meşrebine bağlı olması lazımdır. Mesela Risale-i nur cemaati için de aynisi geçerlidir. İman davası olan Nur hizmetinde bulunanlar, şimdiye kadar olduğu gibi başka cereyanlara kapılmadan, hizmete devam etmeleri sıdk, sebat ve sadakattir.

Sadakatle ilgili Bediüzzaman, şöyle buyurur: “Bu şehre bir kutub, bir gavs-ı âzam gelse, seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.”(1)

Keza Bediüzzaman, “talebelerine tahkiki iman kazandırmakla imanlarını kurtarması” ve“şirket-i manevîye ile bütün nur hizmetinden hâsıl olan yekûn sevabın her talebeye aynen verilmesi” üzerinde önemle durmuştur. Elbette bu kazanca ulaşmanın yolu da sadakat ve sebattan geçiyor.

Peygamberimiz “Bizi aldatan bizden değildir” buyurmuş. Dolayısıyla dostluk ve kardeşlik bir sadakattir. Ahdinde durmak,  emanete riayet etmek,  aldığı görevi hakkını vererek yerine getirmek ve vazifeleri ehline vermek sadakattir, aksi ihanettir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

13.09.2013

www.NurNet.org

ALINTI

1- Kastamonu lahikası mek.52

Allah’ımı Tanımak İstiyorum!

İnsanların asıl vazifesi Allah’ı (cc) isim ve sıfatlarıyla tanımaktır. Cenab-i Allah Kur’an’ı Kerim’de  “Ben cinleri ve insanları sırf beni tanıyıp yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım.”1 her mü’min Halik-ı Zülcelâl’ı bir şekilde tanıyor. Kimi ebeveyninden nakli, kimi de tahkiki bir iman gücü ile…

Bir gün askıda asılı bir şeyi almak isteyen dört yaşındaki kızım, elini yukarıya uzatıyordu, eli yetişmeyince “Ya uzakta olan Allah’ım” bana yardım et, İşte, Allah’ı, ebeveyninden öğrenen samimi bir çocuk…

Kimi, eşyanın varlık mertebesini inkâr ederek “Allah’tan başka, varlığı olan hiçbir şey yoktur” ifrat eden Muhyyiddin-i Arabî Hazretleri gibi. Kimi her şeyi Allah halk etmiş, mevcudat O’nun eseri ve sanatıdır, diyen. Bediüzzaman…

Demek ki her bir mü’min iman ve itikadı nispetinde Allah’ı bir şekilde tanıyor. Rivayet ediliyor ki: Hz. Musa Aleyhisselamın zamanında bir çoban “Ya Musa! Allah’a söyle ara sıra yanımıza gelsin, onun başını güzel tarar, çarığını diker, O’na hizmet ederim.” demiş. Hz. Musa,  “sen kim oluyorsun da Allah senin yanına gelsin.”  Çobanı azarlamış. Allah, (cc) Hz. Musa’ya, “ sen benimle kulum arasına girme, kulum beni nasıl tanıyorsa öyle tanısın.”buyurmuş. İşte kimi taklidi; kimi de tahkiki… Önemli olan O’ Zat-i Zülcelâl’ı tanımak ve ona iman etmektir.

Bediüzzaman şöyle buyurmuş: “İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakin ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.” 2

Keza, “…Nihayet kemalde bir Cemal ve nihayet cemalde bir Kemal, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi en esaslı bir kaidedir.”

Allah, (c.c)  kâinatı yaratmanın sebebi zatını tanıttırmak içindir. Bir Hadis-i Kutside, “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim, mahlûkatı yarattım” buyurur. 3

Dolayısıyla, Allah (cc) hakkında doğru bilgiler edinmesi için, peygamberlere (a.s) ihtiyaç vardır. Her bir peygamber doğru istikameti insanlara göstermiştir. Hz. İsa (as) dünyaya ilk teşriflerinde Hz. Muhammed’i ( a.s.m ) müjdelemiş.

Hazreti Muhammed (asm) yaratılış muammasının ve kâinat tılsımı’nın anahtarı, Esma-i İlahiye’nin sırlarının keşşafı ve Kâinat Kitabının ayetlerinin tercümanıdır.

Peygamberimiz (a.s.m) zatınden önce gelen tüm peygamberlerin ilim ve ibadetlerine mutlak varis olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar gelecek olan tüm insanlara bir rehber-i ekmel ve bir muallim-i ekberdir. Bu nedenle Allah, (c.c) Kâinatın Efendisine ( a.s.m ) bütün kâinatın sırlarını hem Kur’an ile ve hem de Miraç ile bildirdi.
 
Vahdaniyet sıfatlarının doğru keşşafı Kur’an ve onun mübelliği Fahr-i Kainat (a.s.m)’ dır. Kâinat bir kitaptır. Rabbimizi bize tanıttırıyor. Kur’an ise en büyük mucizedir. Hz. Muhammed (a.s.m )  gösterdiği her bir mucizesiyle, bize Allah’ı (c.c) tanıttırıyor.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

10.9.2013

www.NurNet.org

Alıntı:

 1-Zariyat suresi, 56

2-Şualar

3-Acluni, II, 132,

Allah’ı (C.C. Daha İyi TANIMAK İçin Lütfen Tıklayınız

Dünya Durmuyor Gidiyor, Hazırlan Sende Yolcusun!

İnsanlar,  evden işe, duraktan durağa, trene, otobüse, uçağa oradan oraya koşup gidiyor. “hep geç kaldım acele gitmem lazım” diyor. Hangi vasıtaya binerse binsin acele ve suratla gitmek ister, çünkü insanın bedeni ruhuna dar geliyor, ruh daha geniş bir mekânı ister, insan bilerek veya bilmeyerek ruhunu tatmin edebilecek bir emel ve bir mekânı arıyor.

Bediüzzaman, “Ben Allah’ın kuluyum, gaip âleminden bu dünyaya imtihan olmak için gönderildim ve ahiret yolcusuyum.” “…Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.”1 diyor.

İnsanın ruhu âlem-i ervahtan yani ruhlar âlemi gibi yüksek bir mekândan gelmiş, gene o yüce mekân ve makamlara yükselecektir. Konu ile alakalı Dahhak’ın görüşü şöyledir: “mü’min kimsenin ruhu alındığında, onu alıp dünya semasına götürürler, her gökte bulunan mukarrebin melekler, onu oradan alıp sırayla ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci semaya çıkarırlar, oradan da Sidretu’l- Müntehaya götürürler ve “ Ya Rab! Bu senin filanca kulundur.” Derler, Allah o kulun kim ve nasıl biri olduğunu en iyi bilen olarak, onu azaptan emin kıldığına dair mühürlü bir tezkereyi onlara gönderir.”

“Muhakkak! Şüphesiz iyilerin kitabı “İlliyyûn”dadır. İliyyûn’un ne olduğunu sen nereden bileceksin? O, yazılmış bir kitaptır.” 2 ayetleri bu gerçeğe işaret etmektedir.(a.g.e)

Beden ile ruhu, ampul ile elektriğe benzetmişler. Ampul kırılınca elektrik yok olmuyor. İnsan da ölünce vücut çürüse de ruh ölmüyor. Cenab-ı Allah, ruha münasip bir libas giydirerek berzah âleminde yaşamını devam ettiriyor.

Ruh vücuttan ayrılınca sesin ve ışığın hızından daha suratlı olan, hayal hızı suratından gider. Hızın daha iyi anlaşılması için önce dünyadaki hızlardan örnek vermek istiyorum, şöyle ki:  Işığın hızı saniyede 300.000 kilometredir. İşte ışık bu hızı ile saatte yaklaşık 1080 milyar kilometre yol alır. Sesin hızı saniyede 340 metredir. Saatte yaklaşık 1224 kilometre yol alır.

Bütün var olan hızlara bir bir bakıldığı zaman İnsan gözünün ani bakış hızı ışıktan hızlıdır. Bir anda en uzak gezegene bakıp geri dönebilir, ruh ve hayal suratı ışıktan daha hızlıdır. İnsan hayaliyle bir anda Amerika’ya gidip gelebilir.  Hayal önünde engel yok. Hatta hayal hızı ile kâinatın en uzak noktasına kadar gidip gelmek mümkündür.

Peygamberler ve evliyalar bazen hayal süratinde cismen gezmiş ve dönmüşler. Mesela: Miraç hadisesi, Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (asm) hayal ve ruh hızında, cismiyle o yüce makama çıkmış, 149 milyarlık ışık yılı mesafesinden uzak olan mesafeyi kısa bir süre içinde ziyaret etmiş ve geri dönmüştür. Peygamberimizde görülen bu surat ve kabiliyet; ahiret âleminde cennet ehli de nuraniyet sırrıyla, ruh suratında ve hayal hızında bir hayat yaşayacaklar.

İşte bunun içindir ki: Dünyada ruh ve kalp geçici şeylerle rahat edemiyor, ancak daimi bir şeyle mutmain olabiliyor. Hz. İbrahim (as) “ Uful edip batan şeyler alakaya değmez.” demiş, yani burada anlaşılıyor ki: mal, mülk, evlat ve hayatın en güzellikleri dahi geçicidir, insanlar bunlarla oyalanmasın.

Bediüzzaman, “Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.”(3) buyurmuştur.

Ya İlahi Ya Rabbi! Bizlere iman-i kâmil ve hüsnü hatime ver, ebedi güzellik olan cennette bizleri matluplarımıza kavuştur. Âmin…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

5.9.2013

www.NurNet.org

Alıntı:

1-İşarat’ül  i’caz,

2-mutaffifin, 83/18-21

3-Sözler, On yedinci söz, İkinci makam.

İslam Sembolu olan Besmeleye Bak!

Cenab-ı Allah insanı halk edip Kur’an’ı ona talim eden Rahman ismi ile tecelli etmiş, İnsanların efendisi Muhammed Aleyhissalatü Vesellam’ı da Rahmetten lil’alemin olarak göndermiştir.

Kur’an’ı kerimde asıl temel unsur dört hakikattir: Tevhit, Nübüvvet, Haşir ve Adalet’tir.  Bu dört hakikatlerde birçok işaretler var, konu ile alakalı Bediüzzaman şöyle buyurur: “Kur’an’ın eczaları ve kelime ve ayetleri, mecmuuna karşı birer ayna hükmüne geçer, birbirinden in’ikas eder. Güya Kur’an müteselsilen ayet ve cümle ve kelimelerine o maksatların nurunu veriyor. Aynada güneş gibi bazen bir kelime, bir cümle; bir küçük Kur’an’ı gösterir. İşte Kur’an’a mahsus bu nükte, yani cüz, küll gibi aynı maksadı göstermesi maksadıyla Kur’an müşahhas bir fert olduğu halde, çok efradı bulunan bir külli gibi ilm-i mantıkça tarif edilir.” 1

Mesela: Bismillah, Risalet ve tevhide işaret ediyor. “kul” kelimesi Kuran’da mukadderdir. “Bismillah’tan evvel gelmesi de mukadderdir. (Yani zikir edilmediği halde kast edilen mana) ‘Ya Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve talim et.’ Demek besmelede ilahi ve zımni bir emir var. Binaenaleyh, şu mukadder olan kul” emri risalet ve nübüvvete işarettir. Çünkü resul olmasaydı, tebliğ ve talime memur olmazdı. Kezalik, hasrı ifade eden car ve mecrurun takdimi, tevhide imadır.” 2

Dolayısıyla, “Bismillah”  Allah’ın en büyük ismidir.  “Allah”, Rabbimizin Zat’ının adıdır. “Rahman” ismi dünyaya bakar, yardıma, merhamete, rızka muhtaç olan bütün mahlûkatına yardım ve merhamet eder.”Rahim.” ismi ise ahrete bakar, tüm mahlûkatına, ayrı ayrı tecelli eder. Allah ehâd’tir, yani tevhid’i gösterir.

İşte, kâinatın özeti Kur’an, Kur’an’ın özeti de Fatiha, Fatiha’nın özeti ve hulasası da Besmele’dir. Hatta bazı tasavvuf âlimleri “Besmelenin başında yer alan Arapça harfiyle  ‘b‘nin altındaki nokta, Allah’ın birliğini anlattığı için, bu nokta da besmelenin özetidir” demişler. Zaten Kur’anda ne varsa özet olarak geçiyor.

Besmele, İslam’ın nişanı ve sembol kelimesi, Kâinatın özeti ve tercümesidir.

Bediüzzaman, Bismillah için şöyle buyurur: “Bismillah, her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil, ey nefsim, şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı hâl ile vird-i zebânıdır…  Her şey Cenâb-ı Hakkın namına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek herbir ağaç “Bismillâh” der; hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor.” 3

Toprağa atılan bir ağacın tohumu toprakta belirli bir sure kaldıktan sonra gelişmeye başlar. Önce toprağa kök salar, filizlenme, çöğür, fidan ve nihayetinde kocaman meyvedar bir ağaç oluncaya kadar belirli dönemlerden geçer. Bu kocaman ağacın tüm hayat programı o ekilen tohumun içinde saklıymış. Deme ki bir tohum İlahi Kudretle büyüyerek kocaman bir ağaç olur, Ağaç küçültülse tohum olur. Şu gördüğümüz kâinat dahi mücessem bir Kuran’dır. Kur’an, büyük kâinat kitabının kelime kelime, harf harf ifadesidir. Dolayısıyla, kâinatın özeti ve tercümesi Kuran’dır, Kur’an’nın özeti de Fatiha’dır,  Fatiha’nın özeti de besmele’dir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org

31.8.2013

Alıntı: 1-Emirdağ lahikası mek. 293, 2-İşarat’ül i’caz, Fatiha süresi, 3-.” Sözler, Birinci Söz

Allah’ın Varlığını İspat Eden Delillere Bakınız!

1960’lı yıllarda kısa bir süre klasik medrese ilmini tahsil ettim. O zamanlarda talebe-i ulûm’a medreselerde sarf, nahiv, şeriat ve hadis dersleri veriliyordu. Felsefe ve mantık dersleri verilmiyordu. Çünkü fen ve felsefe İnsanı imandan uzaklaştıran, hatta küfre götüren zararlı ilim olarak biliniyordu.

Oysa İslam dini,  fen ve felsefeye ters düşmüyor, bilakis teşvik ediyor.  Her fen ve felsefe kendine has bir dil ile Allah’tan bahsediyor. Mesela, botanik ilmi, bize ağacın veya bitkinin gelişimi, rengini, meyve verme süresini,  topraktan su ve gıdayı nasıl aldığını, yapraklara kadar nasıl götürüldüğünü anlatıyor.Ağaç ve bitki yaprağı üzerinde ilmin tespit ettiği inceliğe bakıldığı zaman, hemen İlahi kudret öne çıkıyor.

Şöyle ki: Her Yaprağın uçunda “v” şeklinde bir oluk bulunmaktadır. Solunum veya yağmur ile oluşan su damlacıkları, oluktan dışarıya akıtılıyor. Yaprağın oluğu olmasaydı, üzerinde oluşan su damlacıkları, güneşin etkisiyle ısınarak yaprağı kuruturdu. İşte her bir ağaç; her bir bitki harika mucizeleriyle Cenab-i Allah’ın sanatı olduğu botanik ilmi gösteriyor.

Bir tarafında zehir; diğer tarafında bal gibi bir gıdayı veren, bal arısı; insanlara ipek dokuyan ipek böceği, İlahi bir kudretle kan ve fışkı arasında bembeyaz berrak süt veren inek; bunlar tamamen müsebbibin birer sebepleridirler. Yoksa balı arıdan, kumaşı ipekböceğinden veya sütü inekten ve yediği kuru ottan istemek ahmaklıktır.

Allah’ın kudret ve mucizesine bakınız! Bir litre süt oluşumu için, ineğin süt bezinden dört yüz litre kanın dolaşması gerekiyor. Bu hesapla yirmi kğ. Süt veren bir ineğin memesinden sekiz ton kan dolaşması gerekiyor. Bacasız dumansız bu fabrikanın İlahi bir mucize olduğu zooloji ilmi ispat ediyor.

Keza, dünyadan ortalama 150 milyon km. uzaklıkta bulunan ve top güllesinden yetmiş kere daha hızlı giden güneş,  188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alan dünya, bu muazzam hareketiyle güneşin etrafında hiç durmadan ve yörüngesi dışına çıkmadan dönüyor. İnsanlarla beraber bilumum canlı cansız her şey dünya sefinesinde, haberleri olmadan seyahat ediyorlar.

Bir yandan dünya kendi ekseni etrafında dönerken, diğer taraftan da gece gündüz ve mevsimleri beraberinde getiriyor. Güneş ve diğer ecramlar da bütün hızıyla dönerek gidiyorlar. Hiç birbirine müdahale etmiyor, birbirlerine çarpmıyor, ilahi bir komutla hareket ediyorlar.

Bediüzzaman, “… İşte bu arzı, böyle kendine sacit ve abid ve ibadına mescit, mahlûklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-i Zülcelal…” diye ifade ediyor.  (2)  bu kudret-i ilahiye yi insanlara tanıttıran elbette astronomi ilmidir.

İnsanın ruhu etrafında bir ceset kaim edilmiş, içinde akıl, kalp ruh ve hayal gibi cihazlar yerleştirilmiş. Hayatın idamesi için cesedin üzerinde göz, el ve ayak verilmiş, her biri ayrı bir görevle insanın emrine verilmiştir.

Mesela normal bir insanın kalbi, bir senede pompaladığı kanın toplam miktarı, yüz bin tonluk bir şilebin yükü toplamı kadar olduğu söyleniyor. Vücudun mahzeni ve iaşe deposu olan mide, süzgeç görevi gören böbrek, solunumu sağlayan akciğer, diğer tarafta karaciğer, al ve akyuvarlar vs. Bunların işleyişine bakıldığı zaman, bu harika sanatın idrakinden insan aciz kalıyor.

Böylesi harika organ ve hücrelerin ilahi bir kudret eliyle işlendiği ve lisan-i halleriyle Allah’ın birer mucizesi olduğunu ilan ediyorlar. Tıp ilmi de, idrak sahiplerine  şahitlik ediyor.

“… her günde, her senede, her asırda yeniden yeniye icat ettiği hadsiz masnuatı, nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla şahadet ederler.”1,  Allah vardır! diyorlar. Dolayısıyla fen ve felsefe insanlara Allah’ı tanıttırıyor. Onun için İslam dini fen ve felsefe ile ters düşmüyor.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri on dokuzuncu sözde, “BİRİNCİ REŞHASI: Rabbimizi bize târif eden üç büyük, küllî muarrif var. Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem’a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten işittik. Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrâsı olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır.” Diyor.

Kur’an-ı Kerim’in Kelamullah olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenab-ı Hakk’ın varlığını da ispat ediyor. Bütün deliller, kendilerine mahsus lisan-i halleriyle “Allah vardır” diyor.

Fahr-i kâinatın (asm) peygamberliğini ispat eden bütün mucizeler ve deliller de, Allah’ın birer delilleridir. Zaten bütün peygamberlerin yaratılış gayeleri de Allah’ın varlık ve birliğini ilan etmektir. “Allah vardır ve birdir” diyorlar.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org

26.8.2013

Alıntı: 1- Mektubat, yirminci Mek. Birinci Makam.2-Mesnevi-i Nuriye