Etiket arşivi: sanat

Dünya Ticaretinin Ahiret Boyutu

“Ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelaline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerim`lerine kavuşacaklar.” (Mektubat)

Bir ayet-i kerimede şöyle buyruluyor:

 “Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığında satın aldı.” (Tevbe, 9/111)

Buna göre dünya bir yönüyle ticaret yeridir.

Bütün mülk Allah’ındır. İnsan nevi bu mülkte emaneten tasarruf etmektedir.

Öte yandan, Allah Resulü (asm.)  

“Dünya ahiretin tarlasıdır.”

buyururlar. Bu tarlanın mahsulleri, öte âlemde, cennet yahut cehennem olarak tezahür edeceklerdir.

İnsana cüz’i irade verildiği için, dünya tarlasına dilediği şeyleri ekip biçmekte serbest bırakılmış. Keza,  nefsini ve malını Allah’a satıp satmamakta da serbest bırakılmış.  

Nefsini, yani ruhunu, bedenini ve bunlara takılı bütün maddî ve manevî cihazlarını Allah’a satan insan, çok farklı ekimler yapmakta ve bunlardan yine çok değişik mahsuller derlemekte, kazançlar elde etmektedir.

Bir iki örnek verelim:

İnsanın bakışları bir sermayedir. İnsan bir ömür boyu, nazarını helal yahut haram dairelerde dolaştırır. Her bakış bir ekimdir;  cennet veya cehennem hesabına bir mahsul verir.

Konuşma ayrı bir sermayedir. Ağızdan çıkan her kelime bir tohum gibidir, ondan ya sevap çıkar, ya günah. Bunlar ise insana ya kâr getirirler, yahut zarar.

Düşünme bir başka sermayedir. Doğru fikirler büyük bir kâr kaynağı iken, yanlış düşünceler birer zarar menbaıdır.

Öte yandan,  her bir hissimiz,  “sevgimiz, nefretimiz, korkumuz, merakımız, gıptamız,…” ayrı birer  sevap yahut günah kaynağıdırlar.

Bütün bu saydıklarımız ayette geçen “nefis” kavramı içine giriyor.

“…Hakiki terakki ise; insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.”  (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

Bunların dışında kalan ve haricî âlemde sahip olduğumuz “mallarımız, makamlarımız,…” da ayrı birer kazanç yahut zarar kaynağıdırlar.

İşte insan, bütün bunları rıza çizgisinde kullandığı taktirde  Allah’a satmış olur ve bu ticarette kendisine verilen kâr, Allah Resulünün “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ne de beşerin kalbine gelmemiş” diye tarif ettiği o eşsiz saadet menzili olan Cennettir.

Ayette çok önemli bir mesaj var:

“Allah sadece müminlerin nefislerini ve malların satın alıyor.”

Şu var ki, müminin nefsini Allah’ın satın alması için o nefsin mümine yakışır bir nefis olması gerekir. Aynı şekilde müminin malı da “mümin malı” vasfını taşımalıdır.

Bir mümin nefsine ve şeytana uyarak birtakım gayr-ı İslamî sıfatlar taşıyabiliyor; yalan söylemek, kumar oynamak gibi. Aynı şekilde, meşru olmayan mallar da edinebiliyor; faiz ve stokçulukla elde ettiği varlıklar gibi. İşte bunların hiç biri cennet mukabili satın alınmayacaktır.

Çürümüş, bozulmuş, asliyetini kaybetmiş ve cennetle hiçbir ilgisi kalmamış nefisler ve mallar satın alınmazlar. Aksine bu iki büyük sermayeyi yanlış kullanmanın hesabı ahirette sorulur.  Cehennem, bu hesabı veremeyenleri azap diyarıdır.

Her insan imtihandadır, her insan dünya tarlasında ahiret namına bir ekim yapmaktadır ve yine her insan bu dünya ticarethanesinde ebed yurdu namına bir şeyler kazanmakta yahut kaybetmektedir. Bununla birlikte, ayette geçen “satın alma” kavramı ticareti hatırlattığı için konunun ticaret erbabına bakan yönü üzerinde biraz daha durmak istiyorum.

Rızkın onda dokuzunun ticarette olduğu hadis-i şerifte haber veriliyor. Yine Nur Külliyatında rızık için üç temel yolun “ziraat, sanat ve ticaret” olduğu, memuriyetin ise hizmetkârlık olduğu vurgulanıyor. Yani, memuriyet bu üç temel faaliyetin yürümesine yardımcı olan bir “destek hizmettir.”

Her işte olduğu gibi ticarette de insan, öncelikle, kul olduğunu unutmayacak, bütün işlerini helal dairesinde yapması gerektiğinden gaflet etmeyecektir. Aksi halde, bu fani dünyada elde edeceği cüzi bir kâra karşılık, ebedî hayatını tehlikeye atabilir.

Allah, insanı arza halife, kendisine muhatap, cennetine aday, iman, marifet ve muhabbete kabiliyetli müstesna bir mahluk olarak yaratmıştır.  Bu büyük şerefe, zengin olsun fakir olsun, amir olsun memur olsun her insan mazhar olabilir. Görevini yerini getirip dünyadan iman ile göçen bütün müminlere “dünyadan daha geniş ve  baki bir mülk” ihsan edilecektir.

İnsan ticarî hayatında ne kadar başarılı olursa olsun bütün dünyaya sahip ve hakim olamaz.  İnsanın mülkünün, servetinin, makamının kâinattaki yeri ise  görülmeyecek kadar küçüktür. Ticaret yaparken bu küçük servet ve makam uğruna o büyük ve sonsuz saltanatı kaybetmek akıl kârı değildir. Bir ticaret erbabı bu noktayı daima göz önünde bulundurmalı, her iki dünya saadetini birlikte elde etmenin yolunu tutmalıdır.

“Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.” (Şualar)

Her işte olduğu gibi ticarette de niyetin büyük bir önemi var. Ömrümüzden ve rahatımızdan fedakârlıklar yaparak elde ettiğimiz o servetin, ahirette boynumuza yük olmaması için dikkat etmemiz gereken çok önemli bir faktör “niyettir.”

“Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.” (Mesnevî-i Nuriye)

Ticarî hayatta insanın niyeti, en azından, “aile fertlerine helal rızık yedirmek” olmalıdır.

Niyette bir ileri safha, zekât ibadetini yapabilecek bir servete sahip olmakla hem bu ibadeti yapma şerefine nail olmak, hem de Allah’ın kullarının maişetine yardımcı  olmaktır.  

Bir hadis-i kutsîde şöyle buyrulur:

“Kulum bana en fazla farzlarla yaklaşır. Sonra nafilelerle (farz ve vacip dışında kalan ibadetlerle). … (Sonunda kul öyle bir noktaya gelir ki,)  ben onun gören gözü işiten kulağı olurum.” (Buhârî,  Rikak 38.)

İşte zekât da kulu Rabbine yaklaştıran en önemli bir farzdır.

Zekât, fakirin hakkı olarak zenginin uhdesinde bulunan bir maldır. Bunun verilmemesi bir hakkın gasp edilmesidir. Alimlerimiz, zekâtın  verilmesini sehavet,  yani cömertlik saymazlar. Çünkü, zaten fakirin  hakkı kendisine iade edilmektedir.

Bununla birlikte, zekât vermemin sevabı da hiçbir sadakayla kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Çünkü zekât farzdır, onlar ise nafilelerdir. Binlerce nafile bir farzın yerini tutmaz.

Zekât en alt sınırdır. Burada kalmayıp sadakayı artırmakla hem daha çok sevap kazanmak, hem de fakir kulların yardımına daha fazla koşmak gerekir.

Bir başka niyet, Bediüzzaman Hazretlerinin, “Bu zamanda İ’la-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır.” diye ifade ettiği büyük hizmeti yapabilmek, yani “Allah kelamının nice gönüllerde hükmetmesi, İslam’ın daha da yücelmesi” için servet sahibi olmayı istemektir. Bu niyette samimi olan kimse, istediği noktaya gelemese bile bu halis niyetinin karşılığını mutlaka alacaktır. O noktaya varırsa yapacağı hizmetlerin sevabını ayrıca alır.

“Her bir mü’min İ’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.” (Tarihçe-i Hayat)

Bir diğer niyet, bir Müslüman olarak İslâm ülkelerinin geri kalmışlığını içine sindiremeyip, bundan üzüntü duymak, bu konuda bir şeyler yapılması gereğini vicdanının derinliklerinde hissetmek ve elinden geldiği kadarıyla bu sahada gayret göstermektir.

Maddeten terakkinin çok önemli bir boyutu da şudur:

Bir zengin, elbisesi kırk yamalı, aç ve susuz bir fakirden nasihat dinlemeye yanaşmadığı gibi, bu günün maneviyata susamış,  ateizmin ve sefahatin kucağına düşmüş batı insanı da bu hastalıkların ilacını fakir bir Müslümandan almak istemiyor ve perişanlığı devam ediyor.

Öte yandan, “Biz doğru islamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu fiillerimizle göstermediğimiz” takdirde bizden bu nurları almaya müşteri olmuyor.

Buna göre, “maddeten terakki” ile “İslâm’ı fiilen yaşamayı” birleştirdiğimiz gün, dünyanın her yanındaki manevî hastalara ulaşma imkânını yakalamış olacağız.

Bu noktaya kadar insana manevi kârlar getirecek “niyetler” üzerinde durduk. Niyetin bir de yanlış kullanımı ve hatalı yapılışı  var. Meselâ, bir insan “meşhur olmak, yahut zenginlikte rakiplerini geride bırakmak, başkalarına üstünlük taslamak” gibi nefis ağırlıklı niyetler taşıyorsa, o kişi dünyada başarıya ulaştığı taktirde zaten ücretini de peşin olarak almış oluyor. Artık ahirette her hangi bir karşılık görmesi, ücret alması söz konusu olmuyor.

Canını tehlikeye atarak harp meydanına koşmak büyük bir  cihat ve yine büyük bir sevap kaynağı olduğu halde, bunu yapan kişinin asıl maksadı ganimet elde etmek ise bu cihattan hiçbir sevap kazanamıyor. “Nasıl bir yiğit olduğumu herkese göstereyim.” şeklindeki bir niyet de, aynı şekilde, o kişiyi cihat sevabından mahrum bırakıyor.  

* * * 

Biraz da ticaret yapan kişiyi bekleyen tehlikelerden söz edelim:

Ticaret erbabının karşısında birbiriyle ilgili ve biri diğerini doğuran altı büyük tehlike mevcut:

“Hırs,” “faiz,” “haset,” “kul hakkını çiğnemek,” “meşveretsiz hareket etmek,” “emaneti ehline vermemek.”

Birinci ve temel tehlike hırstır. Hırs kanaatin zıddıdır. Kanaat, tevekkülle yakından ilgili bir kavramdır.

Bediüzzaman Hazretleri, “Tertib-i mukaddematta “tefviz” tenbelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür.” der ve şöyle devam eder: “Semere-i sa’yine ve kısmetine rıza; kanaattır, meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.” (Mektûbat)

Buna göre tevekkülü doğru değerlendirmek, başarı için gerekli şartları eksiksiz olarak yerine getirmek ve çıkacak sonuca da kanaat etmek gerekiyor. Mevcut imkânlarını yeterli bularak tembelce oturmak ise “himmetsizlik” olarak, “hamiyet zaafı” olarak nazara veriliyor.  

Bu ölçüden saparak, “Mutlaka şu noktaya gelmeliyim, şunları ne pahasına olursa olsun elde etmeliyim.” diye hırs gösteren kişi, umduğunu bulamayınca, ruh âleminde, birtakım manevî hastalıklara kapıyı açmış ve kadere itiraz için nefsine büyük bir fırsat vermiş olur. Bu tehlikeli yola giren kişi,  hayalindeki  neticeyi  “olmazsa olmaz” bir hedef olarak belirleyince, şeytanın kendisini meşru olmayan yollara sevk etmesine de büyük bir pirim vermiş olur.

Ve artık bu hırslı adam, faiz tehlikesiyle karşı karşıyadır. Biraz sonra onunla el ele verecek, derken onunla kucaklaşacak ve bu büyük haramı rahatlıkla işleyecek kadar kalbi ve ruhu zafiyet gösterecektir.

Zekâtı, “sermayesini azaltan, rekabet gücünü zaafa uğratan ve hedefine ulaşmada ona engel olan” bir faktör olarak görmeye başlayacak ve İslam’ın beş şartından biri olan bu büyük farizayı işlemekten uzaklaşacaktır.

Faiz alıp veren kimselerin o büyük hesap günündeki halleri Allah Kelamında şöyle ifade ediliyor:

“Faiz yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar.” (Bakara, 2/275)

Faiz gibi, temeli hırsa dayanan önemli bir tehlike de “hasettir.”

Haset, başkalarında olan servet, makam ve diğer imkânların ortadan kalkmasını, onların elinden alınmasını hırsla istemektir. Haset eden kişi, o nimetlere kendisinin kavuşmasını hiç nazara almadan, sadece rakibinden alınmasını arzu eder. “Hasetle gıptanın farkı” da buradadır. Gıpta da “rakibindeki imkânlarının kendisinde de olmasını istemek” esastır; “onun olduğu gibi, benim de olsun” mantığı hakimdir. “Hasette ise benim olup olmaması çok önemli değil, yeter ki onun olmasın.”düşüncesi ağırlık kazanır.

Hasedin iki önemli zararı vardır: Birisi şahsın iç alemini huzursuz kılması, diğeri de gıybete ve düşmanlığa  yol  açması.

“Hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” (Mektûbat)

“Gıybet;  nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mal-i sâlihayı yer bitirir.” (Mektûbat)

Burada Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerini nakletmek isterim:

“Ümmetimden müflis (iflas etmiş kişi) odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından (sevaplarından)  şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.”  (Müslim)

Kul hakkına riayet, bütün Müslümanların görevi olmakla birlikte bunun en fazla ihlal edildiği saha, İslâmî esaslardan uzak olarak yapılan ticarettir.

Hırs ve rekabetle hisleri akıllarına ve vicdanlarına galip gelen kişiler kul olduklarını unutur ve Allah’ın kullarına haksızlık yapmaktan geri durmazlar. Karşılarındaki kişiler şahsi güç ve imkânlarıyla bu haksızlığa karşı koyacak halde değillerse, onlara acımasızca zulmeder, haklarını çiğnerler.  Halbuki, bu kişilerin Allah’ın kulları oldukları hatırlansa ve onlara yapılacak bir haksızlığın hesabının mutlaka sorulacağı dikkate alınsa nefisler dizginlenir, heveslere engel olunur ve zulüm ortadan kalkar.

İslâmda kul hakkının özel bir yeri vardır. Samimiyetle tövbe eden bir kişinin bütün günahları affedilmekle birlikte kul hakkı bundan istisna tutulur. Kul hakkının affı, kulun kendisine bırakılmıştır. Şehitlik dahi kul hakkını ortadan kaldırmaz.

Hacca giden bir kişi, Arafat’tan indiğinde bütün günahları affedilir. Eğer bu konuda bir şüpheye düşse ve “Acaba günahlarım affedildi mi?”diye tereddüt geçirse büyük günah işlemiş sayılır. Bunun sadece iki istisnası vardır: Kul hakkı ve kaza namazı.

Her ikisinin de telafisi mümkündür. Biricisinde kulun hakkı ödenecek ve kendisinden helallik alınacak, ikincisinde ise kılınmamış namazlar kaza edilecektir.

Kul hakkı ikiye ayrılıyor: Maddî ve manevî hukuk-u ibad.

Kişinin malına, servetine, makamına verilen zararlar onun maddî hukukunu çiğnemektir.  Gıybetinin yapılması, iftira atılması, haset edilmesi, su-i zanda bulunulması gibi günahlar ise manevî hukuka tecavüzdür.

Devlet malından haksız yere menfaat elde etmek ise bütün bir milletin hukukuna tecavüzdür ve cezası da o nispette büyüktür.

Asr-ı Saadetten ibretli bir tablo:

Sahabeden biri harpte öldürülen arkadaşının şehit olduğunu söyler.  Bunun  üzerine Allah Resulü müdahalede bulunur ve şöyle buyurur:

“Hayır!  Ben onu ganimetten haksız yere aldığı cübbe veya abaya bürünmüş olduğu halde cehennemde gördüm.” (Riyâzu’s-Sâlihin, I, 252, 268)

Devlet malını gasp ederek kısa zamanda zengin olanlara bazılarının heveslendiklerine ve “Adam işini becerdi, köşeyi döndü.” gibi sözlerle bir bakıma onları takdir ettiklerine şahit oluruz. Burada dikkate alınmayan önemli bir nokta var:

Kazanılan bir  menfaat, kişinin ruhunu alçaltıyorsa, kalbini yaralıyor, vicdanını bozuyorsa, imanına ve ahiretine zarar veriyorsa bu zehirli menfaate heveslenmek akıl kârı değildir.

Bir mağazayı soyanlar, ceplerine bir şeyler koyarlar ama ruhları “hırsız” damgasını yer. Dışardan bakanlar o ruhların perişan halini görmezler de ceplerinin kabarıklığına ilgi duyarlar.

Eli bombalı anarşist gençlerin silahlarına el koyup, kendilerine en lüks elbiseler giydirirseniz, bu defa karşınıza ihaleye fesat karıştıran bir “hırsız şebekesi” çıkar. Kalpleri bozulmamış kişiler, o birincilerden nasıl nefret ediyorlarsa, bu ikincilerden de en az o kadar nefret ederler.

Başarının üç temel unsuru:

Bediüzzaman hazretleri terakki ve asayişin üç mühim esasını şöylece tespit eder:

“Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.” (Lem’alar)

“Terakkiyat,” terakkinin çoğuludur. Ticaretteki terakki de bunun bir şubesidir ve bu üç esas ticarî hayatımız için de aynen geçerlidir.

“Mesailerin tanziminin” en güzel örneği kendi vücudumuzdadır; büyük örneği ise kâinatta.

Her organın belli özellikleri ve bununla başaracağı belli işler vardır. Bunlar İlâhî taktirle tayin edilmiştir. 

Toplu olarak icra ettiğimiz bütün işlerde mesai tanzimi ön plana çıkar. Ancak, kişiler, çoğu zaman, kendi kapasitelerini tam tespit edemez, his ve hevesin karışmasıyla, güçlerinin çok ötesindeki görevlere talip olurlar.

Bunu engellemenin yolu, meşverettir. Herkesin kapasitesi test edildikten sonra meşveretle görev taksimi yapılır. Bu iş ne kişilerin kendi heveslerine bırakılır, ne de şirket yetkililerinin münferit kanaatlerine.

Bir kişinin fikri ve tedbiri her konuda yeterli olmayabilir.  Tek çıkar yol meselelerin ihtisas sahibi ehil kişilerle meşveret edilmesidir.   

 “Aralarındaki emniyetin tesisi” şartı, özellikle şirketleşmelerde büyük önem kazanır. Bu emniyetin olmadığı ortamlarda, sermayeler birleşmez, herkes kendi gücüne göre yol alır. Kazanç asgarî seviyede kalır ve herkes  “kârdan zarar” eder.

“Teavün (yardımlaşma) düsturu” her sahada gerekli olmakla birlikte, bunu “zor durumda olan şirketlerin yardımına koşma” şeklinde anlamamız, ticarî noktada,  daha yerinde olur.

sorularlaislamiyet.com

Her Şeyin Ana Maddesi Olan Atomlara Bir Göz Atalım

Bakın, cansız şuursuz gözle görülmeyen minnacık bir vaziyette olan atomların yaptıkları işlere: Onlarda kendi Kudretini ve yaptıkları işlerde kader kaleminin nasıl işlediğini Allah bize gösteriyor. Şimdi o küçücük zerrelerden meydana gelen eserleri Allah’ın Kuvvet ve Kudretinden başka hangi sebebe verebiliriz. Biz Müslümanlar meydana gelen o muazzam ve büyük eserleri tabiatçılar gibi cansız şuursuz atomlara verme hamakatına düşemiyoruz. Çünkü bütün tohum ve çekirdeklerin elementleri hidrojen, oksijen, karbon ve azot olduğu halde, çekirdeklerin ve tohumların içlerinde atomlarla çizilen o muazzam program hiç şaşırmadan bitkilerin vücudunda Allah’ın hikmeti kendini gösteriyor. Atomlardan meydana gelen, buğday tanesi ve o buğday tanesinden, binler buğday tanesi olmasını. Küçük bir çam ağacının çekirdeği, koca çam ağacını sırtında taşımasını görünce, Allah’ın kudretini mülahaza ederken hayretten kendimizi alamıyoruz.

Böyle muazzam bir hakikatin meydana gelmesini, tesadüfen rüzgar esti atomları oralara götürdü de oldu oluştu oyuncağına havale edemiyoruz. Çünkü o zerrecik atomcukların yaptıkları işleri görünce, o işler atomların  kuvvetlerinden milyarlarca büyük yükleri başlarında taşıdıklarını görüyoruz.

Böylece o koca işler ancak Allah’ın kuvvet ve kudretine dayanarak yapılabilir kanaatine varırız. “Çünkü, her bir zerre eğer Allahın memuru olmazsa ve Onun izni ve tasarrufuyla hareket etmezse; o vakit her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hatsız bir kudreti, her şeyi görür bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, her şeye geçer bir sözü bulunmak lazım gelir. Çünkü anasırın (elementlerin) her bir zerresi, her bir cismi zihayatta (canlılarda) muntazam işler yapabilir, veya işleyebilir demek hamakattan başka bir şey değildir. Eşyanın intizamatı (düzeni) ve kavanini teşekkülatı (şekillenme kanunları) biri birine muhaliftir  (zıttır) onların niza matı (ölçüleri) bilinmezse işlenilmez; işlenilse de yanlış yapılır. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise o hizmet eden zerreler, ya bir İlmi Muhit Sahibinin ( her şeyi bilen birinin) izni ve emri ile ve ilim ve iradesi ile işliyorlar ve yahut kendilerinde öyle bir muhit (her şeyi içene alan) bir ilim bulunmak lazım gelir,” bu da imkânsızdır.     

Evet Nasıl oluyor da bir saksıdaki toprağa yüz çeşit bitki eksen, her birinin dalı, yaprağı, boyu, şekli şemalı, rengi boyası, hiç karışmadan farklı oluyor. Orada bir acı biberin tohumunu eksen zehir gibi acı olur. Aynı  saksıda bir kavun çekirdeği eksen, kokusundan tadından ağzın sulanır. Şimdi o saksıda meydana gelen akıl almaz işleri, zerre gibi küçük sebeplere havale etsek, lazım gelir ki, ya o saksıda küçük küçük, belki çiçekler sayısınca makineler bulunsun veyahut o parçacık topraktaki her bir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, ve çiçeğin çok çeşit inceliklerini canlılıklarını yapmasını bilsin. O zerre âdeta bir ilah gibi sonsuz ilmi ve sınırsız iktidarı bulunsun. Bunu aklı başında olan hiç kimse kabul etmeye yaklaşmadığına göre, Bu işleri yapan ancak ve ancak her şeyi hikmetle yaratmaya Kuvvet ve Kudreti yeten, uzaktan komandolu iş gören yaratma gücüne sahip olan  Şanı yüce Allah yapabilir demeye mecbur oluruz.

Evet o zerrenin  havada yaptığı işleri, gördüğü vazifeleri düşünen insan için o kadar hayret verici ve şaşırtıcıdır ki, tarif edilmez. Mesela bütün dünyada ki telefon, telgraf,  radyo ve cep telefonlarına getirilen sedaları ve konuşulan çok çeşit ve sayısız sesleri hiç karıştırmadan nakledildiğini aklımız kulak vasıtası ile gördüğü zaman, ne diyeceğiz? Yoksa ey hava zerresi! O minnacık vücudunla o kadar sayısız işleri başarıyla yaptığın için, ver elini ayağını öpeyim mi diyeceğiz; yoksa sen bu işlerden anlamazsın, bu işleri sana yaptıran ancak ve ancak, biz insanları çok seven, zerre ile güneşi kudret elinde tutan, ve çok ince  ölçülerle onları döndüren, çeviren ve her şeyi hikmetle yapabilme gücüne sahip olan  Allah’tan başka hiç kimse yapamaz mı diyeceyiz? Bunu siz söyleyin…

Ey aklı başında olan insan! Amerika’da veya diğer yerlerdeki yakınlarınla konuşmak için cebindeki telefonunu kulağına koyduğun zaman, her zaman olmasa da şu sözü demeye unutma ha! Aman Allah’ım ne kadar kudret sahibisin ki, bu havadaki zerrelere öyle bir emir vermişsin ki, bu kadar sesleri karıştırmadan kulağımıza getiriyorlar. Hatta o telefonu ben icat ettim diyenleri de, onların akıllarını da Zatınız icat etti. Her zaman olmasa da bazen abdest al secdeye kapan ki telefonun şükrünü eda etmiş olasın. Çünkü önceden sevdiklerinden uzun zaman mektupla haber alamazken, şimdi telefon sana aynı anda haberi ulaştırıyor. Ne diyorsun, yoksa yanlış mıyım siz söyleyin?  Sakın, bu işleri minnacık hava atomlarına verme ha! Yoksa büyük hata etmiş olursun.

Nasıl ki: Akılsız-deli gözsüz ve işitmesi olmayan bir adam Mercedes fabrikasına gidip orada muntazam işler yapsa. diyeceksin ki o kendi kendine yapmıyor. Muhakkak o işleri ona başkası yaptırıyor. Aynı onun gibi o atom için de diyeceksin ona o şişleri başkası yaptırıyor.

Bu ve buna benzer ciddi meseleleri sizinle paylaşmamın tek sebebi, hem materyalist ve natüralistlerin neticesiz boş fikirlerini öğrenmek, hem de bizi yoktan var eden Allah’ımıza karşı vazifemizi yaparken gayretli olmaya yarar ümididir.

Not: Bu gibi hakikatleri aklı gözüne inmiş materyalistlerden sormayalım mı ne dersiniz? Çünkü bu hakikatte mühim bir  ders var değil mi ?

Bu hakikati dostlarla da paylaşmaya ihmal etmeyelim!

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Kâinat Kitabı Kimi Anlatıyor? (2)

       Kainat  Gördüğünüz şu evren kitabı, kudret defterinin satırları üzerinde düzgün yazılmış bir kitapdır. Bu kitabın her bir sayfası; her şeyi saklayan, muhafaza eden Hafiz olan yazarının  büyük yansımalarını gösterir.

*Kitab-ı Mübînin mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabının sayfalarına baksan, ism-i Hafîzin cilve-i âzamını ve bu âyet-i kerimenin bir hakikat-i kübrâsının nazîresini çok cihetlerle görebilirsin.(M.NURİYE, Zühre)

         Bu kâinat kitabının her harfi kudretin bir mucizesi olduğu gibi yazılması da büyük bir mucizedir ki benzerini yazmaktan herkesi aciz bırakır. Bütün tabii sebeplerin, kendi istek ve arzularına göre iş yapabileceklerini kabul etsek bile tam bir acizlik içinde bu işleri yapamıyacaklarını itiraf edeceklerdir. Çünki bu iş sonsuz bir kudret, ilim ve ezeli bir irade işidir.

*Her kelimesi, her harfi birer mucize-i kudret olan bu kitab-ı kainatın telifinde öyle bir i’caz var ki, bütün esbab-ı tabiiye, farz-ı muhal olarak muktedir birer fail-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile o i’caza karşı secde ederek ’’Sen her türlü noksandan münezzeh ve uzaksın. Bizim hiç bir kudretimiz yoktur. şüphesiz ki Sen Azizsin, Senin kudretin herşeye galiptir; Hakimsin, Senin her işin hikmet iledir.’’  diyeceklerdir. Herbir kelimesi bütün kelimatıyla münasebettardır. Ve her harfi, bahusus zihayat bir harfi, bütün cümlelere karşı müteveccih birer yüzü, nazır birer gözü var olan bu kitabın öyle bir muzaaf iştibak-ı tesanüd-ü nazmı vardır ki, bir noktayı yerinde icad etmek için, bütün kainatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahi lazımdır. Demek sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir.(M.NURİYE, Nokta)

*kitab-ı kainattaki nazım ve nizam, intizam ve telifindeki i’caz güneş gibi gösteriyor ki, bir kudret-i gayr-ı mütenahi, bir ilm-i layetenahi, bir irade-i ezeliyenin eserleridir. (M.NURİYE, Nokta)

*ulûhiyet ve mâbudiyetin tezahürü için bu kâinatı öyle bir mücessem kitab-ı Samedânî ki, her sayfası bir kitap kadar ve her satırı bir sayfa kadar mânâları ifade eder ve öyle cismânî bir Kur’ân-ı Sübhânî ki, herbir âyet-i tekvîniyesi ve herbir kelimesi, hattâ herbir noktası, herbir harfi birer mucize hükmündedir ve öyle muhteşem ve içi hadsiz âyâtla ve mânidar nakışlarla tezyin edilmiş ve mescid-i Rahmânîdir ki, herbir köşesinde bir tâife, bir nevi ibadet-i fıtriye ile iştigal eder bir şekilde halk eden bir Allah. (A.MUSA1.Kısım)

*bu kâinatı bir kitab-ı Samedânî, bir şehr-i Rahmânî, bir meşher-i sun’-i Rabbânî olarak o câmidâtı canlandırıp birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup. (A.MUSA, 1.Kısım)

*Bu kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdır ki, mücessem bir kitab-ı Sübhânî ve cismânî bir Kur’ân-ı Rabbânî ve müzeyyen bir Saray-ı Samedânî ve muntazam bir şehr-i Rahmânî suretinde görünüyor. O kitabın bütün sûreleri, âyetleri ve kelimatları, hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve sayfaları ve satırları, umumunun her vakit mânidarâne mahv ve ispatları ve hakîmâne tağyir ve tahvilleri, icma ile, bir Alîm-i Külli Şeyin ve bir Kadîr-i Külli Şeyin ve bir Musannıfın, herşeyde herşeyi gören ve herşeyin herşeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelâlin ve bir Kâtib-i Zülkemâlin vücudunu ve mevcudiyetini bilbedâhe ifade ettikleri gibi, bütün erkân ve envâıyla ve ecza ve cüz’iyatıyla ve sekeneleri ve müştemilâtiyle ve varidat ve masarıfatıyla ve onlarda maslahatkârâne tebdilleriyle ve hikmetperverâne tecditleriyle, bil’ittifak, hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören âli bir Ustanın ve misilsiz bir Sâniin mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve kâinatın azametine münasip iki büyük ve geniş hakikatın şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetini ispat ediyorlar. (A.MUSA, 2.Kısım)

*o kitab-ı kâinatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade Kâtibinin vücudunu ve vahdetini ispat eder. Çünkü bir harf kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde, kâtibini bir satır kadar ifade ediyor.

Evet, bu kitab-ı kebîrin bir sayfası, zemin yüzüdür. O sayfada nebâtat, hayvânat taifeleri adedince kitaplar birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız, gayet mükemmel bir surette, bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor.

Bu sayfanın bir satırı, bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz.

O satırın bir kelimesi, çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime, muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince, Hakem-i Zülcelâlin medh ü senâsına dair mânidar fıkralardır. Güya çiçek açmış her ağaç gibi, o ağaç dahi, Nakkaşının medîhelerini tegannî eden manzum bir kasidedir.

Hem güya Hakem-i Zülcelâl, zeminin meşherinde teşhir ettiği antika ve acip eserlerine binler gözle bakmak istiyor. Hem güya o Sultan-ı Ezelinin o ağaca verdiği murassâ hediye ve nişanları ve formaları, hususî bayramı ve resm-i küşâdı olan baharda, padişahın nazarına arz etmek için, öyle müzeyyen, mevzun, muntazam, mânidar bir şekil almış ve öyle İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle çağır. (A.MUSA 2.Kısım)

*kâinatta ne kadar hüsün ve cemal ve kemal varsa, umumundan lâyuhadd derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemaliye ve kemâliyeyle Sâni muttasıftır (MUHAKEMAT,1.Maksat)

Bu kitabın yazarı; Hakîm, Rahîm ve Vedud’tur. O’nun bu özellikleri evren fabrikasına hareket verir. 0;Ölümlü varlıkları, ölümsüz varlıklara dönüşecek çekirdekler gibi yaratmıştır. Varlıklar, O’nun amaçlarına ve işlerine uygun davranırlar. Bu kitabın bütün harfleri, kader kalemine mürekkep, kudret dokumasına mekik olurlar. Daha henüz bilmediğimiz pek çok yüce amaç için de kitabın yazarı, kendi kudretinin gücüyle evreni harekete geçirir. Gezegenler, hayvanlar, bütün varlıklar ve atomlar ile daha küçük parçacıklar hep aynı kanun içinde hareket ederler.

Yeryüzündeki bütün canlılar, hava, su,  toprak ve ışık; O’nun rububiyetini, emir ve iradesini, ilim ve hikmetini, ihsan ve rahmetini gösterirler. Hava, su ve ışık; yeryüzündeki canlı varlıkların üzerine bir hayat kaynağı olarak yaratılmıştır.

*Hâlık-ı Hakîm ve Rahîm ve Vedûd, mukteza-yı rahmet ve hikmet ve vedûdiyet olarak kâinat fabrikasına hareket veriyor. Herbir vücud-u fâniyi çok bâki vücutlara çekirdek yapar, makasıd-ı Rabbâniyesine medar eder, şuûnât-ı Sübhâniyesine mazhar kılar, kalem-i kaderine mürekkep ittihaz eder ve kudretin dokumasına bir mekik yapar. Ve daha bilmediğimiz pek çok inâyât-ı galiye ve makasıd-ı âliye için, kendi faaliyet-i kudretiyle kâinatı faaliyete getirir. Zerrâtı cevelâna, mevcudatı seyerâna, hayvânâtı seyelâna, seyyârâtı deverâna getirir, kâinatı konuşturur, âyâtını ona sessiz söylettirir ve ona yazdırır. Ve mahlûkat-ı arziyeyi, rububiyeti noktasında, havayı emir ve iradesine bir nevi arş, ve nur’ unsurunu ilim ve hikmetine diğer bir arş, ve suyu ihsan ve rahmetine başka bir arş, ve toprağı hıfz ve ihyâsına bir çeşit arş yapmış; o arşlardan üçünü mahlûkat-ı arziye üstünde gezdiriyor. (MEKTUBAT,24.Mektup)

Yeryüzündeki bir ağaç o kitabın bir kelimesi, meyvenin içindeki çekirdek ise bir harfidir. Ve o çekirdek içinde ağacın programı yazılıdır. İşte bu örneğe bakıldığında büyük evren kitabının bütün satırları, sayfaları O’nun yazarının Hakem ve Hakîm ismini yansıtırlar. O kitabın her bir sayfasında, satırında, kelimesinde, harf ve noktasında birer mucize gizlidir.

*Ve bu bir kelime olan bu ağaçta, bir harf hükmünde olan bir meyvede bulunan bir çekirdek noktası, bütün ağacın fihristesini, programını taşıyan küçük bir sandukçadır. Ve hâkezâ, buna kıyasen, kâinat kitabının bütün satırları, sayfaları, böyle, ism-i Hakem ve Hakîmin cilvesiyle, yalnız herbir sayfası değil, belki herbir satırı ve herbir kelimesi ve herbir harfi ve herbir noktası, birer mucize hükmüne getirilmiştir (LEMALAR,30.Lema)

Evrenin her tarafında tek bir yazarın, sanatkârın imzası görülür. Yeryüzündeki hayat da ruh da O’nun varlığına ve birliğine vurulmuş bir mühürdür. Her canlı varlıkta gözlenen ince sanat, O’nu gösteren bir damgadır, bir imzadır ki her canlı adedince yazılmış birer mektuptur. Her canlı mektup; yazarlarının; Hayy, Kayyum, Vahid ve Ehad olduğunu, hayatlarıyla imza atarak gösterirler. İnsanın da yüzünde de yaratıcısının bir olduğunu gösteren bir mühür vardır.

*hayat nasıl ki kâinatın yüzünde parlak bir sikke-i tevhiddir; ve herbir zîruh dahi hayat noktasında bir sikke-i ehadiyettir; ve hayatın herbir ferdinde bulunan nakş-ı san’at bir mühr-ü samediyettir; ve zîhayatların adedince bu kâinat mektubunu Zât-ı Hayy-ı Kayyûm ve Vâhid-i Ehad namına hayatlarıyla imza ediyorlar; ve o mektupta tevhid mühürleri ve ehadiyet hâtemleri ve samediyet sikkeleridirler. Öyle de, hayat gibi, herbir zîhayat dahi, bu kitab-ı kâinatta birer mühr-ü vahdâniyet olduğu gibi, herbirinin yüzünde ve simasında birer hâtem-i ehadiyet konulmuştur. (LEMALAR,30.Lema)

         Evren denilen bu büyük kitap, nakış gibi işlenerek yazılmıştır. Her nakış, küçük olsun büyük olsun onu işleyen, bir ve tek olan Vahid, kimseye muhtaç olmayan Samed bir nakkaşının muazzam sanatını gösterir. Ve kendi diliyle, az çok O’na övgülerini sunar.

Bu kitabın her bir yazısı, her bir noktası ve her bir nakışı; Rahman ve Rahim olan yazarının güzelliklerini sergiler, ayna olup O’nu yansıtır. O’nun güzel isimlerini gösterir. O’na hürmet, övgü ve büyüklüğüne saygı gösterilmesine aracılık eder.

*O kitab-ı kebîrin herbir nakşı, küçük olsun, büyük olsun, karınca kaderince, Vâhid ve Samed olan Nakkaşının evsaf-ı celâliyesini izhar ile hamd ü senâlar eder. Ve kezâ, o kitabın herbir yazısı, Rahmân ve Rahîm olan Kâtibinin evsâf-ı cemâlini göstermekle senâhan oluyor. Ve kezâ, o kitabın bütün yazıları noktaları, nakışları, Esmâ-i Hüsnânın tecelliyat ve cilvelerine mâkes ve mazhar olmak cihetiyle, o Zât-ı Akdesi takdis, tahmid, temcid ile senâhandır. (ŞUALAR,29.lemadan 2.bab)

         Kâinat; Allah’ın güzel isimlerini gösteren birçok aynadan oluşturulmuştur. Hallak ismi; varlıkların yoktan yaratılmasını, Rahman ve Rezzak ismi ise; rızka ve merhamete muhtaç canlıların yaratılmalarını isterler. Allah’ın bazı isimleri ise o kadar geniş manalar ifade ederler ki diğer isimlerin manalarını da içinde barındırırlar. Bunlara İsm-i A’zam denir. O’nun bütün güzel isimleri hakikidir, bazıları bazı isimler içinde gölge değillerdir.

*esmâ-i İlâhiyenin herbiri ayrı ayrı birer ayna ister. Hem meselâ Rahmân, Rezzâk, hakikatli, asıl oldukları için, kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcudatı ister. Rahmân, nasıl hakikî bir dünyada rızka muhtaç hakikatli zîruhları ister; Rahîm de, öyle hakikî bir Cenneti ister. Eğer yalnız Mevcud ve Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad isimleri hakikî tutulup öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa, o esmâya karşı bir haksızlık hükmüne geçer.(18.Mektup)

*Cenâb-ı Hak, Hallak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor .(18.Mektup)

*saltanat-ı ulûhiyet, Rahmân, Rezzâk, Vehhâb, Hallâk, Fa’âl, Kerîm, Rahîm gibi pek çok esmâ-i mukaddeseyi hakikî olarak iktiza ediyor. O hakikî esmâ dahi, hakikî aynaları iktiza ediyorlar. (18.Mektup)

* mevcudat, evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi, Cenâb-ı Hakk’ın âsârıdır. “Heme Ost” değil, “Heme Ezost”tur. Yani herşey O değil, belki herşey Ondandır. (18.Mektup)

Kâinatta hiç durmadan devam eden hayretverici bir faaliyet vardır. Hiçbir şey durmuyor, daima dönüp tazeleniyorlar. Bunların sebebi o güzel isimlerde yatar. Çünki onlar daima görünmek , kendilerinin nakışlarını aynalarda göstermak isterler.

*Esmâ-i Hüsnâsının had ve hesaba gelmez envâ-ı tecelliyâtı var. Mahlûkatın tenevvüleri, o tecelliyâtın tenevvüünden geliyor. O esmâ ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani nakışlarını göstermek isterler. Yani, nakışlarının aynalarında cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen feânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye mânidar yazmak ve herbir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes ile beraber bütün zîşuurların nazar-ı mütalâasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler. (18.Mektup)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.org

Kâinat Büyük Bir Kitaptır

          Yazı, icat edildikten sonra insanlar düşüncelerini yazıya dökmüşler, nice eserler yazmışlardır. Günümüze kadar her dilde, sayısız, küçük, büyük kitaplar yazılmıştır ki kendini okuyacak okuyucuları beklemektedir.

Borges, ’’Dünyada okunmayı bekleyen o kadar çok iyi kitap var ki’’  diyor. Öyleyse hangi kitaptan okumaya başlamalıyız? İnsanlar yazının icadından önce de, sonra da evrene bakıp onu anlamaya çalışmışlar, onu okumaya gayret etmişlerdir. Dünyada kâinat kitabından daha güzel, daha anlamlı bir kitap var mı ki, ondan başlayalım? Yok, öyleyse ilk önce, kâinat kitabını okumaktan başlamalıyız.

            Kâinat adı verilen bu kitap; kader kalemiyle zamanın yaprakları üzerine yazılmış ve kudret eliyle yapılmıştır. İçindeki harika sanatlarla büyük bir kitap olarak okuyucuya sunulmuştur.

*kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kainatın (SÖZLER,10.Söz)

*kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi (SÖZLER,12.Söz)

*kitab-ı kainattaki intizamat-ı san’atı (SÖZLER,13.Söz)

*o san’at bir kitap suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden, (MEKTUBAT,20.Mektup)

            Kâinat kitabının içindekilerini doğru okumak, manalarını anlamak ve yaratılış delillerini iyi tefsir etmek gerekir ki o kitabın yazılma sebebi anlaşılsın.

*kitab-ı kebirin manalarını ve ayat-ı tekviniyesinin hikmetlerini tefsir edecek (ŞUALAR,15.Şua)

         Bu büyük kitap; bildiğiniz kitaplara benzemez. Evrende bulunan her şey o kitabın hikmetli küçük kitapçıklarıdır. Bu büyük kitabın bir harfi yüz kelime kadar, bir kelimesi yüz satır kadar ve bir satırı bin bölüm kadar ve bir bölümü de binlerce küçük kitap kadar anlamlar taşır.

*Hem bütün kâinatı envâıyla beraber bir kitab-ı kebîr-i hikmet ve öyle bir kitap ki, her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her babı binler küçük kitap hükmüne getiren (ŞUALAR,4.Şua)

Yeryüzü, bu evren kitabın bir tek sayfası, bahar mevsimi ise bir formasıdır. Her ilkbaharda üçyüzbin ayr ayrı kitaplar halinde bitkiler ve hayvanlar birbiri içinde hatasız, yanlışsız, karıştırmadan, şaşırmadan mükemmel ve muntazam bir tarzda yazılır. Bazen ağaç gibi bir kelimede bir kaside, çekirdek gibi bir noktada kitabın tam fihristesini yazan bir kalem olduğunu gözümüzle görürüz. İşte bu evren kitabı çok anlamlı ve her kelimesi hikmetli büyük bir kitap olarak yazılmıştır.

*bu kâinat kitab-ı kebîri ki, birtek sayfası olan zemin yüzünde ve birtek forması olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak, mükemmel, muntazam ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam bir fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur’ân-ı ekber-i âlem.   (ŞUALAR,11.Şua)

Bu büyük evren kitabı içinde sayısız küçük kitapçıklar yazılmıştır. Bütün mevcut varlıkların hayatı; geçmişleriyle birlikte Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübinde kayıt altına alınmıştır.

Bu kitabın yazarı, ağaçların programlarını çekirdeklerinde ve insanların geçmişini hafızalarında yanlış yapmadan yazdırmıştır. O’nun ilmi çok geniş olup her yazılmış varlığa çok hikmetler koymuştur. Hatta her bir ağacın meyveleri adedince sonuçları olabilir. Her canlıya parçaları, hücreleri sayısınca faydalar koyabilir. Örnek olarak insanın diline konuşma, yutma ve gıdaların çiğnenmesine yardım gibi birçok vazifeler vermekle beraber gıdaların tatları adedince onları alan tat cisimcikleri koymuştur.

*kâinatı, eczaları adedince risaleler içinde bulunan bir kitab-ı kebir hükmüne getiren ve Levh-i Mahfuzun defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübînde, bütün mevcudatın bütün sergüzeştlerini kaydedip yazan ve umum çekirdeklerde umum ağaçlarının fihristlerini ve programlarını ve zîşuurun başlarında bütün kuvve-i hâfızalarda, sahiplerinin tarihçe-i hayatlarını yanlışsız, muntazaman yazdıran ilminin her şeye ihatasına ve her bir mevcuda çok hikmetleri takan, hattâ her bir ağaçta meyveleri sayısınca neticeleri verdiren ve her bir zîhayatta âzâları, belki eczaları ve hücreleri adedince maslahatları takip eden, hattâ insanın lisanını çok vazifelerde tavzif etmekle beraber, taamların tatları adedince zevkî olan mizancıklarla teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyenin her bir şeye şümulüne; hem bu dünyada numuneleri görülen celâlî ve cemâlî isimlerinin tecellileri daha parlak bir surette ebedü’l-âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde numuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şâşaalı bir surette dâr-ı saadette istimrarına ve bekasına ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına bi’l-icmâ, bi’l-ittifak şehadet ve delâlet ve işaret ederler. (ŞUALAR,3.Şua)

         Bu büyük evren kitabının bir harfini yazmak için hepsini yazacak, sonsuz bir gücü olmalıdır. Çünki her bir harf her bir cümleye bakar, özellikle canlı bir varlık harf hükmündedir, diğer bütün varlıklarla ilişkilidir, ondan ayrılamaz. Hepsi bir bütünün parçalarıdır.

*Bir zerreyi îcad etmek için bütün kâinatı îcad edecek bir kudret-i gayr-i mütenâhî lâzımdır. Zîrâ, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın herbir harfinin, bâhusus zîhayat herbir harfinin herbir cümlesine müteveccih birer yüzü ve nâzir birer gözü vardir. (A.MUSA, İmani ve hakiki güzel Mektuplar)

Bu büyük evren kitabı ve varlıkların çeşitli mektupları, sadece bir kez yazılmış, sabit ve değişmez şeyler değildir. Bu kitap, devamlı devamlı yeniden yazılan ve bir anlam taşıyan,  herbir sayfasında ise yazılmış binlerce mektup bulunduran bir kitapdır.

 *kâinat kitab-ı kebîrini ve mevcudatın muhtelif mektubatını ânen feânen tazelendirmek, yani yeniden yeniye mânidar yazmak, yani birtek sayfada ayrı ayrı binler mektubatı yazmak (MEKTUBAT,24.Mektup)

Evren adı verilen şu büyük kitabın her bir harfi, özellikle de canlı olarak gördüğümüz her bir varlığın, her şeye bakan bir yüzü ve her şeye nezret eden bir gözü vardır. Her bir varlık diğerine bakar, onunla irtibatlı ve hepsi bir düzen ve intizam içinde birbirleriyle bağlıdır.

            Evrenin meydana gelmesi, atomlara ve atomaltı parçacıkların yaratılmasına bağlıdır. Ve gerek ilk yaratılışta gerekse ondan sonra, atomlar ve atom altı parçacıklar; devamlı değişim, hareketlilik, düzen ve bir intizam içindedir. Bu değişim, titreşim ve hareketlilik; ancak kudret kalemiyle yazılabilir.

*Tahavvülât-ı zerrât, Nakkaş-ı Ezelînin kalem-i kudreti, kitâb-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizâzâtı ve cevelânıdır (SÖZLER,30.Söz)

        Bu büyük evren kitabı, bir ve tek olan, kimseye ihtiyaç duymayan yazarının, kudret kalemiyle yazılan ve içinde yeryüzünden gökyüzüne kadar anlamlar yüklü olan, mucizevî bir kitaptır.

*şu kitab-ı kainatı kalem-i kudret-i samedaniyenin yazması ve zat-ı ehadiyetin mektubu (SÖZLER,22.Söz)

*kâinat baştan başa gayet mânidar bir kitab-ı Samedânî ve mevcudat ferşten Arşa kadar gayet mucîzane bir mecmua-i mektubat-ı Sübhaniye (ŞUALAR, 2.Şua)

Dr. Selçuk Eskibuçuk

www.NurNet.org

Ben Diyarbakır’ım! (Şiir)

 Kültür ve tarih şehriyim.

Anadolu’nun Yurt olduğu yaklaşık 50 uygarlıktan 26’sinin izi var bende.

O günden günümüze tarihi, kültürel, estetik ve sanatsal şahsiyetime izin vermeden ulaşabilmeyi başarmış bir kentim.

Ben Diyarbakır’ım,

Peygamberler, Nebiler ve Sahabeler kentiyim.

Bende 6 Peygamber ve 27’si şehit 541 Sahabe yatmaktadır. Mekke ve Medine’den sonra en çok Sahabe bağrımda barınmaktadır.

Ben Diyarbakır’ım,

Dünyanın Çin Seddi’nden sonra en uzun, en geniş ve en sağlam yaklaşık 9000 yılı aşkın bir geçmişe sahip Surlarla tanınıyorum.

Bu surlar insanlık tarihinin en büyük miraslarından biri olup, hiç kuşkusuz görülmeye değer yerlerin başında gelir.

Yapısı, sağlamlığı, taşıdığı yazıtlar, kabartmalar ve şekillerle dikkati çeken 12 değişik dönem yazıtlarını okumak mümkün.

Ayrıca, Bin yıllarca eskiye uzanan, içine çocukların sığabileceği büyüklükte Karpuzlarım var.

Ben Diyarbakır’ım,

M.Ö. 14. Yüzyıldan günümüze kadar Amed,  Amid, Amidi, Amida, Karaamid, Hamid, Karahamid, Diyar-i Bekr, Diyarbekir ve Diyarbakır isimleriyle anılmışım.

Ben Diyarbakır’ım,

Tarih öncesi dönemlerden itibaren her devirde önemini korumuş, Anadolu ile Mezopotamya, Avrupa ile Asya’ya doğal bir geçiş yolu, bir köprü görevini yapmış ve çeşitli uygarlıkların tarihi ve kültürel mirasını günümüze kadar taşımışım.

Ben Diyarbakır’ım,

Şark Bülbülü Celal Güzelses’in nağmelerini dinleyip, Gazi Köşkü’nde, Hevsel Bahçeleri’nde, Ben-u Sen’de ve Fis Kayası’nda dantel dantel işleyen inceden inceye yürekte yanar közüm.

Hele gün batımında kirpikleri ıslanarak yüreğine sızı düşen gurbetçilerin gönlünde yatan özüm.

Ben Diyarbakır’ım,

Havamı, suyumu ve toprağımın kokusunu hisseden, uykuları kaçan ve beni rüyalarında gören gönül dostlarının gerçek dostuyum.

Ben Diyarbakır’ım,

Tarih boyunca 26 medeniyete beşiklik ettim, otuz medeniyeti emzirdim. Besledim, büyüttüm. Tarihin her döneminde önemli oldum. Siyaset merkezi oldum. İdare Merkezi oldum. Ticaret Merkezi oldum, Sanat ve edebiyat merkezi oldum.

Ben Diyarbakır’ım,

İmajım, dün olduğu gibi bugün de barış, kardeşlik, huzur ve hoşgörü üzerine kuruludur. Dünyanın birçok şehrinin kıskanacağı tarih zenginliğine sahip, evrensel kültürün oluşturduğu tüm ortak paydaları bünyemde barındırmaya ve toplumsal kalkınmamla huzur ve refah başta olmak üzere ülkenin en gelişmiş kentlerinden biri olmaya devam ediyorum.

Ahmet TANYERİ

DİYARBAKIR

www.NurNet.org