Etiket arşivi: sahabiler

Acılarım olmasa hiç arar mıydım?

Ah, başka çare yok galiba, hep yetinmem gerekir. Güzel bir yarayla geldim dünyaya, varım yoğum buydu.” Franz Kafka, Bir Köy Hekimi’nden.

Epeydir aşağılardayım. Hayallerimin aşağısında. Düşlerimin, ideallerimin, planlarımın, potansiyelimin, hedeflerimin aşağısında. Olanlar olabileceklerin aşağısında. Çıkmaya çalışıyorum. Cennet uzakta. Cennet düşlerime yakın. Bunu biliyorum. Olamadığım herşey için üzülüyorum. Eksik kalan her güzellik için. Hata benim. Cennetimle aramızda endişelerim kadar mesafe var. Yürümeye korktuğun yoldur ‘uzak’ dediğin. Düştüğümde de ilk hissettiğim bu idi: Korku ve pişmanlık. Hz. Âdem (a.s.) babamızın ve Havva annemizin cennetten dünyaya indirilişi gibiydi çocukluktan gençliğe çıkmak. Bu kadar yara başka nasıl olur? Belli ki düştüm. Canım acımaya başladı. Yaralarımla acıyı öğrendim. Acılarım bana aramayı öğretti. Yolumdan emin olmadığım her yerde cehennem cennetten daha yakın. Arıyorum. Rehbersizlik beni aşağı çekiyor.

Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya’dan serâya, kâh serâdan Süreyya’ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı.

Her ‘acaba’ bir zebani gibi. Her ikircik zemherir. Bir zakkum-u cehennem ki, telaşımın meyvesi, ismi ‘keşke’. Yanlışlar çok. Yanlışlar bir sürü. Yanlış istemediğin kadar. “Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer!” diyor ya Thomas Mann Mario ile Sihirbaz’da. Aynen öyle. Hata, bildiğin ihtimal hesabı, karelerini alıp çarp dur birbiriyle rakamları, bitmiyor. Her olandan daha üstün bir olabilecek var gibi görünüyor. Bu görünüş olanların en iyilerini bile eksik kılıyor. Mürşidimin dediği gibi:Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Doğru bir tane kalıyor bazen. Çok düzlem içinde bir doğru. Onu seçmem gerekiyor, ama ben, o ‘o’ mu, emin olamıyorum.

Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Daha ilkokulda öğrettiler bize. Doğru tek noktaya bakarak çizilmez. En az iki nokta lazım. Bir tanesi benim, o tamam, fakat ikincisi? Bakmam gerekiyor bir yerlere. Bir nokta daha lazım. Bir noktaya daha ihtiyaç var. Doğru yerde olduğuna emin olduğum bir ikinci nokta. Nerede o?

Ey sıratını çizmek için gayrında bir mihenge muhtaç, gayba iman etmeye muhtaç, ikinci noktayı arayan arkadaşım! İhsanına bak ki, Allah sana bir nokta değil yalnız, bin doğru vermiş. O çizgilerin birbirine paralelliği ve sıklığı bir caddeye dönüşmüş, hatta, cadde-i kübra olmuş. İnsan cinsinden yaratılan doğrular bunlar. Peygamber deniyor onlara. Onların yaşadıklarını kendi yaşanmışlıkların üzerine koyup istikametini öylece çizebilirsin. Pusulalı cetvel gibi şeylerdir onlar. İnsanda vicdan ve akla mantık gibidirler. Onlardan sonra yıldız misal sahabiler var, asfiyalar var, evliyalar var, âlimler var, ârifler var. Peygamberlerin netliğinde olmasa da onlar da cetvel. Onlar da birer varis-i nebi olup yol gösterirler.

İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (…) Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum.

Sünneti hayatıma katmayı bu yüzden seviyorum. Bir netlik katıyor hayata. Bir netlik katıyor seçimlerime. Doktor doğru merceği gözüne taktığı anda gözlerinin yaşadığı sevinç gibi. Herşey berraklaşıyor. Adımlar netleşiyor. Sünnet ümmetin gözlüğüdür. Miyopluğunu alır zamanın. Miyopluğunu alır vahiyden uzaklığın. Takıverirsen gözüne yollar kolaylanır. Hem üzülmezsin de artık, korkmazsın, bunlar korunmuş doğrulardır. Keder durduğu yerden emin olmayanların gönül sıkletidir. Kadere iman edenin kederden emin olmadığını nerede görülmüş? En nihayet, arkadaşım, Bakara 38’de dendiği gibi halimiz: Dedik ki; ‘Hepiniz oradan aşağı inin. Tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler.”

Ahmet Ay – hicbisey.com

Sabit Bin Kays (R.A.) Kimdir?

Kaynaklarda tam ismi Kays ibni Zeyd el-Cuzamî olarak geçmektedir.

Gür sesli, fesâhat ve belâgatla çok güzel konuşan bir Sahabi idi ve dinliyenleri hayrân bırakırdı. Bu hasleti, sevgili Peygamberimiz(sav) tarafından sevilir ve taktir edilirdi. Ensar’ın ve Resulullah(sav)’ın hatibi idi. Medine’nin önde gelen isimlerinden ve Hazrec kabilesine mensuptu. Hicretten evvel Müslüman oldu.

Nesebi:

Sâbit bin Kays bin Şemmas bin Züheyr bin Mâlik bin İmrüülkays bin Mâlik bin Sa’lebe bin Ka’b bin Hazrec’dir. Künyesi, Ebû Muhammed veya Ebû Abdurrahmân olup; lakabı, Hatîb-i Resûlullah veya Hatîb-ul-Ensâr’dır.

Peygamber efendimiz(sav), Medine-i Münevvere’ye teşrif ettikleri zaman, müslümanlar bayram yapıyor, fevkalâde sevinç içerisinde coşuyorlardı. Sabit İbnu Kays İbnu Şemmas(ra) Peygamber efendimiz(s av)’i, büyük bir süvari grubuyla karşıladı. Son derece, fasih ve beliğ olarak,

-“Biz kendimizi ve çocuklarımızı nelerden koruyorsak, sizi de onlardan koruyacağız. Buna karşılık bize neyi va’dediyorsunuz?” şeklinde güzel sözler söyledi.

Hz. Peygamberimiz(sav) bu samimi karşılama ve suâle karşı tek kelime ile cevab verdiler

-“Cennet.

Orada olan herkes bu cevabdan çok memnun olup, hepsi;

-“Razıyız” dediler.

Peygamber efendimiz(sav) burada olduğu gibi, hayatları boyunca hiç bir kimseye, dünyâya ait bir şey va’d etmediler. Kendisine tâbi olanlara, Allahü teâlânın rızasını, Cenneti, iki cihan se’âdetini müjdelediler.

Zaten, Eshâb-ı kirâmın hepsi, Peygamber efendimiz(sav)’e, bu güzel niyyet ve maksadlarla tâbi oldular. Başka şeylere kıymet vermediler.

Resulullah (sav), Kays’ın (ra) başına mübarek elini sürmüş ve dua etmişti. Kays (ra) yüz yaşında ak saçlı olarak vefat ettiğinde, Resullah’ın (sav) mübarek elinin dokunduğu yer simsiyah duruyordu. Bunun için bazı kaynaklarda sakar olarak isimlendirildiği rivayet edilir.

Sabit İbnu Kays İbnu Şemmas(ra);

-Resulullah (sav), ben hasta iken yanıma gelip şu duayı okudu: “Ey insanların Rabbi, Sabit İbnu Kays İbni Şemmas`tan acıyı kaldır.” Sonra Medine`nin Buthan nam vadi`dan toprak alarak bir kadehe koydu, üzerine su döküp nefes etti, sonra su ile karışan bu toprağı üstüme serpti.

Hicretin 5 (m. 626) senesinde Peygamberimiz(sav) Mureysi gazasında alınan esirleri Eshâbına paylaştırdı. Esirler arasında Benî Mustalık’ın reisi Hâris’in kızı Hz. Cüveyriye de bulunuyordu. Hz. Cüveyriye, Hz. Sâbit bin Kays ile onun amca oğlunun hissesine düştü. Hz. Sâbit bin Kays ve onun amca oğluyla dokuz altın karşılığında, hürriyetine kavuşmak üzere anlaştılar.

Peygamber Efendimiz(sav), Cüveyriyye’yi babasına teslim etti. Cüveyriyye de îmân etti. Resûlullah (sav) efendimiz buna çok sevindiler. Hz. Cüveyriyye(ra)’yi de sevindirmek için O’nu babasından istedi. Böylece Hz. Cüveyriyye, Peygamber efendimizin zevceleri arasına girmekle şereflendi. Diğer Eshâb-ı kirâm bu hali görünce, “Peygamber efendimizin mübârek hanımı Hz. Cüveyriyye’nin akrabalarını esir olarak kullanmak bize yakışmaz” diyerek esirleri serbest bıraktılar.

Hicri 9 (m. 630) senesinde Benî Temim’den 80-90 kişilik bir heyet, Peygamber efendimiz(sav)’in huzûr-ı şerîflerine gelerek, “İzin verirseniz biz, sizinle övünme yarışı yapmak istiyoruz” dediler. Peygamber efendimiz(sav):

-“Hatîbinize izin verdim. Konuşsun.” buyurdular.

Utarid isminde bir hatib ayağa kalktı. Zengin olduklarını, paralarıyla iyi işler yaptıklarını, doğu halkının en güçlüsü olduklarını, sayıca çok ve savaşa çabuk hazırlandıklarını, halkın reisleri ve en faziletlileri olduklarını sayıp döktü. Sonunda da “Bizim gibi faziletlere sahip olabileniniz varsa çıksın da görelim?” deyip oturdu.

Peygamber efendimiz (sav) Hz. Sâbit bin Kays(ra)’a cevap vermesini emir buyurdular. Sâbit bin Kays (ra) şöyle cevab verdi:

-“Hamd Allahü teâlâya mahsustur. Ben O’na hamd ederim ve O’ndan yardım isterim. O’na îmân eder, O’na güvenirim. Ben, Allah’dan başka ilâh olmadığına, O’nun bir olduğuna, eşi ortağı ve benzeri bulunmadığına îmân ederim. Göklerde ve yerlerde ne varsa hepsini yaratan, yaşatan O’dur. O’nun ilmi her şeyi içine almıştır. Gizli ve açık her şeyi bilir. Kâinattaki her şey, O’nun lütfu ve ihsanıdır. Bizi hakim kılması da bu ihsanlarından biridir.

Allahü teâlâ, mahlûklarının en hayırlısı ve en güzelini peygamber olarak gönderdi. O Peygamber ki, insanların en iyisi, en doğru sözlüsüdür. Soyu en asîl soydur, itibarca en faziletli olandır. O, insanların en cömerdi, en güzeli, en hayırlısıdır. O emindir. Her bakımdan insanların en üstünüdür. Hiç bir kimse, hiç bir bakımdan O’nun üstünde değildir. O’nu yaratan böyle yaratmıştır.

Allahü teâlâ O’na kitabını indirdi. O yüce Peygamber insanları Allahü teâlâya ve kendisine îmân etmeye davet etti. Biz O’nun bu davetini kabul ettik. O’na tâbi olduk. Bu daveti kabul edenler, kavimimizin en hayırlıları oldular. Bundan sonra, bu davete karşı gelenlerle, bozuk yol tutanlarla Allah yolunda cihad edeceğiz, Allah’a ve Resûlüne îmân edenlerin canlarını ve mallarını koruyacağız.

Allahü teâlâya hamdolsun ki bizleri, kendine ve Resûlüne îmân etmekle, Resûlünün yardımcıları olmakla ve dininin yayılması için vasıta olmakla şereflendirdi. Ben bunları söylüyorum. Allahü teâlâdan kendim ve bütün mü’minler için afv ve afiyet dilerim. Ves-Selâmü Aleyküm.”

11 (m. 632) senesinde Tuleyha isminde birisi, Peygamber olduğunu iddia etti. Halife Hz. Ebû Bekir (ra), Hz. Hâlid bin Velid(ra) komutasında bir orduyu Tuleyha bin Huveylid’i yola getirmek üzere gönderdi. Bu ordunun bir kanadına Hz. Sâbit bin Kays(ra) kumandanlık yaptı.

Hz. Sâbit bin Kays(ra), çok cömerd idi. Bir günde beşyüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek, evi için hurma bırakmadı. Bunun üzerine En’âm sûresi, 141. âyeti; “Ekini hasad ettiğiniz zaman, fakirlerin hakkını verin ve israf etmeyin. Allahü teâlâ israf edenleri elbette sevmez.” buyuruldu.

Hz. Sâbit bin Kays(ra), Peygamber efendimize (sav) karşı çok hürmetli idi. Peygamberimiz de (sav) onu sever, bu sevgisini zaman zaman bildirirlerdi. Hz. Sâbit bin Kays bir gün hastalandı. Resûl-i ekrem (s.a.v.) onu ziyâret ederek: “Ey Allahım, Sâbit bin Kays bin Şemmas’ın hastalığına şifa ver!” diye duâ buyurdular.

Sabit İbni Kays İbni Şemmas(ra), Hanzala (ra)’ın Hanımı Cemile (r.anhâ) ile evlendi. Bu izdivacdan da Muhammed adında bir oğlu oldu.

Sâbit bin Kays Şemmâs (r.a.), şık giyinmeyi sever ve daime güzel elbiselerle dolaşırdı. Bundan bir lezzet ve zevk alırdı. Kimse de kendisine bu hareketinin yanlış olduğuna dair bir söz söylememiş­ti.

Şüphesiz, Allah, kibirlenip gururlananları sevmez.”mealindeki âyet-i keri­me nazil olunca, Sâbit’in durumu değişti, evine kapanıp ağlamaya ve tövbe et­meye başladı. Çünkü o âyet-i kerimeyle, kendisi gibi şık giyinenlerin kastedil­diğini anlamıştı. Evinden dışarı çıkmıyor, gözyaşları içerisinde Rabb’ine tövbe ve iltica ediyordu.

Onun bu durumunu Re­sû­lul­lah(sav)’a haber verdiler. Re­sû­lul­lah(sav) bir adam göndererek, niçin böyle yaptığını sordu. Hz. Sâbit(ra);

– “Ben şık giyinmeyi severim.” diye cevap verdi.

Resûl-i Ekrem(sav) efendimiz, Hz. Sâbit(ra)’i rahatlatan ve ferahlatan şu cevabı verdi:

Sen âyet-i kerimede sözü edilenlerden değilsin, iyi bir hayat sürüyorsun. Hayırlı bir şekilde öleceksin ve Allah seni cennete sokacak.”

Hz. Sâbit(ra)’in elem gözyaşları, artık sevinç gözyaşlarına dönmüştü. Çok sevdi­ği şık elbiselerini giyebilirdi artık. Gurur ve kibir maksadıyla giyilmeyen güzel elbiselerin İslam’a aykırı bir yönü yoktu.

Re­sû­lul­lah(sav), Müslümanları temsil durumunda olanların çok düzgün ve temiz kıyafetli olmaları gerektiğini zaman zaman ikaz ederdi. Bir yere gönderdiği el­çilerine, “Öyle giyineceksiniz ki, gittiğiniz yerde parmakla gösterileceksiniz!” derdi.

Hz. Sâbit(ra)’de zaman zaman müşrikelere karşı Re­sû­lul­lah(sav)’ın ve Ensar’ın ha­tipliğini yaptığı için onun şık ve güzel giyinmesinde mahzur bir tara­fa, zaruret bile vardı.

Re­sû­lul­lah(sav)’a bir gün yeni bir elbise getirmişlerdi. Re­sû­lul­lah onu giyerken, “Avret yerimi örten ve beni hoş gösteren bu elbiseyi giydiren Allah’a hamd olsun!” diye dua etmişti.

Demek ki, elbise sadece insanın avret yerini örten bir şey değildi, kişiyi hoş gösteren bir yönü de vardı. Bu hoş görünme de Resûl-i Ekrem(sav)’in yaptığı gibi şükre ve hamde vesileydi.

Hucurât Sûresi nazil olduğu zaman da, duygulu sahabi Sâbit bin Kays(ra)’ı bir endişe almıştı. Âyet-i kerimede şöyle buyuruluyordu:

Ey iman edenler! Sesinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin; birbi­rinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın. Yoksa amelleriniz mahvolup gider de farkında bile olmazsınız.”

Bu âyeti işiten Hz. Sâbit(ra), daha önce yaptığı gibi, “Bu âyette kastedilenlerden birisi de benim. Ben de Re­sû­lul­lah(sav)’ın huzurunda yüksek sesle konuşuyorum ve amellerim boşa gidiyor. Cehennem ehlinden oldum!” diyerek evine kapandı ve gözyaşları içerisinde Rabb’ine yalvarmaya başladı. Re­sû­lul­lah(sav) yine birisini gön­derip niçin böyle yaptığını sordu. Hz. Sâbit(ra) işlediği günahtan bahisle, “Amelleri boşa giden kişilerden olmaktan korkuyorum!” dedi. Bunun üzerine, Re­sû­lul­lah(sav) şöyle buyurdu:

-“Hayır, korkma! Sen övünülecek bir hayat sürüyorsun. İleride de şehit ola­caksın ve Allah seni cennetine sokacak.” buyurarak onu yine ferahlatmıştı.

Sâbit ibni Kays(ra), Bütün gazâlarda bulundu. Hz. Ebû Bekir(ra)’in hilâfetinin ikinci senesinde, Hâlid bin Velid (ra) kumandasında, müslüman ordusu Müseylemet-ül-Kezzab ile Yemame’re çarpıştı.

Sâbit ibni Kays(ra) Müseylime üzerine gönderilen orduda Ensardan katılan askerlerin kumandanıydı. O gün kefenini giymiş ve savaş meydanına atılmıştı, Bu savaşta Müseyleme ve 20 bin mürted öldürüldü. Buna karşı iki bin İslâm askeri şehîd oldu. Hz. Ebû Dücane(ra), Hz. Huzeyfe-tebni Utbe, üçyüzaltmış Muhâcir ve o kadar da Ensâr şehîd oldu,

Bu savaşta,Peygamberimiz(sav)’in hatibi Hz. Sâbit bin Kays’da, derin yaralar aldı ve şehid düştü. Kabre konulurken, birden ondan bir ses geldi: “Muhammed Allah’ın Resulüdür. Ebû Bekir Sıddıktır. Ömer şehiddir. Osman ise, şefkatli ve iyilikseverdir“. Sonra açıp, baktıklarında; ölü, cansız!, daha Hazret-i Ömer hilâfete geçmeden, şehadetini haber veriyor.

Hz. Sâbit(ra) şehit düştüğünde üzerinde kıymetli bir zırh vardı. Bu zırh çalındı. Biri rüya­sında Hz. Sâbit(ra)’i gördü. Hz. Sâbit(ra), zırhının saklı olduğu yeri söyledi. Onu oradan al­masını ve ihtiyacı olan birisine vermesini rica etti. Rüyayı gören zat, ertesi gün arkadaşlarıyla birlikte Hz. Sâbit’(ra)in tarif ettiği yere gitti. Zırhı ora­da buldu. Ve bu şehidin isteğini yerine getirdi.

Hz. Sâbit bin Kays(ra), şehîd olduğunda geriye Muhammed Abdullah, Yahya, Abdurrahman, Abdullah ve İsmail isimlerinde çocukları kaldı.

Allah(cc) kendisinden ve tüm sahabe efendilerimizden razı olsun bizleri şefaatlerine nail etsin, Amin..

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

Kaynaklar;

  • bizimsahife
  • altın oluk dergisi
  • tryenişehirwiki
  • kütübü sitte
  • resulullahorg
  • risalei nur külliyatı

Cemel Vakası’nın Günümüze Bakan Vechesi Nedir?

Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (r.a), Hz. Ali’ye (r.a) giderek O’ndan, kitabın hükmünü icrâ etmesini ve Hz. Osman (ra)’ın katillerinin cezalandırılmasını istediler. Hz. Ali onlara hitâben:

“Haklısınız; fakat devlet henüz âsileri tam mânâsıyla sindirmiş değildir. Onun için devletin olaylara hâkim olmasını beklemek gerekir…” dedi.

Hz. Ali (r.a), suçluların tek tek belirlenerek sorguya çekilmelerini ve gerekli cezaya çarptırılmalannı istiyordu. Hz. Âişe, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (r.a) ise, şu fikirdeydiler:

“Fitne büyümüş, devleti hedef almış ve halife şehit edilmiştir. Mesele sadece Hz. Osman’ın katilinin bulunması değildir. Bu fıtne hareketine katılanlanrın çoğunun öldürülmesi gerekir. Bu sebeble, âsiler hemen cezalandırılmalıdır.”

Hz. Ali (r.a), Kur’an’ın “Velâ tezîrû vâziretün vizre uhrâ.” nassından hareket ile, “Birinin hatasıyla başkasının mesul olamayacağı” görüşünü ileri sürerek, onların bu fikrine katılmadı.

Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (r.a), Hz. Ali’nin görüşünü öğrendikten sonra, Hz. Âişe (r.anhâ) ile Mekke’de görüştüler ve âsilerin üzerine yürümek için kuvvet toplamak üzere Basra’ya gitmeye karar verdiler.

Hz. Ali (r.a) de, Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in (r.a) Basra’ya gittiklerini haber alınca devletin bütünlüğünde bir parçalanma, bölünme olmaması için ordusuyla Basra’ya hareket etti ve Zikar mevkiinde konakladı. Hz.Ali (r.a) meselenin barış yoluyla halledilmesi için Ka’ka isminde bir elçisini Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’e göndererek onlara, tefrikanın fenalığını, birlik ve beraberliğin önemini, her şeyin sulh yoluyla daha iyi hal olacağını anlatmasını istedi. O da bu emir gereğince, Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in yanına giderek onlara Hz. Ali’nin görüşlerini: bu yaranın ilâcının sükûnet olduğunu, sükûnet gerçekleştikten sonra her tedbirin alınabileceğini, aksi halde fıtne ve fesat çıkacağını, bunun da İslâm’a ve Müslümanlara getireceği sıkıntının büyük olacağını izah etti. Onlar:

“Eğer Ali bu fikirde ise, aramızda bir görüş ayrılığı kalmamıştır.” dediler.

Bu neticeden her iki tarafın mensupları da memnun oldular. Böylece bir istikrar, bir sükûn hali hâsıl oldu. Herkes kendisini emniyet ve huzur içersinde görerek çadırlarına çekildiler.

Bu sulhtan, ziyade rahatsız olan münafık İbn-i Sebe, taraftarlarını toplayarak onlara:

“Ne yapıp yapıp savaşı kızıştırmanız ve Müslümanları birbirine düşürüp kırdırmanız lâzım. Şayet bir netice alamazsak, bütün gayretimiz boşa gider; hedefe varamamış oluruz.” dedi. Ve savaşı başlatmak üzere yeni bir plân hazırladılar. Sabaha yakın saatlerde tatbike koyulacak bu yeni plân gereği, İbn-i Sebe kendi adamlarını Hz. Ali (r.a) ile Hz. Zübeyr ve Talha’nın (r.a) çadırlarının etrafında yerleştirdi. Bunlar daha sonra her iki tarafın çadırlarına baskında bulundular.

Gürültü üzerine uyanan Hz. Zübeyr ve Talha (r.a): “Ne var, ne oluyor?” diye sorduklarında, İbn-i Sebe’nin adamları, “Hz. Ali’nin adamları (Kûfeliler) bize gece baskını yaptı,” dediler. Bu haber üzerine Hz. Talha ve Zübeyr (r.a): “Anlaşıldı, Hz. Ali, harbi kesmekte samimî değilmiş.” dediler.

Öte yandan gürültüyü işiten Hz. Ali (r.a): “Ne oluyor?” diye sordu. Yine İbn-i Sebe’nin adamları: “Karşı taraf bize gece baskını yaptı. Biz de püskürttük.” dediler. Hz. Ali de: “Anlaşıldı. Talha ve Zübeyr bizimle sulh meselesinde aynı fikirde değilmişler.” dedi. Böylece on bin kişinin hayatına mâl olan Cemel Vak’ası meydana geldi. Hz. Talha ve Zübeyr de bu savaşta şehit düştüler. İbn-i Sebe, böylece Hz. Osman’ın (r.a) katlinden sonra amacına doğru mühim bir merhale daha kat’etmiş oluyordu.

Müslümanların, sahabeler arasında meydana gelen ayrılıklara nasıl bakması gerekir?

İsmet” yani, “ilâhî bir koruma ile günahlardan korunma” sıfatı, ancak peygamberlere mahsustur. Hatasız, kusursuz olmak ancak onlara hâstır. Sahabeler, bu sıfatla nitelenmediklerinden onların yüzde yüz hatadan âzâde oldukları söylenemez. Ancak şu var ki, herhangi bir Müslüman hata işlemekle İslâm dairesinden çıkmadığı gibi, bir sahabe de hata işlemekle sahabelik şerefinden çıkmaz.

Sorularlaislamiyet com

Übey Bin Ka’b (R.A.) Kimdir?

Sahabe-i kiramın büyüklerinden biri olup Rasûlüllah (s.a.s)’in vahiy kâtiplerindendir. Übey (r.a)’in babasının adı Ka’b, annesinin ismi Suheyle’dir. Medineli olup Hazrec kabilesinin Neccâr oğulları kolundandır.

Übey b. Ka’b’ın Müslümanlığı kabul etmesi Rasulüllah(s.a.s)’in Medine’ye hicret etmesinden önce, Akabe biatlerinde olmuştur. Übey b. Ka’b İkinci Akabe biatinde Rasûlüllah (s.a.s)’e biat eden yetmiş kişi içerisinde idi.

Übey, Rasûl-i Ekrem ile Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün muharebelere katıldı. Uhud muharebesinde kendisine bir ok İsabet etmiş, Rasûlüllah (s.a.s) ona bir tabip göndermiş, tabip okun girdiği yerdeki damarı keserek üzerini dağlamıştı.

Übey b. Ka’b cahiliyye döneminde de okuma yazma bilen az sayıdaki kimselerden biri idi. Rasulüllah(s.a.s) Medine’ye hicret edince, orada, ensar içerisinde yazılarını İlk yazan Übey b. Ka’b olmuştur. Yazdığı yazıların sonuna “filan oğlu filan yazdı” diyenlerin de İlki idi.

Peygamber Efendimiz (s.a.s) ilahi vahyi Cebrail (a.s)’dan aldığı zaman, Übey b. Ka’b onu daha yazının ıslaklığı üzerinde iken ezberler, Rasûlüllah (s.a.s)e okurdu.

Übey ashabın en âlimlerindendi. Übey b. Ka’b, Kur’an-i Kerîm’i en iyi okuyan sahabelerden idi. Peygamber Efendimiz (s.a.s) “Ümmetimin en iyi okuyanı Übey’dir.” buyurmuştur.

Bu sebeple Seyyidü’l-Kurra (okuyucuların efendisi) lakabıyla tanınmıştı. Kur’an-i Kerîm’i sekiz gecede hatmederdi. Rasulüllah(s.a.s)’in zamanında Kur’an’i cem’ ederek ona arz eden sayılı sahabelerden biri idi.

Rasûlüllah (s.a.s) Übey b. Ka’b’i, Kur’an-i Kerim’i iyi bilen bir sahabe olması sebebiyle öğretmen olarak tayin etmişti. O, Kur’an-i Kerîm’i öğretmesi karşılığında her hangi bir maddi şey de almazdı. Nitekim ondan söyle rivayet edilmiştir: “Muhacirlerden birine Kur’an öğretmiştim. Bu zat bana bir yay hediye etti. Ben bunu Rasûlüllah (s.a.s)’e anlatınca: “Onu alırsan ateşten bir yay almış olursun” buyurdu. Ben de yayı sahibine geri verdim”

Rasulüllah (s.a.s) Übey b. Ka’b’n: “Allah bana Lemyekünillezîne keferfi suresini sana okumamı emretti” buyurdu. Übey “Allah benim adımı da andı mı?” dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.s) “Evet” deyince Übey b. Ka’b sevincinden ağladı.

Übey b. Ka’b aynı zamanda Rasûlüllah (s.a.v) zamanında fetva veren az sayıda sahabeden biridir.

Übey b. Ka’b da Hz. Ebu Bekir’in danışma meclisi üyelerinden idi. Bu dönemde onun Kur’an’ın cem’i için kurulan komisyonda görev aldığını da görüyoruz. Übey b. Ka’b, İkinci halife Hz. Ömer’in de teveccühünü kazanmıştır. Hz. Ömer, Übey b. Ka’b’a çok hürmet eder, ondan yararlanır ve ona Seyyidü’l-Müslimin (Müslümanların ulusu) derdi

Hz. Ömer zamanında teravihi cemaatle İlk kıldıran da Übey b. Ka’b olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında, onun vefatından sonra İlk halife Hz. Ebû Bekr, daha sonra kısmen de Hz. Ömer zamanında teravih namazı cemaatle değil, münferit olarak kılınmıştır. Bir defa Hz. Ömer mescide gidince halkın dağınık bir şekilde teravih namazı kıldıklarını gördü. Kimi tek başına kılıyor, kimi küçük bir cemaat oluşturmuş kılıyorlardı. Hz. Ömer bütün halkı bir tek İmamın arkasında toplamayı düşündü ve ertesi gün Übey b. Ka’b’i teravih İmamı tayin edip cemaati onun arkasına topladı. Böylece teravih namazı cemaatle kılınmaya başlandı. Übey b. Ka’b, Hz. Ebû Bekir döneminde olduğu gibi Hz. Ömer döneminde de danışma meclisi üyesi idi.

“Âdemoğlunun bir vadi dolusu mali olsa, bir İkincisini İster. İki vadi dolusu mali olsa, bir üçüncüsünü de İster. Âdemoğlunun içerisini topraktan baksa bir şey doldurmaz. Allah Teâlâ ise tövbe edenin tövbesini kabul eder”hadisi şerifini ve daha birçoklarını bize nakleden Übey b. Ka’b(ra)Hz. Osman’ın hilafeti döneminde hicri 30’da vefat etmiştir. Allah Übey b. Ka’b,Hz’lerine rahmet etsin bizleri onun şefaatine nail etsin.Amin..

Çetin KILIÇ /LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Aşere-i Mübeşşere Kimlerdir?

Aşere-i Mübeşşere; “Hz. Muhammed’in daha sağlıklarında kendilerine doğrudan cennete gideceklerini müjdelediği Müslümanlığın önde gelen on kişisidir.”

Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Ebu Bekr Cennet’tedir. Ömer Cennet’tedir. Osman Cennet’tedir. Ali Cennet’tedir. Talha Cennet’tedir. Zübeyr Cennet’tedir. Abdurrahman bin Avf Cennet’tedir. Sa’d ibni Ebi Vakkas Cennet’tedir. Said ibni Zeyd Cennet’tedir. Ebu Ubeyde ibn’ül-Cerrah Cennet’tedir.”

Bunların da en üstünleri Aşere-i mübeşşere; bunlardan en üstün olanları da, Hulefa-i raşidin yani dört halife olup, üstünlük sırasıyla hazret-i Ebu Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali’dir.

Hadislerde cennetlik oldukları topluca bildirilen bu sahabîlerden başka, Hz. Hatice, Abdullah ibn Ömer, Abdullah ibn Selâm gibi bazı sahabe de münferit olarak cennetle müjdelenmiştir (Müslim, Fedâîlü’s-Sahabe, 71; Tirmizî, Menâkıb, 26).

Bunlar, kendilerini Alah’a adamış ve erişilmesi güç mertebelere erenlerdir. Bu ve diğer sahabelerin hayatı bizlere örnek olmalıdır. Allah’ın ve Peygamber(sav) dostlarının sevgisiyle Allah ve peygamber(sav) düşmanlarının sevgisi aynı kalpte yer almaz. Sahabe Efendilerimizi tanımaz, hayatlarını öğrenmeden kusurlarımızn farkına varamaz, bize örnek ve rehber olacak ve bize cennetin kapılarını aralayacak bu güzide insanlardan gereği şekilde yararlanamamış oluruz.

Allah (cc) Hazreti Meryem’i alemlerin kadınlarına üstün kıldı, bununla beraber Rabbine gönülden itaatte bulunmasını, secde etmesini ve rüku edenlerle birlikte rüku etmesini emretti. Al-i imran süresinde böyle buyuruyor.

Tüm bunlardan, üstünlüğün Rabbimize inanıp emirlerini yerine getirmekle olduğunu anlıyoruz.. Nasıl secde edeceğiz? Allah’ın rızasına nasıl ereceğiz? Allah bizden neyi yapmamızı? Neyi yapmamazı istiyor? Neyi nasıl yapacağız? Bütün bunlar başta Peygamber(sav) efendimizi ve Sahabe Efendilerimizi tanımakla mümkün olabilir. Müslüman cemaati okuma alışkanlığını kaybetmemeli.

Her biri yıldız olan Sahabe Efendilerimizi kaybeder, unutur, bilmez, tanımazsak yolunu kaybetmiş gezgin misali nereye gideceğimizi bilemeyiz..

Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın; eğer iman ediyorsanız üstünsünüz.” (Âl-i İmrân, 3/139) mealindeki ayet-i kerime de belli bir hadise üzerine nâzil olmuş bulunsa bile, her devirdeki inananlar için çok önemli bir tembihtir (F.Gülen)

Ayeti kerimedeki üstünlüğü sadece silah ,savaş ve maddi güç olarak anlamamamız gerekir.

Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. “Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (Nur 55)

Rehbersiz, öndersiz, lidersiz menzile ulaşılamaz, hele cennete varmak çok güç olsa gerek. Rehberimiz önderimiz liderimiz kimler ? Nasıl yaşamışlar? Hayatlarında nelere önem vermişler? Ve son durakları neresi olmuş? Gafletten uyanıp silkinip kendimize gelip tüm bunların ne anlama geldiğini öğrenmeli, hayata geçirmeliyiz. Allah’ın İnkar eden fasık kullarından değil, salih amel işleyen hoşnut ve razı olduğu kullarından olup vadettiği şekilde yaşadığımız korkulardan arınan mutlak emniyete kavuşan kullarında olalım inşaallah.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

Kaynaklar:

– Kütüb-ü Sitte

– Sevgi Kutupları