Etiket arşivi: said nursi

Bediüzzaman Hazretleri ve Receb-i Şerif Ayı

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

…çok mübarek ve çok sevablı ibadet ayları olan şuhur-u selâse gelecekler.

Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise,

Receb-i Şerifte yüzden geçer,

Şaban-ı Muazzamda üç yüzden ziyade

ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar

ve cuma gecelerinde binlere

ve Leyle-i Kadir’de otuz bine çıkar.
(Şualar, 494)

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelen: Seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve leyle-i regaibinizi ve leyle-i mi’racınızı ve leyle-i beratınızı ve leyle-i kadrinizi ruh u canımızla tebrik ve herbir Nurcunun manevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakıyetinizi tebrik ederiz. (Emirdağ Lahikası-2, 121)

***

Bütün ruh u canımızla Receb-i Şerifinizi ve şuhur-u selâsenizi tebrik edip Cenab-ı Erhamürrâhimînden niyaz ediyoruz ki, hakkınızda ve hakkımızda seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandırmağa bu üç mübarek ayı vesile eylesin, âmîn. (Emirdağ Lahikası-2, 63)

***

Kat’iyyen şekk ve şübhemiz kalmadı ki; bu hizmetimizin neticesi olan Risale-i Nur’un serbestiyetini değil yalnız biz ve bu Anadolu ve âlem-i İslâm alkışlıyor, takdir ediyor; belki kâinat memnun olup cevv-i sema, feza-yı âlem alkışlıyor ki; üç-dört ayda yağmura şiddet-i ihtiyaç varken gelmedi ve Denizli’de mahkemenin bilfiil teslimine karar vermesi, yine Leyle-i Mi’rac’da aynen Risale-i Nur’un bir rahmet olduğuna işareten Leyle-i Regaib’e tevafuk ederek kesretli melek-i ra’dın alkışlamasıyla ve rahmetin Emirdağı’nda gelmesi, o teslim kararına tevafuk etmesi ve bir hafta sonra demek Denizli’de vekillerin eliyle alınması hengâmlarında yine aynen Leyle-i Mi’rac’a ve Leyle-i Regaib’e tevafuk ederek aynen onlar gibi Cuma gecesinde kesretli rahmet ve yağmurun bu memlekette gelmesi o tevafuklarıyla kat’î kanaat verdi ki; Risale-i Nur’un müsaderesine ve hapsine dört zelzelelerin tevafuku Küre-i Arz’ca bir itiraz olduğu gibi, bu Emirdağı memleketinde dört ay zarfında yalnız üç cuma gecesinde -biri Leyle-i Regaib, biri Leyle-i Mi’rac, biri de Şaban-ı Muazzam’ın birinci cuma gecesinde- rahmetin kesretli gelmesi ve Risale-i Nur’un da serbestiyetinin üç devresine tam tamına tevafuk etmesi; küre-i havaiyenin bir tebriki, bir müjdesidir ve Risale-i Nur’un da manevî bir rahmet ve yağmur olduğuna kuvvetli bir işarettir. (Emirdağ Lahikası-1, 46)

***

Aziz kardeşlerim!

Size iki puslayı Leyle-i Regaib’den altı saat evvel yazdım. “Hizb-ün Nuriye” kâğıd ile teslimden sonra, kat’iyyen benim kanaatimde bir nevi mu’cize-i Ahmediye olarak, iki aydan beri mütemadiyen kuraklık ve yağmursuzluk, her tarafta daima namazlardan sonra pek çok duaların akîm kaldığı ve herkes me’yusiyetten derd-i maişet endişesiyle kalben ağlarken, birden Leyle-i Regaib -bütün ömrümde hiç mislini işitmediğim ve başkalar da işitmediği- üç saatte yüz defa, belki fazla tekrar ile melek-i ra’dın yüksek ve şiddetli tesbihatıyla öyle bir rahmet yağdı ki; en muannide dahi Leyle-i Regaib’in kudsiyetini ve Hazret-i Risalet’in bir derece, bir cihette âlem-i şehadete teşrifinin umum kâinatça ve bütün asırlarda nazar-ı ehemmiyette ve Rahmeten lil’âlemîn olduğunu isbat etti ve kâinat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi.

Acaba, dualarımızda Isparta bu memleketle beraberdi, bu yağmurda hissesi var mı, merak ediyorum. Şimdiye kadar çok emarelerle Risale-i Nur bir vesile-i rahmet olmasından, bu rahmet îma eder ki; her halde ehemmiyetli bir fütuhatı perde altında vardır ve belki serbestiyetine bir işarettir. Hem burada “Lem’alar”ın verdiği iştiyak cihetiyle yazıcıların çoğalması, inşâallah bir nevi makbul dua hükmüne geçti. (Emirdağ Lahikası-1, 37)

***

Aziz ve sıddık kardeşlerim ve fedakâr ve sadık arkadaşlarım!

Evvelâ: Sizin, bu mübarek şuhur-u selâse ve içindeki kıymetdar leyali-i mübarekeleri tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak, herbir geceyi sizin hakkınızda birer Leyle-i Regaib ve Leyle-i Kadir kıymetinde size sevab versin, âmîn. (Kastamonu Lahikası, 84)

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Seksen küsur sene bir ömr-ü manevîyi sizlere kazandıracak olan şuhur-u selâse-i mübarekeyi ve bilhâssa bu geceki Leyle-i Regaib’i tebrik ediyoruz. Sizin beraetiniz ve manen galebeniz, zalimleri şaşırttı. Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için, memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz bir cihette daha zararlı görünüyor.

Ben bu sene çok zaîf ve ihtiyar ve âciz bir halde bulunduğumdan, genç kardeşlerimden manevî muavenetlerini bu mübarek şuhur-u selâsede rica ediyorum. Herbirisine birer birer selâm ve dâreynde selâmetlerine dua ediyoruz. (Kastamonu Lahikası, 148)

***

Seksen küsur sene manevî ve bâki bir ömrü kazandırmak sırrını taşıyan şuhur-u selâsenizi ve Leyle-i Regaibinizi bütün ruhumla tebrik ediyorum. İki-üç gün evvel, Yirmiikinci Söz tashih edilirken dinledim. Gördüm ki; içinde hem küllî zikir, hem geniş fikir, hem kesretli tehlil, hem kuvvetli iman dersi, hem gafletsiz huzur, hem kudsî hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var. Bir kısım şakirdlerin ibadet niyetiyle risaleleri ya yazmak veya okumak veya dinlemekliğin hikmetini bildim. Bârekâllah dedim, hak verdim. (Kastamonu Lahikası, 250)

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Receb-i Şerifinizi ve yarınki Leyle-i Regaibinizi ruh-u canımızla tebrik ederiz.

Sâniyen: Me’yus olmayınız, hem merak ve telaş etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye inşâallah imdadımıza yetişir. Bu üç aydan beri aleyhimizde ihzar edilen bomba patladı. Benim sobam ve Feyzilerin su bardağı ve Hüsrev’in iki su bardaklarının verdikleri haber doğru çıktı. Fakat dehşetli değil, hafif oldu. İnşâallah o ateş tamamen sönecek. Bütün hücumları, şahsımı çürütmek ve Nur’un fütuhatına bulantı vermektir.

Emirdağı’ndaki malûm münafıktan daha muzır ve gizli zındıkların elinde âlet bir adam ve bid’atkâr bir yarım hoca ile beraber bütün kuvvetleriyle bize vurmaya çalıştıkları darbe, yirmiden bire inmiş. İnşâallah o bir dahi, bizi mecruh ve yaralı etmeyecek ve düşündükleri ve kasdettikleri bizi birbirinden ve Nurlardan kaçırmak plânları dahi akîm kalacak. Bu mübarek ayların hürmetine ve pekçok sevab kazandırmalarına itimaden sabır ve tahammül içinde şükür ve tevekkül etmek ve مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ düsturuna teslim olmak elzemdir, vazifemizdir. (Şualar, 494)

***

…câmi’ dualarla dua etmek; hem hulûs ve huşu’ ve huzur-u kalb ile dua etmek; hem namazın sonunda, bilhâssa sabah namazından sonra; hem mevâki’-i mübarekede, hususan mescidlerde; hem Cum’ada, hususan saat-ı icabede; hem şuhur-u selâsede, hususan leyali-i meşhurede; hem ramazanda, hususan leyle-i kadirde dua etmek kabule karin olması rahmet-i İlahiyeden kaviyyen me’muldür. O makbul duanın ya aynen dünyada eseri görünür veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur.

Demek aynı maksad yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez; belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir. (Mektubat, 279)

SAİD ÖZDEMİR AĞABEYİMİZDEN

“Bu gece, Allah indinde çok makbul bir gecedir. Bu gecede Resul-i Ekrem (A.S.M) çok büyük ni’metlere, feyizlere, tecelliyat-ı cemaliyeye ve kemaliyeye mazhar olmuşlardır. Mü’minlerde bu gecede Cenâb-ı Hakk’ın ikram ve ihsanat-ı ilâhiyesine, mârifet ve muhabbet nurlarına mazhar olacakları bir gecedir.

Bu geceyi uyku ile gafletle geçirmemek lazım. Bediüzzaman hazretleri bu gecelerde yanındaki talebelerini uyutmazdı. Bu gecenin gündüzünü oruçla gecesini de sabaha kadar Kur’anla, namazla, zikirle, Hizbu’l- Hakaik okumakla ihya etmek lazımdır.

Bu mübârek aylarda kalb ve ruhu harekete geçirmeli, çokca Kur’an-ı Kerim okumalı. Kur’an-ı Kerim’in bu aylarda her bir harfinin iki yüz, üç yüz ve binler sevabı var. Ne mutlu her gün cevşen, Delailinnur, Evrâd-ı kudsiyye, Münacatü’l-Kur’an, Tahmidiye okuyana.”

BAYRAM YÜKSEL AĞABEYİMİZDEN:

“Lahika mektubu neşrederdi

“Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri şuhur-u selase girdiğinde muhakkak lâhika neşreder, talebelerinin mübarek ay ve günlerini tebrik eder, vesile ile muharebeyi devam ettirirdi. Talebeleriyle devamlı irtibat halinde idi. Lâhika mektuplarından bir misal:

“Evvela; sizin mübarek şuhur-u selase ve içindeki kıymettar leyali-i mübarekelerinizi tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak her bir geceyi sizin hakkınızda birer Leyle-i Regaib, Leyle-i Kadir kıymetinde size sevap versin.

“Hem Leyle-i Beratınızı ve gelecek Ramazanınızı ve hem gelecek Leyle-i Kadri, hakkınızda bin aydan daha hayırlı olmasını ve defter-i âmalinize böyle geçmesini Cenab-ı Haktan niyaz ediyoruz.

“Hem Leyle-i Miracınızı tebrik ve içinde ettiğiniz duaların makbuliyetini rahmet-i İlâhiyeden niyaz eder ve bu havaliden Mirac Gecesinden bir gün evvel, bir gün sonra müstesna rahmetin yağması işaret eder ki, umumî rahmet tecellî edecek inşaallah.’

“Aziz, sıddık kardeşlerim, “Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak Ramaz-ı Şerifin Leyle-i Kadrini umumunuza bin aydan hayırlı eylesin. Amin. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul hakkınızda kabul eylesin.’

“Bu şekilde Regaib, Berat, Mirac Gecelerinde teksir lâhikası gönderirdi. Dolayısıyla çeşitli mevzularda, Risale-i Nur’un neşri, hizmeti ve faaliyeti ile ilgili müjdeli haberleri Nur Talebelerine gönderirdi.

Selam Ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: RisaleHaber

 

www.NurNet.org

Bediüzzaman’ın Fener Patriki ile Görüşmesi

Bediüzzaman’ın Fener Patriki ile Görüşmesi

“Üstteki hadise ve mesele münasebetiyle; Hazret-i Üstâd Bediüzzaman’ın 1953 yaz aylarında, hususi şekilde gidip İstanbul Fener Patriği ALT HENAGORAS ile görüşmesini burada kaydetmek lâzım geldi. Üstâd’ın bu görüşmesi manidardı. İslâm ve hakikî Hıristiyanlık dinlerinin barışmasının veya hiç olmazsa esas mes’elelerde ittifakın tebliği gibi idi.

O günlerde Üstâd’la beraber bulunmuş halen hayatta Nur talebelerinden bir çoğu rivayet ederler ki: Bir gün Hazret-i Üstâd, yanında Üniversiteli Ziya Arun olduğu halde, Fener’deki Patriğe gitmiş, görüşmüş ve ona:

“Hıristiyanlığın din-i hakikisi olan tevhid ve nübüvveti kabul ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammedi de (A.S.M) peygamber ve Kur’ân-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul ederseniz, ehl-i necat olacaksınız.” dedi.

Patrik Althenagoras cevabında: “Ben kabul ediyorum…” deyince Bediüzzaman:

“O halde siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?”

Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar.” diye cevab vermiş.

Bu hadiseyi nakleden, Üstâd’ın o sıra beraberinde bulunmuş bir çok talebesi hâlâ hayattadır.

Ezcümle: Ahmet Aytimur, şimdi Almanya’da bulunan Abdulmuhsin, Mehmet Fırıncı vesaire…

Nitekim aynı ma’nada olarak 22 şubat 1951’de, Üstâd’ın izni ve müsaadesiyle Vatikan’daki Hıristiyan Âleminin bir nevi ruhani reisi olan Papa’ya bir Zülfikâr kitabı gönderilmiş.. Papa da buna karşı teşekkür cevabını yazmıştı.

Bu eserin Hıristiyan Âleminin bir nevi dini ve ruhani reisi olan Papaya gönderilmesiyle, vahdaniyet-i ilâhiyye, Risalet-i Muhammediye Aleyhisselâtü Vesselâm ve Kur’ânın kelamullah olduğunu ispat eden bu eser, mezkûr tebliği de yapmış oluyordu.

Bu bahis ayrıca ilerde tafsilen kaydedilecektir.”[1]

Bediüzzaman Said Nursi, hayatı boyunca islamiyet’i hâl ve kâl diliyle ilan etmiştir. Daha önce Vatikan’a, Zülfikar Mecmuasını gönderdiğini beyan etmiştik. Sanki islamiyetin ruhundan, sofrasından nasibiniz olmazsa ilerde çok zulümlerin yuvası olacaksınız demiş.

1953 senesinde Fener-Rum Patrikhanesine de aynı tebliğ metodunu izlemiştir. Yukarıda kaynağıyla yayınladığım mektup bu görüşmenin muhteviyatını anlatmaktadır.

Üstadımızın mahiyetini ve Risale-i Nur’un muhteviyatını bilen, bildiği için de anti ideolojisi sebebiyle taarruz edip muhalefete geçen isminin önü kalabalık olan bazı kimseler, insanları Risale-i Nur ve Müellifi Bediüzzaman Said Nursi’den uzaklaştırmak için, hezeyanlarını savurmaktadır.

   Bediüzzaman için, Yok Vatikan’a mektup yazdı diyalogculuğun temelini hazırladı, yok Fener Patrikiyle görüştü elini öptü falan filan gibi şeyler söylemek, aslında Bediüzzaman’ın temsilcisi olduğu İslamiyet’e saldırmaktır. Şöyle düşünün isminin önünde akademisyen gibi unvan bulunan birisini ele alalım. Biz bu şahsın akademik kariyerine hücum etsek. Bu fiil ön planda akademisyene, arka planda ise çalıştayı olan üniversiteyi/kurumu karalamak manasına gelir. Bir din alimine yapılan hücum da aynı formülle ele alacak olursak ön planda şahsa, arka planda ise mümessili olduğu İslamiyet’e hakaret ve hücumdur.

Akademisyen olduğunu iddia eden birisi konuşurken kahvane oturuşu ve ağzıyla/jargonuyla bazı şeyler söylediğinde kendisini mahcup edecek çok şeyler çıktığında akamedisyenliğine leke getireceğini de düşünmelidir.

Hem iftira atıp hem de ben tartışmanın tarafı olmak istemiyorum diyen birisi, delilsiz belgesiz şeyler savurarak konuşmasının neticesi istemediği şeyleri de işitmek zorunda kalacaktır. Her istediğini rahatça konuşan kimse, istemediği şeyleri de “El cezau min cinsi amel” kaidesince işitecektir.

Fethullah Gülen üzerinden Risale-i Nur ve müellifine ilişenler iki kesimdir. Birisi, Bediüzzaman ve telifatının mahiyetini bilenler. Bunlar mahiyetini bildikleri ve kendi çürük ideolojilerinin bir numaralı düşmanı olarak gördükleri için ilişmeye yeltenenler.

İkincisi ise, bunlar da birincisinin taassuplu mukallitlerinden öte bir şey değildir.

Fethullah Gülen’den yola çıkıp “neden onun kaynaklarına ilişmiyorsunuz diyen aydınlar(!)” İslamiyete olan kinlerini de bu şekilde kusmaktalar.

“Bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesad ve fenalıktan men’etmiş iken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesad ve fenalığın zikri vaktinde, onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adaveti îma eder.”[2]

Her insanın, karakteri, kulluğu ve temsilcisi olduğu iş olmak üzere üç karakteri var. Fethullah Gülen’den bahsederken din ve dini değerleri itibardan düşürüp, bu milletin din ile olan bağının kopması ve neticesinde serserilik ve anarşinin çıkmaması için Din ve dini değerleri nazara vermemek gerekli. Yani Gülen’den bahsederken onun hocalık kisvesinin kullanılmaması gereklidir.

Laikliği hayatının temeline koymuş birisi bakan, başbakan olsa onlar ülke ekonomisini çökertse, beş – on bankanın kasasını boşaltsalar, bizde bunları tekid ederken laik işte ne bekliyorsun, laikliğin verdiği budur desek doğru mu yapmış oluruz? Yoksa bu hatayı o bakanlara mı verirsek doğru etmiş oluruz şimdi sizden soruyorum?

Gülen’i tenkid edenler, onun üzerinden islami değerlere ve simge ve sembollere ilişmesi de hatadır. Bu hata ile ister kasıt olsun ister olmasın ilme ve dine bir ilişmektir.

         “Din âlimleri İslâmiyetin direkleridirler.”[3]

“Evet, kim ki evinin tavanı altındaki zaif direği çekmek istiyorsa, evvelen onun yerine kuvvetli bir direkle muhafaza altına aldıktan sonra kaldırsın. Yoksa bilmeden evi harab etmiş olacaktır.

         Hem bir fâsid delili iptal edip çürütmek isteyen adam, sahih bir delil ile hak olan neticeyi tesbit ettikten sonra etsin. Aksi halde düşünmeden ifsad etmiş olur.”

Ulema-is sû olan insanları tenkid edenler bu yazdıklarımı unutmasın.

Bu sebeple Bediüzzaman Said Nursi ve emsali olan Ehl-i Sünnet Ulemasına ilişenler bunu düşünsün. Çürük ve kurtlu olan ideolojileri sebebiyle ilişmeye yeltenmesinler.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 


[1] Badıllı, Mufassal Tarihçe (1837)

[2]Divan-ı Harb-i Örfi ( 35 )

[3] Asar-ı Bediyye ( 406 )

Kaynak: RisaleHaber
www.NurNet.org

İbadet Ve Aşk

Başlıktaki iki kelime 1920 yılında Said Nursi’nin yazdığı, “Şuaat-ı Marifetü’n Nebi” (Peygamber efendimizi tanıma, bilme, öğrenme ışıkları) adlı eserde geçiyor. Bu eserin başında Nursi “Marifetullahın bürhanları nefesler kadar hadsizdir.” diyor ve Peygamberimizi marifetullahın en büyük delillerinden biri olarak zikrediyor. Ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) i anlatırken bir yerde bu cümleyi kullanıyor: “O ibadete herkesten, herşeyden ziyade aşıktı.”

Bu cümleyi okuyunca bir türlü geçemedim. Adeta başıma bir topuz yemişçesine sersemledim. Üzüldüm, kendi halimi düşündüm. Ben şimdiye kadar bir insana, güzel bir manzaraya, güzel bir çiçeğe, güzel bahçeli bir eve, estetik bir arabaya aşık olmuştum. Ama bunca yıllık hayatımda ibadete aşık olduğumu hiç hatırlamıyordum.

Gençliğimden beri namaz kılar, oruç tutarım. Ama hiç de namaza, oruca aşık olduğumu hatırlamıyorum. Hatta çoğu zaman namazları iş yerinde, koşuşmalar arasında, aradan çıkarma endişesiyle kıldığımı hatırlıyorum. Oruçlarımı da hep kolayca geçiversin, açlığımı fark etmeyeyim, bana zahmet vermesin düşüncesiyle tutmuşumdur.

Biz Peygamber’i seven insanlarız. Bizim kalbimizde, ruhumuzda O’nun ayrı bir yeri vardır. Mevlitlerde gözlerimiz dolar, adı anıldığında salavatlar getiririz.

Peygamber bizim kalbimizde, ruhumuzda, sevgimizde var da hayatımızda, yaşadığımız dünyamızda ne kadar var acaba?

O adını duyduğumuzda heyecanlandığımız Peygamber, “Benim susmam fikir, konuşmam zikir, bakışım ise ibret bakışıdır.” buyurmuşlardı. Zaman zaman ortadan kaybolunca anlarlardı, O Eris adlı bir kuyunun bulunduğu bahçeye gider, bahçeyi seyreder ve tefekkür ederdi.

Hz. Aişe O’nun az uyku dışında gecelerini ibadet ve tefekkürle geçirdiğini söyler. Bazı geceler ay ışığında oturur, uzun uzun gökleri seyreder ve derdi:

“Şüphesiz, yerlerin ve göklerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbirini izlemesinde, derin kavrayış sahipleri için alınacak dersler vardır.Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni bütün noksanlardan tenzih ederiz. Bizi ateş azabından koru” (Âl-i İmran, 190/91) ayetlerini okuyup da  uzun uzun tefekkür etmeyenlerin vay haline.”

Peygamberin savaşlarını, fetihlerini okuyoruz. O’nu çok seviyoruz. Ama Nursi’nin bu cümlesini okuyunca bir defa daha anladım ki hayatımızda, dünyamızda, işlerimizde, evlerimizde Peygamber yok. Dünyamızda Peygamber’in bir kahramandan, bir film şahsiyetinden farkı yok. Ve bunu değiştirmek için Peygamber’in savaşlarından, fetihlerinden başka anladığımız, anlattığımız bir şey de yok.

Dini, imanı, Kur’an’ı içselleştirmediğimiz, ilimle onlara muhatap olmadığımız, Allah’ı, Peygamber’i hayatımızın aktif merkezine, hedefine oturtmadığımız müddetçe; din de iman da hayatımızda sadece bir süs ve kültür olarak kalmaya mahkûm olacaktır.

Sanırım bizim sakalını öpmeyi marifet saydığımız Peygamber ile gerçek Peygamber çok farklı.

Levent Bilgi – hicbisey.com

Hüseyin-i Cisrî, Said-i Nursî, Sultan Abdülhamid-i Sani

Hüseyin-i Cisrî, Said-i Nursî, Sultan Abdülhamid-i Sani

Toplum dokusunun kalite çıtasını belirleyen en etkili kurum, şüphesiz eğitimdir. Son yüz-yüz elli yıllık geçmişimizde, başlıkta yazılı üç isim, toplumla kaliteli eğitim arasındaki ilişkinin derinden ihtiyacını duydular.

Ne var ki, kontrolsüz değişim çabalarının sonucu olan “kendi yürüyüşünü terk etti, başkasının yürüyüşünü beceremedi” teşhisinin ürünü olan savrulmalar sebebiyle, bu üç ismin, toplumu müspet yönde dönüştürücü eğitim arayışları, halen yeterli karşılığını bulabilmiş değil.

Eğitimin özü denebilecek müfredat, ideolojik önyargı blokajından kurtulamadığı için o gün çözümsüzdü, bugün de henüz çözümsüzdür. Bu üç ismin, birbiriyle eğitim odaklı ilişki ve görüşlerine bakıldığında, zamanın eskitemediği ve çözüme ışık tutacak güçlü ipuçları çıkarma imkanı fazlasıyla vardır.

Hüseyin-i Cisri, (1845-1909) İslam dünyasının 19. asırda yetiştirdiği oldukça gayretli ve velut bir fikir adamıdır. İsmini öne çıkaran görüşlerinden birisi, tıp ilmi başta olmak üzere fen bilimlerinin dini ilimlerle birlikte okutulmasının gereğine inanmasıdır.

Bu fikrini uygulayabileceği eğitim kurumunu, yakın çevresinin, maddi-manevi desteği ile Trablusşam’da açma imkanını bulmuş, fakat yürütememiştir. Daha sonra, Lübnan’daki “Medresetü’s Sultaniye” müdürlüğüne getirilir. Bir yıl sonra sağlık sebebiyle görevinden ayrılarak serbest çalışmayı seçer. Din-ilim ilişkileri, Batı’nın İslam’a yönelik iddialarına cevapları ile Tevrat ve İncil üzerine araştırmalarıyla tanınıyor. Risale-i Hamidiye, bu konuları ele alan tanınmış eseridir.

Sultan Abdülhamit Han’ın (1842-1918) Hüseyin-i Cisri ile münasebeti oldukça müspettir. Sarayın kapısını ona açmıştır. “Risale-i Hamidiye” isimli eseri sebebiyle ödüllendirmiş ve Sarayda görev vermiştir. Ne var ki, Ezher’deki eğitimini yarıda bıraktıran sağlık sorunları, İstanbul’da kalmasına da imkan vermez, memleketine döner. Bediüzzaman’ın, “hem asrım (çağdaşım) ve fikren biraderim” dediği Hüseyin-i Cisri, eğitime ilişkin teklifleriyle Padişahın yakın ilgisini görmüş değerli bir fikir adamıdır.

“Maarif” sevdası, Bediüzzaman’ın (1878-1960) hayatında hep tartışılmaz bir yer işgal etti. Doğup büyüdüğü coğrafyanın ve daha genelde İslam dünyasındaki “cehaletin izalesi” için eğitime farklı baktı. İdamla yargılandığı 31 Mart Mahkemesinde kendisinden ziyade toplumun eğitim hakkını savunuyordu: “Anladım ki, dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak” diyordu. Bunun için medreseler ıslah edilmeliydi. Erken cumhuriyet yıllarında, eğitimle üretilecek bilginin çağa hükmedeceğini söylüyordu. Bir adım daha ileri giderek, sanayi çağının, bilgi çağına dönüşeceğinden bahisle, “nev-i beşer âhir vakitte ulum ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir” ifadeleriyle bilgi çağından haber veriyordu.

Sultan Abdülhamit de, dünyanın buraya gittiğini görüyor ve bir şeyler yapmanın gereğine inanıyordu. Ülkede, bazı medreselerin kapanması pahasına teknik okulların açılmasına öncelik veriyordu. Hatta müfredat için, Darvinist ve evrimci temelde yazılmış kitapları dışarıdan getirtiyor, bu tavrıyla yabancıların takdirini kazanacak kadar hacimli kütüphaneler kuruyordu.

Padişah, eğitim alanında maddi yatırımlarla yetinmiyor, fen bilimlerinde kadrolar yetiştirmek için Avrupa’ya öğrenciler gönderiyordu. Ne var ki, “Ben bunları teknik eğitim alıp, memleketi kalkındırsınlar diye gönderdim, onlar edebiyat ve müzik öğrenerek döndüler” diyerek hayal kırıklığı yaşıyordu. “Fen bilimleri Şeriat ilimleri ile birlikte okutulmalıdır” diyen Hüseyin-i Cisri’ye sahip çıkmanın altında, şüphesiz, bu negatif sonuçlarından uzaklaşma arzusu vardı.

Abdülhamit Han’ın aradığı çözüm aslında ayağına gelmişti. Said Nursi, Doğu vilayetlerindeki tespitleriyle eğitim için neyin, nasıl yapılması gerektiğini ve yeni bir yapılanma projesini detaylarıyla belirlemişti. Konuyla ilgili tekliflerini saraya takdim için 1907’de Van valisinin takdim mektubuyla Padişahla görüşmeye gelmişti.

Eğitimde, “fünun-u cedideyi ulum-u diniye ile mezc ve derç etmek” ilke olmalıydı. İlimle dinin ayrılmazlığından hareketle, iki kavramın terkibinden oluşan, disiplinler arası bilgi ve veri geçişini esas alan bir müfredat öngörüyordu. Ona göre, din ve ilmi reddetmeden müfredat hazırlanması mümkündü ve gerekli idi. Medrese yapısı da buna göre yeniden düzenlenmeliydi. Bediüzzaman bu anlayışını, “Medreset’ü Zehra” olarak kavramlaştırmıştı.

Bediüzzaman, din-bilim terkibine dayalı bir eğitimin bölge kalkınmasının ötesinde, kültürel ve siyasi misyon ifa edeceğine inanıyordu.

“Şark vilayetlerinde”, o günkü coğrafi tanımıyla Kürdistan’da, sosyal ve siyasi düzeni sağlamak için, “Medreset’üz Zehra” adını verdiği eğitim kurumu, etnik ayrışma tohumlarının yeşermesine meydan vermeyecek, Müslümanların tearüf ve tesanüdünü sağlayan kurumsal bir kimliğe sahip olacaktı.

Bu açıdan bölgede güvenlik sağlamak için düşünülen ve aşiret reislerine “paşa”lık vererek oluşturulan, kendi ifadesiyle “Hamidi”lik dediği “Hamidiye Alayları” uygulamasının sağlıklı ve kalıcı bir çözüm olmadığı görüşünde idi. Bu uygulama, sosyal sorunları çözmekten ziyade “vücut(taki) iltihabı tezyit”ten öteye gitmeyecekti.

Osmanlı coğrafyasının belli merkezlerinde açılacak böyle bir eğitim kurumu, farklı İslam ülkelerinden gelecek gençlerin mefkure birliği içinde yetişmesini ve dayanışma duygusunun güçlenmesini sağlayacaktı.

Padişah’a teklif ettiği görüşlerin içinde, bugün bile hayal gibi görünen, ama insanlığın gerçek huzur ve barışı için mutlaka tesisi gereken bir hedef vardı. Bugün sömürgeci amaçlarla kutsanan “medeniyetler çatışması”nı gereksiz kılacak öngörüde bulunuyor, Felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin” diyordu.

Bediüzzaman, böyle şümullü bir projeyi, kağıt üzerinde bırakmıyor, bu yapılanmanın finans ihtiyacını bile gerçekçi kaynaklara dayandırıyordu. Padişahtan böyle bir teşebbüsü sahiplenmesini istiyordu.

Hüseyin-i Cisri’ye kolayca açılan Saray kapısı, nedense Bediüzzaman’a açılmadı. Aksine, “ihsan-ı Şahane” adıyla bahşiş verilerek Saray’dan uzaklaştırılmak istendi. Ne var ki, eğitim talebinin kabulünden başka hiçbir teklife açık değildi. Padişahın “ihsan” yani bahşişini kabul ettirmek için ısrar eden Zaptiye Nazırına, “ben maaş dilencisi değilim, kendim için gelmedim, memleketimin neşr-i maarifi (eğitim ihtiyaçları için geldim) ona çalışıyorum” diyordu.

Bediüzzaman Saray’da yaşadığı bu olayı, “Onun (Padişahın) Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul  etmedim, reddettim… Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim” ifadeleriyle anlatır. Bediüzzaman, “ihsan-ı Şahaneyi” reddetmekle aklını feda ettiğinin, yani delilikle itham edileceğinin farkındadır. Öyle de olur. “İhsan-ı Şahane”yle iş tutmaya alışmış bürokrasi, Bediüzzaman’ın “İhsan-ı Şahane”yi reddetmesini deliliğine verir ve tedavisi için tımarhaneye gönderir.

İşkilli ve vehimli Saray bürokrasisini aşıp, Padişaha ulaşamayan Bediüzzaman, tımarhaneden sağlam raporuyla çıkınca, bu defa meramını gazete yoluyla duyurmaya çalışır: Münhasif Yıldızı darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli olsun…. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et” ikazında bulunur. Abdülhamit Han için, “veli Padişah”, “mazlum Sultan”, “şefkatli Sultan” diyen Bediüzzaman’da, Abdülhamit düşmanlığı arayanlar onun bu ifadelerini, ilim adamı haysiyetine yakışır bir objektiflikle okuma ihtiyacı duymalıdır. Abdülhamit methiyesinden itibar devşirmeye soyunmuş üniversite kadrolusu bazı resmi görevliler, bugün Doğu’dan Batı’ya seksen dünya üniversitesinde adına doktora yapılan Bediüzzaman’a karşı ilim adamı kimliğini takınmalı ve saygı duymalıdır.

Yaklaşık yüz on–yüz yirmi yıl evvel, birisi Padişah, ikisi ilim adamının eğitim alanındaki fikir ve yaşanmışlıklarını, Bediüzzaman’ın 58. Vefat yılında hatırlamanın bir sebebi olmalıdır. Bir asır önce eğitimle çözülmesi gerektiği halde sonuçlanamamış ve topluma maddi-manevi bedel ödetmeye devam eden şartları ortadan kaldırmak için Bediüzzaman’ın yazdıkları halen ve ziyadesiyle geçerlidir. Eğitime nitelik ve değer kazandırmak amacıyla söylenenleri, hiçbir komplekse ve önyargıya kapılmadan dikkate almakta sayısız faydalar var. Çünkü sorunlar, başta nüfustan kaynaklanan cesameti kadar, nitelik yönünden de olumsuz derinlik kazanma istidadıyla devam ediyor.

Kaynak:  RisaleHaber Hüseyin-i Cisrî, Said-i Nursî, Sultan Abdülhamid-i Sani… – Safa MÜRSEL

 

www.NurNet.Org

‘Öteki’ yanımıza ayna tutan adam: Said Nursî

İmam Şibli’ye soruldu: “Bu yolda size kim kılavuzluk etti?” “Bir köpek!” dedi. “Nasıl?” dediler. “Köpek bir dere kenarında duruyordu fakat neredeyse susuzluktan ölmek üzereydi. Su içmek için dereye eğildiğinde, sudaki aksini başka bir köpek sanıp korkuyla geri çekildi. Bir kaç kez gidip geldi böylece. Susadı, suya koştu. Korktu, kaçtı, yine susadı. Sonunda susuzluğu öyle bir noktaya geldi ki, korkusunu unutup suya daldı. Suya kafasını daldırır daldırmaz diğer köpek kayboldu.”

Köpekle arzusu arasındaki engel yine kendisiydi. Kendisini kendi yolundan çekmesi gerekti. Göze aldığında, engel aradan kalkmış ve arzusuna ulaşmıştı. Ben de önümdeki engelin yine kendi nefsim olduğunu öğrenince ondan kurtuldum. İşte böylece yolumu bana bir köpek gösterdi.”

İmam Şiblî’nin bu güzel meseli, Risale-i Nur’un özellikle Sözler’de belirginleşen öğretim usulünün ipuçlarını veriyor. Birinci Söz’den başlayarak ‘iki adam’ üzerine kurgulanmış hikâyeler okuyucuyu her defasında “sudaki sûreti” ile yüzleştirir. “Bil ey nefsim,” hitabı ise, hikayenin çözümlenmesi aşamasında, Onuncu Söz’de ima edildiği gibi, ‘sûret’ten ‘hakikat’e geçişte, insanı ‘kendilik engeli’ ile, yani nefsi ile karşı karşıya getirir.

Birinci Söz’de, sudaki aksimizin ilk simasıyla tanışırız. “Mağrur”uzdur; ‘kendimizi kendimize malik’ bilerek, ‘kendi başımızaymışız’ zannederek aldanmışızdır. Elimizin asla erişemeyeceği sınırsız ihtiyaçlar içindeki, elimizle karşı koyamayacağımız nihayetsiz düşmanlar ortasındaki sûretimizi görünce, gurur ayinesinden yansıyan ‘ene’miz dağılır. Benliğin kabukları kırılır. Kaybedecek bir şeyimiz olmadığını anladığımızda, aldatıcı sûretimizi yeneriz. ‘Hakikat’e giden yolda ‘sûret’ten kurtuluruz. Sûreti hakikate engel değil araç eyleriz.

“Mağrur” nefsimiz, şu dünya çölünde bir “seyyah”tır. Nihayetsiz aczi ve fakrı, nefsin kendini ayrık ve özgür bir birey olarak tanımlayacak sınırları ortadan kaldırır. Varoluşun dokusu içinde, kendiliğinden varolan değil, başkası tarafından nakşedilmiş, takdir edilmiş, sınırları çizilmiş bir motif olarak yer aldığını farkeder. Hadsiz aczi ve fakrına karşılık, nihayetsiz düşmanla çevrili, nihayetsiz ihtiyaç içinde oluşu, varoluş dokusu içindeki yerini iyice derinleştirir, başka herşeyle aynı zemine iner. Artık, kendini katılaştıracağı, taşlaştıracağı bir şablondan ya da kalıptan da mahrum eder. Kendini sadece, varoluş içinde bir motif olarak, yerine razı olduğunda, ötesini istemediğinde, başkası adına var olduğunu kavradığında tanımlamaya başlar. Bir anlamda yokluğunda varlıktan pay alır.

Şimdi tekrar, İmam Şiblî’nin köpeğinin ilk korkusuna dönersek, Sözler’i okurken biz de aynı korkuyla yüzümüze çarpan görüntüden kaçıyoruz. Kendimizi “iki adam”dan “iyi” olanının yanına ya da yerine koymaya hevesleniyoruz. Sözler’in ayinesinde yansıyan, “mağrur,” “hodbin,” “bedbaht,” “acemi,” “nefisperver,” “ayyaş,” “tenbel,” “ahlaksız,” “serseri,” “sersem” ve “hain” sûretli görüntümüz bizi ürkütüyor. Hemencek, “mütevazı,” “hüdabin,” “bahtiyar,” “muallem,” “vazifeperver,” “iyi huylu” ve “emin” sıfatlarının gölgesinde kendimizi avutup, suya atlamaktansa, kıyıda kalmayı yeğliyoruz. Sözler’in içine dalmak için, nefsimizin asıl sûretiyle yüzyüze gelmeye göze almak gerekiyor. Oysa, Sözler yazarı, zaten “Bil ey nefsim!” diyerek, gideceğimiz yeri baştan gösteriyor. İlk hamlede yüzyüze geldiğimiz suretlerden korkmazsak, hakikate erişebiliriz. Yoksa, Sözler’in kıyısında, susuz ve Söz’süz kala kalırız.

Sözler yazarı, yine de, bu çetin yüzleşmeye şefkatle çağırır bizi. Bunun için, benim görebildiğim en az iki metodik çözümleme sunar. Birincisi, Sözler’de hakim olan üslupta görüldüğü gibi “mesel” kullanır. Meselleme, modern psikiyatrinin de ideal bir çözümleme aracıdır. Hastanın ego direncini kırmakta zorlanan psikoterapistler, zaman zaman bir başkasının hikayesini anlatarak hastanın algılama alanı içine nüfuz ederler. Bir başkasını ilgilendiriyormuş gibi paylaşılan mesel, kişinin zihnine direnç görmeden girdikten sonra psikoterapist, kapıyı adeta “içeriden” açar. Meselin muhakemesini benimseyen hasta, bilinçli olarak karşı koysa da, bilinçaltında ikna edilmiş ya da en azından kendi algısı dışında tutarlı bir gerçekliğin varlığını kabullenmiş olur.

Sözler’deki “temsilî hikayecikler” de, kırıcı olmayan, ancak direnme fırsatı da vermeyen, derinlemesine nüfuz eden bir ikna kapısı açar okuyucuya. Artık, karşımıza aniden çıkan nefsin “sûret”ini sözle itiraf edip etmemek bize kalmıştır. İkinci şefkat yüklü yaklaşım, işte tam burada imdadımıza yetişir. Yazar, en evvel kendi nefsinin sûretini ifşa eder: “İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın.” (Sanıldığının aksine, yazar burada “tevazu yapıyor” değildir. Zaten “tevazu”nun yapısı tevazuyu bir şekilde üretmeye, inşa etmeye, planlayarak yapmaya izin vermez. Tevazu, niyetsiz gelir, o kadar.) Sözler yazarı, burada kendi nefsinin sûreti ile yüzleşir. Bunu bizim adımıza yapmaktan önce kendi adına yapar. Hatta sadece kendi adına yapar. Nefsiyle yüzleşmesi sahicidir. (Ancak, bu bize “Said Nursi mağrurmuş” gibi hükümler çıkarma hakkı vermez. Her şahıs, birinci tekil şahıs olarak, öznesi kendisi olan bu türden cümleler kurabilir, kurmalıdır. Bu hüküm, insanın içe doğru, enfüse doğru bakışıyla ilgilidir ve kendini ıslah etmeye, onarmaya yöneliktir. Oysa, başkasının “mağrur” olduğunu bilmek, hiçbir içgörü fırsatı sağlamadığı gibi, onarım/ıslah çabası başlatmaz.)

Ancak, Sözler yazarının nefsiyle yüzleşmesinin sadece kendi adına olması, bizce örnek alınmasını engellememeli de. “Tevazu yapıyor” gibi bir yaklaşım yüzünden bu örneği ıskalamazsak, bir başkasının nefsiyle yüzleşmesini izleyerek, korkmadan, ürkmeden, çekinmeden kendi nefsimizle de tanışmanın yolu kolayca açılır. Zaten, meselle duygularımızda karşılığını bulmuş olan “sûret”lere, diklemesine bakabildiğimizde, susuzluktan ve Söz’süzlükten kurtulabiliriz. Ardından itiraf gelir, onun ardından istiğfar ve onun da ardından belki “nefsin tezkiyesi” gerçekleşir.

Nefsimizi tezkiye edip temizlemek için, İmam Şiblî’nin köpeği gibi, sûretimizin yansıdığı suya dalmaktan korkmamalı. Garip ki, nefsimizi temize çıkaracak suda her zaman nefsin “kirli sûret”i görünür olacaktır. Zaten, nefsin temize çıkarılması da, nefsi “kirli” bilmekten geçmiyor mu?

Öyleyse, sudaki ve Söz’deki “sûret”lerle yüzleşmeyi göze alalım. “Diğer adam”dan böylece kurtulabiliriz.

Senai DEMİRCİ – risalehaber.com