Etiket arşivi: Salih Özaytürk

Varoluşa Dair: İnsan ve İblis

Gecenin bir vaktiydi. İnsanların neredeyse tamamına yakını uykudaydı. Bazı evlerin pencerelerinde televizyon ışığının yansımaları farkediliyordu. İzlemeye ve dertleşmeye aşina olduğum Ay’ın olmadığı bir geceydi. Gökyüzü tamamen kararmış, rüzgârda salındıklarını, seslerinden anladığım ağaçlar, neredeyse görünmez olmuşlardı. Derin bir sessizlik hakimdi her tarafta, ölüm sessizliği gibi… Bu sessizliğin ve karanlığın ortasında ânsızın, insanların sanki bekledikleri tek şeyin ölüm olduğunu hissettim. Bir otobüs durağındaki yolcular bir bankta otursalarda, bir o tarafa bir bu tarafa gezinip dursalarda, tümünün beklediği tek şeyin onları alıp götürecek otobüs olması gibi, insanların şu hayatın içerisinde beklediği tek gerçekti ölüm.

Ahireti düşünmediğiniz, imanî olmayan bir tarzda baktığınız zaman, eşyalar ve olaylar bir bir silinip gidiyor, geriye ölümün gerçekliğinden başka hiç bir şey kalmıyordu. Oysa ölüm hariç herşey, gerçek gibi yaşanıyor, gerçeğin ta kendisi olan ölüm ise unutuluyordu. Uyuyordu insanlar; ölü gibi… Uyumayanlar ise televizyon seyrediyordu; ölüm yokmuş gibi… Ölümün kardeşi olan uykuya, ölüm hiç düşünülmeden yatılıyordu çoğunlukla. Ve hiç düşünülmeden uykudan kalkılıyor; gündelik hayat gerçeğin, sonsuzluğun, bekanın ta kendisi olarak yaşanıyordu. Ölümün yaşandığı evlerde bile, taziye için gelenlerin arasında, ölümü unutmak ve unutturmak istenircesine, ölüm hariç herşey konuşuluyor; ölünün en yakınları hariç mezardaki vücut soğumadan hisler soğumuş, herşey olağan akışına girmiş oluyordu. Çok değil elli yıl sonra, şu an gerçeğin peşine düşebilecek zihin olgunluğuna sahip insanların tamamına yakınının soluğu kesilmiş, üzerlerine toprak örtülmüş olacaktı. Duracaktı nefesler, damarlarda akan kan da duracaktı.

Gecenin karanlığında karşımda duran bir büyük mezardı; başında ağaçların salındığı büyük bir mezar! Nefesimi kesen, kanımı donduran bir gerçekti bu! Nasıl oluyor da bu koskoca gerçek görülmeyecek derecede hissizleşilebiliyordu? Ölümün gerçekliğini inkâr edebilen hiç kimseye rastlamamıştım bugüne kadar, rastlamak da imkânsızdı. Gerçekti ölüm! Ama yaşanan gerçek ile asıl gerçek örtüşemiyor; yalancı gerçekler, asıl gerçekleri örtüyor, alıp götürüyordu. İşte tam bu halde iken, ikinci bir gerçeği yeniden hatırladım:

İblis!

Uyuyordu insanlar! Hisler dumura uğramış, uyuşturulmuş gibi hissizleşilmişti. İblis ise, bu gafleti kalınlaştıracak her türlü hileye başvuruyor, her türlü dikkat dağıtma tekniğini büyük bir ustalıkla kullanıyordu. Üstüne üstlük, yalnız da değildi, insanlardan dostlar edinmişti kendine. Gaflet kalınlaşıyor, uykular derinleşiyor ve fırsattan istifade, şeytan “malı götürüyordu.” Dünya hayatının içerisinde başımıza gelen olaylarda kaybedilenlerin büyük bir kısmını zamanla yerine koymak mümkün iken, bu hayat sayfası kapandıktan sonra İblis’in götürdüklerini yerine koymak, hiç de mümkün olmayacaktı. Çünkü İblis, zamanı götürüyordu. Gerçeğe yönelmiş duyguları törpülüyordu. Ve Mahkeme-i Kübradan bakıldığı zaman, giden bir günün fiyatı, acaba neydi, ne ile telafi edilebilirdi?

İblis’in varlığını iliklerime kadar titreyerek fark ettiğim gecenin ertesinde, başımı gökyüzüne çevirdiğim zaman yaşadığım dehşetin zıddına yıldızlarla süslenmiş şirin bir gök kubbe ile karşılaştım. Bu güzelim gök kubbenin altında, bin bir nimet ile kuşatılmış yeryüzünde en nazenin olan ve en haysiyetli noktada durması gereken insanın, insanlığın haline baktığım zaman bir kere daha ürpermekten kendimi alamadım. En seçkin varlık olabilecek bir donanımla, kendisini binbir ikram ile donatarak yaratan Zât’ın yeryüzündeki temsilcisi; O’nun katında ise tüm varlıkların şerefli bir elçisi olabilsin diye yaratılmıştı insan. Bu azametli, şirin gök kubbe ve içindekiler; bu ikramlarla bir sofraya dönüştürülmüş yeryüzü yalnızca onun için, bakıp muhatap olup şükredebilsin diye yaratılmıştı. Oysa insan bu aslî vazifesi hariç her şeyle meşgul oluyordu. Varoluş gerçeğini ve ubudiyeti unutan insan, yeryüzünde kendini, kendi neslini helâk etmek için düşmanı olduğunu fark edemediği İblis’e yardımcı olmaktan ise bir an olsun geri kalmıyordu…

Başımı nereye çevirsem kan vardı, didişme vardı, uyuşma vardı. “Kanı yerde kalmayacak!” diyenlerin ayaklarının altı kandı ve ellerinden kan damlıyordu. “Çok uyanık olmamız şimdi elzemdir” diyenler ve insan kitlelerini peşlerinden sürükleyenler ne yazık ki, en derin uykuda olanlardı. ‘Haberler’ zihinleri, kalpleri talan eden, zulme yandaşlık ettiren savaşlarla, kanla, kinle doluydu. Ama işaretlerle, gerçek ve büyük haberlerle dolu şu âlemin ve bu âlem ortasında bir âlem, bir haberci, bir temsilci olma yolunda yürümesi gereken insanın varoluşuna dair gerçeklerden, hiçbir haber yoktu. Zihinler paraya, mala mülke boğulmuştu. Oysa insan, paranın beş para etmediği; malın, mülkün geridekilerin kavgasından başka bir fayda sağlamadığı bir sona doğru gitmekdeydi.

En güzel hisler, kalpler, makamların mevkilerin ardında, arasında törpüleniyor, zulümlere bulaşıyordu. Gerçekte tüm bu onurlu(!) makamlar, şatafatlar, kokuşmakta olan bir cîfe ve üzeri örtülen bir çukurla sonlanıyordu. Fâni güzeller ve fâni güzellikler, gözleri kamaştırıyor, hayatın anlamı bunlarla tarif ediliyordu. Oysa kalpleri yaralayan, dağıtan ve zihinleri uyuşturan bir güzellik, gerçekte ne kadar güzel olabilirdi? Hem bastığı yerlere dönmeyecek bir ayak, tuttuğu şeylerin çamuruna inkılâp etmeyecek bir el, akmayacak bir göz, dağılmayacak bir yüz yoktu. Bu akan kanların, uyuşan zihinlerin, dağıldıktan sonra kinle dolarak toparlanmış kalplerin, firavunlaşan ‘ene’lerin, gerçeğe değil, hakka değil hevâya tabi olmaların, isyana yönelmiş vicdanların, unutulan hayatî gerçeklerin, bu unutmuş, unutulmuş hayatların.. yaşanan tüm bu manevî karanlığın, bu zulümlerin arkasında ise yine bir tek isim vardı: İblis!..

Lanetler olası iblis ne istiyordu insandan?! Ve, bu kâinatın her tarafında izini özünü okuduğum rahmet ve şefkât bu dehşetli kıyıma nasıl müsaade ediyordu? Bu azâmetli Kudret bir çırpıda yok etmek istediğim İblis’i neden ve niçin helâk etmiyordu?

İblis öncelikle mü’mine düşman olmakla birlikte, gerçekte tüm insan neslinin karşısındaydı. Sadece inanan ve inancının gereğini yaşayanların değil, inanmayanların da, inancının gereğini yaşamayanların da yakasını bırakmıyordu. İnsan neslinin karşısındaydı İblis. İster iki sarhoş kavga etsin, ister iki kavim savaşmış olsun, ister iki nesil, ister iki ülke.. Onun üzüldüğünü düşünemiyordum? Büyük ihtimalle ellerini ovuşturarak başardığı işin zevkini çıkarıyordu. Yaptıklarının dehşetli sonuçlarına bakılırsa, hırsla sarıldığı bu işin sonunda, insan nesli tamamen helâk olmadan tatmin olması pek mümkün değil gibi görünüyordu. Acaba yeryüzünde onun uğursuzluğunu tatmamış, onun şerrinden nasibini almamış bir tek insan var mıydı?

Kendi helâkini insanın varlığına bağlayan İblis’in, Âdem yaratılmadan önce yeri rahattı. Âdem’in yaratılmasıyla fena bir imtihan başına çökmüştü. Kendisi gibi mahluk olan birine secde etmesi istenmişti ondan. Gerçi emreden herhangi biri değildi, kendisini de Yaratandı. Ama İblis, bu emri kibrine yediremeyerek secde etmemiş, Âdem’e secde emrinde isyana düşmüş ve insan neslini kendine düşman ilân etmişti. Ve bu isyanını Âdem’in önünde eğilmeye layık biri olmamasıyla açıklamıştı:

“Ben hiç balçıktan yarattığın birine secde eder miyim?”1

“Ben ondan hayırlıyım.”2

Önünde eğilmesi gereken asıl şeyin kendisini Yaratan’ın emri olduğunu, secde etmesi istenen şeyin ise sadece bir perde olduğunu fark edememişti. Ya da, fark etmiş ama kibrine yenik düşmüştü. Bu isyanı sonrasında mühlet isteyen İblis, bu mühleti kendiyle yüzleşip nerede hata ettiğini sorgulamak için değil de, kendisini yoktan var eden ve ikram eden Rab’bini yalancı çıkarmak için kullanmaya girişmişti. Âdem’i yaratmakla kendisine haksızlık yaptığına inandığı Allah’ın bu adaletsizliğini(!) gözler önüne sermek istiyordu. Oysa kendisi de biliyordu ki, O’nun verdiği sözler arasında yalan olamazdı. Bu nedenle O’ndan mühlet sözü aldıktan sonra, verdiği sözden geri dönmeyeceğini bildiği için, gizlediği niyetini hemen açığa vurmuştu:

“Beni saptırmana yemin ederim ki, onları sana ulaştıracak olan yolunun üzerine oturacağım. Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.. Ve, sen onların çoğunu kendine şükreder bulamayacaksın”3

İçinde sakladığı bu iddiasını hemen gerçeklemeye koyulmuştu.

Hz. Âdem ile Havva’nın, cennetten indirilmelerine sebep olan hilesi, ilk desisesi, ilk plânıydı, başarmıştı da…4

Bu ilk plânında, Âdem ile Havva’ya verilmiş olan beka hislerini, sonsuz yaşama yönelik duygularını kullanmış, bu hisleri bir maddeye, bir yasak ağaca yönelterek bekâyı, sonsuzluğu onun verebileceğini Âdem ile Havva’nın zihinlerine sokuşturmuştu.5

Böylece onları neredeyse bâki lezzetlerden etmişti. Bu hile bundan sonra İblis’in en geçerli, en gözde hilesi olacaktı. Reklamını yaptığı her şeyi, sanki ona ulaşıldığı zaman mutlak, gölgesiz lezzetlere ulaşılmışçasına tatmin olunacakmış gibi sunuyor; sonsuzluk, sanki onun yanı başındaymışçasına insanları yanına çağırıyordu. İnsanda ise bu çağrıya karşılık verecek sonsuzluğa, bekâya aşık hisler zaten vardı. Ve insan aldanıyordu. Aldanarak o metanın peşine düşenler ise, ne yazık ki, aldandığını fark ettiğinde iş işten neredeyse geçmiş oluyordu. Büyük zamanlar harcanmış, hisler, duygular, gerçek anlamda hiç bir değeri olmayan metanın peşinde törpülenmiş, tüketilmiş oluyordu.6

Yaşanan hayal kırıklıkları beraberinde ümitleri de alıp götürüyordu… İnsan ise, neyi istediğinin ve neyi istemediğinin tam olarak farkında değildi. Oldukça karışık bir zeminde karışık bir zihin iklimindeydi. Uyanık bir vicdan sahibiydi ve vicdan, insana ‘doğru olandan’, ‘gerçekten’ başka bir şeyi söylemiyordu. Bununla birlikte uyutucu bir ‘nefis’ de verilmişti insana.7

Nefis, uzağı algılamasını imkânsız kılacak ölçüde yakını önemseyen bir mizaçta yaratılmıştı. Şu haliyle İblis’in, geçici, fâni olan şeyleri bâki, sonsuz gibi sunmasına en açık, bu çağrılara kanmaya insandaki yetilerin en uygun, en yatkın olanıydı. Diğer açıdan, benlik sahibi bir varlık olarak insan, sahiplenmeye ve sahiplendiğini bırakmamaya oldukça meyilliydi. Gerçekte kâinat yaratıldığı ândan bu yana benlik sahiplerinin bizzat kendilerinin yaratmış oldukları, böylece gerçek anlamda sahiplenme hakları bulunan bir tek fiil, bir tek şey yoktu. Zaten yaratılmakta olanı veya yaratılmış olanı sahipleniyordu insanın benliği. Yaratanı fark ettiği zaman bu sahiplenişinden vazgeçmesi gerekirken, ‘ene’ sahiplenmeyi bırakmıyordu. Çünkü İblis fitliyordu onu: “Sen yaptın! Sen olmasaydın olmayacaktı bu iş.. Demek ki, bu işin gerçek sahibi sensin!”

Oysa bir tek tohumun çatlayıp filiz verebilmesinde bile, şu tarifinden aciz kaldığımız nihayetsiz âlemde, nihayetsiz ve mükemmel dengelerin ortasında, harikulade bir intizamın ve gizemin hüküm sürdüğü tohumdaki hayatın açılmaya hazır halde beklemesine kadar geçen süreçte insanın neredeyse hiç bir payı yoktu. Sadece suyu toprağın üzerine serpiştirmekle, veya tohumu toprağa atmakla tüm bu intizamın neticesi olan tohumun filizlenmesinin gerçek sahibi nasıl olabilirdi? Bu sahiplenmeye gerçekten nasıl inanabilirdi? Bu inanç, İblis’in uyutucu, uyuşturucu efsunlu bir büyüsünden başka neyle açıklanabilirdi? Bu uyutucu efsunların ortasında daralan bakış açılarına ve azalan görme mesafesine karşılık duygularının, hislerinin, arzularının ucu açıktı. Yeteneklerinin açılımına bir son konulmamıştı. Bu sanal sonsuzluğun ortasında kendi aklının ışığı ile aydınlatabildiği alan oldukça sınırlıydı. Aklın çıkarımlarıyla ve hislerinin tahrikiyle, bu hayatın içinde yol almaya çalışan insanın hâli, gecenin karanlığında virajlı bir yolda, kısır bir far yardımıyla hızla giden ve hızlanmasının sonu olmayan bir aracın içerisinde bulunmak gibi tehlikeli bir yolculuk haliydi. Aklın çıkarımlarıyla ve inançların getirdiği kabullerle, kendisini kuşatan o zifirî karanlık, alacakaranlık bir atmosfere bürünüyordu. Bu alaca karanlık atmosfer gidişi daha da tehlikeli bir duruma sokuyordu. Zifirî karanlıkta sıkıntılara düşen ve biraz olsun frene dokunma ihtiyacı hisseden insan, alaca karanlıkta bu fren duygusunu tahrik eden sıkıntıları da hissedemez hale geliyordu.

Cennet ve cehennem akla geldiği zaman İblis; “sen zaten mü’minsin” diyordu. “İbadet, ubudiyet şarttır” dendiği zaman ise; “daha mühlet çok” diyordu. Hem zaten “Allah yeterince affedici” idi! Zat’ı Akdes ise; “sakın İblis sizi Allah’a güvendirmekle aldatmasın”8 diyerek dikkatleri İblis’in ikinci tip hilesine, yani sağdan yanaşma riskine çekiyordu. İblisin inanan insanlar açısından belki de en can alıcı vuruşlar yaptığı yer, bu alaca karanlık atmosferin oluşumunu sağlayan kabullerdi. İnancını sorgulamadan ona sırtını yaslayan insanın sırtı, İblis tarafından oldukça kolay hilelerle yere getiriliyordu. Üstüne üstlük insanın bulunduğu zemin hayır ile şerrin, doğru ile yanlışın karışımıyla oluşturulmuştu. Eğer daha önce bir zihin egzersizi yaşanmamışsa, ilk bakışta doğru ile yanlışı, hak ile batılı birbirinden ayırt etmek neredeyse imkânsızdı. Özellikle bu içerisinde bulunduğumuz zamanda hak ile batıl, doğru ile yanlış neredeyse tamamen yer değiştirmişti.

Zekât vermek enayilikti artık, faiz ise mecburen(!) helâldi. Hırsızlık ganimetti, işini bilenin işiydi. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” diyen peygamberin ümmetinden bir güruh, “Acıma! Acınacak duruma düşersin” gibi bir deyim üretmişti. Yardımın ve feragâtın en temel prensiplerinden biri olması gereken İslâm’ın bu asırdaki temsilcileri, artık kendilerini ‘yükselmek için tepelemek’ mecburiyetinde hissediyordu. ‘Doğru’ itibar görmüyordu artık. ‘Yalan’ ise, meşru addediliyordu. İnsanın, bu yer değiştiren gerçeklerle sanrıları, yalanları; doğrularla yanlışları, birbirinden ayırt edebilmesi için; yani gerçekleri tam olarak fark edebilmesi için, aklını, vicdanının ve vahyin ışığında kullanması gerekiyordu. Zaman sınırlıydı.. (Düşünülmeden geçirilen zamanın ise yokluktan hiçbir farkı yoktu… İblis’in bu dehşetli kıyımından yakayı kurtarmak için bu yattığımız ölümcül uykulardan uyanmamız gerekiyordu.. Uyanmak ve düşünmek, neyin ortasında olduğumuzu…

1 Bkz. İsra Suresi Ayet 61-62

2 Bkz. A’raf Suresi Ayet 14-17

3 Bkz. A’raf Suresi Ayet 16,17

4 Bkz. Bakara Suresi Ayet 34-36,

5 Bkz. A’raf Suresi Ayet 19-22

6 Bkz. Nur Suresi Ayet 39

7 Bkz. Haşr Suresi Ayet 19

8 Bkz. Lokman Suresi Ayet 33

Salih Özaytürk / Zafer Dergisi

Varoluşa dair: Şerde Gizli Hayırlar

“Beni çirkefin en uç noktasından, bataklığın en derin yerinden çekip çıkaran rahmet, neden diğer insanları da kurtarmıyordu? Yürekler O’nun elinde değil miydi? Onların tümünün, kendisine dönebilmesi için, bir tek dilemesi yetmez miydi?” “Önce sorular yaşanır”    -R.M. Rilke

Yirmili yaşların başındayım. Yaşantım İslâmiyet’le, tarifsiz bir hızla buluşmuştu. Bir açıdan kalbim bu buluşmanın tesiriyle huzur doluydu. Bir başka açıdan ise, Kur’anın ve okuduğum kitapların kapılarını araladığı âlemin ihtişamı karşısında, şaşkındım. Bu buluşmadan önceki düşüncelerim nasıl da hatalıydı. Gözlerimi kapattığım zaman, sonsuz bir karanlığın ortasında çöküp kalmış bir vaziyette bulurdum kendimi. O ise, sonsuzun ötelerinden parlayan, fakat uzaklığı nedeniyle benim bulunduğum ortama ulaşamayan bir yıldız, zifirî bir karanlığın ve uzakların ötesinde, ısısını hiç mi hiç hissedemediğim bir güneş gibi görünürdü her seferinde. Çevremde aydınlanabilecek bir şey de yoktu zaten. Yer bile yoktu, boşluk ve karanlık vardı sadece.. Oysa, her ân O’nun tarafından yaratılmakta olan, var olabilmek için her anında O’na muhtaç olan varlıklar âleminde yaşıyordum.

İşte, bu gerçeği fark etmemle birlikte her şey canlanıvermişti çevremde. Bakışımı yönelttiğim her yön dost simalarla dolmuştu. Ve O, her şeyi aydınlatacak derecede yakındı artık. O’nun hükmünün geçmediği, tasarrufundan uzak bir tek zerrecik bile yoktu. Her şey O’nun hükmü altında, her şey O’nunla, her şey, O’ndan görünüyordu perdesi yırtılmış gözlerime.. İşte, tam bu berraklığın ortasında yakama hüzünlü bir soru yapışıverdi:

nilufer“Beni çirkefin en uç noktasından, bataklığın en derin yerinden çekip çıkaran rahmet, neden diğer insanları da kurtarmıyordu? Benim daha önce içerisinde bulunduğum bataklığın ortasında, uzaktan yakından ilişki içerisinde olduğum onlarca, yüzlerce insan vardı çevremde. Onların bir kısmıyla, bazen geceler boyu sabahlara kadar konuştuğumuz oluyordu. Ama hayır! Her seferinde bu çabalar sonuçsuz kalıyor, her seferinde, başladığımız yere dönüyorduk. Oysa yürekler O’nun elinde değil miydi? Onların tümünün kendisine dönebilmesi için, bir tek dilemesi yeterliydi. Diğer taraftan insanların hazır olana sevdalı duyguları vardı. Ve bu insanların büyük bir kısmı, “Din-iman-İslâmiyet, derken hazır lezzetlerden olurum” korkusuyla bildiklerini bilmemezlikten geliyorlar, inanabileceklerini inkâr ediyorlardı. Dünya ise insanı büyüleyecek derecede güzel yaratılıyordu. Üstelik bir de İblis vardı tepemizde. İblis çağırıyor, çağrısına icabet ediliyordu. İcabet edilmeye neredeyse mecbur kalınıyordu, bu hazıra sevdalı duygular ve yaratılan güzellikler sebebiyle. Birazcık daha çirkin yaratsa olmaz mıydı dünyayı? Hem İblisi çekip alsa tepemizden insanlar kim bilir nasıl, topluluklar halinde O’na koşacaklardı! O’nun istediği de zaten bu değil miydi?”

Bu duyguların ve düşüncelerin kalbimi derinden yaktığı bir gece, çoğu zaman gözyaşlarıyla, bir küçük odada sabaha kadar dönüp durdum. Neden? Neden? Neden? diye… Yalnız olduğum için, o yoğun duygulardan beni çekip çıkaracak bir kimse de yoktu çevremde. Sabah namazını bitkin ve hüzünlü bir halde kılıp yattım. Rüyamda haşir meydanındaydım, tutuklanmıştım! Her tarafta derin bir karanlık, meydandaki varlıkları neredeyse sıcaklıklarından görebileceğiniz bir basıklık ve sıkıntı hüküm sürüyordu. İki yanımda göremediğim, sadece karaltılarını fark edebildiğim iki dehşetli varlık vardı. Beni kollarımın altından yakalamış, O’nun huzurundan cehenneme doğru götürüyorlardı. Son derece şaşkındım, neden tutuklandığımı anlayamamıştım. Tam bu esnada o güçlü ve kahırlı sesi işittim.. Başımı geriye, O’nun huzuruna doğru çevirdim. Haşir meydanını kaplayan zifirî karanlığın yukarısından geliyordu, insanı kapsayan bu ses! “Hem ona, İsrâ, Felak, Nâs surelerini de okuyun ki, bilsin neden böyle olduğunu!” diyordu. Kur’an’dan altı surenin ismini saymıştı. Dehşet içerisinde uyandım. Uyanır uyanmaz, hatırımda kalan bu üç surenin içerisine dalıverdim. Anlaşılan müthiş bir hata yapmıştım. Neydi bu hata?

RAHMETİN İKİ AYRI YANSIMASI: HAYIR VE ŞER

“İnsan hayra dua eder gibi, şer için dua etmektedir. İnsan gerçekten çok aceleci olmuştur.” -İsrâ, 11

“Deki, sığınırım çatlayışların, çatlama noktalarının Rabbine. Yarattıklarının şerrinden. Bürüdüğü zaman kapsayıcı karanlığın şerrinden..” – Felâk, 1, 2, 3

“Deki, sığınırım insanların Rabbine, insanların Melîkine, insanların İlâhına. Her sinsi vesvese vericinin şerrinden…” – Nâs,1, 2, 3,4

Okuduğum ayetlerden ilk kavradığım Felak ve Nâs surelerindeki hakikat olmuştu. Bu iki surede, İblisten ve iblisleşenlerden O’na sığınmamız isteniyordu. Ben sığınmıştım ve kurtarılmıştım. Benim kurtulmalarını istediklerim de sığınmayı tercih etseler, onların da kalpleri küfürden imana, halleri ihanetten doğruluğa çevrilecekti. Hüküm açıktı! Tercih, hür irademize bırakılmıştı. Kudretinin zorlaması altında yapılan bir tercihin varlığını istemek, aynı zamanda insanı insan yapan hürriyetin de ortadan kalkmasını istemekti. Hem zor altında yapılan bir tercih, nasıl tercih olabilirdi? İnsanın benliğine yerleştirilmiş hürriyetin açığa çıkabilmesi için tercihe, tercihin gerçekleşebilmesi için de şıklara ihtiyaç vardı. Şıkların tümünün aynı olduğu bir ortamda tercihten de söz edilemezdi. Mesela aynı çay bardaklarına konulmuş niteliği ve niceliği tamamen aynı olan bir çay servisinde, “dilediğini tercih edebilmek” ile; farklı dem oranlarında ve farklı bardaklarda çayların, kolaların, meyve sularının, ayranların.. bulunduğu bir serviste “dilediğini tercih edebilmek” kesinlikle aynı şey değildi. Birincisinde herkes aynı çayı özgürce(!) yudumlamak zorunda kalırken, ikincisinde kimi demli ve küçük bardaktaki çayı, kimi kaysı suyunu, kimi ayranı, kimi kolayı.. tercih edecek, tercihinin neticesinde seçtiğini de, gerçekten özgürce içebilecekti. Seçeneklerdeki çokluk ve ihtilaf, özde var olan özgürlüğün açığa çıkabilmesini kuvvetlendirecek, temin edecekti. Özgürlük ise, iradenin kuvvetlenmesi ile sonuçlanacaktı.

Herhangi bir tercih durumunda bırakılmadan, ebeveynlerinin tercihleri ile büyütülen çocuklarda açığa çıkan irade zaafiyetinin temel nedeni de buydu işte: Tercih yoksa hürriyet yoktu. Hürriyet yoksa irade en zayıf halinde takılıp kalacaktı. Farklılığın yüksek boyutu ise ihtilaftı, yani zıtlardı. Zıtların en yüksek boyutu ise, hayır ve şerdi. Yaşantımızın ortasına hayrı ve şerri koyan Yaratıcı, hayır ve şer denklemindeki özgürce tercihlerimizle, benliğimize taktığı hürriyetin ve dolayısıyla iradenin kuvvet bulmasını istemişti. Bunda en küçük bir şer bile yoktu. Bizi zor tercihler ikileminde bırakan şerler, bizdeki özgürlüğün ve iradenin kuvvet bulmasının temeliydi. Şerri istememek, iradesi zayıf insanların varlığını istemekti aynı zamanda ve bu istek kesinlikle, şerlerin varlığından daha büyük bir şerdi.

İsrâ Suresi ise, bir gece yürüyüşünü anlatarak başlıyordu. Herhangi bir yürüyüş değildi bu. En düşük mertebedeki dünyadan, tüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ın huzuruna doğru yükselen bir yürüyüştü. Sadece hayır diyarı olan Cennetten indirilerek, hayırların ve şerlerin hüküm sürdüğü bir diyar olan dünyada yaratılmasıyla, insana iki kapılı bir seçenek sunuluyordu. Hayrı tercih ederek, yaşantısını buna göre düzenleyen ve düşünüşünü O’na çeviren için hayat, Allah’ın huzuruna doğru yükselen bir yolculuğa dönüşüyordu. Bu yolculuk, insana verilen erdemli duygularla zaten takviye edilmiş durumdaydı. Hiçbirimiz alçalmaktan, alçaklıktan, yalanla aldatılmaktan, iki yüzlülükten, vefasızlıktan, ihanetten, taklitten, kişiliksizce davranışlardan.. hoşlanmıyorduk. İkrama ikramla karşılık vermek, ikramın mümkün olamadığı yerde ise, belki de ikramların en güzeli olan, ikramı ikram yapan duyguları sunmak, kısaca insaniyet mertebelerinde yükselmek, erdem sahibi olmak sevdirilmişti bize.

Diğer taraftan, şerri tercih ederek insaniyetinin gereği olan güzellikleri terk eden, hazırı tercih ederek neticeyi unutan, insanca yaşamayı terk ederek hayvanca yaşamayı tercih eden için hayat, aşağıların aşağısına doğru batan çıkmaz bir yoldu. Böyle bir yolun sonunda çıkışın olmadığını görerek diğer yolu fark etmiş, böylece bir tercih noktasına gelerek geriye dönmüş biri olarak, bataklığın dahi rahmet olduğunu bilen ve yaşayarak şükreden biriydim zaten. Evet, bataklıktaki sıkıntı dahi rahmetti. Çünkü, bu sıkıntılar bize gittiğimiz yolun bizim yolumuz olmadığını sürekli ihtar eden birer melek gibiydiler. Tüm bu tercihler ve bu tercihler neticesinde açılan kapılar, hayır ve şer denklemi içerisinde yaratılmış olmanın birer meyvesiydi işte. Şerrin olmadığı bir ortamı istemek, insanın erdem sahibi bir kul olarak Rabbine muhatap olmasını netice veren yolun kapanmasını da istemekti. Ve kesinlikle, Felak ve Nâs surelerindeki ilk hatırlatma olan “Allah’a sığınınız” ihtarı neticesinde fark etmiş olduğum, ‘hürriyetin önünün tıkanmasını istemek’ gibi büyük bir şerdi. Küçük sıkıntılardan insanı kurtarmak için büyük kazanımlardan mahrum kalmasını istemekti bu. Çocuğu küçük bir sınav sıkıntısından kurtarmak için, okuldan, okumaktan mahrum etmekten bin beterdi bu istek. Çünkü okumamakla açığa çıkan şerrin bu dünya hayatıyla sınırlı kalma ihtimaline karşılık, şerlerin ortadan kalkmasıyla insan hayırlardan ebediyen mahrum kalacaktı.

Elbette ki, şerlerin insanı çepeçevre kuşatmasından da, O’na sığınmak gerekirdi. Ancak, şerlerin olmadığı bir hayatı istemek, şerrinden de aynı oranda sığınmak gerekmekteydi. “İnsan hayra dua eder gibi şer için dua eder. İnsan gerçekten aceleci olmuştur.” diyordu İsrâ’nın onbirinci ayeti. Aman Allah’ım! Böylesi bir şerden, bu ölümcül isteklerden sonsuza kadar Allah’a sığınmak gerekmez miydi?

Ahir zaman gecesinin insanları olarak, Resulullah’ın hayatının sıkıntılarla sarıldığı, bu nedenle İslâm’ın bir nevi gecesi olan Mekke hayatında, Mescid-i Haram olan Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya kadar seyir ile geçen bu hadiseden; ve nihayetinde Rabbiyyle buluşmasıyla sonuçlanan Mirâç yürüyüşünden; ve bu gece yürüyüşü ile başlayan İsrâ suresinden alacağımız çok büyük dersler vardır. Tüm bu düşünüşler neticesinde gizli isyanım, ciddi bir istiğfarla sonuçlandı. Rahmetine ve Hikmetine karşı kalbime gelen soruları yine sormaya devam ettim. Ama bir daha asla isyan boyutuna vardırmadım merakımı. Çoğunun cevaplarını buldum. Bulamadıklarımı ise hiç kimselere açmadan beklettim. Çünkü, cevapsız sorularla kimseyi düştüğüm hatalara düşürmek istemiyordum.

Bir yeniden dirilişi ve müthiş bir mahkemeyi bekleyen insan yaşantısı hariç tüm kainatın; yani, var olan her şeyin her şeyiyle rahmetini, kudretini ve hikmetini gösterdiği, bana ellerimi, gözlerimi, duygularımı ve nihayet sorgulayan aklımı ikram eden bir Zât’ın rahmetini ve izzetini incitmek de istemiyordum. Cevapsız bir soru mümkün değildi O’nun için, artık biliyordum. Tüm bu güzellikleri mükemmellikleri, kalpleri ve akılları yaratan; kalpleri ve akılları tatmin etmekten de aciz değildi. Madem ki kalbe bir soru gelip oturmuştu, bu dünyada hikmetinin gereği olarak cevap verilmese bile, ahirette mutlaka cevap verilecekti.

Bu düşüncelerden ve hislerden sonra sorularımın tümünü içimde saklayarak kendimi okumaya verdim. Nihayetsiz şükürler olsun ki, okumaların içerisinde bir çok sorunun da kapıları aralanıverdi. Ve her açılan kapı, verilen her cevap aynı zamanda insanı yaratan ve muhatap alan Zât’ı tanımak için yeni bir sorgulamanın da başlangıcı oldu…* *(Bir sonraki yazıda, Şeytan’ın yaratılmasına bakan amaçlar, Yaratıcısıyla ve insanla olan sorunları, “İnsan ve İblis” başlığı altında ele alınacak.)

Salih Özaytürk / Zafer Dergisi

Rahmeti İnciten ‘Gerçek’ler

İnsanlık, var olduğu günden bu yana, belli sebeplerin ardından belli sonuçların geldiği görsel bir düzlemde yaşıyor. Yağmur buluttan geliyor, tohum toprakta büyüyor, ateş yakıyor… Evrendeki herşey akıyor, ve akan herşey zamanın değişimiyle değişiyor, başkalaşıyor. Bu değişimde sonuçların hemen önünde görülen sebepler, etkinlik iddiasıyla boy gösteriyorlar. Ya da, insan öyle algılamak istediği için, etkin ve yetkin görülüyorlar. Sebeplerin etken olarak görüldüğü bir zihinde ise teşekkür, hamd, övgü gibi mânâların Allah’a yöneltilmesi imkânsızlaşıyor. Böyle bir zihne sahip olan kişi Allah’ın varlığına inansa bile netice değişmiyor.

Bulutlu bir havada güneşin ışıklarının bulutların üzerinde dağılıp gitmesi gibi, bu mânâlar sebeplerin üzerinde dağılıyor, dağıtılıyor. Bu dağılmanın içerisinde, öncelikle rahmet, kerem, ihsan gibi latif sıfatlar inciniyor. Merhametin, ikramın, ihsanın olmadığı veya görülmediği bir yerde, kime ve niçin teşekkür edeceksiniz? Etseniz bile, taklitten öteye geçebilmeniz, akıldan kalbe inebilmeniz artık mümkün değildir. Oysa sebepler insanın hür bir zeminde özgürce inkişaf ederek teşekkür ve hamd edebilmesini temin için gözönüne serilmişlerdir.

Gerçekte, sebeplerin hiçbir tesiri olmadığını, yağmurun buluttan gelmediğini, bulutla gönderildiğini bilmektedir ehl-i iman. Görünüşte, evrendeki herşey gibi, bulut da hareket etmektedir. Hareketin mümkün olmadığı ise, Yunanlı düşünür Zenon tarafından binlerce yıl önce isbat edilmiştir. Zenon, hareket eden herşeyin hareket ettiği an bir mesafe katettiğini, katedilen mesafenin sonsuz parçaya bölünebileceğini, nazarımıza sınırlı bile görünse her mesafenin gerçekte sonsuz olduğunu, sonsuz mesafeleri aşmanın sınırlı kuvvetlerle mümkün olmadığını, bu nedenle hareketin mümkün olmadığını düşünmüştür. Bu önermesini “Belli bir mesafeyi katedemezsiniz, çünkü katetmek için yolun yarısına, sonra da kalan yarısına ulaşmak zorundasınız ve bu böyle sonsuza değin sürer gider. Yine, hareket imkânsızdır, çünkü sonlu zamanda sonsuz konumlardan geçmek imkânsızdır” diyerek isbat etmiştir. Zenon’un ortaya attığı bu isbatlı iddia, düşünürlerin asırlar boyu zihnini meşgul etmiş, nihayet modern bilim bu önermeyi ‘limit’ kavramıyla “Geriye kalan mesafe sıfıra yanaştığı zaman, mesafe tükenmiş demektir” diyerek dogmatik bir ön kabulle aşıp gitmiştir.

Yunanlı düşünür Zenon’un aklının gücüyle sınırında dolaştığı, ancak vahyî gerçeklere dayanmadığı için ulaşamadığı, modern felsefenin ise hiç uğraş vermeden körcesine atladığı gerçek, Kur’ânî ifadeyle ‘her an yaratılma’1 gerçeğidir. Cisimlerin kendiğinden hareket edebilmesi gerçekten imkânsızdır. Bırakın hareket edebilmeyi, varlığın kendiliğinden ayakta durması bile mümkün değildir. Herhangi birşey hareket ettiği an bir mesafe katedeceğine ve bu mesafe sonsuz parçalara bölünebileceğine göre, hareket etmek istediği an sonsuz bir mesafeyi aşması gerekecektir. Varlık bu sonsuz mesafede, ansızın yokluğa gömülüp gidecektir. Öyleyse, varlığın hareket halinde devam edebilmesi için—bir film sahnesindeki görüntü karelerinin perdeye her an yenilenerek, farklı bir görüntü olarak yeniden akması gibi—her an yokluktan kurtarılması, yani her an yeniden yaratılması gerekecektir. Bir tek şeyin bile yoktan var edilmesi için sonsuz bir kudretin devreye girmesi zorunludur. Kâinatta ise hem varlık hem de hareket, imkânsız olduğu halde gerçekleşmektedir. Öyle ise her oluşun, her varlığın ve olayın arkasında bilerek iş gören, imkânsızları mümkün kılan mutlak bir kudretin mevcudiyeti zarurîdir.

Bu kâinat, böyle bir kudreti ve bu kudretin sahibini, içerisindeki herşeyle akla göstererek isbat etmektedir. Tasdik etmek ise, insanı insan yapan şuurun bir gereği değil midir? Bir sanatkârın kendisine ikram edilmiş duygularının gücüyle bir ilâhî sanat eseri olan kâinata bakarak gerçekleştirdiği eserlerin kendisinden başkasına atfedilmesi öfke ve sitem nedeni olurken, bu koca kâinatın gerçek sanatkârı olan mutlak kudret sahibi Allah’tan başkasına atfedilmesi kabul edilebilir bir hata mıdır?

Tarih boyunca insanlığın özel zamanlar ve şahıslar dışında genelleşen hatası, varlık perdesi arkasında kendisini gösteren kudreti doğrudan inkâr etmek değildir. İnsanlık boyunca bu tarz bir hata çok az genelleşmiş; böylesi bir hata toplumun geneli tarafından kabul gördüğü vakit, ilâhî kudret, peygamberler gönderilmesi suretiyle hem sözlü olarak, hem de mucizelerin ışığında gözle görülür şekilde isbat edilmiştir. Uyarılara rağmen inatla direnenler ise kahrın pençesine düşmüşlerdir.

Genelleşmeye en müsait olan ve tüm zamanlarda insanlığı en fazla etkileyen hatalı düşünce, ilk yaratılışı Allah’a vermekle birlikte, sonraki tüm olayların sebeplerin etkisiyle gerçekleştiği zannına kapılmaktır. İşte, böyle bir atmosferde rahmet, kerem ve ihsan gizlenmekte, herşeyin gerçek sahibi ve yaratıcısı olan Rabbimizin hakkı olan teşekkür, hamd ve sena, sebeplerin arasında dağılıp gitmektedir. Gafletli zihinlerde sebepler sonuçlara öylesine sıkı bir şekilde bağlanmaktadır ki, sanatın arkasında sanatkâr, nimetin arkasında ikram görülemeyip, minnetsiz, hamdsiz ve teşekkürsüz bir hayat tarzına düşülmektedir. Oysa, ifade ettiğimiz gibi, herşey her an O’nun kudretine muhtaçtır. Kudretinin sonsuzluğu açıkça görünen Birinin yaratıp ikram ve ihsan etmesi, O’nun rahmetinden başka ne ile açıklanabilir?

Ne var ki, yaşadığımız çağın alacakaranlık atmosferinde tanımını yitiren kavramlardan birisidir merhamet. Halbuki, bizi yaratarak binbir ikram ile bu hayata gönderen Allah’ın bize en yakın sıfatıdır o. Ehl-i imanın içerisine düştüğü açmaz ise, ne inkârın zifirî karanlığı, ne de gafletin alacakaranlığıdır.

Gafletin genelleşerek kalınlaştığı şu çağda, ilâhî kudret ve rahmetin varlığından zerrece şüphe etmeyen zihinler, sebep-sonuç bağlantılı determinist felsefeden fark edilemeyecek boyutta etkilenerek, farklı bir hataya düşmektedirler. Düşülen bu hata ise, Allah’ın herşeyi kuşatan rahmenini incitmektedir. Merhamet, vermenin olduğu, buna karşılık alma tasavvurunun olmadığı noktada geçerli bir kavramdır. Maddî bir beklenti içerisinde vermek, en iyi ihtimalle, ticaret için geçerlidir. Hayatın devamı için ticaret elbette gereklidir, ancak ticaretin prensiplerinden olan gerçekler, hayat için gerçekten gerekli de olsalar, merhametin tanımına uygun değildir. Rahmet, sebepler üzerinde kendini gösterse de, sebepsizdir.

Herhangi bir etkenin zorlaması altında yapılan bir ikram sofrasına oturduğunuzu düşünün. Bu gerçeği fark etmek duygularınızı derinden incitmeyecek midir? İkramı ikram olmaktan çıkarmayacak mıdır?

Yine, tamamen güzel niyetlerle düzenlediğiniz bir davete icabet eden insanlardan bir kısmının, bir menfaat düşünerek bu daveti düzenlediğiniz zannına kapılıp teşekkür etmeden çekip gitmeleri, yahut tam aksine, bir menfaat umarak size yaranmaya çalışmaları da sizi incitecektir. Bu incinmenin neticesi olarak, onlara, beklentilerinin tersiyle cevap vermek isteyecektir insan.

İkram ve ihsan, görülmesi ve doğrudan fark edilmesi imkânsız olan rahmetin, görülebilir alemde açığa çıkışıdır. Aldığımız her nefes, içtiğimiz her yudum su, yediğimiz lokmalar, gördüğümüz harikulâde tablolar rahmet-i ilâhiyenin tezahürü olan birer ikram ve ihsan hükmündedir. Bu nedenle, mü’min için ibadet, Allah’tan gelecek ikramlar için kurgulanmış bir seremoni değil, ikram edilmiş nimetler için bir hamd ve teşekkür niteliğindedir, böyle olması gerekir.

Bundan sonra yapılması beklenen ikramlar için ibadet veya amel yapılması ise, rahmeti incitmektedir. Neticesi ise, çoğunlukla niyetin tersiyle karşılaşmaktır. Allah, takdir ettiği sebepler neticesinde, rahmetinin bir tezahürü olarak, bizim O’nun kudretini, rahmetini anlayıp kavrayabilmemiz için genellikle aynı sonuçları yaratır; bu doğrudur, gerçektir. Ancak, sebepler ve sonuçlar arasındaki bu insicam, bu örgü, O’nu belli sebepler sonrasında belli sonuçları yaratmaya mecbur bilircesine hareket ederek rahmetini incitmemiz için yaratılmakta değildir. Hele hayırlı işlerde bu determinasyonu takip etmek, “Ben şöyle şöyle yaparsam, O da bu beklentimi ikram eder” gibi bir zanna kapılmak, özünde çelişki taşıyan, ilâhî rahmeti inciterek niyetin aksiyle karşılaşılması neredeyse kaçınılmaz olan bir haldir.

Yapmamız gereken, ilâhî vazifeye karışmadan kendi işimize bakmak, anı değerlendirmek, her an en hayırlı yolu tercih etmek, neticeleri Allah’ın merhametli ve kudretli ellerine bırakmak, her bırakış sonrasında neticeyi beklemeden yeni bir işe koyulmaktır. Bu noktadaki zaaflar yüzünden, şu ahirzamanın dehşetli hallerinde bir felah bulamıyor ehl-i din. Tasavvur ötesi, projesiz bir hayata geçemediği için…

Bu acı gerçeği teşhis için, dileyen kendi hayatına bakabilir. Dileyen ise, tüm güzel planları akim kalan, tüm hayırlı projeleri hüsranla sonuçlanan, planları ve projeleri terk ettiği andan ve zamandan sonra ise manevî ikramlara boğulan, gecelerini ağlayarak, gündüzlerini yazarak geçiren ve böylece bir neslin ihyasına sebep olan bir insanın, Bediüzzaman’ın hayat seyrine bakabilir. 1 Bkz. Kur’ân, Nahl suresi, âyet: 20; Furkan suresi, âyet: 3.

Salih Özaytürk / Zafer Dergisi

‘İnanmak’ ‘İman etmek’ midir?

“İnanıyorum, öyle ise vardır, böyledir” deyip kestirip atmaya hakkımız yoktur. Yaratıcı kendi sıfatlarından emin olarak “bakınız, düşününüz, aklediniz, şuurunuzla sınayınız, kendi duygularınızla karşılaştırınız” gibi hitaplarla, insanı inancını teyide, yakîn ve emniyet düzeyine çıkarmaya davet ediyor.

İman; emanet, eman, emniyet ile aynı kökten gelen bir kelimedir. İnanmak ile ilintisi varsa da, kök olarak tamamen farklıdır. İman ve emniyet kelimelerinin ortak kökü olan ‘emn’ güvenir ve güvenilir bir hal üzere olmayı, içsel bir güven duygusunu ifade eder. ‘Emniyet’ karşılıklı güven duygusunu tanımlayan bir kavram iken, ‘iman’ içsel güven duygusunun derin bir bilme ile gerçeklenmiş halidir. Derinleşmiş bir bilginin ilgili konuda bilinmeyeni, görünmeyeni tarif edebilme gücü vardır. Zaten, görülen bir olguda inanç duygusuna da, ileri düşünceye de yer yoktur.

Düşünürlerin dünyalarına gittiğimiz zaman, meşgul oldukları konulardaki kanaatlerinin bilgi ve inanç denklemi üzere kurulduğunu görürüz. Örneğin Galileo dünyanın döndüğünü görmediği halde, dünyanın döndüğünden emin olan biridir. Çünkü bu noktadaki bilgisi Galileo’ye dünyanın döndüğünü neredeyse görüyormuşçasına bir yakınlık telkin etmiştir. Dünyanın döndüğüne dair Galileo’nin iç dünyasında oluşan inanç derinlemesine bilme halinden sonra gelmiş, ilgili konuda imanî bir tarza geçmiştir. Galileo için “Dünyanın döndüğüne inanıyordu” gibi bir tanım yetersiz kalacaktır. “Dünyanın döndüğünü görmüştü” demek ise, gerçeği ifade edemeyecektir. “Delilleri takip ederek dünyanın döndüğüne dair hissinde yakîne ulaşmıştı. Dünyanın döndüğüne, âdeta görürcesine bilir derecede inanıyordu, dünyanın döndüğünden emindi” demek ise gerçeğin ifadesi olacaktır.

Bu örnekten hareketle, şunu diyebiliriz: ‘Emn’ kökünden gelen ‘iman’, görünen âleme bakarak görülmeyen boyutlar hakkında çıkarımlarda bulunmak, bu çıkarımları delillendirmek anlamında kullanabileceğimiz bir kavramdır. Meydanda bir denge ya da bir olay var ise ve bu olay, bu denge görünen boyuttaki etkenlerle açıklanabilmekten uzak ise, şu an için göremediğimiz bir etkenin varlığına, onun varlığının zaruretine dair çıkarımda bulunmanın ismidir iman ediş. İman ise, bu düşünsel ve duygusal yolculuğun sonunda varılan noktanın tarifidir. Bu açılardan bakılınca ‘inanç ve düşünce’ eylemlerinin çakışmasıyla açığa çıkabilecek olan ‘iman’ın, beş duyunun tarifte yeterli olamadığı bir noktada geçerli olduğu görülecektir.

İman ile inanç arasında gerçek bir bağ olmakla birlikte, tanımlanabilir bir fark vardır. Bu nüansı açabilmek için görülebilir bir örnekten başlamak anlamayı kolaylaştırıcı olacaktır. İsmi duyulmuş birinin sadece varlığını bilen biri için, bir inanç durumu sözkonusudur. Onun hakkında malumat sahibi olan birinin ilgili şahısla bilgi bazında bir yakınlığı vardır. Onunla arkadaşlığı olan birinin durumu ise, ilerlemiş yakınlıktır ve bu yakınlık bilgi derecesindeki yakınlığa oranla, tanımaya ve tanımlamaya daha uygundur. Tüm bu ilişki boyutlarından sonra, sevginin ve feragatın da devreye girmesiyle, ileri derecede duygusal ve çoğu zaman dönüşsüz bir yakınlık gerçekleşir. Gerçeğe en uygun tanımlama veya tanıma, bu son mertebede husule gelir. Bu mertebedeki bir ilişki içerisinde, eğer ilgili kişiler çirkinliklerden uzak iseler, gerçek bir güven duygusu ilişkiyi bağlayacaktır.

Perdeli bir diyarda yaşayan varlıklar olarak bu görünen boyutun görünmeyen Yaratıcısı ile, kendi irademiz dahilinde doğrudan bir yakınlık kurabilmemiz mümkün değildir. Zaten böyle bir yakınlığın—içsel bir emniyet duygusu oluşmadıkça—pek bir faydası olamayacağını da, İblis’in durumundan çıkarsayabilmemiz mümkündür.

Diğer taraftan, bu görünen âlemi irdeleyerek, varlıkların ilişkilerinde etken olarak kendilerini gösteren sebeplerin dengeleri; bu dengeler içerisinde kendini gösteren ilim ve iradeyi; bu ilişkilerde açığa çıkan rahmeti, şefkati ve sevgiyi netice verip veremeyeceğine bakarak, görünmeyen ama varlığı zarurî olan, bilerek, görerek, işiterek, etki altında kalmadan hür bir iradeyle iş gören bir kudretin varlığını ispat etmek mümkündür.

Girdiğiniz bir ortamda mükemmel bir sofraya karşılık küçük bir çocuktan başka biriyle karşılaşmadıysanız, çocuğun yeteneklerinin görünen mükellef sofrayı netice vermesini mantık dışı buluyorsanız, gördüğünüz ortamın dışına doğru zihnî çıkarımlarda bulunmak zorundasınızdır. Sofranın ancak çocuğun varlığında hazırlanıyor olması veya çocuğun eliyle hazırlanıyor olması, sizi sofrayı hazırlayanın gerçekten o çocuk olduğuna inanma mecburiyetinde bırakamaz. Evrendeki olgulara dikkatlice bakınca da, etken gibi görünen sebeplerin olsa olsa birer uslu çocuk gibi olduğunu fark edersiniz.

Neticeler ise başlangıçlara oranla harikulâdedir. Bu harikulâdelik, bu mükemmellik sebeplerin ellerinde gelmiştir, doğru. Ancak mükemmel neticeleri aciz ve cahil sebeplerin ellerinde görmek, salim bir zihinde, bunları onların yaptığına dair bir delil teşkil etmez.

İslâm dininde kullanılan ıstılahî anlamıyla ‘iman,’ Yaratıcının hem varlığından hem güvenilirliğinden emin olmaktır. Yalnızca var olduğunu bilmek bizim gibi perdeli bir diyarda yaşayan varlıklar için imanın birinci mertebesi olan inançtır. İmanı tamamlayan unsur ise Yaratıcıya karşı insanın iç dünyasında, enfüsünde oluşan güven duygusudur. Böyle bir duygu ise ancak yakından tanıyarak O’nun Kendisini terk etmediğimiz sürece bizi terk etmeyeceğinden, zulmetmeyeceğinden, en ince meselelere vâkıf ve hâkim olduğundan, kudretinden, azametinden, rahmetinden.. emin olmakla mümkündür.

Özetle, iman, her hal ve şart altında Cenab-ı Haktan emin olmakla mümkün olacaktır. İslâm alimlerinden Ebu Hanîfe ve İmam Buharî, imanın inanç basamağına atfen, “İman artmaz ve eksilmez” demişlerdir. Doğrudur; Allah’ın varlığını bilmek, inanmak, artıp azalmayacak bir niteliğe sahiptir. İmanın birinci basamağı olan Allah’ın varlığını bilmek kalbde yerleşmemişse, diğer basamakların tasavvuru mümkün değildir. Ancak iman salt Allah’ın varlığını bilmek anlamında olmadığı için, diğer basamaklarda bir yükseliş elbette mümkündür.

İnsanın Zât-ı Akdes’e yakınlık ve ‘O’na güvenmek, itimat etmek, sırtını yaslayabilmek’ anlamlarındaki ‘emin olma’ mertebelerinde sürekli iniş ve çıkışları vardır. Allah’ın varlığından şüphe eden biri olmadığı halde İblis’i mü’min olarak tasavvur edemeyişimizin nedeni, İblis’in Rabbi’l-âlemîn’e güvenmeyişidir. İblis’e göre, âlemlerin Rabbi Âdem’in yaratılışı ve diğer varlıklara üstün tutuluşu işinde ciddi hatalar yapmıştır. Bu tanımlarla bakılınca, İblis Allah’ın varlığını bilmekte, ancak ona iman etmemektedir. Çünkü, O’ndan emin değildir.

Resul-i Ekrem (a.s.m.) bir hadisinde “İlimden ilk kaldırılacak olan şey huşudur. Sonra emanet kaldırılır…”1 diyerek, Allah ile kul arasında bir bağ, bir münasebet olan imanın insan kalbinde yansıması olan, ‘etkisi hissedilebilen derin sevgi ve saygı’ diye tanımlayabileceğimiz ‘huşu’ ile, insan-insan ilişkilerinde yansıyan şekli olan ‘emniyet’i ilim nevinden ifade etmiştir.

İlâhî hitap olan Kur’an ise, “Ancak, ilimde derinleşmiş olanlar anlar2 diyerek, gayba dair mesajı kavramakla ilim ehli olmayı buluşturmuştur.

İnsanın enfüsünde oluşan imanın sosyal hayata yansıyan şekli olan ‘emniyet,’ insan-insan ilişkilerinde güvenilir bir hal ve durumda olmayı gerektirir. Mü’min kendisinden, elinden ve dilinden emin olunan kimsedir. Yaratıcısının kendisine ve kardeşleri konumundaki diğer insanlara vermiş olduğu en yüce değer olan kişiliğine zarar vermemek için zinadan, hırsızlıktan, kibirden, ahde vefasızlıktan, zulümden, özellikle yalan ve hile halinden kaçınır; yeri geldiğinde hakkını yine aynı nedenle arar. Emanete hıyanetin olduğu bir ortamda ilişkideki emniyet yerini şüpheye bırakmış demektir.

Böyle bir ortam, toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğunda ciddi derecede—tarif ettiğimiz şekliyle—bir iman zaafına delalet eder. Bu zaaftan kurtulabilmek için geç kalınmadan bireylerin düşünsel açıdan beslenebilme, bilgilenebilme yollarının açılması gerektiğine işaret eder.

“İnanıyorum, öyle ise vardır, böyledir” deyip kestirip atmaya hakkımız yoktur. Yaratıcı kendi sıfatlarından emin olarak “bakınız, düşününüz, aklediniz, şuurunuzla sınayınız, kendi duygularınızla karşılaştırınız” gibi hitaplarla, insanı inancını teyide, yakîn ve emniyet düzeyine çıkarmaya davet etmektedir. Teknolojinin fuarlarına, ‘show-room’larına, sanatçıların sergilerine, konserlerine, işinde ehil insanların söyleşilerine büyük bir merakla akın akın giden, siyasal tartışmaları ve söylemleri büyük bir ilgiyle takip eden, dizilerin sonunu, maçların sonucunu merakla bekleyen insanların kâinattaki ihtişamlı gösterilere, derin anlatımlara, sanatlı sergilere, anlamlı söyleşilere ilgisizliğinin mazeret kabul eder bir tarafı yoktur. Ya herşeye ilgimizi keseceğiz, ya da herşeyle gerçekten ilgileneceğiz. Yoksa, bu çelişik durum, dayanağa en muhtaç olduğu bir zamanda korkarız ki insanı dayanaksız ve mazeretsiz bırakacaktır. O halde, ‘inanmak’la kalmayıp, ‘iman edelim.’ İman edelim ki, emin olalım Rabbimizden…

( 1. Sünen-i Tirmizî, İlim, 5.  2. bkz. Kur’ân, 29:43.)

Salih Özaytürk

Zafer Dergisi