Etiket arşivi: sanat

Gurbet, Din ve Sanat ve Sanatçı

Gurbet düşünce tarihinin
ana temalarından biri,
peygamberler, veliler,
büyük yazarlar gurbeti
yaşamışlar, birçoğu
gurbette ölmüş.

Psikanalizde gurbet insan zihni üzerinde olumsuz, ayrıca üretici zekâlar üzerinde olumlu izleri olan bir durumdur.

Hz. Peygamber ASM Mirac’a giderken ilk duraklarından biri Medine’dir Cebrail orada ona “Sen buraya göç edeceksin” derken, hayatındaki gurbeti haber verir. Peygamberlik geldiği yıllarda da vatanından gurbeti ihtiyar edeceği söylenir. Varaka İbn-i Nevfel tarafından. Varaka “Hiçbir peygamber yok ki vatanından çıkarılmasın” Burada çıkarılmak, sürgün veya gurbeti ihtiyar etmek insanın düşüncelerini mayalayan ve geliştiren bir çok yönlü zihinsel fon, itici ve üretici bir tutumdur.

Dostoyevski’nin Sibirya sürgünü, onun romanlarındaki bütün tipleri toplamak için bir üretici tutumdur, yazar ilk yıllarda bunu anlamaz, ama daha sonra anlar. “ Kader beni romancı yapmak için bu sürgünü bana uygun görmüş “ der.

İNSANIN KENDİNE EN BÜYÜK DÜŞMANLIĞI

İnsan dostları arasında kendisine en büyük düşmanlığı eder, kabiliyetlerini gündelik işlerle, oyunla oynaşla geçirir, zahiren güzel bir durumdur ama böyle zekâlar üretici zekâlar olamazlar.

Bu yüzden büyük insanlar hep gurbete atılmışlar, gurbeti terk edip insanlarla ülfet ettiklerinde ise üretici yanlarını kaybetmişler, bir debdebe ve şatafatın içine düşmüşlerdir, arının kovanındaki balda boğulması gibi .

Edebiyatımızda gurbet konusunda çok şiirler söylenmiş ve çok şarkılar türküler bestelenmiştir.

Gurbet o kadar acı ki
Ne varsa içimde
Hepsi bana yabancı
Hepsi başka biçimde
Der şairin biri , içindeki gurbeti haber verir ki üretimin maya ve hamuru o içindeki gurbettir.
Süleyman Nazif Malta adasına sürgün edilir İngilizler tarafından, orada ünlü Daüssıla şiirini yazar.
Bu şeb de cuşiş-i yâdınla ağladım durdum
Gel ey kerime-i tarih olan güzel yurdum
Şaire bu mısraları yazdıran gurbetin tesiri ile ağlamasıdır. Bütün şiir gurbeti anlatır sanatlı bir biçimde.
Ufukların nazarımdan nihan olup gideli
Bu fenanın karardı her şekli

SON DEVRİN GARİPLERİNDEN BEDİÜZZAMAN

Gurbet teması üzerinde duran son devrin en büyük gariplerinden biri Bediüzzaman’dır. Bediüzzaman’ın büyük sanatçı kimliği gurbetten büyük oranda enerji almıştır. Bütün ömrü boyunca gurbeti yaşamıştır, Burdur’da küçük bir camide yalnız yaşamıştır, orada ilk defa yeni dönemin eserlerinin başlangıcı olan Nurun İlk Kapısın yazmıştır.

İlk gurbet , ilk büyük eser, Nurun İlk Kapısı daha sonraki eserlerinin fidanlığı gibi bir eser. Dil sadedir, Meşrutiyet öncesi ve sonrası yazdığı eserlerindeki hava onda yoktur.

Burdur’dan sonra gurbet daha koyulaşır, Barla’nın dağları yeni gurbet mekânıdır, Bediüzzaman’ın zihinsel ve görsel kütüphanesidir Barla. Haşir ve daha birçok risaledeki kapılar Barla gurbetinden ahirete ve imana açılan kapılardır. Haşirdeki işaret ve hakikatler, suretler hep Barla gurbetinin varlık ötesine açılan kapılarıdır.

Bunları İstanbul ‘da boğazda bir yalıda yazamazdı, veya Van ‘da .

RAHAT ZAHMETTE ZAHMET RAHATTADIR

Hastadır Bediüzzaman, gurbettedir Bediüzzaman, zulmün kıskacındadır Bediüzzaman onlar olmasaydı o da olmazdı. Sıradan insanlar hasta iken dağıtır, bir şikâyet deposu olur, ama büyük zatlar öyle değil.

Yarab garibem, bikesem, zaifem, natüvanem, alilem , acizem , mededhahem zidergahet ilahi ,

Bu hikâyet olan şikayet işte Bediüzzaman’ın altın ve fildişi kulesi, gurbette olan zaif olan medet ister, medet üretici bir medet ister, elinden tutmuştur Allah , eli milenyumun en büyük eserlerini vermesine neden olmuştur. Daha nasıl medet etsin, “ rahat zahmette zahmet rahattadır” işte onun rahmet eseri olan eserleri bu zahmetten doğmuştur.

Proust küçük bir odada duvarları yalıtılmış bir odada yüzyılın en büyük romanını yazmıştır yedi cilt. Geçmiş zamanın Peşinde roman bitince zihinsel gurbeti bitmiş ve ölmüştür.

Sanat gurbet çanağında mayalanır, gurbeti terk eden çanağını kırar ve mayasını dağıtır. Bu yüzden Hoca Efendi gurbeti terk etmez.

HÜZÜN SANATIN VE DİNİN KAYNAĞI

İnsan günlük hayatta sürekli tekrar ettiği metinleri evinde okuması ile gurbette okumasının tesirleri farklıdır. Gurbet zihne ve düşünceye farklı bir boyut verir, hüzün sanatın ve dinin kaynağı.

Peygamberimiz “Kur’an’ı hüzün ile okuyun” demiş, Bütün bunlar gurbetin ve hüznün düşünceye küşayiş vermesi ile izah edilebilir

Bediüzzaman kendini renkli gurbetler içinde görür. Dünyayı bir gurbet olarak ifade eder, Nasıl insan gurbetten ülkesine dönerse ölüm de bu gurbet olan dünyadan gerçek vatana göçtür. Bu yüzden Salihler bir an önce göçmek istemişler, Bediüzzaman, Resulullah (ASM)Hazret-i Yusuf bu kabileye dahildir.

BEŞ MUHTELİF RENKLİ GURBET

“ Gayretli arkadaşlarım ve dünya denilen diyar-ı gurbette medar-ı tesellilerim!

Madem Cenâb-ı Hak sizleri, fikrime ihsan ettiği mânâlara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki: Şu iki üç aydır pek yalnız kaldım. Bazen on beş yirmi günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır dağcılar yakınımda yok dağıldılar. İşte gece vakti, şu garibâne dağlarda, sessiz, sedasız, yalnız, ağaçların hazinâne hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.

Birincisi: İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş’et eden hazin bir gurbeti hissettim. (Mektubat)

Bediüzzaman özellikle iç içe gurbetler yaşamıştır, Allah onu bu iç içe gurbetlere iterken onun fikren terakkisini hazırlamıştır. Onlardan biri de Kostruma’daki gurbettir. O gurbeti hayatın gözünde nurlu siyahlık olarak görür ki insan gözünün siyah kısmı görür, beyaz kısmı değil. İşte ona gurbetin katkısı bu verdiği örnektir. Oradaki hayatını gurbet adesesinden yorumlar.

HÜZÜNLÜ, RİKKATLİ, FİRKATLİ, UZUN GURBET GECESİ

“Vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip,
yokluğa kanat açıp,
Şevk ile her dem uçup,
çağırırım dost, dost!
diye dostları arıyordu. Her neyse…

O hüzünlü, rikkatli, firkatli, uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlâhîde zaaf ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilâf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binaen gelen inâyet-i İlâhiye ile harika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek harika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilât ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim.

GURBETİN VERDİĞİ GÜÇ

Fakat o Volga Nehri kenarındaki camideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki, bakıye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaîsine karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gideceğim; yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim. Fakat maatteessüf, İstanbul’daki ciddî ve çok ahbap ve İstanbul’un şâşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı”(Lem’alar)

Bu metinde de gurbet gecesinin onun duasına verdiği gücü anlatır, o sayede duası kabul olmuş ve kaçarak Türkiye’ye gelmiştir. Acaba onun Rusya ‘daki gurbeti ona neler kazandırmıştır, Allah bilir. Ama bu kadar büyük bir adamın her hali, hayatının her safhası onun eserlerine ve ruhuna ve ifadesine büyük güç katmıştır.

Bediüzzaman’ın bir gurbeti veya gurbetini keskinleştiren bir saik de akrabalarının olmayışı ve onlardan uzak oluşudur. Akrabalar da insanın fikren gelişmesine engel bir durum olduğu için Allah onu onlardan da uzak tutmuştur. Sanat harici âlemden gözünü kesmek ve içine dönmek ile mümkün, bütün sanatçılar deruni psikolojilere sahiptir, dış dünyanın, ailenin, çevrenin, hürmetin insanı oyalayan tarafı yüzünden Bediüzzaman bu olumsuz saikten de uzaktır.

İHTİYARLARIN GURBETİNE ÇARELER

Annesinin ölümü, kardeşinin oğlunun ölümü, onu tahrib eder, Barla’nın derelerinde bu teessürat yüzünden garibane dolaştığını anlatır. Ama Allah ona çok koyu bir gurbet ihsan etmiştir, ilgisini dağıtacak ruhsal konsantrasyonunu bozacak her türlü halden ve olaydan, kişilerden uzak tutmuştur.

Bediüzzaman üdebanın bir kimsesizlik olarak yorumladığı gurbeti bütün safahatıyla yaşamış, onun karanlığından dinin beyazlığına, inancın ümit atmosferine sığınmış ve ihtiyarlara da gurbetin elemini def için telkinlerde bulunmuştur.

“Altıncı Mektupta izah edildiği gibi, o gece, ıssız, sessiz, yalnız, ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sadâ, bir ses, rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu.

İhtiyarlık bana ihtar etti ki:

Gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi; öyle de, senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılâp edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi: Evet, ben vatanımdan garip olduğum gibi, bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbettir. Ve bu gece ve dağın garibâne vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yakınlaşıyorum ki, bütün dünyadan birden mufarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor. Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradım. Birden, iman-ı billâh imdada yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki, bulunduğum muzaaf vahşet bin defa tezâuf etseydi, yine o teselli kâfi gelirdi. Evet, ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlıkımız var; bizim için gurbet olamaz. “(Lemalar)

SAFİ HALİS BİR KUR’AN HİZMETİ

Bediüzzaman bu gurbetlerin kendisine katkısını ifşa eder. Bütün bunlar ona iman hizmetini safi yaptırmak ve boş işlerle meşgul etmemek içindir. İşte gurbetin katkısı budur ona .

“Hattâ, şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilâfında tecerrüdüm ve meşrebime muhalif, yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim; ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim, doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’âniyeyi hâlis, sâfi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır. Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında bir dest-i inâyet tarafından merhametkârâne, Kur’ân’ın esrarına hasr-ı fikr ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim. Hattâ eskiden mütalâaya çok müştak olduğum halde, bütün bütün sair kitapların mütalâasından bir men, bir mücanebet ruhuma verilmişti. “ (Barla L)

Gurbeti peygamberimiz de tebcil eder.

Dinin garip olarak doğduğunu ve gariplerin eliyle ilerlediğini belirtir, ve insanlara da bu dünyada bir garip gibi yaşamayı teşvik eder.Çünkü hayatı peygamber oluncaya kadar bir düşünsel gurbettir, anlaşılıncaya kadar bir ictimai gurbettededir, Medineye’ye göçü bir gurbettir. O uzun süre öz yurdunda garip gibi gurbette yaşamıştır. Bu gurbetin düşünceler üzerindeki gücünden kaynaklanır.

Necip Fazıl da

Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya
Derken, yaşadığı dönemdeki düşünsel yalnızlığını ve garipliğini ifade eder.

Bediüzzaman kendini bir gurbetzede olarak görür, ama bütün bu gurbetlerinde kendisi ile ünsiyet ettiği şey arkadaşları ve kitaplarıdır. Bütün bağlılığı dünyanın alâyiş ve nümayişi değil, şöhreti görüntüsü değil kitaplarıdır. Onların her biri için hayatını tereddütsüz feda etmeyi yerinde görür.Gurbet büyük adamların doğum sancısıdır, ondan uzak düştüklerinde üretmeyen tek düze hale gelirler.

Prof. Dr. Himmet Uç

Mimarlık Sanatının Doruğu “Koca Sinan”

Mimar Sinan’ı elbette en iyi anlatacak olan onun şu günümüze kadar ulaşan eşsiz eserleridir şüphesiz. Biz de merhum Ziya Paşa’nın dediği gibi; “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz, / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” diyoruz ve yazımıza başlıyoruz.

Sinan’ın bütün eserleri adeta bir sanat harikası… Ama bu eserler arasında bir eser var ki Mimar Sinan ‘375 sanat ve marifet üzerine yapılmıştır’ dediği Selimiye Camisi’dir. Aynı zamanda “Şehzadebaşı çıraklık, Süleymaniye kalfalık, Selimiye ise ustalık eserimdir.” der ve ekler “Süleymaniye’de yakalayamadığım sesin akustik sistemini Selimiye’de yakaladım.” Bu konuya aşağıda değineceğiz.

Dünyanın yedi harikası oylamaya sunulduğu zaman nedense hep Ayasofya’dan bahsedilir ülkemizin sınırları içerisinde. Mimar Sinan’ın “Ustalık eserim” dediği Selimiye Camisi oylamaya bile dâhil edilmez. Seçimler biter ve yedi harika açıklandıktan birkaç gün sonra bazı gazetelerde “Yedi harikadan biri Edirne Selimiye Camii olması lazımdı” yazılarına rastlarız çoğu zaman. Bu da gösteriyor ki sadece yazarlarımız kendi imkânları ile tanımış bu harikulade eseri, hala vatandaşlarımıza tanıtamamışız.

Aslında Ayasofya’nın da hakkını yememek lazım. Çünkü Mimar Sinan’ı ateşleyen, bu eser için söylenen sözler olmuştur şüphesiz. “Ben Mimar Sinan” isimli yazısında Turgut Özakman şu ifadeleri kullanır:

“Tarih diyor ki: Doğu Roma İmparatoru Justinyanos, Ayasofya kilisesinin, eski İsrail Kralı Süleyman’ın Kudüs’te yaptırdığı ünlü tapınaktan daha büyük olmasını istemiş. Rivayet edilir ki bina bitince İmparator Justinyanos, kubbenin altında durmuş ve şöyle bağırmış: “Ey Süleyman! Seni yendim!

Mimar Sinan’ın zamanında ve öncesinde söylenen bazı sözlerse Sinan’ın dilinden şöyle yansır: Avrupa’nın mimar geçinenleri “Ayasofya kubbesi gibi büyük bir kubbe İslam Âleminde yapılmamıştır. Müslümanlara karşı galebemiz vardır” derlerdi. Yanlış görüşlerince o kadar büyük bir kubbeyi durdurmak son derece zordur. “Benzerini yapmak mümkün olsa yaparlardı” dedikleri bu zavallının yüreğinde bir ukde olup kalmıştı.

İşte bu sözler Sinan’ın içindeki kıvılcımı ateşler, yine kendi ifadesiyle “Ayasofya kubbesinden altı zira daha yüksek ve çevresini dört zira daha geniş” olan kubbeli eseri Selimiye Camisi’ni yapar.

Cami yapıldıktan sonra ne yaptıran 2. Selim ne de Mimar Sinan cami içerisinde “Ey Justinyanos! Seni yendim!” diye bağırmamışlardır. Ve yine latif bir hatıradır ki 2. Selim Mimar Sinan’ı Ayasofya’nın tadilatı için görevlendirir. Sinan önce kubbede tadilat yapar ve daha sonra Ayasofya’ya minare yaptırır ve der ki “Ayasofya elbette ki çok ihtiyarlamıştı, yaptırdığım minareler ile kollarının arasına iki baston koymuş oldum, böylelikle Ayasofya da kıyamete kadar baki kalacaktır.

Bir Japon mimarı Edirne’ye geldiği zaman Selimiye Camisi’nde kubbenin altına uzanır, bunu gören görevliler Japon’un yanına gelir ve “Ne için burada uzanıyorsunuz” diye sorar. Japon ‘Kubbenin düşmesini bekliyorum’ der. Görevliler, yüzyıllardır kubbenin bu şekilde durduğunu anlattıkları zaman Japon mimar çok şaşıracaktır.

Caminin sanatını anlamak için mimar olmaya gerek yok. İsterseniz avam gözüyle camiye biraz bakalım. İstanbul istikametinden Edirne’ye girdiğimiz zaman Edirne semalarında iki minarenin yükseldiği görünür. Selimiye ise dört minarelidir. İki minare görünmesinin sebebi ise minarelerdeki simetridir. Dayezade Mustafa Efendi, Risale-i Selimiye‘sinde bu durumu “Seferlerde farzlar kısaltılır, bu da Cenab-ı Hakkın insanlara sunmuş olduğu kolaylıktır. Farzları dört değil iki kılabilirsiniz” diyerek bu dört minarenin iki görünmesinin hikmetini anlatır. Dört minare Edirne’nin çevresinden iki ve üç olarak simetrik bir şekilde görüldüğü ortaya çıkar, sanki bir kare çizilmiş dört köşesine aynı boyutta dört minare.

Şimdi caminin tam karşısındayız. Selimiye adeta maketten yapılmış büyük bir mimariyi andırıyor. İnsanın aklı almıyor böyle bir mimari sanat olabilir mi diye? Hatta Selimiye’yi gören bir kısım insanlar “Bu eser bir insan yapısı değildir, gökten inme bir mabettir” demişlerdir. Caminin bazı kapılarında zincirlerin olduğunu görürüz. Başını eğmeden geçemezsin o zincirlerden. Bu zincirlere bazıları “Enaniyet Zinciri” der. Eskiden padişahlar bile bu zincirlerden başını eğip geçerlermiş. Bu zincirler huzur makamına girişteki ilk adım olarak ifade edilir ayrıca padişahım sen büyüksün ama unutma ki senden büyük Allah var sözünün sembolik hali olmuştur. Bazı zamanlar bu sözleri padişah camiye girerken kenara dizilmiş küçük talebelerden işitirlerdi “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var.”

Şimdi içerdeyiz. İlk dikkatimizi çeken camideki ses sistemi oluyor. Küçük çocuklar sesten memnun kalmışlar ki içeride annelerin sinirlenmesine inat, bir köşeden bir köşeye bağıra çağıra koşuşturuyorlar. Sinan’ın “Sesin netliğini Selimiye’de yakaladım” dediği akustik harika. Süleymaniye Camisi inşa edilirken Sinan’ın mihrapta nargile içtiği söylentisi yayılır. Bu söylenti, Kanuni’ye kadar varır. Kanuni, söylentiyi duyunca pek ihtimal vermez. Sinan gibi muhterem bir insanın camimin inşaatı sırasında mihrapta nargile içmesi hürmetsizliktir, o bu hürmetsizliği yapmaz der, fakat buna rağmen bir gün ansızın inşaata baskın yapar. Bakar ki, Sinan gerçekten de mihrapta nargile tokurdatıyor.

Mimarbaşı ne yapıyorsun burada?” der Kanuni.

Sultanım, görüyorsunuz ya, nargilemi tokurdatıyorum” diye cevap verir Sinan.

Mimarbaşı, camide nargile içilir mi, sen bu işi yapmazdın?” diye Kanuni sinirli bir şekilde sorar.

Sultanım dikkat edin, nargilemde tömbeki, tütün yoktur. Sadece suyun kaynamasından meydana gelen sesin camii içerisindeki sesin dağılımını kontrol ediyorum. Bu sayede hoca mihrapta namaz kıldırırken sesi camii içerisinde her bir yandan rahatlıkla duyulabilecek.” der Sinan. Süleymaniye’de başladığı bu akustik sistemi Selimiye Camisi’nde tam manasıyla ve daha az küp kullanarak elde etmiştir. Yerden yükselen ses aşağıya doğru sekiz kat daha artarak iniyor. Ama ne yazık ki tadilatlar Sinan’ın ses sistemini hırpalamaya yetmiş artmış bile. Ama hala akustik sistem kendini hissettirmekte.

Kışın gittiyseniz caminin içi ve yerlerin soğuk olduğunu göreceksiniz. Hâlbuki Sinan camiyi yaptığı zaman yanına inşa ettiği hamamın sularını caminin altından borular vasıtasıyla geçirip camiyi ısıtıyordu. E cami kadar ömrü yokmuş hamamın, Balkan Savaşları, Dünya Savaşları derken hamam sizlere ömür. Şu sıralar hamamı tadil ediyorlar, ama eski sistem geri gelir mi, meçhul. Unutmadan bu borular ile caminin depreme karşı tedbiri de alınmış oluyor. Mihrabın yanında bulunan iki silindir ile caminin dengede olup olmadığını yani depremden sonra yerinden oynayıp oynamadığını tahmin edebilmek için yerleştirilmiş bir sistemde mevcut. Bu arada silindirler dönmüyor şimdi. Korkmayın cami yerinden oynamadı. Bizim meraklı milletimizin silindirle oynamasına dayanamayan görevlilerimiz silindirin arkasını harçla kapamışlar. Hem merakta etmeyin “Kıyamet kopsa bile cami çökmeyecek” diyor Sinan. Rivayetlere göre Selimiye kare gibi yana yatıp yıkılacak, şayia manasındaki rivayetlerden bu.

Tek parçadan olan 25 basamaklı şahane bir minber karşımıza çıkar. 2. Selim, Sinan’dan minberin altın yapmasını ister. Sinan ise “Padişahım! Bu devirde altının alıcısı çoktur. Bir bıçak tedarik edip az zamanda bu minberi harap eder çalarlar. Ben öyle bir minber yapayım ki altından kıymetli olsun.” der.

Caminin arka iki minaresinde üç değişik yol vardır. Birinci yol bir ve üçüncü şerefeye, ikinci yol iki ve üçüncü şerefeye, üçüncü yol direkt üçüncü şerefeye gider ve gidenler birbirlerini görmeden üçüncü şerefede buluşurlar. Bu sistemi Sinan yine Edirne’de bulunan Üç Şerefeli Camisi’nin minaresinden örnek almış. Ama o minareye göre daha narin bir yapıyla ve ince bir kavisle iki minare göklere yükselir.

Minareler ilk yapıldığı zaman bir çocuk minarelerden birinin eğik olduğunu söyler. Mimar Sinan’ın kulağına eğik sözü gelince çocuğu çağırtır. Çocuğa hangi minarenin eğik olduğunu sorar ve daha sonra o minareyi iple bağlattırır. Ustalara minareyi çekin diye bağırırken bir yandan da çocuğa sorar “Evlat, minare düzeldi mi?” Çocuk bir noktadan sonra “Evet, düzeldi” der ve bu hadise de burada kapanır. Sinan’a “Niçin böyle yaptın, iple minare mi düzelir” diye sordukları zaman “Yalan da olsa insanların aklında şüphe bırakmamak lazım, şüphenin küçüğü büyüğü olmaz.” der.

Bazen küçücük evimizin, küçücük odalarında bile örümcekler ağlarından şikâyetçi oluruz. Selimiye gibi büyük bir mekânda da örümcek ağlarının olması normal karşılanacaktır elbette. Ama oda ne! Cami görevlileri çok titiz, cami içerisinde hiç örümceğin ağı yok. Şaka şaka bu kadar büyük bir yerde örümcek ağı olsa tamam olabilir ama temizlemesi en büyük işkence olurdu. İşte Sinan’ın dehası burada ortaya çıkıyor. Süleymaniye Camisi’nde asılı olan devekuşu yumurtalarını çıkarırlar. Sonra bir de bakarlar ki camide örümcek ağları ortaya çıkmaya başlar. Mesele anlaşılmıştır örümcek ağ yapmasını engelleyen devekuşu yumurtasıdır. Selimiye de ise Sinan devekuşu yumurtası asmamış ama yumurtayı harcın içerisine karıştırmıştır. Bu sayede örümceklerin önü kesilmiştir. Yüzyıllarca önce yapılan bu sistem neden evlerimizde de yapılmıyor ki? Ev hanımlarımızın birazcık işini azaltmış olurduk.

Selimiye, 2. Selim tarafından yaptırılır ama 2. Selim camisinin açılışı için yola çıktığı zaman Çorlu’da hakkın rahmetine kavuşur. Caminin içerisinde bulunan ve meşhur ters lalenin bulunduğu müezzin mahfilinin yapımı ise caminin inşaatından yaklaşık yüz sene sonra 3. Selim tarafından yapılır. Niye mi bunu anlatıyorum diye merak edenleriniz olabilir. Çünkü camiye gelen birçok insan 375 sanat harikasından birisine bile bakmadan Selimiye ve Sinan’la hiçbir alakası olmayan tamamen uydurma bir kabartma olarak yapılmış ters bir lale motifine bakıp gidiyorlar. Son yüzyılımıza kadar lale hakkında bir yazı bile kitaplarımızda bulunmazken Selimiye’deki sanatın ve Mimar Sinan’ın önüne geçirmeye çalıştıkları bu hurafe inanç yüzünden “Ters Lale yere geldiği zaman kıyamet kopacakmış!” gibi uydurmalarla tam bir sanat katliamı yapılmaktadır. Üzerine basarak tekrar etmek istiyorum. Selimiye’nin yapımında yüz yıl sonra yapılmış bir müezzin mahfilindeki ters lale ve son yüzyılımıza kadar geçen zaman dilimi içerisinde bahsedilmeyen bir lale. Yapılan bu mahfil yüzünden cami içi estetiğin zarar gördüğünü söyler Selimiye Camisi eski müezzini Nadi hoca. Söylediklerinde de haksız değildir bence.

Gel zaman, git zaman, Edirne defalarca elden düşer, Yunanlar, Bulgarlar, Ruslar Edirne’yi birkaç defa işgal ederler. Hatta Ruslar Selimiye’deki çinilerin bir kısmını söküp memleketlerine götürürler ya da kaba tabiriyle çalarlar. Hepsinin gözü Edirne üzerindedir. Ama “Selimiye gibi bir eser varken bizler nasıl hak dava edip de Edirne bizimdir, bizim elimizde kalacak, sınırlarımızın içine dâhil olacak” derler ve Selimiye sayesinde Edirne ülkemiz sınırları içerisindeki yerini muhafaza eder.

Sadece gözümüzün ucuyla seyrettiğimiz manzaradan bunlar çıktı. İşte Sinan işte Selimiye. Arif olana tek işaret yeter, devamı size ödev olsun.

Son sözü Sinan’a bırakalım, bakalım ne diyor; “Selimiye sırlardan bir sırdır, onu ancak arif olan anlar.

Kaynak: turunç kültür-sanat dergisi (4. Sayısı Sayfa:21/22)