Etiket arşivi: şefkat

Ya Harika Olan Sıradansa?

Senin en harika yanın: Sıradansın, her ne yapsan aşırıya kaçmadan yapıyorsun.

Ek Main Aur Ekk Tu filminden…

Bize yanlış öğretiyorlar! Mümin; herkesle iyi geçinen, mavi boncuk dağıtan bir tip değildir. Aksine; âlî olan hakkın hatırı için, gerekirse hakikatsizin hatırını kırandır. Kur’an da onu böyle tarif eder:Ey iman edenler! Kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur.

Kur’an’da şefkat ve rahmetten çokça bahsedilir; ama azap ve cihaddan da bahsedilir. Cennetten bahsedilir, ama cehennem de zikredilir. Kur’an ‘dengedir’ en öz deyişiyle. Celal ve cemal arasında dengedir. Mümin de o dengede hadd-i vasatı (ortayolu) bulmuş insandır. Ne celalde sekrolmuştur, ne cemalde mestolmuştur. Ama ikisinden de hissedar olmuştur. Ve Allah, onu, ikisinden de hissedar haliyle sever. Birisinde garkolmuş şekliyle değil. Uçlarda değildir Kur’an’ın insanı. Sıradandır, fakat sıradanlığı içinde harikadır.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselam misal olsun sana. Onun ahlakı, uçların ahlakı değil, denge ahlakıdır. Ne tehevvürden (aşırı cesaretten) aklı başından gitmişlik görürsün onda, ne korkaklığına şahit olursun. Ne merhametin ziyadeliği ile haktan sapar, ne de öfkesi adaletine engel olur. Yeri gelir, “Hırsızlık yapan kızım olsa, cezasını veririm!” der; yeri gelir, en büyük zulümleri etmiş düşmanlarını bile affeder. Bu yüzden mürşidim, Şuaat’da der: Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed’dir. İzah sadedinde de ekler:

“(…) Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil, fakat derece-i kemalde birbirine müzahemet eder. Biri galebe çalsa öteki zaifleşir. Meselâ; kemal-i hilm ile kemal-i şecaat; hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet; hem kemal-i adaletle kemal-i merhamet ve mürüvvet; hem tam iktisad ve itidal ile tamam kerem ve sehavet; hem gayet vakar ile nihayet-i hayâ; hem gayet şefkat ile nihayet el-buğz-u fillâh; hem gayet afüv ile nihayet izzet-i nefs; hem gayet tevekkül ile nihayet ictihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime, birden derece-i âliyede, bir zatta ictimaı, müzayakasız inkişafları mucizelerin mucizesidir.

Hakikaten ne enteresan ve ne zor! Bir insan; hem çok yumuşak huylu olsun hem çok dik duruşlu; hem alçakgönüllü olsun hem haşmetli; hem adil olsun hem pek merhametli; hem çok cömert olsun hem iktisatlı. Bunların bir insanda beraber bulunması zor. Güzel ahlakın bir yönünde inkişaf eden, biliyorsun ki, zıttı gibi olanda eksik kalır. Yumuşak huylu olanımız, gerektiğinde sert olmayı beceremez mesela. Adalete hasr-ı nazar edenimiz, lüzumunda ziyade merhamet gösteremez. Cömert olanımız, iktisatlı kalamaz. Hangisinde bir uca yükselsek farkederiz ki, diğerinden taviz vermişiz.

Bu ‘süper denge’yi ancak Allah Resulünün ahlakında bulursun. Ondan sonra artık bir kişide bulunmaz bu denge. Ümmet taşıyabilir ancak bu yükü. Ebu Bekir (r.a.) misallerde cemal ağır basar, Ömer (r.a.) misallerde celal. Osman (r.a.) misallerde yumuşaklık ağır basar, tavizsizlik Ali’lerde (r.a.)… Sen kendi zamanına baksan, o salih seleflerin ahlakındaki dengenin zekatının zekatını da akranlarında bulamazsın.

İdeali bulamıyoruz diye optimumdan vazgeçmek olmaz. Mümkünü başarmak, imkansız görünene ulaşmak için edilmiş duadır. Vazgeçmemek gerek. Hem ne demişti Metin Karabaşoğlu abi geçen bir sohbet sırasında:

“Ilımlı İslam ve Radikal İslam ayrımı yapanlar oyun çeviriyorlar. İki uca savrulmuş müslüman modellerini dayatarak seçmeye zorluyorlar bizi. Ya Ilımlı İslam kılıfı altında celalimizi törpüleyecekler yahut da Radikal İslam dedikleri şeyle cemalimizi alacaklar. İstiyorlar ki; ya o, ya öteki olalım. Ama asla ikisinin ortasında/dengede durmayalım. Çünkü dengemizi bulduğumuz zaman onlar için ‘kullanılabilir’ olmuyoruz.”

Anlasana arkadaşım: Bizden ya küçük bir dere yahut sel olmamızı istiyorlar. Dingin, ama güçlü bir nehir olmamızı istemiyorlar. Hakikatsizler çünkü. Hakikati, ifrat ve tefritle boğdurup kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. Başta demiştik ya; mümin; herkesle iyi geçinen, mavi boncuk dağıtan bir tip değildir diye. Gel, o dersi, Bakara sûresindeki şu ayetlerden al:

İnananlarla karşılaştıkları zaman, ‘İnandık’ derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, ‘Biz sizinleyiz’ derler. ‘Onlarla sadece eğleniyoruz.’ Gerçekte Allah onlarla alay eder; azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir. İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.

Mümin, onun yanına gidince ocu, bunun yanına gidince bucu olacak kadar istikametsiz olmamalı. Mavi boncukçu olamaz salih müslüman. Herkese öpücük dağıtamaz. Dünyaya kazanmaya geldiği teveccüh-i nas değildir çünkü. Hakkın rızasıdır. Hassaten haksızla iyi geçinemez. Bu onun yanlışı değil, normalidir. Silik durmak haddi değildir.

Fakat burada da Bediüzzaman’ın ders verdiği şu güzel ayrımı yap: “(…) her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin! O zaman kâfirin içinde kalmış mümin tarafın hakkını savunmayı da, müminin içinde kalmış kâfir noktayı uyarmayı da ihmal etmemelisin.

Özenme; çabuk duruş değiştiren ve böylece herkese kendisini sevdirdiğini sananlara. Rüzgarda yaprak olursun. Şekil değiştirmekten asl-ı şeklini unutursun gitgide. Hidayetini, ‘insanlara tatlı görüneceğim’ diye satma. İlkeli olsun hem muhabbetin hem adavetin. Unutma ki; “Akıbet takva sahiplerinindir!” kazananların değil. Ki takva, duruşunu, kazanmaktan daha çok önemseyenlerin ahlakıdır.

Ahmet Ay

cocukaile.net

Nasıl Hatırlanmak İstersiniz?

Kendime en çok sorduğum sorulardan biri de “Çocuklarım tarafından nasıl hatırlanmak istediğim” sorusudur. Nasip olursa kızlarım da büyüyecekler ve şu anda ne yaşıyorlarsa , “ben çocukken” diye anlatmaya başlayacaklar yetişkinliklerinde. Sesim, sözüm, tavrım, onlara davranış biçimim, hatalar karşısındaki duruşum, diğer insanlarla ilişkim, eşimle olan ilişkim, hepsi bilinçaltı denen kara kutuya hapsolacak ve bir gün tek tek çıkacaklar saklandıkları yerden. İşte o zamanlarda çocuklarım tarafından ya hayırla yâd olunacağım ya da bana benzememek için ellerinden geleni yapacaklar. Elbette benden çok daha ilerde ve iyi bir ebeveynlik anlayışları olsun isterim. Sadece onlar için değil, onlardan sonra gelecek nesiller içinde “hayırlı miraslar” bırakmak demek bu aynı zamanda benim için çünkü.

Belki de kendime sorduğum bu soru ve hissettiğim sorumluluk sebebiyle anne ve babalarını anlatan çocukların hikâyelerini okumaktan büyük lezzet alıyorum. Bir kitaba sığacak hikâyeler bırakmayı, gündelik telaşlarımız, beklentilerimiz yüzünden ıskalıyoruz çoğu zaman pek çoğumuz. Değil bir kitap, bazen güzel bir anı bile bulmakta zorlanıyor pek çok yetişkin kendi geçmişinde. Yani değil bir kitap, tek bir cümle bile bulmakta zorluk çekecek pek çok çocuk gelecekte.

***

Bugünlerde büyük kızıma uyumadan evvel “Çılgın Babam” isminde bir kitabı okuyorum. Birkaç sene önce beğenerek okumuştum ben de kitabı. Bazen yazarla ortak hayatlar paylaşmasanız da, hikâyeleriniz başka yöne doğru aksa da, içinizi sızlatan hatıralar duygularınızı harekete geçiriyor. Benim için Zeynep Cemali’nin yazdığı bu kitap da öyle.

Kitapta, Küçük Zeynep bir gün babasının iş yerine gidiyor. Babasının bir işi çıkıp, uzun zaman gelmeyince, Zeynep çişini tutamıyor ve altına yapıyor. Babasının kendisini böyle görecek olması onu çok utandırıyor. Babası işini bitirip geldiğinde salya sümük ağlayan küçük kızla karşılaşıyor. Kızına üstünü değiştirebileceği şeyler alıp, lavaboya gönderiyor ve üzerini değiştirip, mahcubiyetle başı önde yanına gelen kızının başını kaldırarak

“Yavrum, suyun ve sabunun temizleyeceği hiçbir şey seni utandırmasın” diyor.

O kadar çok tekrar ettim ki bu cümleyi içimde. Ve o kadar çok sevdim ki… Eğer güçlü bir bağ varsa çocuklarla aramızda, tek bir cümlenin bile yitip gitmediğini düşündüm.

Tabi bunun tam tersinin de hafızalardan kaybolmadığını… O baba, “Ne yapıyorsun sen, utanmıyor musun yaptığından” diye bir tokat atsaydı kızının suratına, küçük kızın kalbinde bu hikâyenin nasıl bambaşka bir hale dönüşeceğini düşünün.

***

Bu hikâye bana okuduğum bir röportajda -İsmini hatırlayamıyorum ama- seksen yaşlarındaki bir teyzenin annesini anlattığı cümleleri hatırlatıyor. Diyor ki teyze röportajda annesiyle ilgili;

“Annem o kadar merhametli ve şefkatliydi ki, okuldan çıktıktan sonra gidilebilecek en güzel evin kendi evim olduğunu düşünürdüm.”

“Bu hikâyedeki anne de, merhametsiz ve şefkatsiz olsaydı muhtemelen cümle “Okuldan sonra gidilebilecek en kötü yerin kendi evim olduğunu düşünürdüm” haline dönüşecekti.

Bir olay ve iki farklı davranış hali bile bazen bir hikâyenin başlığını değiştirebiliyor. Saygın ve sevgi dolu bir anne baba olarak anılmakta, merhametsiz ve sevgisiz olarak anılmakta bir tercih nihayetinde. Her tercihin bir bedeli var. Kiminin payına bir kitabın kahramanı olmak düşer, kiminin payına isminin bile anılmasına tahammül edilmeyen olmak…

Bazen yüzlerce çocuk eğitimi kitabı okumaktan daha çok şey öğretir hikâyeler insana. Tek bir cümleyle, bir ömrü, çocukluk anılarını güzelleştirmek mümkün bu sebeple.

Peki siz nasıl bir anne baba olarak hatırlanmak istersiniz çocuklarınız tarafından?

Tuğba Akbey İnan / Vahdet Gazetesi

 

Bediüzzaman’ı Bedduadan Men Eden Hikmet Nedir?

Bediüzzaman beddua etmediği gibi varis ve talebelerine de beddua etmemelerini emrediyor. Hatta tecavüze uğrasanız da beddua ile karşılık vermeyiniz. Çünkü İmanı olan kardeşimizdir, hatta düşmanlık etse bile… Bediüzzaman ve talebelerini bedduadan men eden asıl sebep, Risale-i Nur’un şefkat mesleğidir.

İşte konu ile alakalı hassasiyetini eserlerinde belirten Bediüzzaman şöyle buyurur:

“Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânilere değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hattâ en şiddetli bir garaz ile bana zulmeden bazı fâsık belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men’ediyor.” Şualar/372

Münasib gelse, benim tarafımdan da emniyet müdürü ve müddeiumumîye selâm edip deyiniz ki: “Ben onlara beddua değil, bilakis dua ediyorum ki: Ya Rabbi! Onlara iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver ve Nurlardan müstefid yap.” Emirdağ Lahikası-1,234

Ehl-i dalalete yaptığı bedduadan bile men edilen Bediüzzaman şöyle buyurur:

Bir zaman ben, bir kısım ehl-i dalalete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı müdhiş bir kuvvet-i maneviye çıktı. Hem duamı geri veriyordu, hem beni men’etti. Mektubat/ 343

Seksen bir hatasını mahkemede isbat ettiğim bir müddeiumumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünki asıl mes’ele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. Emirdağ Lahikası-2,241

İşte ey heyet-i hâkime; bu hakikate binaen Risale-i Nur’un cerhedilmez kuvvetli hüccetleri elbette mahkemede kalbleri kendine çevirmiş, aleyhimde ne yapsanız ben hakkımı helâl ederim, gücenmem. Bunun içindir ki; eşedd-i zulüm ile bir eşedd-i istibdad tarzında şahsımı hiç ömrümde görmediğim ihanetlerle çürütmekle damarıma dokundurulduğu halde tahammül ettim. Hattâ beddua da etmedim. Bize karşı bütün ittihamlara ve bütün isnad edilen suçlara karşı elinizdeki Risale-i Nur’un mecmuaları, benim mukabele edilmez müdafaanamem ve cerhedilmez itiraznamemdirler. Şualar/ 393

Yıllarca kendisine zulüm eden ve ehl-i dalalet  olan insanlara karşı bile şunları söylemiş:

Aziz, sıddık sebatkâr kardeşlerim ve hakikî vârislerim!

Bugünlerde Risale-i Nur’a sû’-i kasd edenlerin ve sizlere sıkıntı verenlerin haklarında, bana verdiği bir hiddet neticesinde bedduaya teşebbüs ettim. Birden Isparta’ya kıyamadım. Kaç defadır niyet ettim, Isparta’daki iyilerin yüzünden sû’-i kasdçılar kurtuldular. Kıyamadım, beddua yerine; “Ya Rab! Madem Isparta Risale-i Nur’un bir Medreset-üz Zehrasıdır, sen oradaki fena memurları dahi ıslah eyle ve hüsn-ü akibet ver” diye dua eyledim ve ediyorum. Kastamonu Lahikası/ 139

Hattâ bazen damarlarıma dokunduracak tarzdaki ihanetlerine karşı beddua etmek isterken, onların yakında ölüm i’damıyla kabr-i haps-i münferidde azabları ve bu ihanetlerinin neticesinde bana ait maslahatları ve hizmetimize menfaatleri düşündükçe, bedduadan vazgeçiyorum. Emirdağ Lahikası-1,137

Bediüzzaman yirmi sekiz sene zülüm edenlere, lüzumsuz ve haksız ve faidesiz tarassudlar altında bırakanlara bile beddua etmemiş, sebebi ise: zat-i muhteremin yukarıda ifade buyurduğu gibi Risale-i Nur’un şefkat mesleğidir. Bu muhabbet kahramanının güzel sözlerine, herhalde başka ifade ve yorum eklemeye hacet kalmamıştır.

Bir dua ile konuyu kapatmak isterim, “Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emânetini kabzetmek zamanına kadar bizi emânette emîn kıl. Amin!

Rüstem Garzanlı/Diyarbekir

9 Ocak 2014

www.NurNet.org

Aşk Asla Yeterli Değildir..

Bir işin ‘gerek şartı’ aynı zamanda ‘yeter şart’ olmadığı gibi, parça da bütün değildir. Gelin görün ki, insanoğlu çoğu kez ‘gerek şartı’ ‘yeter şart’ zanneder ve çoğunlukla parçayı bütünle özdeşleştirir. Zira, bir iş gerek şart olmaksızın gerçekleşmez ve bir bütün, parça tamam olmadan bütün olmaz. Ve bu durum, dikkatlerin kendisi olmadan sonucun gerçekleşmediği ‘gerek şart’ ile kendisi olmadan bütünün yarım kaldığı ‘parça’ üzerinde yoğunlaştırır. Bu yoğunluk—parça-bütün ilişkisi gözden kaçtığı ve gerek şartın yeter şart olmadığı unutulduğu takdirde—sair şartlara ve sair parçalara, hatta işin ve bütünün tamamına dair bir algı körlüğünü getirir. Bu körlük, idraki daraltır. Sonuç parçanın bütünün tamamı imiş gibi muamele görmesi, ‘gerek şart’ın ise ‘yeter şart’ makamına terfi etmesidir.

Evliliğe ve aile hayatına dair yazılan, çizilen, konuşulan, düşünülen ve paylaşılan şeylere baktığında, insan bu yanılgı zincirinin bir yansımasını rahatlıkla görüyor. Birçok zihinde, evlilik ile aşk, aile hayatı ile birbirine âşık iki insan neredeyse eş-anlamlı hale gelmiş bulunuyor. Evliliğin ‘gerek şart’larından biri olarak aşk, genelde, ‘yeter şart’ olarak algılanıyor. Ve, sıhhatli bir aile hayatının ayrılmaz bir parçası olarak birbirine âşık iki kalp, bu aile tablosunun tamamı gibi muamele görüyor.

Evliliğe ve aile hayatına dair ‘aşk’ üzerinde yoğunlaşan bu vurgu, birçok alanda çok farklı tezahürleriyle çıkıyor karşımıza. Nikâh davetiyelerinin çoğunda, olan bitenin birleşik iki kalp figürüyle özetlendiğini görüyoruz. Düğün pastalarını kalp suretinde yaptırıyor kimileri. Düğün arabalarına bir çift kalp yapıştırılıyor ve her birinin içine hanımın ve erkeğin isminin ilk harfi yerleştiriliyor. Öte yandan, binlerce film, onbinlerce roman, yüzbinlerce şiir ‘beraberlik’ ile ‘aşk’ı âdeta özdeş tutuyor. ‘Aşkın gücü’ne dair filmler yapılıyor, mutlu evliliğin biricik formülü olarak ömür boyu aşkı öneren kitaplar hazırlanıyor, “Sevmek ne güzel şey / Sevgiyle düzelir herşey” türünden şiirler yazılıyor.

Ve aşka dair bu vurguyla birlikte, bir evliliği başlatmak veya yaşatmak, bir aile hayatını kurmak veya kurtarmak için aşkın yeterli olduğunu zanneder hale geliniyor.

Ama öte yandan, hüsranla sonuçlanmış, mahkeme kapısına dayanmış, önemli kısmı bir seneye varmadan tükenmiş evliliklerle karşılaşıyoruz. Aşk, evlilik için yeterli görülüyor; ama aşklar evliliği kurtarmaya yetmiyor. ‘Aşk evlilikleri’nin ciddi bir oranının yaşadığı akıbet, gerek şart olarak aşkın evliliğin yeter şartı olmadığını apaçık gösteriyor.

Aşk, tek başına yetmiyor

Bu vâkıa, aşkın kötü birşey olduğunu göstermiyor elbette. Rabb-ı Rahîm’in insan kalbine yerleştirdiği, insanı heyecana ve harekete sevk eden, insanı gayrete ve cevelana yönelten bir duygu olarak aşk, elbette hayatlara bir renk, bir anlam katıyor; ve açılmamış birçok duygu aşk ile açılıp olgunlaşıyor. İnsan aşkla gelişiyor, fark etmediği bir dizi nüansın anlamını ve önemini aşkla fark ediyor, pek çok insanî özellik aşk sayesinde inkişaf kaydediyor. Aşk insanı yontuyor, törpülüyor, inceltiyor, olgunlaştırıyor ve ‘mükemmel’e uzanan yolda adımlar attırıyor. Bütün bu yönleriyle, aşk, evliliğe anlam katıyor, renk katıyor, neşe ve lezzet kazandırıyor.

Ne var ki, evlilik denen şey, aşkla başlayıp bitmiyor. Bir aile hayatının kurulmasında ‘gerek şart’ olarak kesinlikle önem taşıyan aşk, ‘yeter şart’ da olamıyor. Zira, yetmiyor! Bu bakımdan, hem ‘gerek şart’ olarak aşkı vurgulamak, hem de aşkın ‘yeter şart’ olarak sunumuna açık bir muhalefet şerhi koymak gerekiyor. Aşka dair bu iki sunumun arasını açıkça ayırmak gerekiyor.

Bu noktada, sevmenin çok bilinen ve çok vurgulanan bir yansıması olarak aşkın, sevmenin ta kendisi ve yegâne yansıması olmadığını fark etmek gerekiyor öncelikle. Sevmenin, Risale-i Nur müellifinin bize güçlü bir şekilde gösterdiği üzere, şefkat gibi, hürmet gibi, acımak gibi başkaca tezahürleri var çünkü. Meselâ, anne çocuğunu sever, ama âşık değildir ona. Çocuğun anneye olan sevgisi de aşk değildir. Birincisi şefkat sınıfından, ikincisi ise hürmet cinsinden bir sevgidir. Babanın çocuğuna sevgisi de böyledir. Meselâ Yâkub aleyhisselamın oğlu Yusuf’a sevgisi de aşkın değil, şefkatin bir tecellisidir:

Hazret-i Yâkub aleyhisselâmın Yusuf aleyhisselâma karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir, belki şefkattir. Çünkü, şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbuplara ve mahlûklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor. (…) Suver-i Kur’âniyenin en parlağı olan Sûre-i Yusuf’un en parlak nuru olan Hazret-i Yâkub’un (a.s.) şefkati, ism-i Rahmân ve Rahîm’i gösterir ve şefkat yolu rahmet yolu olduğunu bildirir.” (bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, “Yedinci Mektub”)

Aşk, niçin yetmiyor?

Bu bakımdan, sevmenin yegâne türü değil, bir türü olduğunu bildikten sonra, bir sevgi türü olarak aşkın tarifini doğru yapmak da gerekir. Nedir aşk, nasıl bir sevmektir? Karşılıklı sevmektir. Karşılık bekleyerek sevmektir. Karşılık görmediği halde dahi, karşılık beklemektir.

Bir başka insanı aşkla seven, ondan mukabele bekler, karşılık görmek ister. Ve, tatlı başlayan bütün aşklar, karşılık görmeyince yahut karşılık görmez duruma gelince veyahut karşılık görme ümidi dahi tükenince, biter. Karşılık görmeyeceğini kesinkes bilerek, karşılık göreceğine dair zerre miskal bir ümit hissetmeyerek devam eden tek bir aşk yoktur. Bütün aşklarda ya bir ‘hemen şimdi’ boyutu vardır, veya ‘bir gün mutlaka’ boyutu.

Sözün kısası, aşk karşılık ister. Aşk, karşılıklı sevmektir. Aşk, karşılık bekleyerek sevmektir:

“Evet, şefkat bütün envâıyla latîf ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok envâına tenezzül edilmiyor. Hem şefkat pek geniştir. Bir zât, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle, bütün yavrulara, hattâ zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip herşeyi mahbubuna feda eder. Yahut mahbubunu îlâ ve senâ etmek için başkalarını tenzil ve mânen zemmeder ve hürmetlerini kırar. (…) Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor, sâfi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvanâtın yavrularına karşı fedakârâne, ivazsız şefkatleri buna delildir. Hâlbuki aşk ücret ister ve mukabele talep eder. Aşkın ağlamaları bir nevi taleptir, bir ücret istemektir.” (bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, “Yedinci Mektub”)

Dolayısıyla, yalnızca aşk üzerine kurulan bir evlilik de, bir açıdan, pamuk ipliğine bağlı bir evliliktir. Ömrü ve sıhhati, karşılığa endekslenmiş bir evliliktir. Karşılık görme yüzdesi yükselince sağlamlaşan, karşılık görme yüzdesi düştükçe zayıflayan ve hatta çöken bir evliliktir. Aşk, bir evliliği ömür boyu taşımak, bir aile hayatının aslî ve yegâne direği olmak için asla yeterli değildir.

Sarsılan, sallantıda olan, hatta yıkılan evliliklere bakalım. Karı ve kocadan her ikisi veya en azından biri, eşinden lâyık olduğu ilgiyi ve karşılığı görmediğini düşünmektedir. Ki, ya gerçekten karşılık görmemekte veya gördüğü halde görülmediği düşünülmektedir. Aşka dair onca filme ve romana kırılma veya kopma anlarının cümleleri olarak yazılan, gündelik hayatta da sıklıkla duyulan “Eskiden böyle miydi?,” “Sen o eski sen değilsin,” “Seni tanımakta zorlanıyorum,” “Bazan benim evlendiğim adam bu muydu diye düşündüğüm oluyor” kabilinden bin türlü söz yalnız aşka dayanan bir evliliğin karşılık görülmediği zaman nasıl çökebildiğini belgelemektedir.

Açıkçası, aşk karşılıklı sevmektir; ve, karşılık beklediği için, aşk asla fedakâr değildir. Fedakâr bir sevgi olmadığı için de, bir evliliğin devamı için aşk asla yeterli değildir.

Zira, Rabb-ı Rahîm, ehadiyet sırrıyla, her insanı ayrı bir âlem olarak yaratmış, her insanı sonsuz sayıda duygu ve arzuyla donatmıştır. Bu sonsuz çeşitlilik içinde, her insanın sair insanlardan ayrıldığı bir yön, ayrıştığı bir özellik muhakkak vardır. Hâlık-ı Zülcelâl, birbirinin tıpatıp aynısı iki insan yaratmamıştır. Dolayısıyla, iki ayrı âlem olarak iki insanın evlilik sûretinde beraberliği—akrabalıktan iş hayatına, okul arkadaşlığından yol arkadaşlığına başka tüm beraberliklerde de olduğu gibi—içinde bir dizi ayrışma ve çatışma noktasını gizlemektedir. Meselâ, eşlerden biri maviyi çok severken, öbürü pembeye bayılıyor olabilir; ve evi boyamak sözkonusuysa, bu pekâlâ bir problem üretebilir. Hatta aynı rengi seven iki insan, bu rengin tonları konusunda çatışabilir. Patlıcanı imambayıldı suretinde seven bir koca ile kendisi öyle sevdiği için karnıyarık suretinde yapan bir hanım, sırf bu sebepten dolayı birbiriyle tartışabilir ve en azından biri diğerine darılabilir. Her evliliği, böylesi küçük meselelerden hayata ve dünyaya dair daha derinlikli tercihlere uzanan uzun bir çizgide çok sayıda gerilim ve çatışma beklemektedir.

Aşkın yanındaki ne?

İşte bütün bu çatışma noktalarında, aşk çözümü garanti etmez. Zira, aşk fedakâr değildir, karşılık istemektedir, “Ben şunu yaptım, ondan da bunu beklerim” demektedir.

Oysa, hayatın kıvrımlarında yaşanan nice mesele, taraflar “Ya o, ya bu!” noktasında kilitlendiğinde, ancak feragatla çözülebilmektedir. Feragat yoksa, kilit çözülmez. O yüzden, birbirini gerçek bir aşkla seven iki insanın, birbirine âşık olduğu halde birbirine küstüğü, darıldığı çokça görülmektedir. Herkesin kendi tercihinde direttiği bir kilitlenme hali, taraflardan en az biri feragata yönelmez ise, ciddi bir kopmayı getirebilmektedir. Sonradan, “Onu hâlâ seviyorum,” “Şimdiki aklım olsaydı” diye ağıtlar yakılıyor olsa bile…

Kısacası feragat, temininde aşkın yetersiz kaldığı bir özelliktir; ama yine feragat, bir evliliğin sıhhati ve devamı için kesinlikle gereklidir. Birbirini sevdiği halde sürekli çatışan ve çözümü hep karşıdan bekleyen insanların bir evliliği sürdürmeleri mümkün değildir.

Ve bu noktada, ‘karşılıklı sevgi’ olarak aşkın yanısıra, ‘karşılıksız sevgi’ olarak şefkat gündemimize girmektedir. Edgar Allen Poe’nun en güzel aşk şiirlerinden biri olarak hafızalara yer eden “Annabel Lee”sinde söylediği “We loved with love that was more than love” dizesinde kasdettiği şey şefkat midir, yoksa Türkçe müterciminin yazdığı üzere karasevda mıdır bilinmez; ama bilinen, şefkatin ‘aşktan da üstün bir sevgi’ anlamına geldiğidir. Zira, karşılık görerek veya en azından karşılık bekleyerek sevmenin adı olarak aşka mukabil, şefkatin en temel özelliği karşılık beklememesidir. Yolda gördüğü bir kedi yavrusuna, günün birinde evime giren fareleri yakalar beklentisiyle süt vermez insan. Yahut, bir anne, otuz-kırk sene sonra belki bana yardım ederler beklentisiyle hayatî tehlikeyi de göze alıp hamileliğe yönelmez. Çocuğu ezilmesin diye kendisini arabanın önüne atan bir annenin, yavrularını yemesin derken kendi başını köpeğe kaptıran tavuğun, kuzusunu kurtarmak isterken kurda yem olan koyunun veya koçun davranışı ‘beklenti’yle izah edilebilir türden değildir. Bütün bu davranışların muharriki şefkattir; ve bu davranışların gösterdiği üzere, şefkat karşılıksız sevmektir, beklentisiz sevmektir. Aşkta olmayan bir özellik, şefkatin en belirgin özelliğidir. Aşk fedakâr değildir, ama şefkatin meyvesi feragattir.

Aşkın tamamlayıcısı olarak şefkat

Bu bakımdan, aile hayatı içinde aşkın çözemediği gerilim noktalarında şefkatle gelen bir feragat ve fedakârlık kesinlikle işgörmekte; aşkın kurtaramadığı birçok evlilik, eğer aşk o evliliğin ‘yeter şart’ı değilse, şefkat ile kurtulmaktadır. Ki, birçok problemli evlilikte çocuğun bir ‘kurtarıcı’ olması bu sırdandır. Aşkın çözmediği birçok düğüm şefkatle çözülmekte; nice karı-koca, aralarındaki sorunları çocuklarına olan şefkatlerinden dolayı—nefislerini ve incinen gururlarını bir kenara atıp—feragatle bir çözüm arama yoluna gitmektedir. Şefkatin aşka olan üstünlüğünün bir diğer göstergesi, evladını terkin eşini terkten çok daha zor olmasıdır. Çocuklu ailelerin boşanmaya karşı daha dirençli olduğu; birçok evliliğin çocukların hatırına ayakta durduğu bir vâkıadır. Hem, çocukların olduğu ve şefkatin açıkça devreye girdiği evliliklerde insanlar gerginlik anlarında ‘yutkunarak konuşma’ ve iki kere düşünme tavrı sergilemekte; meseleyi kestirip atmaktansa söyleyeceği son sözü söylemeyi ertelemekte; ve hadise bu yüzden ani ve fevrî bir karara yol açmadan soğuduğunda, mesele zaten makul biçimde çözülmektedir. Böylesi durumlarda da, karşılık görmediğinde yitip gidiveren aşkın kurtaramayacağı beraberlikler şefkatin hatırına yürümektedir.

Bu noktada, vurgulanması gereken, ama en ziyade ihmal gören bir nokta, eşlerin birbirine karşı da şefkatle muamele etmesidir. Çünkü karı ve koca, karşı cinsten biri olarak yekdiğerine eştir; ve ‘eş’ olma açısından, aşk sözkonusu olmaktadır. Ama eşinin zaafları ve faziletleriyle, artıları ve eksileriyle bir insan olduğunu; eşinin ‘çocuklarının annesi’ olduğunu; eşinin kayınvalide ve kayınpederinin çocuğu olduğunu… dikkate aldığında insanın eşine karşı şefkat hissi de galeyana gelmektedir. Yaşanan gerilimde onun sergilediği tavrın ‘kendisine karşı’ olmaktan öte olduğu; bunun, ehadiyet sırrı gereği ayrı bir ailede ayrı bir donanımla apayrı şartlarda yetişmiş ayrı bir âlem olmasından kaynaklandığını dikkate aldığında da, şefkat hissi uyanmakta; anlayışlı olmayı, empatiyi ve feragati besleyerek, gerginliği çözmektedir.

Velhasıl, aşkın çözemediği gerilim durumlarının ilacı feragattir; feragatin olabilmesi için ise, şefkatin işletilmesi gerekir. Karşılıklı sevgi olarak birbirine duyulan aşkın yetmediği yerde, karşılıksız sevgi olarak şefkat pekâlâ imdada yetişebilir.

O halde, Bediüzzaman’ın “Yedinci Mektub”undan aldığımız dersle konuşursak, şefkat, hayatın sair alanlarında olduğu kadar, evlilik hayatında da daha bir dikkati ve vurguyu hak etmektedir…

Metin Karabaşoğlu

MoralDunyasi.com

Hakiki Saadet Marifettullah’tadır!

Bediüzzaman  Mektubat, yirminci mektubunda şöyle diyor:“Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullah’tadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. “

Evet, Allah’ı tanımayan asla saadete, sevince ve lezzete ulaşamaz. O zaman gerçek saadet ve sevinç ve lezzet bil mecburiye Allah’ı tanımakla mümkündür. Yoksa ruh, akıl ve kalp daima tedirgin, sıkıntı ve korku içinde kalır.

Bütün korku ve sıkıntılardan azat olabilmek için; o zaman kâinatı halk edeni bilmek ve ona teslim olmakla olur. Güneş, ay ve sair gezegenler her biri bir nizam ve intizam dâhilinde hareket ediyor, bu hareketle hiç biri diğerini rahatsız etmeden, gürültü patırtı çıkartmadan, güzergâhını şaşırmadan hem de suratla gidiyorlar. Şayet bu gezegenler başıboş ve serbest dolaşsaydılar kâinat nizam ve intizamsızlıktan dolayı hercümerç olacaktı. Oysa kâinatın yaratılışından bu yana, hiç bir gezegen yolunu şaşırmadan aldığı emir üzerine istikametle yoluna devam etmektedirler.

Keza, dünyada aciz ve zayıf yavrulara bakın! Cenab-ı Allah tarafından annelere verilen şefkatten dolayı anneler hassasiyetle bebeğini besler, seve seve ve zevkle onların üzerine kol kanat gerer. Canavar suretinde olan bir dişi hayvan bile yakaladığı avı yemeden yavrusuna yedirmesi tamamen ilahi bir şefkat ve rahmetin neticesidir. Tavuk gibi korkak bir hayvan dahi yavrusunu köpekten korumak için, kafasını bedel olarak verdiğini bilinmektedir.

Bir televizyon programında: Bir aslan; bir maymunu yakalayıp parçalarken, maymunun ayakları arasında yavrusunu görür. Aslan, parçaladığı maymunu yemez. Yaptığından da büyük bir pişmanlık duyduğunu lisan-i haliyle gösterir. Amma ne yazık anne maymunun geri dönüşü olamayacağını da anlar. Aslan, yavru maymunu alıp büyüyünceye kadar şefkatle besler. Cenab-ı Allah bu canavar hayvanı bu yavruya musahhar bir anne yapar. İşte her varlığın rızkını mükemmel bir şekilde ve vakti vaktine temin eden Allah, gerekirse bir aslanı bir maymunun yavrusuna emirber eder.

Konu aslan gibi bir canavardan açılınca; canavar suretinde olan kediyi de hatıra getirdi, şöyle ki: Köyde bir kedimiz vardı, yılda iki kez her seferinde bazen iki, bazen dört yavru doğururdu. Büyük bir şefkatle yavrularını besler ve büyütürdü. Bir gün yakaladığı bir fareyi, yavruların önüne bırakırken ben de seyretmeye başladım. Anne kedi, yavrularına fare yakalama tatbikatı göstermeye başladı. Adeta bir askeri savaş manevra ve taarruz harekâtı gibi, avın yakalama ve savunma rolü nasıl yapılır, yavrularına gösteriyordu. Acıktığı zaman annemin yanına gider, başını kaldırarak lisan-i haliyle bir şey istediğini anneme hissettirirdi. Dışarı çıkmak istediğinde gene kapının önüne gider beklerdi. Hal ve hareketleri adeta bir yerde ders ve talim almış gibiydi.

Bediüzzaman, “ On altıncı mektupta kedi bahsinde şöyle diyor: “Evet, hazin mırmırlarını dinlesen, “Ya rahim, ya rahim” çektiklerini anlarsın.” Canavar suretinde görünen bu hayvan dahi Allah’ı tanıyıp lisan-i haliyle O’nu zikir ediyorsa. Bir canavar aslan; Bir maymunun yavrusuna şefkat gösteriyorsa; kâinatın en kıymettar varlığı olan insan, Allah’ı tanımaz ve ona ibadet etmezse her halde bu nankörlüğü ile canavar bir hayvandan daha geri ve daha zalim olsa gerek.

Kur’an’ı kerimde şöyle bir emir var:“Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm’dir, çok bağışlayandır.”(İsrâ, 17/44)

Mahlûkatın fitri ve hali yaptıkları dua ve tesbihler, tamamen Allah’a işaret ve delalet ediyor. Nasılki bir ayna üstünde yansıyan güneş ışınları, güneşin varlığına delalet ediyorsa, aynı şekilde bütün varlıkların fıtri ve hali tesbih ve duaları Allah’ın varlığına ve birliğine şehadet ediyorlar. Dolayısıyla her şeyi Allah’tan bilmek, en büyük nimet ve lezzettir.

Aklın havasına müptela olan ahmaklar her şeyi tabiata ve tesadüfe havale ederek, kalp, ruh ve akılları sürekli endişe ve korku içinde kalıyor. İşte bu korku ve endişe o tabiat perestlere hayatı zehir ediyor. Yokluk endişesi onları perişan ediyor. Adeta bu dünya onlara bir zindan ve azap oluyor. Ölüm gibi bir hadise önünde perişan kalıyorlar.

Ölümün önünde durabilmek ancak marifet ve muhabbet ile hallolur. Allah’ı tanıyan ve ibadet ile onu sevdiğini gösteren bir mümin için, ölüm ebedi bir âlemin kapısı, sonsuz bir saadetin başlangıcıdır. İşte ölümün hakikati ancak marifet ve muhabbet ile çözümlenebiliyor. Küfür ve inkâr ise azaptır. İnsanı dehşete atıyor. Bu nedenle hakiki ve halis sürur ancak marifetullah ve muhabetullah’tadır.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

27.11.2013

www.NurNet.org