Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Kuvvet Hakka Hizmetkâr Olmalı

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Birinci, ikinci ve üçüncü vecihler bir önceki yazılarımızda izah edilmiştir.

Mü’minler için Âyet-ı Kerime de şöyle bir emir var:

“Mü’minler, muhakkak ki, kardeşlerdir. Artık kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ve Allah’tan korkunuz, tâ ki: Siz rahmete erişesiniz.” (Hucurat-10)

Müceddid-i ahir-i zaman, pişdarı din-i İslam, Arş-ı Â’zamın pürnur ufuklarından inen Kur’an-ı Kerim’in delâllı, müçtehit ve müellif Bediüzzaman dördüncü vecih’i şöyle izah etmektedir.

Dördüncü Vecih:

Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Veçhin esası olarak birkaç düsturu dinle:

Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur.

Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise çirkinlikleri gösterir.” (Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâve’d-Dîn,s.10) 

sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.

“Ey insanlar! Muhakkak ki, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve sizleri kavimlere ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphe yok ki, sizin Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Muhakkak ki, Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat-13)

Cenab-ı Allah (c.c) yukarıdaki Ayet-i Kerimede bütün insanlığın birliğini, kavim ve kabilelere ayırma nedeni ve kulluk görevi ile alakalı hususları açıkça zikretmiştir. Bu nedenle: Halık-ı alem insanların dil, ırk, mezhep, soy ve sopuna bakmaz ancak takva ve a’meline bakar. Onun için a’malde rıza-i ilahi olduğu zaman iyilikler görünür. Kötü niyetle bakıldığı zaman her şeyde çirkinlik aranır ve ona göre değerlendirir.

Müslümanlar, İslam esaslarının temelinin ve kaynağının Kur’a-ı Kerim ve Resulullah’ın sünneti olduğuna iman eder, bu iki kaynağa sımsıkı sarılırlarsa elbette ki doğru yoldan sapmazlar.

Bediüzzaman, fertler arası çıkabilecek ihtilafları birer birer kapatırken kavim ve kabileler arası veya meslek ve meşrepler arasında da çıkabilecek rahatsızlıkları da kapatmaya çalışır. Sosyal hayatın tanzim ve idaresinde meslek ve meşreplerin farklılaşmaları, yardımlaşma ve dayanışmaya yönelik olmalı, aksi takdirde farklılaşmanın düşmanlık ve husumete neden olmaması gerektiğini vurgular. Ona göre her meslek ve meşrep sahibi haklı olarak kendi mesleğinin en iyi olduğunu iddia edebilir ve etmelidir de; buna hakkı vardır. Fakat sadece kendi mesleğinin iyi olduğunu, diğer İslâmî mesleklerin iyi olmadıklarını iddia etmeye hakkı yoktur. Nifak ve düşmanlık ancak bölünmeye sebebiyet verir, üstad bunu da insafsızlık olarak görmektedir.

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati Bazen damara dokundurur, aksülâmel yapar.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Nefsini kötülüklerden arındıran kesinlikle kurtuluşa ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.”

“Şüphesiz bir toplum kendilerini değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.’’

Bizim doğru bildiğimiz ve hakikaten doğru olan sözleri söylemek, karşımızdaki kardeşimizin kalbinin kırılmasına sebep olabilir, gıpta damarına dokunabilir, söyleyiş tarzımız veya orda söylenen sözün, ters tepkilere sebebiyet verilmemesi için dikkatle ve özenle söylemek lazımdır.

Haklı adam, insaflı olur. Bir dirhem hakkını, istirahat-i umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enaniyetli olur; feda etmez, gürültü çoğalır. Münakaşa etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir.

O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla bir şey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var.

Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur.

Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor.

Her zaman gerek bilgide, gerek kanunun verdiği kuvvetlerde gerek kavim ve kabilelerin güç ve istidatlardaki düstur şudur: Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı.

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Biz Muhabbet Fedaileriyiz

“Biz Muhabbet Fedaileriyiz Husumete Vaktimiz Yok”

Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiği en güzel şekilde altı vecihle açıklanmıştır. Birinci ve ikinci vecih bir önceki yazımızda izah edilmiştir.

Üçüncü Vecih : Mubelliğ-i a’zam, bediül beyan, üstad Bediüzzaman şöyle izah etmektedir.

Adalet-i mahzâyı ifade eden “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” En’âm Sûresi: 6:164. sırrına göre, bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına adâvetini teşmil etmek…

Tam ve eksiksiz adalet, ferdin cüz’i hakkını bütün insanlık için olsa feda etmeyen adalet demektir. Bir masumun hakkı bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert, umumun selameti için dahi feda edilmez. Cenab-ı hakkın nazar-ı merhametinde hak, haktır. Küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük büyük için iptal edilmez. Bir cemaatın selameti için bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Mü’minlerin iyi yönleri olduğu gibi, zaman zaman farklı hareketlerde bulunanlarda olabilir.

”Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.”

Kardeşimizin, birçok iyi sıfatı varken, bir tane bize kötü gözüken sıfatı için, o kardeşimize bu kötü sıfatı ile tanımak ve adlandırmak, kötülemek, kin bağlamak ve bu sıfatından dolayı onu küçümseyerek alay etmek bir zulümdür.

Kişi nefsine ne isterse mü’min kardeşine de onu istemelidir. Herkes kendi yanlışlarını görmek ve terbiye etmekle mükelleftir. Başkasının günahlarını kendine meşgale etmemeli, affedici olmalıdır. Kin, inad ve hırs gibi muzır hasletler insanın düşünme ve muhakeme yeteneğini kaybettirir ve neticede insanı kötülüğe yönlendirir.

Bir mü’minin işlediği bir günah veya kötülükte çok sayıda faktörün etkisi vardır. Dolayısıyla günah işleyeni yargılarken sadece kişinin değil, aynı zamanda o faktörlerin de dikkate alınması gerekir. Çünkü kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek lazımdır.

”Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

“Muhakkak ki insan çok zalimdir.” İbrahim Sûresi: 34

Sîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği hâlde, nasıl kendini haklı bulursun, “Benim hakkım var” dersin?

Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in’ikâs etmek, şe’nidir. Ve ondandır ki, “Dostun dostu dosttur” sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” sözü umumun lisanında gezer.

İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın.

“Kim kardeşinin ayıbını örterse Allah da dünya ve ahirette onun ayıbını örter.” (İbn Mace)

“İyiliği gördüğü zaman kapatan, kötülüğü gördüğü zaman yayan kötü komşunun şerrinden Allah’a sığının.” (Buhari)

Mü’min kardeşlerimizin kusurlarını düzeltmek için daima onlara dua etmeliyiz, iyi yönleri ile görmek ve haklarında iyi düşünmek lazımdır. Düşmanlık sebebi olan kötü hasletler ve fenalıklar toprak gibi kapalı, kalın ve koyu olmalı ve başkasına geçmemelidir. Başkasının yaptığı kötülüğüne karşı ben de kötülük yapayım dememeli, özellikle kötü hasletlerin bıraktıkları tahribatlardan ders ve ibret alınmalıdır.

Mümin kendisine yapılan kötülüklere karşı bile iyilikle muamele yapmakla yükümlüdür.”Biz muhabbet fedaileriyiz husumete vaktimiz yok.” Diyen Bediüzzaman, başka yerde de şunu ifade etmektedir.“Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içerisinde yanmaya razıyım.” İşte kardeşlik de, uhuvvet de böyle olmalıdır.

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Hakiki Muhabbet Eden Hakiki Düşman Olamaz

İslam dünyasının ve Müslümanların içinde bulunduğu hastalıklar ve tedavi çareleri:


“Müminler, muhakkak ki, kardeştirler. Artık kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ve Allah’tan korkunuz, ta ki: siz rahmete erişesiniz.”(hucurat 49/10)


Müslümanlar, İslam esaslarının temelinin ve kaynağının Allah’ın kitabı ve Resulullah’ın sünneti olduğuna iman ederler. Eğer Müslümanlar bu iki kaynağa sımsıkı sarılırlarsa elbette ki doğru yoldan sapmazlar.


Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Birinci vecih bir önceki yazımızda izah edilmiştir.


İkinci Vecih:


Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar.


Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadisle, üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek. Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer.


Bediüzzaman İslam dünyasının ve müslümanların içinde bulunduğu hastalıklar ve tedavi çarelerin Hutbe-i Şamiye’de bu konuyu şöyle izah etmektedir:


Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu husumet ve adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.


Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.


Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbaplarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.


Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur.


Bugünkü dünya üzerinde cereyan eden olumsuzlukların yegâne sebeplerinden biri, devletlerin kendi otoritelerini zorla ve tahakkümle halkına kabul ettirmek, milletin ananelerine ve inançlarına müdahale etmek, milletini hakir görmek ve milli gelir dağılımında ayrıcalık yapmaktır. Bu olumsuz tutum ve davranışların neticesinde husumet meydana gelir. Onun için evvela devlet halkı ile barışık ve güven içinde olmalıdır. Netice itibariyle bir devlet milletine veya millet devletine güvenmiyorsa o devlette isyan ve terör çıkması muhtemeldir.


Bediüzzamanın, ıslah için kullanacak iki araç olan “nur ve topuz”un yani nasihat ve cebrin aynı elde olmaması lazım geldiğini belirtir. Bu ifadeden anlaşıldığı üzere hem birey hem de toplumu ıslah etmenin aracı zor ve tahakküm değil, belki karşılıklı sevgi ve samimiyeti göstermek ve neticede toplumun devletine, devletin milletine güven duymasıyla olur. Sosyal hayatta ailelerin idaresinden tut ta devletlerin idarelerine kadar birbirleri ile geçinmenin ve anlaşmanın tek çaresi maslahat ve uhuvvettir. Uhuvvet ise birbirlerine güven, iyi ilişki ve diyalogla olur.


Mü’minler ahiretin mezrası olan dünyada da birbirlerini desteklemelidirler. Yalnız bu destek diğer insanların haklarını gasbetmeyecek şekilde vahdete ulaşmak gayretini göstermek lazımdır. Vahdet, mü’minler arasında olduğu gibi, aynı bölgenin insanları veya unsurları ile bir anlamda ortak kimlik oluşturanları da beraber yaşamaya davettir. Her ne kadar insanlar arasında birlik ve beraberliği, yardımlaşma ve dayanışmayı kapsamakta ise de asıl İslamiyet’le ilgilidir. Çünkü küfrün mahiyetinde dostluk ve kardeşlik yoktur. Ancak kâfirler de kendi aralarında uhuvvet ve muhabbeti gösterebilirler.


Bediüzzaman fertler arası çıkabilecek ihtilaf ve çatışma alanlarını birer birer kapatırken sınıflar arası veya meslek ve meşrepler arası çıkabilecek çatışma alanlarını da kapatmaya çalışır. Sosyal hayatın zorunlu sonuçlarından olan meslek ve meşreplerin farklılaşması ve kademelenmesi gerçeğini teslim ettikten sonra bu farklılaşmanın düşmanlık ve husumete neden olmaması gerektiğini vurgular. Ona göre her meslek ve meşrep sahibi haklı olarak kendi mesleğinin en iyi ve en etkin meslek olduğunu iddia edebilir, etmelidir de; buna hakkı vardır. Fakat sadece kendi mesleğinin iyi olduğunu, diğer İslâmî mesleklerin kötü ve bâtıl olduğunu iddia etmeye hakkı yoktur.


Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan.daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan İmân ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı İmân ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.


Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.


Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.


Aynı taburda bulunduğun insana dostane bir bağla yaklaşırsın ve aynı kumandanın emri altında bulunduğundan arkadaşane anlayışla yaklaşırsın. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, kardeşce bir ilişki hissedersin. Halbuki imanın sana verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği Allahın isimleri ile tevhid alakaları ve birleşme bağları ve kardeşlik bağları vardır.


Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.


Bütün bunlar birliği sevgiyi ve kardeşliği gerektirdiği gibi, dünyanın kürelerini birbirine bağlayan manevi zincirler oldukları halde, nifak ve şikaka ve düşmanlığa sebebiyet veren basit ve ehemmiyetsiz şeyleri tercih edip mü’min’e düşmanlık beslemek, kin bağlamak o birlik bağına ne kadar saygısızlık, muhabbette karşı alaylı ve uhuvvete karşı bir zulüm olduğu anlaşılır.


Hz.Ömer (ra)


Bir kişinin camide abdest kaçırma durumu karşısında o kişi mahcup olmasın diye


Kardeşlerim, öğlen namazı yakındır, abdestli bile olsak abdest üstüne abdest almak nurdur, kalkalım hepimiz abdest alalım. Der.


İşte görgü kuralı da, kardeşlik bağı da böyle olmalıdır.


Rüstem Garzanlı/Diyarbakır


www.NurNet.org

İyilikleri Kötülüklerini Geçen Sevilmeye Layıktır

“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat Sûresi: 49:10.)

“Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” (Fussilet Sûresi: 41:34.)

“Öfkelerini yutanlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.” (Âl-i İmrân Sûresi: 3:134.)

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde açıklamıştır.

Şöyle ki: “Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı veçhini beyan ederiz.

Birinci Vecih: Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin vücudunda, İmân ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.” (22. Mektup Uhuvvet Risalesi)

“Mü’minlerde” deyimin genel anlamı, mü’minin iç dünyası ve ehl-i iman ile iyi ilişki kurma bağlamında önemli bir mesajdır. Uhuvvet insanlar arasındaki ilişkiyi güçleştirir. Hatta bu kardeşlik bağı devam edilmesi halinde sair insanların İslamiyet’in bu güzel hasletine özen göstererek İslama teveccüh artar. Aksi takdirde mü’minlerde nifak ve şikak gibi olumsuz bir sıfatın bulunması hem mü’minler arasında hem de cemiyette kin ve hasede sebebiyet vermektedir. Bu nedenle kin ve düşmanlığa yol açan olumsuz sıfatların insanlık için zararlı bir zehir olduğu belirtilmektedir.

Mü’minler arasında ve özellikle Nur Talebeleri arasındaki tesanüdün muhafaza edilmesi, uhuvvetle doğrudan ilgilidir.

Ayrıca Bediüzzaman’ın yukarıda verdiği örnekte, adalet-i mahza ve adalet-i izafiye ayrımında, İslam’ın adalet anlayışının adalet-i mahza türünden; yani ferdin hakkını toplum ve devlet yararına feda etmeyen türden bir adalet olduğunu, uhuvvetin aynı zamanda adaletin önemli bir sonucu, adavetin ise zulüm olduğunu göstermektedir.

İnsanları zatı için değil, sıfatı için sevmek lazımdır. O halde önemli olan hangi kıymetli sıfatlara sahip olduğudur. Yani kişide bir tane olumlu sıfat dahi varsa, diğer olumsuz sıfatları için kin bağlamak ve ona düşmanlık etmek zulümdür. Mü’minin mü’min kardeşinde gördüğü kötü bir sıfatı için ona düşmanlık değil, belki o kötü hasletten kardeşinin kurtarılması için ona acımalı ve yardımcı olması gerekir. Bir kardeşini kötü bir sıfatından kurtulması için çaba gösteren bir mü’min, aslında kendini de huzurlu ve manen gönül hoşluğu içinde görür.

“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü’mine adâvet ederler.

Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti, mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lazımdır.

Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.” (13.Lem’a-13.Nota.3. İşaret)

Hane-i rabbaniye ve Sefine-i ilahiye(ilahi gemi) olan bir müminin vücudunda(ruhunda benliğinde) İman, İslamiyet, komşuluk gibi dokuz değil belki bir çok masum sıfat(özellik) varken sana çirkin gelen ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatı yüzünden ona kin ve düşmanlık bağlamakla o vücudun manevi hanesinin boğulmasına ve yanmasına teşebbüs veya arzu etmen fena ve zalimcedir.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

11.05.2011

Allah ile Kul Arasındaki En Yüksek Münasebet Nedir?

İbadet Allah ile kul arasında yüksek bir münasebet, şerefli bir ilişki ve güçlü bir bağdır.

İbadet; kulun, Allah-ü Teâlâ’ya karşı tekbir, hamd, şükür gibi vazifelerini Onun emrettiği tarzda yerine getirmesidir. İnsan; Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ihsan, ikram ve nimetleriyle beslendiğini düşünerek Ona karşı hamd ve şükür görevini yerine getirmekle sorumludur. Bu ise, ancak ibadetle olur.

Cenâb-ı Allah; “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zariyat.56 )

“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva mertebesine nail olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, Arz’ı size döşek, semâyı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve diğer gıdaları çıkartsın. Öyle ise Allah’a misil ve ortak yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka Ma’bûd ve halıkınız yoktur.” (Bakara.21-22) buyuruyor.

Bediüzzaman ibadet hakkında şöyle diyor: “Akaidi ve imani hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke hâline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdani ve akli olan imani hükümleri terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hâle, alem-i İslamın hal-i hazırdaki vaziyeti şahittir.

Ve keza, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, meaş ve meade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsi ve nev’i kemalâta vasıtadır ve Hâlık ile abd arasında pek yüksek bir nispet ve şerefli bir rabıtadır.” (İşaratül İ’caz. 227)

İnsanın imanla ilgili esasları ve hükümleri güçlü ve sabit bir hale getiren ancak ibadettir. Cenab-ı Allah’ın emirlerini yapmak ve yasak ettiği şeylerden uzak kalmak gene ibadetle olur. İbadetsiz insan gaflettedir. İşte bugünkü âlem-i İslamin hal ve vaziyeti ve perişaniyeti, ibadetdeki zafiyet ve kusurların neticesidir.

İbadet dünya ve ahiret saadetine vesile olduğu gibi, dünya ve ahiret işlerini düzeltmesine de sebeptir. İnsanın kemalâtına vasıtadır. Netice itibariye ibadet Cenab-i Allah ile kul arasında yüksek bir münasebet, şerefli bir ilişki ve güçlü bir bağdır.

Bediüzzaman hazretlerinin, ibadetin dünya saadetine vesile olduğuna dair izahları şöyledir:

Birisi: İnsan, Hayrete bırakan hoş bir fıtrat üzere yaratılmış, birçok meyiller ve arzuları vardır. Meselâ, insan en güzel bir geçim ve şerefle yaşamak ister. Bu kadar istek ve ihtiyaçlarını tedarik edebilmesi için birçok sanatlara ihtiyacı vardır. O sanatları anlama ve bilmesi de mümkün olmadığından kendi cinsinden olanlarla birlikte çalışma ve işbirliği yapma mecburiyeti olur ki; her birisi çalışmanın semeresiyle diğer arkadaşına mal değiş-tokuşu ile kar elde edebilsin. Yoksa fert kendi başına bu külli istek ve arzularına yetişemez ve terakki etmesi de mümkün olamaz.

İkincisi: İbadet, fikirleri Cenab-ı Allah’a yöneltmeyi, itaat ve teslimiyeti neticelendirir. İtaat ise abdi mükemmel sistem ve düzen altına alır. İbadetsiz ve itaatsizlik ise şer ve tahribi intaç eder ve neticede düzen ve sistemi bozmaya çalışır.

Üçüncüsü: İnsan santral gibi, yaratılış kaidelerine ve fıtratın kanunlarına ve Cenab-ı Allah’ın koymuş olduğu kanunlarına bir merkezdir. İşte insan o kanunlara mensup olması lazımdır ki, genel cereyanı temin etsin. Bu dünya âleminde dönen dolaplarına muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmemek, ibadet ve taata önem vermekle olur.

Dördüncüsü: Cenab-ı Allah’ın emirlerine uyma, yasakladığı şeyden çekinme ve uzak durmakla bir fert sosyal hayat içerisinde çok derece ve basamak çıkar. Bilhassa dine ait hükümler ve herkese ait faydalar ile bir fert bir nevi hükmüne geçer, bu nedenle büyük vazife bir şahsa verilir. Eğer emirlere tamamen uyma ve yasaklanmış şeylerden uzak duran o şahıs olmasa, o vazifeler tamamen ayakaltına alınarak, sosyal ve içtimai hayat yaşanmaz bir hale gelir.

Beşincisi: İnsan İslamiyet sayesinde, ibadet sebebiyle bütün Müslümanlara karşı değişmeyen bir münasebet peyda eder ve kuvvetli bir irtibat elde eder. Bunlar da sarsılmaz bir kardeşliğe ve muhabbete sebep olur. Bu nedenle sosyal ve toplumsal kalkınmanın terakkisinin birinci basamağı ancak Uhuvvet ve Muhabbettir.

Rüstem Garzanlı

Diyarbakır/ Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org