Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Ahde Vefa Nedir?

Hep derler eskide ahde vefa vardı, aslında vefanın eskisi yenisi olmaz, her nedense yaşlılarımız tarafından genel olarak kullanılan bir söz, işin hakikatine bakılırsa doğruluk payı elbette var, çünkü: Eski zamanlarda fen ve felsefenin cerbeze oyunları bu kadar yoktu, insanların çoğu avam olmasına rağmen kimi ailesinden kimi çevresinden aldığı İslami ve insani terbiyeyi sosyal ve içtimai hayatında da tatbik eder, anne baba, kardeş yakın akraba ve dostlarla ilgi alaka devam ederdi, halk arasında yapılan iyilikler kesinlikle karşılıksız bırakılmazdı. Dolayısıyla vefa: Sevgi saygı, hal hatır sorma, yardımlaşma ve dayanışmanın esası ve güvenin tesisidir.

Bediüzzaman Hazretleri, “Vefa asr-ı hazırın ihmal ettiği duygulardan biridir.” Diyor.

Vefa, her insanda özellikle Müslüman’da bulunması gereken bir özellik olmalı, ne yazık ki herkes bu güzel meziyeti taşıyamıyor, dolayısıyla şahsi menfaat öne geçince içtimai ve sosyal hayatın temel prensipleri de bozuluyor, neticede “ahde vefa” yani sözünde durma güveni ve itimadı kalkıyor,

Vefa, gerek Allah’ın (cc) yanında gerekse içtimai hayatta insanın itibarını ve şerefini artırır. Vefa, insana şeref veren, baş üstünde taşıyan elmas, yakut ve zümrütle bezenmiş bir taçtır. Vefa, Allah’ın takdirine ve insanların da sevgisine ulaştıran güzel bir meziyettir.

Kırkıncı hocanın vefa tarifi şöyledir:“Hayat-ı beşeriyenin ruhu ahde vefadır. Vefasızlar dünya ve âhirette kendilerine dost bulamazlar. İhtiyaç ve zaruret hallerinde de kimseden yardım görmezler.” diyor.

Vefa sadece insanlara mahsus yapılan bir incelik ve özellik değildir; Belki vefanın en birincisi insanın daha dünyaya gelmeden Halık’ına verdiği ahde sadık kalmasıdır, o’nun emirlerine bağlı olması, verdiği nimetlere şükürle mukabele etmesidir.

Cenab-i Allah (cc) şöyle buyrulur: “Allah’a verdiğiniz ahdi tutun.” 1

Mü’minler günde beş farz namaz öncesi “estağfurullah” diyerek, yaptıkları günahlardan tövbe eder, bundan sonra kötülük etmeyeceğim vaatte bulunur, her yapılan bir tövbe Allah’la kesin bir akit bir ahit ve bir sözleşmedir; Mü’min ne diyor? “Allah’ım, bundan böyle emirlerine bağlı kalacağım” diyor. İşte bu ahde bağlı kalma “ ahde vefadır.” Bağlı kalınmadığı zaman vefasızlık, sadakatsizlik ve yalancılıktır. Ayette de anlaşıldığı üzere; İnsan gerek Allah’a karşı gerekse başkasına karşı verdiği sözü en iyi şekilde yerine getirmelidir.

Sadakatte ve en güzel ahlakta numune misal olduğu gibi, vefada da en ileri olan Peygamberimiz (asm) sözüne, ahdine ve kefaletine de son derece bağlı ve vefalı idi, birine söz verdiği zaman mutlaka onu yapardı, daha Peygamberlik gelmeden önce, Abdullah B. Ebi’l-Hamsa (r.a.) ile bir yerde buluşmaya karar veriyorlar.

Abdullah (ra) verdiği sözü unutuyor, aradan üç gün geçtikten sonra hatırlıyor ve buluşacağı yere gidiyor. Bakıyor ki Hz. Muhammed (asm) orada bekliyor.

Efendimiz (asm) “Abdullah nerede kaldın? Üç gündür seni burada bekliyorum.” Buyrulur.

İşte Peygamberimizin üç gün boyunca her gün söz verdiği saatte gelip Abdullah’ı beklemesi, verdiği söz ve ahdi bütün mü’minlere de güzel bir vefa mesajıdır! Peygamberimize (asm) vefa ise sünet-i seniyesini hayatımızda tatbik etmek, o’nu her şeyimizden daha fazla sevmekle olur.

Bilinmesi gereken önemli bir vefa de anne ve babaya karşı vefadır. Onlara itaat ve hürmet etmektir. Anne babaya itaat etmek, hürmette bulunmak ve ihtiyaçlarını temin etmek dinîn gereğidir, insaniyettir, vicdanî bir görev ve mesuliyettir. “Maişetim dardır, görev icabı onlardan uzağım, hanım engeldir, yatalak olduğu için bakamıyorum, malını kime yedirmişse, bu gün de o baksın” dememeli, evladın şartları ne olursa olsun anne ve babaya yardım etmek, hizmet edip ihtiyaçlarını gidermek ve onlara yardımcı olmak evlat için farzdır.

Bir ayette Allah (cc) mealen şöyle buyurur:

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “of!” bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.” 2

Rabbul âlemin (cc) önce zatından başkasına kulluk etmemeyi ve ardında da ana babaya ihsanda bulunmayı emir ediyor. “Annenin doğum sancısında çektiği acıyı, evlat annesini hayatı boyunca sırtında taşımasına mukabil gelmez.” Anne ve babadan sonra elbette akraba, komşu ve dostların hak ve hukukuna riayet etmek gelir, onları zaman zaman ziyaret etmek, hal hatırlarını sormak, hayırlı dualarını almak güzel bir kadirşinaslık ve vefadır.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin birçok vefa ve sadakatlerinden üç tanesini arz edeceğim:

Tenekeci, Abdullah Gayretlioğlu 1910 yılında Emirdağ’da dünyaya gelir, Çalışkanlar hanedanıyla akrabadır. Aslen Kerküklüdür. Üstadın, kaşık meselesini şöyle anlatır.

“Bir gün Zübeyir, ortasından kırılmış bir kaşık getirdi. Bu kaşığı tamir etmem için Üstad göndermişti. Kaşık alüminyum olduğu için kaynak tutmuyordu. Kolayından gidip, on kuruşa bir çay kaşığı aldım, bunu Üstada götürdüm. Üstad bana, ‘Kardaşım sen bilmiyor musun? Bu kaşık benim kırk yıllık arkadaşımdır.” dedi.

Bu defa çaresiz tekrar dükkâna gelip, küçük bir saç keserek kıvırdım ve kaşığın içine geçirip iyice sıkıştırdım. Sağlamlaşınca götürüp Üstada verdim. Çok memnun oldu ve bu tamirat için bana yirmi beş kuruş verdi. Tarassutların, takibatların çok sıkı olduğu günlerde, risaleleri çuvala kor ve eve taşırdım. Bilahâre çıkarıp, isteyenlere gönderir veya verirdik.” 3

Bediüzzaman Tatarları çok severdi: “Ben Tatarları beş vakit duama dâhil etmişim. Bir zamanlar esarette iken, Kosturma’da iki ihtiyar Tatar kadını bir küçük pencereden benim yiyeceğimi getirip, bana yardım ediyorlardı. Belki de onlar, benim kurtulmama, Risale-i Nur Külliyatını yazmama vesile olmuşlardı.

Bütün Tatar kabilelerini beş vakit duama dâhil etmişim. Hatta 1948’de bana zehir veren Afyon Savcısı da tatardı. Abdülvahid, sen neredeyse onu bul, mektup yaz. Cehennemin azaplarını çekeceğimi bilsem, ondan hak talep etmeyeceğim. Hakkımı helal ettim.” der,

Fedakâr nur kahramanlarının membaı olan Isparta hakkında da şöyle diyor:

Bediüzzaman, “Isparta’yı ve havalisini, taşıyla, toprağıyla seviyorum. Hatta diyorum ve resmen de diyeceğim: “Isparta hükümeti bana ceza verse, başka vilâyet beni beraat ettirse, yine burayı tercih ederim.” 4

İşte vefanın ve sadakatin tarifi bu olsa gerek.

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

Kamu Görevlisi

KAYNAKLAR

1-En’am Suresi, ayet, 152.

2-İsra Suresi 17/23

3-son şahitler

4- (Şuâlar, 263

Dikkat Size de Bir Davetiye Var?

davetiyeDavet değince düğün, sünnet, konferans, toplantı veya benzeri davetler akla gelir. Bilhassa şöhret edinmiş, zengin veya tanınmış siyasetçilerin davetiyeleri öncelikli ve imtiyazlı olur.

Dikkatinize sunulan davetiye ise geneldir, gönül hatır davetiyesi değildir. Fakir zengin ayrımı yapılmadan, gönüllü gönülsüz, istinasız herkesin katılımı zaruri ve imtiyazsız bir davetiye…

Tebliğ ve tebellüğü zorunlu olan bu davetiye için herkes bir müddet dünya salonunda sırasını bekler, daha sonra berzah âlemine ait zorunlu davetiyesini alır. Sana bana ve herkese… İşte! İmtiyazsız “DAVETİYE”.

Evet, beden üzerinde yırtılmış bir elbise, bedeni nasıl terk ediyorsa; Bir gün ruhumuz da bedenimizi öylece terk edecektir. Ölüm bir devir teslim töreninin başlangıcı, berzah diyarına bir sevkıyattır. Cenab-i Allah (cc)  Kur’an’ı Kerim’de: “Her nefis ölümü tadıcıdır.” buyurmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri ölüm için şöyle diyor: İ’lem eyyühe’l-aziz! Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzarla ikrah edeceklerdir. 1

Ölüm, kâfir için ebedi ve sonsuz bir hiçlik iken, Allah’ı tanıyan ve ibadet ile onu sevdiğini gösteren bir mümin için ebedi bir âlemin kapısı, sonsuz bir saadetin başlangıcıdır. Ölümü güzelleştiren onun arkasındaki ebedi saadettir. Bu saadeti bilen nice Allah’ın dostları ölüm gelmeden onu kemal-i iştiyakla beklemişler, ölüm gününü şeb-i aruz yani düğün gecesi olarak görmüşler.

Risale-i nurun verdiği tahkiki iman ile fena fi’l- Kur’an, zeki ve çalışkan, nurun şakirdi dava adamı, imanı ve İslamı dünyaya tebliğ etmekte mahir bir andelib; Bir kahraman, yedi lisan bilen, imanın şevki ve sevdası uğruna diyar diyar dolaşan, diyar-i gurbette vefat eden, şehit merhum Ali UÇAR’ın bir anekdotu aktarmak istiyorum:

Merhum Ali UÇAR, İman ve Kur’an hizmeti için Almanya’da uzun süre kalmış, Almancayı iyi bilen biri; Bir gün bir parkta çocuklar oyun oynarken, onları seyreden yaşlı bir kadının ağladığını görür, çocukların neşeleriyle neşedar olması lazımken neden ağladığını merak eder.

Ali UÇAR: “ Teyze neden ağlıyorsun” der.

Yaşlı teyze: “Evladım ben kendi halime ağlıyorum, gençliğim gitmiş, yaşlıyım belki en yakın bir zamanda öleceğim, işte toprağın altında çürüyeceğim, yok olacağım!” demiş.

Rahmetli Ali UÇAR, Yirminci mektup, yedinci kelimeyi Almanca olarak o kadına okur:

….Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.2

Teyzenin hüzünlü akan gözyaşları durur, sakince sorar? “Evladım gerçekten ben kabirde yok olmayacağım, kabir arakasında hayat mı var? Bana güzel bir müjde verdin.” Der,

Kadın, ileride oturan kocasına:

“Hans… Hans! Gel dinle, mevt idam değil, yokluk değil, tebdil-i mekândır. Asıl vatanımız kabir arkasıdır. Gel… Gel… Ali’yi dinle!

Ali UÇAR, ayni sözleri Hans’a da söyler.

Hans, Ali UÇAR’ı evine davet eder, bu davetler sık sık devam eder, Hans’ın kalbine bir ışık bir nur girmiş ki diyalogu kesmez. Kısa bir zaman içinde Hans, eşi ve bir çocuğu ile Müslüman olmaya karar verirler. Merhum Ali UÇAR’ın tebliğ görevi bunların hidayetine bir sebep bir vesile olmuş, “Tebliğ bizden hidayet Allah’tandır” Allah hidayeti dilediğine verir. İnsanın iman ve hidayet nurunda hissesi yüzde birdir. Geri kalan doksan dokuzu Allah’a aittir. Bu yüzden iman ve hidayet nurundan hâsıl olan güzellik ve kemaller Allah’ın bir lütfü bir ikramıdır. Rabbü’l âlemin ezelden insanların kalbini bildiği için kime ne lütuf ve ihsan da bulunacağını bilir ve öylece hidayetini ihsan eder. Hans ve ailesine yapılan lütuf ve ikram gibi.

Hans, İslam’ın güzellikleriyle ailece müşerref olur,

Ecel kapıya gelince her şey mukadder olur,

Hans’ın oğlu, Ali UÇAR’a bir gece vakti telefon açar,

Babasının vefatından onu eder haberdar,

Ey! Hans, kalbindeki filizlenen has niyet,

Tebdil etti amelini vardığın yer İslamiyet,

Peygamber efendimiz (asm) niyet hakkında bir hadisinde şöyle buyurur: “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Münafığın ameli ise niyetinden hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre amel işler. Mü’min bir amel işlediğinde kalbinde bir nur uyanır.”3

Bediüzzaman, “…niyetin sıradan adetleri ve adi davranışları ibadete çeviren pek acip bir iksir, bir maye ve bir ruh olduğunu, ölü halleri ibadetle canlandırdığını kaydeder… Niyetin ruhu da ihlâstır.”Buyurmuştur.

Gene şöyle diyor: “Dünyanın ömrü kısa olup sür’atle zeval ve guruba gider. Zevalin(sona erme) elemiyle visalin (kavuşma) lezzeti zeval bulur… Dünyanın lezaizi zehirli bala benzer, lezzeti nispetinde elemi de vardır… Öyleyse, kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel, Allah’ın “DAVETİNE” icabet et”4

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

KAYNAKLAR

1-Mesnevi-i Nuriye –habbe

2-Mektubat 20.mek. 7.kelime

3- Camiü’l sağır

4- mesnevi-i Nuriye

Bu Emirlerden Haberin Var mı?

Bediüzzaman, hazretleri mesnevi-i Nuriye eserinde diyor ki “Dünyada sana ait çok emirler var. Amma ne mahiyetlerinden ve ne akıbetlerinden haberin olmuyor: 1

Mesela Ceset, hayat, insaniyet, ömür, yaşayış, vücut, bela musibetler, dünya misafirhanesi ve dünyanın lezzetleri gibi sıralanabilir.

Bediüzzaman, bu emirleri şöyle açıklıyor:

“Biri cesettir. Evet, cesedin genç iken latif, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder.”

İnsanın maddi bedenine işarettir. Üstad, insanın vücudunu zamana göre değişen Bir çiçeğe benzetmektedir. İnsan gençken çok güzel ve zarif bir fiziğe sahiptir. İhtiyar olunca tam tersine bel bükülür, gözler çukurlaşır, yüz çehresinde kırışıklar olur, zamanla vücut iskelesi artık bedeni taşıyamaz kuru ve uyuşuk bir hale gelir.

“Biri de hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.”

Burada da insanın yaşayışına işaret ediyor. Hayvaniyetteki maksat ise, bedenin hayvani ihtiyaçlarıdır. Yani yemek, içmek ve tenasül gibi hayvani isteklerdir. Her ne kadar ruh baki olsa da; vücut ölümle dünya hayatı ve yaşayışı son bulmaktır.

“Biri de insaniyettir. Bu ise zeval ve beka arasında mütereddittir. Daim-i Bakinin zikriyle muhafazası lazımdır.”

İnsanlığı tekemmül ettiren zikir ve ibadetlerdir. Dolayısıyla, İnsan, ibadet ve zikirleriyle nebat ve hayvanlardan ayrı bir üstünlüğe sahip kılınmıştır. Çünkü hem geçmiş hem de gelecekle alakadardır. Büyük bir istidada sahip olan insan, buna mukabil de nihayetsiz arzuları da bulunmaktadır. İnsanın değeri Allah’a muhatap olduğu nispette yükselir. Onun için şuurlu bir ibadet yapmak ve Allah’ın rızasını kazanmak lazımdır.

Risale-i nur eserleri hakkalyakin derecede imani meseleleri izah ve ispatladığı için Risale-i nur talebeleri de, her biri kabiliyetlerine göre bu imani konuları insanlara anlatmaktadırlar. Gerek birey gerekse cemaat olarak insanlara şefkat ve muhabbetle davrandıkları, millete faydalı olduklarının hikmeti de işte Risale-i nur eserlerini okuduklarındandır.

Bediüzzaman, bu konu ile alakalı şöyle diyor:

“Risale-i Nurun gıda ve taam hükmünde ki hakikatlerinden hem akıl, hem kalp, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir.”2

Başka bir eserinde de şöyle diyor. “… Gördüm ki, içinde hem külli zikir, hem geniş fikir, hem kesretli tahlil, hem kuvvetli imani ders, hem gafletsiz huzur, hem kutsi hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var.” 3 

Risale-i nur eserleri hem günümüzü hem de gelecek asırları tenvir eden bir tefsir-i Kur’anidir. İmanı kurtarmak cihetiyle insanlara ekmek ve su gibi zaruri bir ihtiyaçtır.

 “Biri de ömür ve yaşayıştır. Bununda hududu tayin edilmiştir; ne ileri ve ne de geri bir adım atılamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, takatinden hariç olduğun tûl-i emel yükünü yükleme.”

İnsanın dünyada ki sermaye-i ömrü, Cenab-i Allah tarafından tayin edilmiştir; insan ne kadar yaşayacağı elinde olmadığını belirtilmektedir. Bu muayyen olmayan kısa ömür için, dünya işlerine karşı gösterilen aşırı arzu ve isteklere de kapılmamak lazımdır. Her nedense nefis şeytanın telkiniyle zaman zaman kaderi tenkit eder, hakka teslim olmuyor. Güneşin doğuşu ve batışı belirli zamanlarda tayin ve takdir edildiği gibi, her insanın da bu dünyada doğuşu ve ölümüne kadar tüm mukadderatı, kalem-i kader tarafından yazılmıştır. Dolayısıyla nefis ve şeytana değil, “kadere teslim kederden emin” olmak lazımdır.

“Biri de vücuttur. Vücut zaten senin mülkün değildir. Onun maliki ancak Malikü’l- Mülktür. Ve senden ziyade senin vücuduna şefkatlidir. Binaenaleyh, Malik-i hakikinin daire-i emrinden hariç ve vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun: Ümitsizliği intaç eden hırs gibi.”

Burada ki vücut; cesetten farklıdır. Ceset bir nebati yaşayış gibi belirli bir zaman içinde gelişir ve değişir. Vücut ise varlıktır. Yaşadığı müddetçe yapabileceği işleri görür. Oda hırsla değil, belki meşru dairede ve Cenab-i Allah’ın rıza ve emirleri dâhilinde yapmaktır. Mademki, vücudun sahibi Allah’tır, ondan başka merci de aramamak lazım gelir.

Biri de belâ ve Musibetlerdir. Bunlar zaildir,(yok olandır) devamları yoktur. Zevalleri (ölümleri) düşünülürse, zıtları zihne gelir, lezzet verir.”

“Biri de, sen burada misafirsin,”

“Biri de dünyanın lezzetleridir.”

Üstad, insanın bu dünyada misafir olduğu, beraberinde götüremediği eşyalara kalbin bağlanmamasını, ancak Cenab-i Allah’ın izniyle hareket etmek ve o’na iltica etmekle huzura kavuşacağını vurgulamaktadır. Ayrıca dünyanın lezzetlerine de aldanmamak lazım,”dünyanın akıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır.”diyor.

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR
Kamu Yöneticisi 

 KAYNAKLAR

1-Mesnevi-i Nuriye, Habbe

2-a.g.e.

3-Tarihçe-i hayat

Felsefeciler İslam Diyarında Hala Allah’ı Arıyorlar!

Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök, katıldığı bir felsefe toplantısında “Felsefe, Tanrı ve Din”i iki gün boyunca, felsefenin en derin koridorlarında dolaştık. Tanrı’yı aradık” diyor.

 “İki gün boyunca Tanrı’yı konuştuk. ODTÜ’den, Mimar Sinan Üniversitesi’nden, Galatasaray Üniversitesi’nden, Işık Üniversitesi’nden, Cumhuriyet Üniversitesi’nden öğretim üyeleri, felsefede “Tanrı” kavramının çeşitli  görünümlerini anlattı. “Tanrı vardır” demenin de, “Yoktur” demenin de özgürce konuşulduğu bir toplantıydı. Sonuç: Anladık ki, kimimiz bulmuş, kimimiz hiç bulamamış, kimimiz ise bulmuş da sonradan kaybetmiş. Bana gelince… Allah’ı başından bulmuş, hiç kaybetmemiş bir insanım. Ama “din” derseniz… Onda epey şeyi kaybettim…” demiş,   

Hazreti Âdem (as)’den Hz. Muhammed (asm)’e kadar gelen tüm peygamberler ve evliyaların icmai Allah’ın varlığı ve emirlerini insanlara tebliğ etmişler. Bugün dünyada yaklaşık altı milyar civarında bulunan Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar vs. din mensupları Allah’a iman ediyorlar, hatta İslamiyet’ten önce vahşettin ve cehaletin en ileri derecede olduğu zamanlarda bile insanlar yaratıcı bir gücün olduğuna inanmış, kimi Allah’a, kimi güneşe, kimi, ateşe, kimileri de put ve sanemlere inanmışlar,  İslamiyet’in gelişiyle batıl inançlar artık bir bir yok olup gitmesine rağmen, halen İslam diyarı olan Türkiye’mizde  ‘Tanrı’ var mı yok mu? Kısır döngülerin peşine düşüp Allah’ı bulamayanlar var. Eyvah!…

Ey Felsefeciler! Kâinata bakınız zerreden yıldızlara kadar her şeyde Allah’ın varlığına ait sayısız işaretlerin bulunduğu ve başka elin müdahalenin olmadığını göreceksiniz. Havanın her bir zerresi Allah’ın varlığına ve birliğine şahittirler. Sebeplerin ve tabiatın yaratılışa hiçbir tesiri yoktur, her şey tamamıyla Cenab-i Allah tarafından yaratılmıştır.

İnsanların gerçek görevi Allah’ı tanımak ve o’na iman etmektir. Bir başınızı kaldırınız ve bakın! yıldızlardan atmosfere, bulutlara, şimşeklere; Denizlere, ırmaklara, dağlara, ovalara, bitkilere, hayvanlara ve insanlara kadar bakın. Onların dilleriyle sizi kim yaratmış? Deyiniz:   Şüphesiz Ezel ve Ebed olan Allah bizi yaratmış, diyecekler. O zaman bu kadar sadık şahitleri dinleyip “Allah vardır” demek lazım gelmez mi?

Felsefecilerin, felsefe mantığı ile bu azim arayışın içine girmeleri kim bilir? …Nereden ve ne için icap etmiş….Belki bilmediklerimiz var, belki de ecdatların inandıkları Allah’a inanmak… Ertuğrul beyin belirtildiği üzere: Bu arayışla Allah’ı kabul edenler de olmuştur. Etmeyenler de… “Hidayet Allah’tandır.”Umarım, bu İslam diyarında kimse Allah’ız kalmasın. Allah’ı bulanlar da İslam şuuru ile yaşasın…

Bediüzzaman, Cenab-i Allah’ın vacib’ül vücut olduğu hakkal yakin derecede birçok eserinde izah etmiştir.

 Örneğin: 11–16–22–30–32 ve 33.ncü Sözler, 20 ve 24.ncu Mektup, 23 ve 30.ncu Lem’a, 2–7–11 ve 15.nci Şua’lar.

Bunlardan,Yedinci Şua, Ayatü’l Kübra da, şöyle bir izahat vardır:

“Madem âlemde ve her şeyde tagayyür ve tebeddül var; elbette fânidir, hâdistir, kadim olamaz. Madem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni var. Ve madem her şeyin zâtında vücudî ve ademî bir sebep bulunmazsa müsâvidir; elbette vâcip ve ezelî olamaz. Ve madem muhal ve bâtıl olan devir ve teselsül ile birbirini icad etmek mümkün olmadığı kat’î burhanlarla ispat edilmiş; elbette öyle bir Vâcibü’l-Vücudun mevcudiyeti lâzımdır ki, nazîri mümteni, misli muhal ve bütün mâadâsı mümkün ve mâsivâsı mahlûku olacak.”1

Bu bundan oldu, şu şundan oldu biri birine sebep göstermekle yaratıcılık olmaz. Bu kısır döngülerle varlık bulunmaz. Başlangıcı olmayan birisinin olması lazımdır. Bu da ancak ezeli ve ebedi olan Allah’tır. Allah bütün eşya üzerinde tasarruf eder. O sânidır, varlıklar ise onun sanatıdır.

Gene, Bediüzzaman hazretleri Mesnevi-i Nuriye eserinde şöyle diyor: “ Sani-i Âlem, Âlemde dâhil olmadığı gibi, âlemden hariç de değildir. İlmi ve kudreti ile her şeyin içinde olduğu gibi, her şeyin fevkindedir. Bir şeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da beraber görür…

…Bak, zaman-ı mazi senin gibi geçmiş olanlara geniş bir kabir olduğu gibi, istikbal zamanı da geniş bir mezaristan olacaktır. Bugün, sen iki kabrin arasındasın. Artık sen bilirsin.” 2

Allah’ım, Kur’anı akıl, kalp ve ruhlarımıza nur, nefislerimize mürşit eyle âmin, âmin, âmin…

Rüstem GARZANLI

Kamu Yöneticisi

KAYNAKLAR

1-Yedinci şua,

2-Mesnevi-i Nuriye, 1.Bab.

Haydi, Barış ve Huzur İçin Eller Semaya!

Otuz beş seneden beri Türkiye’de devam eden çatışmaların neticesinde, 35 binden fazla insan ölmüştür. Bu mücadele uğruna milyar dolarlar sarf edilmiş, başta işsizlik, sanayi ve tarım sektöründe birçok kayıplar olmuş, kayıp edilen insan ve ekonomi gücün tamamı millete mal olmuştur. Bu millet artık akan kanın durdurmasını istiyor. Ölen askerin de PKK’nın de ardından yanan bir yürek var! O da anne yüreği, bütün anneler bizim, artık ağlamasın yüreklerimiz.

Yıllardan beri devam eden bu çatışmalar elbette bir gün barışla son bulacak, umarım ki, daha insan kaybı verdirmeden, o gün yakın bir gün ola, çünkü bu millet barıştan yana, bu millet sulhtan yana, kardeşçe yaşamaktan yana, son zamanlarda şanlı devletin ve hükümetin Sulh-u umumiyi temin etmek için atığı adımlar vatandaşların özlem duyduğu bir hasrettir.

Otuz beş seneden sonra yakalanan bu barış sürecine taraflar “hükümet, İmralı ve Kandil” inisiyatif kullanarak halkın barış özlemi ve hasreti baltalanmasın.”Yurtta sulh cihanda sulh” patenti ile cihana “sulh” ilan eden bu devlet-i aliye kendi yurdunda da barış müzakeresi için tahriklere kapılmadan ve hak ihlali yapmadan sonuna varmaktır.

Cenab-ı Allah (cc) Ayet-ı Kerimede şöyle buyurur: “Bir kötülüğün cezası, ona denk bir cezadır. Ama kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.”

İnsanları cezalandırmaktansa, affedici olanların ve barışa vesile olanların yüksek mükâfatı Allah’a aittir.  Daima yapıcı ve uzlaştırıcı olmak lazımdır. Ortaya çıkan bireysel ve toplumsal problemler her zaman müdahalelerle çözüme kavuşturmuştur. Artık toplumun muzdarip olduğu bu ateşin söndürülmesi için her kesimin fiili ve kavli duada bulunma zamanıdır.  

Münasebetle alakalı bir hadise: Kubâ halkı arasında kavga çıkmış olay büyümeye başladığı sırada, Durumdan haberdar olan Peygamberimiz (asm) “Bizi oraya götürün de aralarını düzeltip onları barıştıralım.” Buyurmuş,

Bütün insanlara rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (asm) günümüz insanına ne güzel bir mesaj vermiştir. Kişi eviyle, komşusuyla, mahallesiyle, kazasıyla, bölgesiyle, halkıyla hatta memleketiyle alakadardır. Bu alakadarlıkla birinin rahatsızlığı ile başka bireylerin rahatsız olması İslami ve insani bir şiardır. Başka bir hadiste de, Peygamberimiz (asm) en güzel amel “sulh sağlamak” olduğunu emir buyurmuştur.

Kur’an’ın delalı, Risale-i nurun müellifi, Bediüzzaman Hazretleri sulh ile ilgili münazarat eserinde şöyle diyor:

“Milletimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve İmandır. Rahmet-i İlahiyeden ümit kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’an’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.”2 

Gene, başka bir eserinde: …”Sulh-u Hudeybiye ile çendan maddî kılıç kılıfına muvakkaten konuldu. Fakat Kur’ân-ı Hakîmin bârika-âsâ elmas kılıcı çıktı; kalbleri, akılları fethetti. Musalâha münasebetiyle birbiriyle ihtilât ettiler. Mehâsin-i İslâmiyet, envâr-ı Kur’âniye, inat ve taassubât-ı kavmiye perdelerini yırtarak hükmünü icra ettiler.” Buyurmaktadır..3 

Görüldüğü üzere İslamiyet’ten evvel insanların hak ve hukuktan uzak olduğu ve cehaletin hâkim olduğu bir dönemde Rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in (asm) yaydığı İslamiyet’le gelen güzellikler ve Kur’an’ın nuru insanların inat ve taassupları kaldırmış, kalplere hidayet verilmiştir. Örf ve adetlerinde inatçı olan Araplar, İslam’ın nuru ile inatlarını bırakıp, barış ve huzurun muallimleri,  insanlığın medar-i iftiharı olmuşlar,

Netice itibariyle İslamiyet ruhu ile yaşayan bizler, yani Türk ve Kürtler iki millet’te olsalar, gene ayrılmaz bir vücutturlar. Bin seneden beri beraber yaşamış ve yaşamaya da devam edecekler. Çünkü  bu halkın başka yakını yok, başka seveni yoktur….    Haydi, barış ve huzur için eller semaya!

Ya İlahi ve Ya Rabbi! İslam ülkeleri ve Türkiye’nin de yaşadığı sıkıntılardan kurtulmak için bir sulh-u umumi nasip eyle, barış ve huzur için semaya kaldıran elleri boş çevirme, barışın temini için yapılan ve yapılacak müzakereler tüm halkımız için hayırlara vesile olmasını Rahmetinden niyaz ediyoruz. Amin….

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

KAYNAK

1-Şura/40

2-münazarat

3-Lem’alar, 7.ci lem’a