Etiket arşivi: şam

Şam’ın büyük velisi Bilal bin Saad’dan önemli örnekler!

Hicri 130’da Şam’da vefat eden Tabiin’in ileri gelen ilim ve tasavvuf büyüğü Bilâl bin Saad’dan bazı önemli örnekleri takdim etmek istiyorum bugün sizlere.

Çünkü Bilal’in babası Saad sahabedendi. Efendimiz (sas) Hazretleri baba Saad’ın başını okşamış, dua etmişti. Bu yüzden oğul Bilal’in davranışları değer kazanmış, ‘Şam’ın Hasan Basri’si‘ unvanına dahi layık görülmüştü.

Bu sebeple önce, büyük velinin dost tarifine bir göz atalım isterseniz. Bakalım onun dost anlayışı bizim de dikkatimizi çekecek farklılıkta mı bir görelim. Şöyle tarif ediyordu gerçek dostu:

– Her karşılaştığında avucuna bir altın koyan gerçek dost değildir. Gerçek dost, her karşılaştığında senin dindarlığını bir kat daha yükselten dosttur!.

Evet, gerçek dostu böyle tarif ediyor ve gerekçesini açıklarken de şöyle diyordu:

– Dünyada avucuna konan altın, ahirette geçer akçe değildir. Ama dostunun sana kazandırdığı dindarlık ahirette geçer akçedir. Orada seni kurtaracak olan dindarlığındır. Öyle ise diyordu, dindarlığınızı kuvvetlendiren dostlar edinin, faydaları ahirete kadar uzanan dostları geriye bırakmayıp öne alın, onlarla dindarlığınızı kuvvetlendirmeyi sürdürün!.

Ne dersiniz büyük velinin bu gerçek dost tarifine? Bizim de dindarlığımızı kuvvetlendiren dostları öne almamız gerekir mi? Bu konudaki hassasiyetimiz zayıf değil mi?

Küçük günahlara nasıl bakılmalı?

Günahları büyük-küçük diye ikiye ayıran bir zat, küçük günahları mühimsemeyip basite almış, küçükler önemli değil, demek istemişti.

Şam’ın Hasan Basri’si basit görülen küçük günahlara bakışını şöyle ifade etti:

– Sen günahın küçüklüğüne bakma, günah kendisine karşı işlenen Zât’ın büyüklüğünü düşün! O zaman küçük gördüğün günahlar da gözünde büyür, işlemeye cesaret edemez hale gelirsin..

Demek, bazı günahların küçüklüğüne değil, günah kendisine karşı işlenen Zât’ın büyüklüğüne bakılmalı, ona göre o günahı düşünmeli.. Gizli kalan günahların ilan edilmemesi konusunda da ikazları vardı. Şöyle diyordu:

– Sakın günahları ilân etmeyin. Zira ifşâ edilmeyen günahlar, her zaman tövbe edilerek affedilmeye aday günahlardır. Ama onu ilân ederseniz, artık dönüş yolunu kapamış olursunuz. Allah bildikten sonra kuldan niye saklayayım, diyerek günah şahidinizi çoğaltmayın sakın! Çünkü siz tövbe edersiniz Allah tövbenizi bilir affeder, kullar tövbenizi bilmez, size günahkâr diye bakmaya devam ederler.

En büyük hak, kul hakkı!..

Çevresine hep, ‘En büyük hak kul hakkı‘ diyor, bu konuda maruz kaldığı bir kul hakkı örneğini de şöyle veriyordu:

İstanbul’un fethi için yola çıkan ilk cihat ordusunun içinde oğlu da vardı. Dönüşte ise oğlunun şehit olduğu haberi geldi. Taziye için her taraftan akın edip gelenler oldu. Kendisinde ise teessür işareti görülmüyor, ‘Şükürler olsun, ahirete biz de bir şefaatçi göndermiş olduk.‘ diye söyleniyordu. Taziye için gelenlerin içinde bir kişinin ayrı bir isteği vardı. Şöyle diyordu:

– Oğlunuzun bana borcu vardı, onu istemek için gelmiştim.

Hiç tanımadığı bu adama sordu:

– Şahidin var mı oğlumun sana borcu olduğu konusunda?

– Hayır, dedi meçhul adam.

– Senedin var mı? Ona da hayır, diye karşılık verdi.

– Peki yemin eder misin? deyince, evet ederim, diye cevap verdi.

Bunun üzerine meçhul adama istediği parayı hemen verirken konuyu şöyle bağladı:

Eğer doğru söylemişsen istediğin parayı verip oğlumu kul hakkından kurtardım, şükürler olsun. Şayet yalan söylemişsen, şunu iyi bil ki, senin Allah huzuruna kul hakkıyla gitmene gönlüm razı olmaz. Aldığın bu parayı şimdiden tümüyle helâl ediyorum. Çünkü ahirete kul hakkıyla gitmek başka haklara benzemez! Kul hakkını Rabb’im şehitlerden bile kaldırmaz. Tek çaresi hak sahibiyle helalleşmektir. Yoksa mirasçısına ödeme yapmaktır. O da yoksa bir yoksula hibe etmektir!.

Ne dersiniz, bu tarif ve tespitlerden bizlere de uyarılar var mı?

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

Husumetin tedavisi muhabbet, ihtilafın, çözümü ittifaktır

Hekimoğlu İsmail, Bediüzzaman Said Nursi’nin 101 yıl önce Şam’da irad ettiği hutbenin güncelliğini koruduğunu söylüyor. Hekimoğlu İsmail, Hutbe-i Şamiyye adıyla ünlü bu hutbenin, hayatına uygulamaya çalıştığı unsurların başında geldiğini belirtiyor ve Yüzyıllık Müjde adlı kitabında anlatıyor.

-Şam bugünlerde kan ve gözyaşıyla gündeme geliyor. Her gün ölen yüzlerce insanın dramı yansıyor medyaya. Tam 101 yıl önce 1911 yılında Şam’daki Emeviyye Camii’nde Kürt kökenli bir İslam âlimi Arap toplumuna çok farklı bir hutbe okumuştu. Daha sonra Hutbe-i Şamiyye adıyla meşhur olacak olan bu hutbe o kadar ilgi görmüştü ki aynı hafta içinde iki kere tab’ edilerek halka dağıtılmıştı. 35 yaşındaki Bediüzzaman Said Nursi, Şam’da Arapça irad ettiği hutbede çağın hastalıklarını tespit ederek çözüm önerileri sunuyor ve bunu izah ediyordu. O gün onu 10 bine yakın insan dinlemişti. 39 yıl sonra bizzat Üstad’ın kendisinin Arapçadan tercüme ettiği ve eklemeler yaptığı Hutbe-i Şamiyye hâlâ güncelliğini koruyor.

1950’li yıllarda imkânlar ölçüsünde aldığım 15-20 kitapçığı arkadaşlarıma dağıtıyordum.” diyen Hekimoğlu İsmail, Hutbe-i Şamiyye’den aldığı dersleri bugünlerde “Yüzyıllık Müjde” adıyla bir kitapçık haline getirdi. “Benim hayatım, Risale-i Nur hakikatlerini okumak, anlamaya ve yaşamaya çalışmaktan ibaret.” diyen Hekimoğlu İsmail, hayatına uygulamaya çalıştığı risalelerdeki prensiplerin başında da Hutbe-i Şamiyye’nin geldiğini belirtiyor. Manen tekâmül, maddeten terakki etmenin sırlarının bu kitapta toplandığını ifade eden Hekimoğlu İsmail’e göre ferdin, ailenin, milletin, devletin terakki ve tekâmülünün yolu bu eserde anlatılan hakikatleri yaşamaktan geçiyor.

Üstad, İslam âlimlerinin de bulunduğu bir mecliste âlem-i İslam’a verdiği, Müslümanların yaşadığı sıkıntıları anlatan hutbesinde altı hastalığa dikkat çekiyordu. Bunlar; ümitsizlik-yeis, hilekârlık, husumet-düşmanlık, ihtilaf, istibdat, ferdiyetçilik… Bediüzzaman’ın bu hastalıklara önerdiği tedavi yolları ise şunlardı: Ümitvar olmak, dürüstlük, muhabbet, ittifak, İslami değerler ve meşveret…

Bediüzzaman Said Nursi, İslam’a hizmetle vazifeliydi. Vazife ise tahkiki imanı temin etmekti.” diyen Hekimoğlu İsmail, “Üstad ne yaptı? Cami ile okulu birleştirdi. ‘Dinsiz ilim yoktur.‘ dedi. Seccade ile tezgâhı bütünleştirdi. Akıl ile vahyi birleştirdi.” şeklinde konuşuyor. Bir hatırasını da anlatan Hekimoğlu İsmail, 1950’li yıllarda yaşadığı olayı şöyle aktarıyor: “Şeriatçıyım’ diye beni mahkemeye vermişlerdi. Savcı diyor ki: ‘Dinciler şeriati getirip sistemi ortadan kaldıracaklar.’ Hâkim ‘Ne diyorsun?’ dedi. Ben de, ‘Şeriat nereden gelecek, arabayla mı gelecek, uçakla mı gelecek?’ dedim. Hâkim bağırdı, ‘Doğru konuş.’ dedi. ‘Şeriat gelmez.’ dedim. ‘Şeriat yaşanır.’ dedim. Öylece beraat ettim.” Hekimoğlu İsmail, Türk-Kürt meselesine ise şöyle bakıyor: “Bediüzzaman Said Nursi Kürt’tür. Biz de Türk’üz. Allah Kürtlerden Said Nursi’yi gönderdi, Türkleri de ona talebe etti, böylece Allah Türklerle Kürtleri kardeş yaptı. Beraber yedik içtik. Bugünkü anarşik olaylar, Üstad’ı anlamamaktan kaynaklanıyor.

Altı hastalık nedir?

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimai-ye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım “altı kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum. (Risale-i Nur’dan)

Serhat Şeftali / Zaman Gazetesi

Şam’dan Ankara’ya Esen Rüzgar

Bir şarkı vardır;

Boş yere ağlama

Kalbini bağlama Ankara rüzgârına

Ankara rüzgârı ile kastedilen bir sevgilinin sevda rüzgârının rüzgâr ile başka bir coğrafyaya gitmesi midir? Çünkü rüzgâr bizim kültürümüzde haber götüren getiren manalarına da gelir.

Urfa’nın medar-ı iftiharı Hazret-i Nabi, Cenab-ı Nebi-i Zübde-i Âlem için söylediği bir kasidesinde, rüzgâra bir haber yükler, Hazret-i Nebi’nin memleketine yollar.

Ey bad-ı saba, uğrarsa yolun semt-i haremeyne

Tazimimi arzet o Resul-i Sakaleyne

Der. Habibullaha kendi muhabbetini rüzgâra yükleyerek gönderir.

Fuzuli-i Bağdadi:

Ne yanar kimse bana ateş- i dilden özge

Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı

Yalnızlığında dostu olarak saba rüzgârını görür. Kimseleri olsaydı Fuzuli olmazdı, çok fazla dostu olanın ruhsal varlığı talan olmuş olur. Ne kadar üretici zekâ varsa içine kapanmış, kitabı gözlemi kendine rehber etmiş.

OTUZBEŞ YAŞI ve ŞAM HUTBESİ

Şam tarih boyunca İslamın büyük camisinin bir hitap kürsüsü olarak yorumlanmış, devirler değiştikçe büyük âlimler o kürsüden değişen dünya ve din mantığına paralel olarak konuşmuşlar.

Bu geleneğin son devirdeki temsilcisi Bediüzzaman Şam’da Hutbe-i Şamiye isimli eserini irad etmiş. Selaniğe, Kostruma’ya İstanbul’a Makedonya’ya, Ankara’ya çeşitli vesilelerle giden bu büyük zat acaba otuzbeş yaşında Şam’a giderken neler düşündü?

Orada konuştukları mutasavver mi idi, yoksa irticali olarak mı bunları konuştu.

Çünkü konuşulan metin İslam dünyası ve özellikle İslam dünyasını temsil eden insanın üzerinde derinlikli olarak düşünmüş bir büyük münevverin fikirlerini yansıtıyor.

Bediüzzaman cüzi olaylardan değil çok yüksek bir noktadan toplumun içinde bulunduğu durumu görüyor.

Avrupalılar son dönem Osmanlısını Hasta Adam olarak isimlendirmişler. Bu yüzden on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren gittikçe artan bir hızla hasta adamı pasta adam yapıp yemeyi planlamışlar, adeta geçmişte yaptıkları haçlı seferlerinden daha dessasane hücumlarını bu dünyaya yöneltmişlerdir. Bediüzzaman da Osmanlı’nın hasta olduğunu biliyordu.

Değişik coğrafyalardaki seyahatlerinde bunu izliyordu. Çünkü siyasi çalışmalarının maya tutmayan süt gibi eline gelmesi onu rahatsız ediyordu. İngiliz müstemlekat nazırının Kur’an’ı kaldırmak konusundaki fikri ona hastalığı tedavi edecek ilaca sarılmayı sağladı. Biri hasta adamı anlamış onu öldürmek ve bölüşmek istiyordu, ama Kur’an oldukça bunun zorluğunu anlıyor, hastayı diriltmemek üzere öldürmeyi planlıyordu. Önünde engel Kur’an ‘dı .

MÜSLÜMAN İNSANI DİRİLTMEK

Ne gariptir İngiliz’in mantığı ile 20 li yıllardan sonra Kur’an’ı kaldıran, çocuklara elifba okutan kadınları ve erkek hocaları nezarethanelerde öldüren bir mantık ile aynı idi.

Demek bir yeni düzen kurulmuş ama arkasında hükmeden yine aynı İngiliz mantığı idi, yoksa kurulan yeni gecekondunun efkârını da onlar mı belirlemişti. Perdenin arkası hem karanlık hem aydınlık! Bir dönemin büyük adamları yoksa figüran mı ha ne dersiniz.?

Bediüzzaman o dönemin toplum mühendisi olan yazarlar gibi, kurtarıcı reçeteyi ırkçılık olarak görmüyor, ırkı ne olursa olsun Osmanlı olan toplumu diriltmek, hasta olan devleti değil, yapı taşı hasta olan Müslüman insanı diriltmek istiyordu. Zannedersem o Şam’a giderken bunları düşünüyordu. Bu fiktif tespitimi onun konuşma metninden çıkarsıyorum.

Bediüzzaman bir tabib, bir doktor, onun Hastalar Risalesi diye bir eseri var, bedensel açıdan hasta ruhsal açıdan direncini kaybetmiş insanların bedenini ve ruhunu yatalak olmaktan kurtarıyordu. Ne kadar ileri görüşlü bir adam ki o hastanın yerine yine bir önemli Hastalar Risalesi yazmıştı.

Hutbe-i Şamiye, evet o da bir hastalar risalesi idi.

Çünkü devleti milleti temsil eden insan hasta idi, altı yönden büyük yaraları olan bir insandı. Bütün üdebamızın bir hüzün ve trajik senfonisi gibi ağlaştığı bir dönemde Bediüzzaman hasta milleti kurtarmak ve onunla İslam ittihadını gerçekleştirmek istiyordu, buna basiret desen az gelir, sonra basiret abla sanırlar. Akif bu ümitsizliği hissetmiş;

Yeis öyle bir bataktır ki düşersin boğulursun

Ümide sarıl sımsıkı seyret ne olursun

Diyor ama zihninin ve coğrafyanın bütün ümit kapılarının kapalı olduğunu düşünüyor, ağlıyordu.

Anadolu’yu karış karış dolaşan büyük insan kurulan gecekondunun tahtalarının perişanlığını görüyor, bu gecekonduda oturmam diyip başka bir eve taşınıyordu.

Bediüzzaman da gecekonduyu görüyordu, ama dünyanın büyük işler yapan bir millet kompleksini koruyan bu yeni gecekonduyu terk etmek istemiyor, her türlü zulme rağmen onu kurtarmayı azmediyor. Bütün çileli hapishane yıllarında bu milleti diriltmek için çareler çeşitli ilaçlar yazıyordu reçetelerine.

Haşirde insanı farelere yem değil semavatta bir sakin olmanın manasını anlatıyor,

Tevhid bahislerinde kâinatı başıboşluktan kurtarıp bir büyük elin emrine veriyordu, semayı boşluk içinde değil âlemdeki harika icraatları seyreden büyük seyirciler olduğunu anlatıyordu.

İşte Bediüzzaman hasta adamın hasta ferdini kurtarmak için Hutbe-i Şamiyede altı çare ortaya koyuyor, sonra ona yataktan kalktıktan sonra âleme dini, sanatsal, ilmi bir göz veriyor bununla bak âleme diyordu.

Böyle olan bir insanın ittihadı gerçekleştirmek için kendinde yeterli gücü bulacağını gösteriyordu.

Muhtaç olduğu kudret kurtulduğu hastalık ve gözüne gelen yeni güçle elde ediliyordu.

Ankara’da Şam rüzgârı birlikte estiler, Şamda’ki rüzgâr Ankara’dan bütün dünyaya bir daha esti,

Necip Fazıl;

Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes

Artık ey kahpe rüzgâr ne yandan esersen es

Diyorsa biz de Hutbe-i Şamiye ile esen rüzgârın ruhlarımızdaki ve ülkemizdeki insanların ruhuna yeni ruhlar üfleyeceğini düşündük ve öyle azmettik.

Diyanet işleri başkanı Sayın Görmez büyük hakikatı görmüştü, o göreceğini görmüş büyük babanın oğlu, bizim ülfet ettiğimiz metne yeniden bakmış ve elinde büyük kâğıtlara duvarlara asılacak büyük yerlere asılacak büyük cümleleri asmanın gereğini anlatıyor ve harika bir fon içinde Bediüzzaman’a hayranlığını ve büyüklüğünü temsil ediyordu.

Hocası ona Arapça bilgisini test için Hutbe-i Şamiye’nin Arapça’sını verir, o da kendini onunla test eder.

Merak ettim kendisine sordum bu şahıs, yani hocanız kim dedim, “ Babam Mehmet Şerif Efendi “dedi.

Kızım sende Fatihler doğuracak yaştasın diyen şair gibi, Mal Hatun’dan Osman’ın soyu çıkmış, ana getir ki evlat doğura.

Büyük Doktor Bediüzzaman hasta olan aşiretlerin tedavi çarelerini ortaya koydu,

Münazarat’ı yazdı.

Aynı Bediüzzaman, sanat ve edebiyatı ve kelamı hasta toplumu Muhakemat ile tedavi ediyordu.

Diğer eserleri de bu paydada toplanabilir.

Bütün konuşmalarda bu hastalar risalelerinin yeni şubesinin şifa şubeleri tartışıldı, büyük bir zerafet içinde, İsmail Benek ve ekibine böyle bir rüzgârı estirdikleri için ne desek azdır.

Sonra bu yazıyı yolda yürürken tasarladım ve içimden bu büyük hakikatler herkesin hakkı, nasıl edelim de bunları onlara ulaştıralım. Allah hizmet aşkı versin diğer aşklarımızı öldürsün, çünkü bir kalpte iki sevgi yaşamaz, Hafız Ali Tahir Abiye :

“Bir yolda iki ayakla yürünür”

Demiş o da bütün malını mülkünü icara vermiş kapanmış büyük Üstadın rahle-i marifetine, Şam’da masatın trajik rüzgârını Allah Hutbe-i Şamiye’nin Ankara rüzgârı ile söndürsün. Âmin

Prof. Dr. Himmet Uç

Hutbe-i Şamiye (Şiir)

BEDİÜZZAMAN VE HUTBE-İ ŞAMİYE

Kış mevsimine girerken doğruca Şam’a gider
Şam Emevi Camii’nde bir hutbe irat eder

Şam’da bulunan âlimler O’nu davet etmişti
Davete icabet edip hutbeyi okumuştu

Çünkü İslam dünyasının birçok sorunu vardı
Bunlar ekonomik, sosyal, siyasi sorunlardı

Bediüzzaman diyor ki: “En büyük düşmanımız
Ümitsizlik ve cehalet seline kapılmamız

Bu sebeple hak yolunda her an birleşmeliyiz
Birbirimizi sevmeli ve kucaklaşmalıyız

Yoksa tarafgirlik edip düşmanlık yapmayalım
Menfaatimiz uğruna kalpleri kırmayalım

Dünyanın fani olduğu herkesçe bilinmeli
Ve imâni esaslara sımsıkı sarılmalı

Esas hayat ahrettedir buna inanmalıyız
Bunun şuurunda olup hiç unutmamalıyız

Gerçek sıdk İslamiyet’in hem üssülesasıdır
Ulvi seciyelerinin birer rabıtasıdır

Öyle ise doğruluğu hep ihya etmeliyiz
Manevi hastalıkları tedavi etmeliyiz

Riyakârlık fiili bir nevi yalancılıktır
Zülcelâl’ın kudretine iftiralar etmektir

İman sıdktır doğruluktur kizbten uzak kalıyor
Şarktan garba kadar uzak olmak lazım geliyor

Muhabbete en layık şey yine de muhabbettir
Husumete layık sıfat sıfat-i husumettir

Üstadımız çoğu zaman derdi: “Dünya fanidir
Bu zamanımız da iman kurtarma zamanıdır

Yani başka meseleye bakacak zaman yoktur
Din ve iman hesabına yapılacak şey çoktur

Çünkü imansız bir insan dünyada mutlu olmaz
Muvakkaten görünse de ahreti kazanamaz

Esas mesele ebedi hayatı kazanmaktır
Bunun çaresi Allah’ın rızasını almaktır”

Bu hutbede sorunların çözümü anlatılır
Bu da “HUTBE-İ ŞAMİYE” adıyla yayınlanır

Bu hutbe Müslümanlara önemli bir ders olur
Takdir ve de tahsin ile kabule mazhar olur

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org