Etiket arşivi: sabır

İki İlacımız; Sabır ve Tevekkül

Musibetlere karşı bir mânevî iki ilacımız ise; sabır ve tevekküldür. Nasıl ki bazı hastalıklar için bir ilaç kâfi gelmez ve doktor iki ilacı kombin yaparak almamızı tavsiye eder. Aynen onun gibi de 2 ilacımız olan sabır ve tevekkülü kombin yaparak almamız gerekir ki, tam şifaya mazhar olabilelim.«Ve o iki ilaç ise biri sabır ile tevekküldür. Hâlık’ının kudretine istinad, hikmetine itimattır. Öyle mi? Evet, “Emr-i kün feyekûn”e mâlik bir Sultan-ı Cihan’a acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir? Zira en müthiş bir musibet karşısında 

 اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

Deyip itminan-ı kalp ile Rabb-i Rahîm’ine itimat eder.» (Sözler, s. 36)

Biz de bu virüse karşı her daim « اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ » diyerek kalp tatminliği içine Rahîm olan Rabbimize itimat etmeliyiz. Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Kâinat Kur’an, insan âyet…

Büyük Selçuklu Sultanı, Alpaslan’ın oğlu Melikşah’ın devlet bütçesinden eğitim ve öğretim için en yüksek payın ayrılması isteğine bazı komutanlar, “Ordumuzun beldeler fethetmesi için en yüksek bütçenin orduya verilmesi lâzım” şeklindeki itirazlarına devletin büyük veziri Nizamülmülk şu mealde bir cevap veriyor:

“Nizamiye Medreselerinde (üniversitelerinde) size öyle bir ordu hazırlıyorum ki, yüreklerinde kin yerine iman, ellerinde kılıç yerine kalem, kafalarında problem yerine çözüm olacak ve hem çabaları, hem de dualarıyla cihanın yüreğini fethedecekler. Ancak böyle bir fetih kalıcı olur.”

Bunun tek şartı var: “Doğru hoca” yetiştirmek: Zaten “doğruhoca yetiştiremeyen milletler “sahte hoca”ların istilâsına uğrar! “Sahte hoca”ların yetiştirmeleri de ya toplumu bölmeye çalışır ya da Meclis’i bombalatır.

Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı Aşireti ilk büyük bölünmesini “âlim” olup “fazıl”olmayan bir hoca yüzünden yaşadı. Ertuğrul Gazi’nin ağabeyleri, Dımışık Hoca’nın dolduruşuna gelerek aşiretin yarıdan fazlasıyla birlikte geri döndüler. Büyük acılar yaşandı. Kendileri de yok olup gittiler. Akıbetleri bile belli değil.

Öte yandan İstanbul da “fazıl” bir “âlim” sayesinde fethedildi. Ak Şemseddin, en umutsuz demlerinde Padişah’ı ya ziyaret ediyor ya mektup gönderip tazeliyordu.

Binlerce örnek var, ama sadece bu iki örnek bile “doğru hoca”nın önemini kavramaya yeter.

Gerçek şu ki, biz “iyi hoca” (muallim) yetiştiremiyoruz. Bu yüzden öğretmenlerin tüm maddi sorunlarını çözüp bir elleri yağda, bir elleri balda yaşatsak bile (nerede o günler) “insan” sorunumuz çözülmeyecektir. Kısacası “doğru insan”yetiştirebilmek için, evvelâ “doğru hoca” yetiştirmemiz gerekiyor. 

“Müeddib” kelimesini daha önce bir yerlerde okudunuz mu, bilmiyorum. Bir nevi “muallim” olduğunu söyleyebilirim. İslâm eğitim sisteminde müeddiblerin önemli bir yeri var. “Terbiye eden, edeblendiren, bilgi ve görgü öğreten” manasına gelen bu kelimenin kökü “edeb”dir. 

“Edeb” kelime olarak bilinir, ama ondan türeyen “müeddib” erbabı dışında pek kimse tarafından bilinmez. “Edeb”i, “hayâ”yı unuttuktan sonra, “müeddib”i nasıl hatırlayalım? O kadar ki, çoğu sözlüklerden kovuldu. Türk Dil Kurumusözlüklerinde ise zaten hiçbir zaman yer bulamadı. Hatta “fazilet” kelimesi bile atılıp, yerine “erdem” getirildi.

Ankara’nın “Solfasol” denen bir semti var. Osmanlı asırlarında bu semtin adı“Zülfazıl”ken (Zülfadl), cumhuriyet döneminde “Solfasol”a dönüştürüldü…

Sebebi malum: “Zülfazıl”, “çok faziletli” demektir. Fazilet: Değer üreten, meziyet (kişiyi yücelten nitelikler) sahibi; ilim, irfan, iman ve şefkat ile ulaşılan yüksek derece. Dini ve ahlâki vazifelere riayet etme anlamlarını içerir… 

Üstelik “Zülfazıl” ismi Hacı Bayram-ı Veli’nin orada dünyaya gelmesinden dolayı verilmişti. Bir bakıma Veli’nin fazileti semte isim olmuştu.

Kelime olarak bile “fazilet”e tahammül edemeyen anlayış yüzünden isim değiştirildi: Semt anlamsızlığa teslim edildi. Geçelim…

Diyeceğim şu ki, devletimiz her okula bir “müeddib” tayin etmeli, bir de “âdab dersi” (insanlık dersi de olabilir)koymalı…

Öğretmenlerimiz çocuklarımızı bilgilendiriyor, ama “doğru insan” olmayı öğretmiyor: “Müeddib”ler işte bu açığı kapatacak… 

“Edeb”, “adab”, “ahlâk”, “fazilet”, “vicdan”, “namus”, “hâya”, “sabır”, “adalet”, “nezaket”, “nezahet”, “nezafet”, “nefaset”, “estetik” gibi, varlığı “insan” yapan kavramları okutacaklar. 

Bunları bilmeyen insan dünyanın en bilgili insanı da olsa, önce kendine, sonra vatanına, milletine, devletine ve tüm insanlığa zarar verir!

Unutmayalım ki, el yapımı bomba yapıp patlatarak bir sürü mazlumu hayattan koparan “terörist” de kimya ilmini kullanmaktadır!

Yani iş ilimde değil, ahlâk ve fazilette…

Yavuz Bahadıroğlu

Allah, sabredenlerle beraberdir, çünkü yalnız bırakılırlar

Cenab-ı Hak bize vahyinde sırlı bir şekilde hatırlatıyor: “Allah sabredenlerle beraberdir.

Bugünlerde bu ihtarı daha bir farkediyorum. Çünkü/yine sabredenlerin yalnız bırakıldığı zamanlara geldik. İfratın veya tefritin muteber olduğu, itidalde olanların ise ‘pasiflikle’ suçlandığı zamanlar çaldı kapımızı tekrar. Korkumuz savaştan değil. Korkumuz ölümden değil. Ahirete inananlar için bunlar pasaporttan başka birşey sayılmaz. Korkumuz ‘hakkın yanında değilken’ ölmekten. İfrat edip doğrunun selametine zarar vermiş olmaktan. Allah’ın yanında birilerinin hakkıyla gitmekten.

Ebedî zararlardan korkuyoruz biz. Dünyamıza verilen zararlar, ona kazık çakmayı planlamadığımız için, kanımıza dokunmuyor. Aleyhimize görünmüyor. Tek dünyalı değiliz. Varlığımızı yalnız buradaki varlığımızla, lezzetimizle, saadetimizle, huzurumuzla, zenginliğimizle, ulaşabildiklerimiz/bileceklerimizle tanımlamıyoruz ki buranın esiri/delisi olalım. Ölenimize kahrolalım. Gidenimizle mahvolalım. Kahrolmak/mahvolmak inanmayanın hakkıdır. Tepe tepe kullanabilir. Biz, elhamdülillah, gayba iman etmeyi seçtik. Dünyaya artık ötesini hesaba katmadan bakamayız.

Dediğim gibi: Sabredenler kolay yalnız bırakılır. Hatta sevilmezler. Nefret kazanmazlarsa da alabilecekleri en büyük iltifat acımadır. Hainlikle itham edilmezlerse, gayretsizlik veya samimiyetsizlik suçlamasıyla teselli bulabilirler. Duygulara kapılmak daha kolaydır musibet zamanlarında. Ve duyguların sekr halini yaşamanın taliplisi çoktur.

Aklın şalterini kapatıp öfkesinin/hüznünün kontrolüne kendisini bırakan insanlarla dolu her yanımız. Asr sûresinin anlattığı hüsran zamanları bir değil, beş değil, on değil. Dönüp dönüp tekrar yaşanan bir süreç ‘husr’. Diller bıçak. Eller yumruk. Gözler kara. Kalpler merhametsiz. Onlara Allah’ı hatırlatmanızdan bile rahatsız olan imanlı insanlarla karşılaşıyorsunuz. Allah’ı hatırlatmanızı istemiyorlar, çünkü Allah’ı hatırlamak demek, emir ve yasaklarını hatırlamak demek. Sınırları hatırlamak demek. Aşırıya gitmemeyi nasihatleyen vicdandaki o sesi uyandırmak demek. Bunu istemiyorlar. Herkes birbirine gaz vermede yarışıyor. Kan çağrısı bu zamanların en kolay işi. Akılda en geride olanlarımız yumrukları sıkılı en ileride koşuyorlar. Bu kalabalık nereye gider? Yolda ne kadar insaflı kalır? Vardığı yerde, velev muvaffak olsun, Allah ondan ne kadar razı olur?

Sabır gayretsizlik değildir. Sabır istikametli gayrettir. Durması gereken yerde duran ama yapması gerekeni de yapan gayrettir. Bize en çok yapılan suçlama, yani ‘gayretsiz/hamiyetsiz olma’ ithamının altında yatan şey, kanaatimce, onlar gibi sarhoş olmamamız. Herşeyin sonunu hesap ediyor ve varacağı yerden endişe ediyor olmamız. Mahlukata Allah’ın yarattığına gösterilmesi gereken bir incelikle/teenniyle muamele ediyor olmamız. Yoksa, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, sabrın üç çeşidi olan; günahlardan sakınmaktaki sabır, musibetlere karşı dayanmakta gösterilen sabır ve ibadetlere devamda sergilenmesi gereken sabır, bunlardan hiçbirisi ‘gayretsizlik/hamiyetsizlik’ ifadesi değildir. Bunlar, sınanma vakitlerinde ‘gayretin istikametini’ yitirmemenin yöntemleridir. Gemimizin denge direkleridir.

Doğru. ‘Doğru’ duygularının seni götürdüğü yerde olmayabilir her zaman. Aklın da her vakit doğruyu bulamayabilir. Ama Allah, şeriatı ile, sana şaşmayacak olan hakikati bildirir. Merhamet öfkeden daha az hata yaptırır. Merhametsiz adalet eksiktir. Adaletsiz merhamet fazladır. Ve sen sabretmekle kendi iradenin tercihinden vazgeçerek Allah’ın küllî iradesinin emrine tâbi olursun. Şüphesiz Allah en doğrusu bilir! hakikatinin hâl diliyle söylenişidir bu. Sabreden ister istemez tevekkül eder. Kendi cüzi iradesini kaderin denizine bırakır.

“Resim karıştı. Manzara karardı. Burada artık kendi amelimin/fikrimin selametine güvenmiyorum. Ona tevekkül ediyorum. Onun emrinin doğruluğu sorgulanmaz. Ama irademin beni çekip götürmeye çalıştığı yerin sağı/solu belli olmaz…” demektir bu aslında. ‘Kolay olacak’ demiyorum. Eminim çoklar senden yüz çevirecek. Söylediklerinden, tavrından, hatırlattıklarından mutlu olmayacaklar, eminim. Yalnız da bırakılacaksın. İstenmeyen de olacaksın. Düşmana denk görüldüğün, hatta daha çok nefret edildiğin zamanlar da gelecek. Ama sen Allah Resulü aleyhissalatuvesselama öğretildiği gibi diyeceksin: “Eğer yüz çevirirlerse; de ki: Allah, bana yeter. Ondan başka hiç bir ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim ve yüce arşın Rabbi de Odur.

Ahmet AY

Kazanmak istiyorsan yarışmayı bırakmalısın

İstemek, hem her nimetin kapısıdır, hem de her azabın kaynağı. Daha fazlasını istemek, ama her ne olursa olsun istemek, yani çılgınca istemek; bütün bunların kalpteki etkisi cehennem gibi. Cehennem nedir? Bana sorarsan (bencileyin) şöyle derim: Suyun zeytinyağıyla boğuşmasıdır. Üste çıkma/kalma telaşıdır. Üst, üst, daha üst… Dibi olmayan kuyu budur aslında. Düşmesi çıkma sanılan. Çıkıldıkça düşülen. Arkadaşım, âlemin neyi/nasıl sattığına aldanma, kalbine bak. İnenlerin çıktığını sandığı çok kuyular vardır.

Bitmek bilmeyen yarış. Stres. Hased. Yorgunluk. Ve geride kalmanın uyandırdığı tüm çirkinlikler. Kötülüklerin anası: Öne geçme arzusu. Daha fazlası olabilme arzusu. Yavrusu: Daha fazlasına sahib olma arzusu. Sonu gelmeyen yokuş: Esfele’s-safilîn. Bitiş çizgisi yok. Varacağı yer: Aşağıların en aşağısı. Bugünlerde en çok boğuştuğumuz yaradır bizim. Aç olmayan, istemeyen, koşmayan, arzulamayan, özenmeyen geride kalıyor. Her gün yeni birşey çıkıyor. Almayan geride kalıyor. Tüketmeyen geride kalıyor. Uymayan geride kalıyor. Benzemeyen geride kalıyor. Önündeki her kuyuya iştiyakla düşmeyen geride kalıyor.

Kâf sûresinde, cehenneme “Doldun mu?” diye sorulacağı, onunsa bu soruya şöyle cevap vereceği buyruluyor: Hel min mezid?/Daha yok mu? Bence bu söz, sadece cehennemin değil, cehennemliklerin de halet-i ruhiyesinin tarifidir. Demem o ki: Cehennemin şahs-ı manevîsi cehennemliklerin şahs-ı manevîsidir. Onlar gibi konuşur. Onların kalplerinden, niyetlerinden, günahlarından, isyanlarından, tükettiklerinden ve dahi bu dünyadan yanlarında götürdüklerinden yaratılır.

“Daha yok mu?” diyenlerin yurdu değil midir cehennem? Dünyadayken hırs ile mülke saldıranların; helal/haram tanımayanların; sömürenlerin, zulmedenlerin, başkasını yutmakla beslenenlerin, yani kanaat etmeyenlerin yurdu; hayırda yarışanların değil sahip olmak için koşuşanların memleketi değil midir? Mekan mekînini taklit eder. Elbet cehennemleri de onlar gibi davranacak. Onlar gibi “Daha yok mu?” diyecek.

Ebu Hureyre (r.a.), Kütüb-ü Sitte’de geçen bir rivayette Aleyhissalatuvesselamın şöyle buyurduğunu naklediyor: Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir. Ahirzaman insanı için bu söz sırtta yük gibi. Çünkü o yarışmak için gelmiş. Öyle sanıyor. Yarışmaktan ötesini bilmiyor. Daha fazlası için geldiğini düşünüyor dünyaya. Diğerlerini geçmek için. Yazdığı tüm başarı kitapları da ona bunu söylüyor.

O yüzden kanaatle işi yok. Yetinmek ayağında bağ. ‘Mutluluk daha fazlasına bağlı’ diye öğretilmiş ona. Daha fazlası istenmediği takdirde bir insan nasıl mesud olur? Bir ülke nasıl kalkınır? Bir millet nasıl müreffeh olur? Kazanmadığın bir yarış nasıl tatmin eder? Bunları anlaması mümkün değil. Çünkü ona göre yarıştan kaçınabilmek mümkün değil. ‘Yarışın kaçınılmazlığı’ dogması beyninin her hücresini fethetmiş durumda. Her ne olursa olsun ‘daha fazlası olmalı’ ona göre. Durmamalı. Koşmalı. İnsanlık büyük bir gelişim koşusuna başlamış. Ne işimiz olur artık zühdle, sabırla, iktisatla, kanaatle!

Onlar bizi geri bırakan ‘fakirliği içselleştirme’ şeyleri. Eski müslümanların nefesi açlıktan koktuğu için verilen emirler de böyle olmuş. Kur’an da o zamana göre emretmiş. Fakat biz? Biz, madem ki yapabiliyoruz, elimizden gelirse dünyayı yemeliyiz.

Ey nefsim! Deme, ‘Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.’ Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.

Mürşidimin bu sözünü artık yarışmaktan yorulduğum yaşlara gelirken daha iyi anlıyorum. Yorulmak yarıştan daha büyük bir hakikat. Hatta diyebilirim ki: Kazanmak geçici. Yorgunluk kalıcı. Yarışlar hırs. Yorgunluk acz. Yarışlar son bulsa da şu yorgunluk son bulmayacak. Kelebek ellere bir dünya asla sığmayacak.

Öyle ya! Neyin peşinden koşarsam koşayım. Ondan çok ben yoruluyorum. Kimi kıskansam ateşinin ilk dokunduğu benim. Hased ettiğim an içimde bir yerde koşmaya başlıyorum. Yarışmaya başlıyorum. Aleyhissalatuvesselamın hasedin fıtratını tarif ederken vurguladığı; Hasedden kaçının. Çünkü o, ateşin odunu yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir! hakikati, yine mürşidimden mülhem şöyle karşılık buluyor dünyamda: “Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli muaccel sevap, fakr ve hâcâtın belâsını ve elemini izâle eder.

Şimdi bana öyle geliyor ki: Arkadaşım, eğer insanı iyileştirmek istiyorsak, önce onu aciz ve fakir olduğuna ikna etmeliyiz. Bunu başaramadığımız sürece ona sunabileceğimiz hiçbir deva yok. Yarışın her şekilde ona kaybettirdiğine inanmazsa, yarışmayı kim/neden bıraksın? Bizim, kanaatin faziletini öğretmeden önce, onsuz dünyanın nasıl bir cehennem sakladığını anlatmamız lazım. Hatta her iyi hasleti anlatırken yokluğunun cehenneminden bahsetmemiz gerek. “Demek iman bir mânevî tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor…” cümlelerinin öğrettiği de sanki biraz bu. Yaşadığımız cehennemin tadı dilimize değmeden cenneti aramaya başlamayacağız.

Bugünün tebliğ dilinin biraz buna ihtiyacı var gibi. Hatta, Bediüzzaman’ın Hastalar Risalesi’nde yine ‘daha fazlasını istemek’ meselesine dair verdiği minare basamakları örneği, bu halet-i ruhiyenin tasvirini içeriyor. Daha fazlasını istemek hiç sonu gelmeyecek merdivenlerini çıkmak gibi. Kanaat etmeyenin kazandığı elinde durmuyor. Ayağının altında akıp gidiyor sadece. Üzerine çıkılmıyor.

Hep bir fazlası, daha fazlası olacak. Bu yarışın hiç kazananı olmayacak. Herkesin bir üstü ve onun da diğer bir üstü olacak. Yukarıya bakarsan mutlaka şikayet edecek bir ‘daha fazlası’ bulacaksın. Bu yarış da yorgunluk da hiç bitmeyecek. Ta ki “Yeter artık!” deyinceye kadar. Yukarıya bakmayı kesinceye kadar. Durduğun yerden razı oluncaya kadar. “Tamam!” deyinceye kadar. Kudsî metinler de sanki bize bunu emrediyorlar.

Ve diyorlar: “Zaten bir gün gelecek ‘Yeter artık!’ diyeceksin. Zayıf omuzlarınla bu yüke güç yetiremeyeceksin. Yaşlanacaksın. Hastalanacaksın. Çökeceksin. Bari şimdiden kanaatkâr ol. Daha karnın çatlamadan söyle doyduğunu!” Vahyin en büyük güzelliği de burada değil mi arkadaşım? “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur!” sırrınca yapanın, daha biz yaşamadan, bilen olarak bize olacakları öğretmesi. Bu yazıyı da böyle bitirelim: Bizi içimizdeki uçurumlardan çeviren Rabbimize hamdolsun.

Ahmet AY – risalehaber.com

Kullanılan Kelimelere Dikkat!

“Batılı tasvir safi zihinleri idlâldir…”

Karşımda gözleri yaşlı bir öğretmen, dahası bir anne var. Yaşadıklarını hıçkıra hıçkıra boğulurcasına anlatıyor. Anlatırken kullandığı kelimeler çekiyor dikkatimi. Yaşadıklarından ve duygularından bahsederken cümleler arasında hiç olumlu bir kelime geçmiyor. Sanki yeminli gibi, olumlu cümle kurmamaya.  Zihnim dağılıyor, yoruluyorum dinlerken onu. Zaman zaman anlattıklarından kopsam da can kulağıyla dinlemek için kendimi adeta zorluyorum.

Nede olsa karşımdaki bir öğretmen ve aynı zamanda bir anne.

“Yıllardır kendi çocuklarıma gösterdiğim sevgi ve şefkati, sınıfımdaki öğrencilerime de göstermeye çalıştım. Onların kötü birer fert olmamaları için uğraştım. Hırsızlık yapmamaları, yalan söylememeleri için tembihledim. Kötü örnekleri bir bir anlattım ki onlardan uzak dursunlar.”

Anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor…

“Bir birleriyle kavga etmemelerini, devletin malına zarar vermemelerini…”

İçimden Allah rızası için sadra şifa bir olumlu cümle kur hocam diyorum. Ama nafile. Nereden buluyor bu kadar olumsuz cümleyi, merak ediyorum. Ama müdahale edemiyorum. Çünkü anlattıkça anlatıyor, anlattıkça rahatlıyor ve rahatladıkça anlatmaya devam ediyor. Ben müdahil değilim ama belli ki anlatacakları azalmaya başlıyor.

“Büyüklere karşı gelmemelerini, insanları kırmamalarını, tembel olmamalarını, çalışmazlarsa başlarına neler gelebileceğini…”

“Ve tarzını değiştirerek devam ediyor…”

“Ayrıca ders çalışmazsanız kesinlikle başarısız olursunuz. Başarısız olursanız kesinlikle mutsuz olursunuz…”

Polikliniğe geldiğinde duvardaki saate bakmıştım, tam 27 dakikadır anlatıyor. Hayret nasıl oldu da müdahale etmeden dinleyebildim diye düşünüyorum kendi kendime.

Bazen sadece dinlemenin ve hiç müdahale etmemenin iyi bir terapi türü olduğunu düşünüyorum. Ama bu seferki galiba biraz farklı çünkü ben müdahale etmiyor değil edemiyorum. Karşımda sorunlarını seri bir şekilde anlatan adeta gelmeden evvel ödevine iyi çalışmış bir öğrenci var ve kelime sektirmeden anlatıyor.

İçimden artık müdahale etmenin zamanı diyorum ve lafa giriyorum:

“Müsaade ederseniz bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum.”

Bir an duruyor. Hüzünlü ruh hali ne diyeceğimi merak eden bir haleti ruhiye’ ye bürünüyor.

“Dikkat ettim de kullandığınız kelimeler ve cümleler hep olumsuzluk içeriyor.”

“Öyle mi?” diyor ve açıklamamı bekliyor.

Ve anlatmaya devam ediyorum.

“Kelimelerimiz bizi ele verir. Kelimeler bizim kendimizi ve hayatı nasıl tanımladığımızı gösterir. Olayları nasıl açıkladığımızı, ilişkilerimizi nasıl yaşadığımızı, derdimizin boyutunu. Kısacası hayata verdiğimiz anlamdır kullandığımız kelimeler. Bizi biz yapan değerlerin kodlarıdır. Bazı insanlar kesinlik ifade eden kelimelerle anlatır söylemek istediklerini ve bu kesinlik onların yaşantılarına ‘keskinlik’ olarak yansır. İlişkilerinde egoları kabarık bizim tabirinizle egosantrik olurlar. Çevresiyle uyum içerisinde yaşamak yerine çevresinin kendisine uyum içerisinde olmasını beklerler. Ben merkezlidir onlar. Örneğin: ‘Bunun kesinlikle böyle olmasını istiyorum’ diyerek meramlarını daha iyi anlattıklarını zannederler. Bu kullandıkları kesinlik ifadeleri farkında olmadan bu insanların kendi kendilerine ‘katı kurallar’ listesi oluşturmalarını sağlar. Bu listenin başında “Her zaman, kesinlikle, asla, hiçbir zaman” gibi narsistik çağın bolca ürettiği ve yaslandığı kelimeler vardır. Bu kelimelerin özelliği mutlaklık ifade edilen kelimeler olmasıdır. Mutlaklık ifadeler ancak Mutlak doğrularda kullanılır oysa. Kendi fikirlerine mutlaklık atfedenler farkında olmadan mutlak doğruyu ifade ettiklerini düşünürler. Oysa mutlak doğrunun kaynağı ancak Mutlak yaratıcıdır. Mutlak doğruyu bu şekilde ifade edenler farkın da olarak veya olmayarak, Mutlak Yaratıcıyı hayatın merkezinden çıkarmış olurlar. Mutlak Varlığı hayatından dışlayan insana kala kala kendisi kalır. Sıkıştığı zaman, Mutlak Olana dayanmak ve Mutlak Olandan yardım istemek yerine kendine dayanır, kendine yaslanır. İnsan benliğinin kendini mutlaklaştırmasının başlangıç yollarından biri işte tam da burasıdır. Yaslandığı kendini sağlamlaştırabilmesi için kullandığı kelimelerin kesinlik ifade etmesi de işte bu sebepledir. Kullanılan kelimelerle ilgili bir diğer önemli nokta ‘batılı tasvir etmeden ve safi zihinleri bulandırmadan” söylenilmek istenen meramın olumlu cümlelerle ifade edilmesinin daha doğru olduğudur. Siz öğretmensiniz ve dikkat ettim öğrencilerinize nasihat ederken hep ne yapmamaları gerektiğinden bahsediyorsunuz. Oysa yapılması gereken onlardan ne yapmamalarını değil, ne yapmalarını olumlu cümlelerle istemeniz olmalı. “

Ve bu konu ile ilgili en sevdiğim sözü söylüyorum ona:

“Batılı tasvir safi zihinleri idlâldir.”

“Yani?”

“Olumsuz örnekler saf, duru beyinlerin aklını karıştırır. Bu şekilde bilinçaltına olumsuz mesaj vermiş olursunuz. Bu da vermek istediğimiz mesajın tam tersi etki yapmasına neden olur. Siz bir öğretmensiniz. Düşünün bir sorunun çözüm yolunu öğrencilerinize anlatırken, o sorunun nasıl çözülemeyeceğinin kırk versiyonunu mu anlatırsınız, yoksa tek bir işlemle nasıl çözülebileceğini mi?”

“Tabi ki doğru çözüm yolunu anlatırım.”

“Öyleyse bunu neden gündelik pratiğinizde kullanmıyorsunuz?” diye soruyorum.

“Farkında değilim galiba” diyor ve konuşmasına devam ediyor:

“Aslında bu söylediğinizi farklı cümlelerle bana zaman zaman eşim, arkadaşların, müdürüm de söylüyordu ama galiba olayı tam olarak idrak etmenin zamanı bu güneymiş.”

“Sizin yaptığınızı aslında birçok ebeveyn çocuğuna yapıyor ve sonrada neden beni dinlemiyor diye merek ediyor? Sebebi çok açık değil mi? Düşünün ‘yanlış mesajı doğru adrese gönderseniz bile istediğiniz etkiyi yapmayacaktır’ diyorum.

“Size bir örnek daha vermek istiyorum. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu öldüğünde Gazi caddesine asılan o büyük pankartı hatırlarsınız sanırım?”

“Tabi hatırlıyorum.”

“O pankartta ne yazıyordu? Seni asla unutmayacağız! Dikkat ederseniz ‘seni asla unutmayacağız’ cümlesi olumsuzluk içeren bir cümle. Oysa batılılar böyle durumlarda ne diyorlar biliyor musunuz? ‘Seni daima hatırlayacağız’ diyorlar. Sizce hangisinin akılda kalma ihtimali daha fazla?”

“Seni daima hatırlayacağız’ cümlesi daha akılda kalıcı bir cümle” diyor.

“İşte benimde size söylemek istediğim tam da bu…” diyorum ve konuşmaya bilimsel verilerden, günümüzden, eşler arasındaki iletişimsizliklerden vs. devam ediyoruz. Monolog kesilmiş artık tamamen diyaloğa geçmiş durumdayız.

Çıkarken teşekkür ediyor ve;

“Demek ben bilmeden yıllardır batılı tasvir etmişim” diyor.

“Günümüz insanının yaptığı en büyük hatalardan biri de bu değil mi? Ne dersiniz?”

Not: 2012 de yazdığım “Terapistin Terapisi” kitabından alıntıdır.

Dr.Kenan Tastan

www.NurNet.org