Etiket arşivi: said nursi

Bediüzzaman’ın gençliğe hitabesi

Sevgilinin köyü aşığa güzel gelir. Bir kara gözlünün hatırı için, çok gözler sevilir derler. Darülhikmet’il İslamiye’nin aşağıya bir perde sadeleştirerek aldığım beyannamesini görünce ister istemez heyecanlandım! Nede olsa  Darülhikmet’il İslamiye üstadın köyü. Ve onu seviyoruz. Onu bize hatırlatan yerlerin ayrı bir değeri ve güzelliği var.

Bu beyannamenin hazırlanmasında Üstad’ın katkısı ne kadar onu bilmek zor. Ama o dönemde hazırlanmış. Ve o kurumda çalışan çok muhterem alimlerin bu günlere dair endişelerini taşıyor. Şimdi hepsi ahiret yurdundalar. Bir kısmı şehitler zümresinde, bir kısmı kahraman mücahidlerin, şehit evliyaların başlarında! Allah (C.C) cümlesini cennetü’l-firdevsinde cem eylesin!

Bu yazının başlığı Darülhikmet’il İslamiye’nin Beyannamesi şeklinde de olabilirdi. Ama yukarıdaki başlık daha dikkat çekici! – eh artık gazetecilik huyu bulaşmaya başladı demek ki- Hem Üstad’ımız dememiş mi ki “Şöhret insanın malı olmayanı da ona mal eder” diye! Bu iki nükteden sonra gençliğe hitabeyi okuyup, o muhterem üstadların bizim için çektikleri ıztırabı anlamaya çalışalım.

GENÇLİĞE HİTABE

Darülhikmet’il İslamiye’nin Beyannamesi
Darülhikmet’il İslamiye’den tebliğ edilmiştir.

Din-i Mübin-i Muhammedî din-i fıtridir. Fıtrat-ı selime sahibi olan şuurlu hiç bir fert bu hakikati inkar edemez. İnkar edecek olursa ya fikrinde selamet yoktur, ya nazarında isabet. İslamiyet’in meziyetlerini araştıran hiçbir akl-ı selim sahibi yoktur ki İslam’ın gerekli güzellikleri içeren bir din-i âli olduğunu teslim etmesin. İslam demek insanlık nurunun süzülmüş özü demektir. O nurun cazibekar renkleri ancak o menşurdan geçtikten sonra görülür. Zat-ı insaniyet demek olan ruhun bi‘l-kuvve tazammun ettiği bütün güzellikler ve yüksek hasletler ancak İslam’ın kalplere nüfuz etmesi ve vicdana hâkim olmasıyla anlaşılır. Âlemde hiçbir hayır yoktur ki İslam onu himayesine alıp gerek ferdi gerek içtimai bir saadetin husulüne hadim kılmasın. Fakat bu hakikatin tereddütsüz kabul edilmesi için kalbin kin ve inkar gibi çirkinliklerden uzak olması lazım gelir. Eğer kalp bu illetler ile hasta ise fikirde selamet, nazarda doğruluk kalmaz. Kâffe-i evamir-i ilahiyenin dünyevi uhrevi nice nice faydaları içerdiğini kim inkar edebilir?

Cenab-ı Hak bize emreylediği bir şeyde bazısını aklen idrak ettiğimiz, bazısını akıl erdiremediğimiz birçok fayda derc etmiştir. Bazı kimselerin akıl zannettikleri dalalet rehberine uyarak her şeyi kendi heva ve heveslerine göre tefsir ve tevile kıyam etmeleri, en parlak hakikatleri inkara, hatta inkar değil Allah saklasın bazı kere de hakarete yeltenmeleri, dine karşı bir hıyanet olduğu gibi insaniyete karşı da pek büyük bir cinayettir. İşte dimağı akıl geriliğinden uzak olan her anlayış sahibinin, din-i mübinimizin her emrini gönül rahatlığı ile yapmakta tereddüt etmez. Halimizi ıslah, istikbalimizi temin edecek yegâne çare budur. Bu yoldan sapılacak olunursa akıbetimiz pek karanlıktır. Milletimizin kurtuluşunu ise bilhassa vatan gençliğinin ıslahında aramak lazım geldiğinden her işin başından sonunu gören basiret sahipleri, daima geçlerimizin hareketlerine dikkat çekmektedirler. Millet ve vatan duygusundan nasibi olan herkes, nesl-i âti dediğimiz bu vatan yavrularını maddi manevi pek yüksek bir mertebede görmek ister. Milletin âtisini ancak bu mefkurenin hayata geçirilmesinde görür.

Gençlerimiz her şeyden evvel dindar olmalıdır. Fakat bu dindarlık lafızda kalmamalıdır. Bu lafzın tazammun ettiği mana kalbe nüfuz etmelidir. Hayrat-ı saire dinin olmazsa olmaz tamamlayıcısıdır.  Kalp nur-u iman ve İslam ile tenvir edilince gidilecek yol görülür,  nefis tehlikelerden korunur. Şurasını söylemekte zerre kadar tereddüt caiz değildir ki el-yevm medeniyet hayatı denilen hayat-ı sefilane, insaniyeti temelinden yıkacak sayısız rezillikler ihtiva etmektedir. Bu söz yalnızca iddia değil, yine Avrupa’nın faziletli âlimlerince neşredilen eserlerde görülen sabit bir hakikattir. Fakat ne faide ki nefislerine esir olan batılıların, hak ve hakikate yönelme kabiliyeti kalmamıştır. Avrupa ulemasından hangisiyle samimi bir hasbihal edilecek olsa onlar da halkın bu suretle sapkınlığa düşkün olmasından şikayetçi olmakta,  hepsi yaşanan feceati takdir etmektedir. Fakat dalaletin sersemliği arasında hakikati işitmek mümkün olmadığını üzülerek tekrar ediyorlar. Bunu bırakalım kütüphaneler dolusu ciddi batılı eserler meydandadır. Bu eserlerin hangisi bu rezillikleri tavsiye etmektedir? İşte gençlerimiz bu konuda gayet uyanık hareket etmeli Allahın yardımı ile elimizde kalacak olan yerlerin kapılarını tamamıyla bu çirkinliklere karşı kapalı bulundurmalıdır, amma buna taassup denilecek imiş, varsın denilsin. Bu tabir insan olmak arzusundan sıyrılan sefihlerin manasını bilmeden her yerde kullanmak istedikleri bir yalan aletidir.

Gençlerimiz her şeyden evvel dindar olurlarsa hiçbir tavsiyeye hacet kalmaksızın bu hakikatleri görüp gereği gibi hareket ederler. Bununla beraber genç oğullarımızla, genç kızlarımızın sefihane hayatın yalancı güzelliklerine kapılmayıp her hal ve işlerinde dinin sağlam itikadına dayanan bir yol seçmeleri samimiyetle ve şefkatle tavsiye olunur.

Zira maddi ve manevi saadetimiz felah ve kurtuluşumuz ancak bu yola uymak ile temin edilir. Eğer gençler sefil arzuların peşinde koşacak olursa felaketin son çığlığı olarak “vay bizim halimize” demekten başka söyleyecek söz de kalmaz. Zamanın şakası yoktur. O kahır ile (bela ve musibet ile) terbiye eder. Cümlemiz o terbiyenin tadını tattık, bu felaketler inşallah uyanmamıza başlangıç olur. Felaketler ümitsizlik sebebi olursa netice vahim olur. Cenab-ı hakkın lütfuna mazhar olmaktan ümit kesilmez, fakat o lütfun gelmesine yol açacak istidadı elde etmek şarttır. Yüce Rabbimiz cümle ümmet-i Muhammed’i karşılıksız lütuflarına mazhar buyursun.
15 Haziran 1336 İkdam/ 15 Haziran 1920”

Bu feryadın içinde Üstad’ın sesini duymamak mümkün değildir. Şairlerin hiss-i kable’l-vukuu olur da  alimlerin olmaz mı? Cihan harbinden sonra ümmeti, hususan gençliği bekleyen tehlikeyi görmüşler, son bir çığlıkla onları uyarmak istemişler.

Heyhat! Sonra gençliğe hitabe yazanlar  her şeyi taklide yöneldiler. Hem de batının en çirkin adetlerini güya medeniyet adı altında millete zorla kabul ettirdiler.

Bu gün istikbal için hala bir umut taşıyabiliyorsak, bunu Asrın İmamı Bediüzzaman ve arkadaşlarının selden kapıp kurtardıkları bir neslin varlığına  borçlu değil  miyiz?

Ramazan Balcı

Kaynak: Risale Haber

Hür Adam Filminin Fragmanı

Senaryosu Mehmet Tanrısever, Mehmet Uyar ve Ahmet Çetin’e ait olan ve Mehmet Tanrısever’in yönettiği Said Nursi’nin hayatını ele alan “Hür Adam” filminin  çekimleri ve montajı tamamlandı ve filmin fragmanı gösterime girdi.

Henüz daha çekimleri esnasında merak ve tartışma uyandıran filmin fragmanında en dikkat çeken kısımlarından biride Said Nursi ile Mustafa Kemal’in diyalogları ve Said Nursi’nin Türk-Kürt kardeşliği hakkındaki “bin yıldır İslama hizmet etmiş  bu milletin torunlarına kılıç çekmek haramdır” sözleri.

Filmin fragmanına bakıldığında Said Nursi’nin rüyasından tutunda üzerinden savaş uçaklarının uçurulmasına kadar tüm nüanslara yer verilmiş.

7 Ocak 2011’de vizyona girecek olan filmin fragmanı Cuma gününden itibaren sinemalarda da gösterime sunulacak.

Zilhicce’nin On Günü; Leyali-i Aşere’nin Önemi

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ


LEYALE-İ AŞERENİZİ ( ZİLHİCCENİN İLK 10 GÜNÜ ) VE GELECEK KURBAN BAYRAMINIZI TEBRİK EDERİZ…
CENABI HAK BU BAYRAMIN SÜRÜRUNU HAKİKİ VE GENİŞ VE UMUMİ SÜRÜRA MUKADDİME VE VESİLE EYLESİN.

LEYALE-İ AŞERE İLE ALAKALI BAZI KONULARI SİZİNLE PAYLAŞMAK İSTEDİK….

Aziz, sebatkar, fedakar, sıddık kardeşlerim,
… Gelecek bayramınızı tebrik ederim. وَالْفَجْرِ * وَ لَيَالٍ عَشْرٍ kasem-i Kur’aniyle fevkalade kıymetleri tahakkuk eden o mübarek gecelerde ve seherlerde mübarek kardeşlerimin mübarek duaları hem bana, hem ehl-i imana çok bereketli ve nurlu olmasını rahmet-i Rahman’dan niyaz ederim. Said Nursî

Aziz, Sıddık Kardeşlerimiz,

… Leyâle-i aşerenizi ve gelen îdinizi , ruh-u canımızla tebrik ve o çok mübarek gecelerdeki a’mal-i salihanızın ve dualarınızın makbuliyetini Rahmet-i İlahiye’den niyaz ediyoruz.

Bu on gece Kur’an-ı Azimüşşan’ın وَالْفَجْرِ * وَ لَيَالٍ عَشْرٍ kasemi ile, onlara verdiği ehemmiyete binaen o geceler Leyle-i Kadir ve Beraat ve Mi’rac nev’inde büyük kıymetleri var. Çünkü: Hac sırrıyla bütün Alem-i İslam namına her taraftan gelen binler hacıların bütün kâinatla alakadarane bir tarzdaki makbul hasenatlarına ve ümmet-i Muhammed’e (A.S.M.) hakkında ettikleri dualarına o gecelerde amâl-i sâliha ile meşgul olan mü’minler hissedâr oluyorlar. İnşaallah Nur şâkirdleri o büyük kazanca mazhardırlar. Hatta diyebiliriz ki; uykuları da ibadet sayılır. Elbette böyle ağır şerait içinde gayet ciddiyet ve tam gayret ile ulûmun en yüksek derecesindeki îmân ve Kur’an hakikatlarının dersinde en mükemmel talebelik vazifesini yapan Nurcular, bu leyâle-i aşerede uykuda dahi Nurlarına tam mazhardırlar.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Umumunuza birer birer selam ve selamet ve dâreynde saadetlerinize dua eden kardeşiniz.

Said Nursî

BU GECELERİN EHEMMİYETİNE DAİR HADİSLER

Kamerî ayların onikincisi olan Zilhicce ayı, İslâm’ın beş esasından olan hac ibadetinin yerine getirildiği aydır. Bu mübarek ayın 1’inden 10’una kadar olan zaman dilimi “leyali-i aşere”, yani on mübarek gecedir. 10’uncu gün ise Kurban Bayramının ilk günüdür.

Peygamber Efendimiz (sav) bugünlerin önemini şöyle ifade ediyor:

  • “Allah’a ibadet edilecek günler içinde Zilhicce’nin ilk on gününden daha sevimli günler yoktur. O günlerde tutulan her günün orucu bir senelik oruca,her gecesinde kılınan namazlar da Kadir Gecesine denktir.” (Tirmizi: Savm, 52; İbn Mace: Sıyam, 39)
  • Allah indinde Zilhiccenin ilk on gününde yapılan amellerden daha kıymetlisi yoktur.Bugünlerde tesbihi (sübhanallah), tahmidi (elhamdülillah), tehlili (lâilâheillâllah) ve tekbiri (Allahu ekber ) çok söyleyin!”(Abd b. Humeyd,Müsned, 1/257)
  • Günlerden hiçbiri yoktur ki onlarda yapılan bir iş Zilhicce’nin ilk on gününde yapılan işten daha faziletli ve yüce, Allah’a daha sevimli olsun…”(Tirmizi,Savm:52; Darimî, Savm: 52)

Peygamber Efendimizin zevcesi Hafsa (r.anha) diyor ki:

  • “Resulullah (sav) dört şeyi terk etmezdi: Aşure günü orucu, Zilhicce’nin on günü orucu, her ay üç gün orucu ve sabahın iki rekât sünneti.”

Bu on gün içinde Arefe gününün yeri ise bambaşkadır.

Bu güne mahsus Hadis-i Şerifler

  • “ Arefe günü tutulan oruç, geçmiş bir senenin ve gelecek senenin günahlarına keffaret olur.” (Tergîb ve Terhîb Trc, 2. 457)
  • Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman, Arefe günü kardeşi Hz. Aişe’nin (r.a.) huzuruna girdi. Hz. Aişe oruçlu olduğu için hararetten dolayı üzerine su dökülüyordu. Abdurrahman ona:“Orucunu boz” dedi. Hz. Aişe:

“Resulullahın (s.a.v.), ‘Arefe günü oruç tutmak, kendisinden önceki senenin günahlarına keffaret olur’ dediğini işittiğim halde iftar mı edeyim?” dedi. (Tergîb ve Terhîb Trc, 2. 458)

  • “Arefe gününün orucu bin gün oruç tutmak gibidir.” (Tergîb ve Terhîb Trc, 2. 460)
  • Arefe gününde bin İhlâs-ı Şerif okunmasi hususunda Bediüzzaman şöyle diyor; Aziz, mübarek kardeşlerim, Bizim memlekette eskide arefe gününde bin İhlâs-ı Şerif okurduk. Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve arefede dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen, birden okuyabilir.

Bediüzzaman’ın Kronolojisi

Bediüzzaman’ın hayat seyri ve safahatından mü­him bir kısmının tarihleri:

1877

Said Nursî Hazretlerinin Bitlis Vilayeti Hizan İlçesi Nurs Köyü’nde doğumuştur.

1885

Yaş 9

Said Nursî ilk tahsile başlamak için ailesinden ay­rılıp Tağ Köyü Medresesine gelmesi… Burada çok az bir süre kalıp tekrar köyüne dönmüştür.

1891

Yaş 14

Hz. Üstad’ın Resulullah’ı (A.S.M.) rüyasında gör­mesi ve em­salsiz üç aylık tahsilini yaptığı yer olan Doğu Beyazıt’a gitmesi… Bu sıralarda kendisinin lakabı, Molla Said-i Meşhur’dur.

1892

Said Nursî Hazretleri, görülen hârika haller ve za­mana uy­mayan durumlar karşısında Bediüzzaman ünva­nının kendisine verilmesi ve böyle anılmaya baş­lanması

1893

Yaş 16

Bitlis ve Siirt civarında çeşitli yerlerde bulunup, daha sonra Siirt’in Tillo kasabasında bir kubbede inzi­vaya çe­kilmesi… Karınca ve arı milletlerinin cumhuri­yetçi olduk­larını söylemesi…

1894

Bediüzzaman Hazretleri, Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinden rüyasında aldığı emir üzerine, Cizre’de aşiret reis­lerinden Mustafa Paşa’yı ikaz için Cizre ve Mardin taraflarında bulunması…

Mardin’de siyaset-i İslâmiye ve içtimaî mes’ele­lerle ilgilen­mesi…

1895

Mardin’den nefiy ile Bitlis’e gelmesi ve iki yıl orada valinin ilme hürmetinden dolayı tahsis ettiği odada kal­ması…

1897

Van Valisi Hasan Paşa’nın daveti üzerine Van’a git­mesi ve Valinin konağında kalması

Müsbet ilimlerle meşgul olarak hârikulâde bilgi sa­hibi olması

Bu zamana kadar hıfzına aldığı 80-90 cild kitabı, üç ayda bir ezberden devretmesi

1900

İngiliz Müstemlekât Nâzırı Gladiston’un gazete­lerde çıkan beyanatı üzerine Bediüzzaman o zamana ka­dar elde ettiği bütün ilimleri, Kur’anın hakikatlerine çıkmak için basamak yapmaya karar verir ve der:

“Kur’anın sönmez ve söndürülmez manevî bir gü­neş hük­münde olduğunu, ben dünyaya isbat edece­ğim ve göstereceğim!”

1907

Din ilimleriyle fen ilimlerinin beraber okutulacağı ve Arapça, Türkçe, Kürtçe tedrisat yapabilecek bir İslâm Üniversitesi’nin Şark’ta tesisi için İstanbul’a gelmesi

Kaldığı yerin kapısına “Her suale cevab verilir” lev­hasını asıp, âlimleri sual sormaya daveti

Sultan Abdülhamid’e Şark’ta üniversite açılması için müra­caatı

Yıldız Divan-ı Harbi’ne verilmesi

1908

Meşrutiyete, yani seçim ve meclis sistemine (tam meşruiyete istinadı için) sahip çıkması

1909

31 Mart’ta Bediüzzaman’ın yatıştırıcılığı

İsyan etmiş olan sekiz taburu itaata getirmesi

Bediüzzaman’ın Divan-ı Harb’e verilişi

Divan-ı Harb’de beraet edişi ve serbest bırakılması

1910

Divan-ı Harb’den beraet eden Bediüzzaman’ın Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılması

Şark’ta aşiretleri dolaşarak hürriyeti, meşrutiyeti anlatması ve içtimaî dersler vermesi

1911

Şam’a gelişi ve Câmi-i Emeviye’de muhteşem bir hutbe ile İslâm Âleminin dertlerini ortaya koyması ve hal çarelerini gös­termesi

Sultan Reşad’la beraber Rumeli seyahatine çık­ması

1913

Van’a gitmesi ve Şark Üniversitesinin temelini at­tır­ması

1915

Milis Kumandanı Bediüzzaman, Pasinler cephe­sinde Ruslarla çarpışıyor

1916

Bediüzzaman’ın Ruslara esir düşmesi ve iki yıl esaret hayatı

1918

Bediüzzaman’ın Kosturma’dan firar edişi

17 Haziran 1918: Bediüzzaman’ın Varşova, Viyana ve Sofya üzerinden İstanbul’a avdeti

Enver Paşa’nın vazife teklifini kabul etmeyen Bediüzzaman’a, Harbiye Nezareti ikramiye ve harb ma­dalyası veriyor

13 Ağustos 1918: Ordu-yu Hümayun’un tavsi­ye­siyle Dâr-ül Hikmet’e âzâ oluşu

1919

19 Nisan 1919: Bediüzzaman’ın Dâr-ül Hikmet’ten altı ay izne ayrılması

Sultan Vahdeddin, Bediüzzaman’a “Mahreç” pâ­yesi veriyor

1920

İngiliz işgaline karşı “Hutuvat-ı Sitte”yi neşrede­rek mücadele etmesi

1921

Bediüzzaman’ın Anglikan Kilisesi’ne cevabı

Bediüzzaman, Kuvâ-yı Milliyeyi destekliyor

1922

Bediüzzaman davet üzerine İstanbul’dan Ankara’ya geliyor

9 Kasım 1922: Bediüzzaman’a Meclis’de hoşâ­medî yapıl­ması

1923

19 Ocak 1923: Bediüzzaman Meclis’de mebuslara hi­taben bir beyanname neşrediyor

17 Nisan 1923: Ankara’da umduğunu bulama­yan ve kendi­sine yapılan bütün teklifleri reddeden Bediüzzaman’ın Van’a git­mek üzere yola çıkması

1925-1927

Bediüzzaman’ın Van’dan nefyi

Bediüzzaman Van’dan İstanbul’a oradan da Burdur’a getiri­liyor

Isparta’da bir müddet kalan Bediüzzaman, önce Eğridir ora­dan da Barla’ya getiriliyor

Başta Sözler, Mektubat, Lem’alar’ın bir kısmı ol­mak üzere Risale-i Nur’lar te’lif edilmeye başlanıyor

1934

Barla’dan alınan Bediüzzaman’ın Isparta’ya getiri­lişi

27 Nisan 1935: Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya ve Jandarma Umum Kumandanı askerî bir kıt’a ile Isparta’ya geliyor ve Bediüzzaman tevkif olunuyor

Tevkif edilen Bediüzzaman ve talebeleri, muha­keme edilmek üzere Eskişehir’e götürülüyor

Tesettür âyetinin tefsirinden dolayı Bediüzzaman’a 11 ay ceza veriliyor

1936

Temyiz edilen mahkûmiyet kararının neticesi Temyiz’den gelmeden hapis müddeti tamamlandığı için Bediüzzaman tahliye ediliyor

27 Mart 1936: Tahliye edilen Bediüzzaman, Kastamonu’da ikamete mecbur ediliyor

Üç ay karakolda kalan Bediüzzaman, karakol kar­şı­sında bir eve yerleştiriliyor. Burada da bir kısım insan­lar ona talebe oluyor­lar. Âyet-ül Kübra ve bir kısım risa­lele­rin telifi yapılıyor. Başka yer­lerdeki talebele­riyle, Kastamonu Lâhikası adıyla toplanan kitap­taki mektub­larla haberleşiyor ve hizmet metodları hakkında ikaz­larda bulunuyor.

1943

20 Eylül 1943: Bediüzzaman’ın tevkif edilerek Ankara, Isparta ve oradan Denizli’ye getirilmesi

1944

Denizli mahkemesinin başlaması

15 Haziran 1944 Denizli Ağırceza Mahkemesi Bediüzzaman’ın beraetini ilân ediyor

Ağustos 1944 sonlarında Ankara’dan gelen emirle Bediüzzaman Emirdağ’da ikamete mecbur edili­yor

1948

23 Ocak 1948 Emirdağ’da kış ortasında Bediüzzaman ve ta­lebelerinin tevkif edilişi ve Afyon mahkemesine sevki

6 Aralık 1948 Afyon Mahkemesinin mevhum ve mesnedsiz iddialarla Bediüzzaman ve talebelerine mah­kûmiyet kararı verişi ve temyiz

1949

20 Eylül 1949 Yirmi ay mevkuf tutulan Bediüzzaman Hazretleri, halkın tezahüratına mâni ol­mak için Afyon hapishane­sinden şafak vakti tahliye edi­liyor

20 Kasım 1949 Bediüzzaman’ın tekrar Emirdağ’a getirilişi

1952

Ocak 1952’de Gençlik Rehberi mahkemesi için Bediüzzaman İstanbul’a geldi.

22 Ocak 1952 Salı Gençlik Rehberi mahkemesi­nin ilk du­ruşması

5 Mart 1952 Salı: Bediüzzaman’ın Gençlik Rehberi dâva­sından beraeti

1953

Nisan 1953: Bediüzzaman tekrar Emirdağ’a geldi

Mayıs 1953: İstanbul’a gelen Bediüzzaman’ın üç ay kadar kalması

Bediüzzaman’ın Patrik Athenagoras’la görüşmesi

Onsekiz yıllık ayrılıktan sonra Barla’ya gelişi

1956

23 Mayıs 1956: Sekiz senedir devam eden Afyon Mahkemesinde Risale-i Nurların beraeti ve iade edil­mesi

1957-1958
Nur Risalelerinin ve bu arada Tarihçe-i Hayat’ın matba­alarda neşredilmesi

1960

23 Mart 1960 Çarşamba: Bediüzzaman, Ramazan’ın 25. günü gece saat 03.00 civarında bu fani âleme veda etti

12 Temmuz 1960 Salı: Mezarı açılan Bediüzzaman’ın naaşı çıkarılarak askerî bir helikop­terle meçhul bir istika­mete götürülü­yor.

Kaynak: Bediüzzaman Said Nursi- Mufassal Tarihçe-i Hayat, Abdülkadir Badıllı

Risale-i Nur Nedir? Nasıl Bir Tefsirdir?

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI, dili ve muhtevasıyla olduğu kadar, telif tarzı ve tertibiyle de sıradan İslami eserlerden farklı bir eserdir. Ekseriyetle dağlarda, kırlarda, yahut zindanların amansız şartları altında telif edilen bu eser, telif şartlarından hiç beklenmeyecek bir şekilde, en ağır, en derin, en muğlâk ilmî meseleleri incelemekte, en çetin soruları ele almakta, yüzyıllar boyunca tartışma konusu teşkil edegelmiş problemler için çözümler ortaya koymakta, çağın tereddütlerine cevap getirmekte, üstelik bütün bunları, tamamen kendisine has bir üslûp ve metod içerisinde gerçekleştirmektedir.

Risale-i Nur, yaygın bir şekilde, “çağdaş bir tefsir” olarak tarif edilegelmiştir. Doğrudan doğruya Kur’ân’a dayanması ve bilhassa imana dair bir kısım âyet-i kerimeleri geniş şekilde açıklaması sebebiyle, bu tarif bir hakikati aksettirmektedir. Ancak, gerek tertip itibarıyla, gerekse açıklama tarzıyla Risale-i Nur alışılagelen tefsirlerden ayrıldığı gibi, Külliyatın bazı parçaları (On Dokuzuncu Mektup, Yirmi Dokuzuncu Lem’a, On Dokuzuncu Söz, umumiyetle lâhikalar ve müdafaalar gibi) daha başka ilim dalları içinde mütalâa edilebilecek eserleri teşkil etmektedir. Meselâ İşârâtü’l-İ’câz ile Sünuhat’ın aynı tasnif içine girecek eserler olmadığı, ilk bakışta kolayca anlaşılacaktır.

Risale-i Nur’un en az tefsir kadar önem taşıyan bir diğer cephesi, kelâm ilmiyle ilgilidir. Belki de Külliyatın ekseriyetini kelâm ilmi içinde mütalâa etmek daha doğru olacaktır. Başta lâhikalar olmak üzere geri kalan bölümlerde ise, hizmet metodları ile ilgili bahisler önemli bir ağırlık teşkil etmektedir.

Kelâm tarihi ve klâsik kelâm eserleri ile mukayese edildiğinde, Risale-i Nur’un bu sahada yep yeni bir tarz geliştirdiğini, hattâ bir çığır açmış olduğunu görmek hiç de zor olmayacaktır. Zaten Risale-i Nur Müellifi, eserlerinin çeşitli yerlerinde bu hususu açıkça dile getirmektedir.

***

Risale-i Nur, konuları ele alış tarzı, muhtevasındaki derinliği ve kapsamlılığı birçok kesimin yoğun ilgisini çekmiştir. Bir yandan yurt içinde ve dışında çeşitli halk kesimleri tarafından okunmakta ve diğer yandan hakkında uluslararası sempozyumlar düzenlenmekte ve birçok akademik makale ve tezlere konu olmaktadır.

Meselâ bunlar arasında çağdaş düşünürlerden Faslı Prof. Dr. Taha Abdurrahman, Risale-i Nur’un düşünce dünyasında yaptığı büyük devrimden söz ederken, onun diğer yönlerinin yanında bu yönünün de kayda değer olduğuna dikkat çekmektedir:

Bazı Batılı filozoflar, her şeyin merkezine aklı aldılar ve sadece aklın ürünü olan hususlara itibar ettiler. Hattâ bu hususta öyle ileri gittiler ki, İncil ve Kur’ân gibi semâvî kitapları ve temsil ettikleri dinleri de aklın etrafında dönen diğer eşya arasına katarak, aklî sistem içinde onlara bir tanım getirdiler. Yani, tıpkı eski insanların dünyayı sabit sanıp güneşin de onun etrafında döndüğünü tevehhüm ettikleri gibi, aklı sabit kabul ederek semavî kitap ve dinleri onun etrafında gezdirdiler.

İşte Bediüzzaman, Risale-i Nur’la düşünce dünyasındaki bu gidişatı olması gereken mecraya çevirdi-tıpkı ilim dünyasında Kopernik’in yaptığı gibi. Nasıl ki Kopernik, ‘Dünyanın sabit, güneşin onun etrafında döndüğü şeklindeki eski görüşü ortadan kaldırıp; onun yerine, dünyanın hem kendi etrafında, hem güneşin etrafında döndüğünü’ ispat etti; Bediüzzaman da Risale-i Nur’la düşünce dünyasında buna benzer bir inkılâp gerçekleştirdi: ‘İnsanın düşünce dünyası sabit olamaz. Düşünce dünyası hem kendi ekseni etrafında döner, hem de vahiy güneşinin etrafında döner’ diyerek insan düşüncesinin olması gereken asıl yerini tespit etmiş, aklı yalnızlık ve karanlıktan kurtararak aydınlatmış ve rahatlatmıştır.

Ayrıca Risale-i Nur, bir Kur’ân tefsiri olması itibariyle, aklın yanı sıra, kalb, ruh ve diğer bütün duygulara da hitap etmektedir. Ahlâkın bütün boyutlarına ışık tutmakta ve bir çok sosyal probleme çözümler sunmaktadır. Ancak onun bu ve benzeri daha bir çok meziyetini en iyi şekilde anlamanın yolu her halde onu açıp bizatihi okumak ve yaşamakla olur.

***

Risale-i Nur nasıl bir tefsirdir?

Tefsir iki kısımdır. Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânalarını açıklar, izah ve isbat ederler. İkinci kısım tefsir ise: Kur’ân’ın imanî hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle açıklar, isbat ve izah ederler. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Birinci kısım tefsirler, bu ikinci kısmı bazan özet bir tarzda ele alıyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, benzersiz bir şekilde inatçı filozofları susturan bir mânevî tefsirdir.

Risale-i Nur, her asırda milyonlarca insanın rehberi olan mukaddes kitabımız Kur’ân’ın hakikatlerini subjektif nazariye ve mütâlaalardan uzak olarak, rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arz edilen bir külliyattır.

Risale-i Nur, Kur’ân âyetlerinin nurlu bir tefsiridir. Baştan başa îman ve tevhid hakikatlarıyla müberhendir. En avamdan en havassa kadar her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış ve müsbet ilimlerle mücehhezdir.

Risale-i Nur, asrın ihtiyaçlarına tam cevab verir. Aklı ve kalbi tatmin eder. Vesveseli şübhecileri ikna eder. Hattâ en inatçı filozofları dahi teslime mecbur eder.

Risale-i Nur, akla gelen bütün istifhamları bertaraf eder. Zerrelerden güneşlere kadar îman mertebelerini açıklar. Vahdâniyet-i İlâhiyeyi ve nübüvvetin hakikatini ispat eder.

Risale-i Nur, yer ve göklerin tabakalarından, melâike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatinden, haşir ve âhiretin vukuundan, Cennet ve Cehennemin varlığından, ölümün mâhiyetinden; ebedî saadet ve şekavetin kaynağına kadar, akla gelebilecek bütün imanî meseleleri en kat’î delillerle aklen, ilmen ve mantıken ispat eder… Pozitif ilimleri teşvik eder. Kesin delillerle aklı ve kalbi ikna eder ve merakları izale eder.

***

Büyük şâirimiz merhum Mehmed Âkif, bir üdebâ meclisinde, “Viktor Hügolar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler” demişti.

***

Bediüzzaman, Risale-i Nur’la beşeri sefâhet ve dalâletten kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını tâkib etmez. Gayr-ı meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterir, hissi mağlûb eder, kalb ve ruhu hissiyata mağlûb olmaktan korur. Küfür ve dalâlette de, bir zakkum-u Cehennem tohumu olduğunu, dünyada dahi Cehennem azabları çektirdiğini; buna mukabil îmanda, İslâmiyet ve ibâdette leziz lezzetler ve zevkler bulunduğunu ve Cennet çekirdeği ve meyveleri gibi dünyada dahi bir nevi mükâfata nâil eylediğini isbat eder.

***

Kur’ân-ı Azîmüşşan bütün zamanlarda gelip geçen nev-i beşerin tabakalarına, milletlerine ve ferdlerine hitaben Arş-ı A’lâdan irad edilen İlahî ve şümullü bir nutuk ve umumî, Rabbanî bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan ve bilhassa bu zamana ait pek çok fenleri ve ilimleri câmi’dir.

Bu itibarla zamanca, mekânca, ihtisasça daire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur’ân-ı Azîmüşşana tefsir olamaz. Çünki Kur’ân’ın hitabına muhatap olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine ve maddiyatlarına, câmi’ bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir ferd vâkıf ve sahib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Hem bir ferdin mesleği ve meşrebi taassuptan hâlî olamaz ki, hakaik-i Kur’âniyeyi görsün, bîtarafane beyan etsin. Hem bir ferdin fehminden çıkan bir dava, kendisine has olup, başkası o davanın kabulüne davet edilemez. Meğer ki bir nevi icmaın tasdikine mazhar ola.

Binaenaleyh Kur’ân’ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlarının tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tedkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tedkikatından geçmesi lâzımdır ki, umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniye husule gelsin; ve icma-ı millet hücceti elde edebilsin.

Evet Kur’ân-ı Azîmüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada mâlik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zât olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassuplarından âzâde olarak tam ihlâslarından doğan dâhî bir şahs-ı manevîde bulunur. İşte Kur’ân’ı ancak böyle bir şahs-ı mânevî tefsir edebilir.

***

İşte büyük ulemâ-i İslâm ve meşâyih-i kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaata varmışlardır ki: Bediüzzaman ne söylerse hakikattır. Bediüzzaman’ın eserleri, sünuhât-ı kalbîye olup, cumhur-u ulemânın tasdik ve takdîrine mazhardır.

***

Risale-i Nur, Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyânın bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiridir. Evet Risale-i Nur kalblerin fatihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbii ve müzekkîsidir.

***

İşte Bediüzzaman Said Nursi; Kur’an-ı Kerîm’deki bu asrın muhtaç olduğu hakikatleri keşfedip, Nur risalelerinde, herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve îzah etmek muvaffakıyetine mazhar olmuştur. Bunun içindir ki: Risale-i Nur, emsali görülmemiş bir şâheserdir kanaatına varılmıştır.

Söz Basım Yayın Külliyatı’nın önsözünden alınmıştır.