Etiket arşivi: şehit

Abdullah Yeğin Ağabey’in Şehid Metin Yüksel İçin Yazdığı Taziye Mektubu

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin talebelerinden Abdullah Yeğin Ağabey, Molla Sadrettin Yüksel Hoca’nın oğlu Metin Yüksel’in şehit edildiği sırada Almanya’da bulunuyordu.

Şehadet haberini alan Abdullah ağabey taziye mektubu yazdı. Mektubunda Metin Yüksel’in annesine ve kardeşlerine de başsağlığı dileyen Abdullah ağabey, On Yedinci Mektub’u okumalarını tavsiye ediyor.

Metin Yüksel’in kardeşleri için “Metin’in okuduğu Risale-i Nur derslerine devamlarını, heyecanlı hallerden sakınarak derslerine iyi çalışmalarını beklerim” ifadesini kullanan Abdullah ağabeyin 2 Mart 1979 tarihli mektubu şöyle:

Muhterem Sadreddin Efendi Hocam,

Bu gün bana gelen bir mektupta, sizin mübarek Metin’in şehid edildiğini bildiriyor. Cenâb-ı Hak rahmet eylesin, sizleri şehid babası yapan Allah’a duâmızda cümlemizin şehidlerle beraber olmasını niyaz ederiz. Dünyada hiçbir emeline ermeden sırf İslâmiyet’ten gelen heyecanından başka kusuru olmayan, İslâm gençliği olarak derslerine de dikkat eden bu fedakâr kardeşimizi şehid eden ne yaptığını yapacağını bilemeyen zavallılar, umduklarının aksi ile Cenâb-ı Hak’tan silleyi yiyecekler i̇nşâallah.

Sizin teselliye hususan benim sözlerime belki ihtiyacınız yoktur. Îmânınız, fazilet ve ilminiz teselliye kâfidir. Kardeşleri ve annesi için Üstâd’ımızın Mektubat’ında On Yedinci Mektubu okumalarını veya dinlemelerini tavsiye ile iktifa edeceğim. Cenâb-ı Hak sizlere sabr-ı cemil ihsan eylesin. Dünyanın fitne ve anarşisinden cümlemizi muhafaza ile hepimizi îmân ehlinin yolundan, Kur’ân Cadde-i Kübrâsı’ndan bir an bile ayırmamasını Rahmet-i İlâhiye’den niyaz eder, mübarek dualarınızı beklerim.

Buradaki işlerimiz için muvakkaten diye geldim, fakat bırakıp gelmeye vicdanım râzı olmadı ve buradaki kardeşlerin ısrarlarını çiğnemedim. Bir kaç ay mı veya daha fazla mı bilemiyorum, buralarda Allah müsaade ederse kalacak gibiyim.

Oradaki kardeşlerimiz sizi, benim yerime de ziyaret ederler biliyorum. Son zamanda meydana gelen hâdiseler, İnşâallah İslâmiyet’in lehinedir. Bazı nâhoşluk ve bize göre fena hâdiseler olsa da, her şeyin idaresi elinde olan Rabb-i Rahimimiz, Müslümanları uyanıklığa çağırıyor. Avrupa mukallidi, körü körüne düşmana benzemeyi İslâm’dan uzaklaşmayı ve bunun gibi, dinimiz için çalışmamanın fenalığını ihtar ediyor. Gâvurdan gelen zararı gözlere gösteriyor. Cenâb-ı Hak âkıbetimizi en bahtiyar mü’minlerden, sâlihinden eylesin rahmeti ile..

Buraya ait bir emirleriniz olursa haberlerinizi beklerim. Dua eder, ellerinizden öperim, mübarek dualarınızı rica ederim. Çocukların da gözlerinden öper, Metin’in okuduğu Risale-i Nur Derslerine devamlarını, heyecanlı hallerden sakınarak derslerine iyi çalışmalarını beklerim. Buradan bütün Berlin’deki kardeşlerimiz selam ve hürmetlerini bildiriyorlar ve başsağlığı dilemektedirler.

Allah’a emanet olunuz.

Kusurlu Kardeşiniz Abdullah Yeğin (2.3.979)

(Şehid Metin Yüksel Kardelenlerin Kan Kırmızı Açtığı Gün, Mehmet Ali Tekin, s. 214)

Metin Yüksel Kimdir?

17 Temmuz 1958’de Bitlis’e bağlı Kolongo Yaylası’nda doğan Metin Yüksel, İslam âlimi Molla Sadrettin Yüksel Hoca ile Sarete Yüksel Hanım’ın oğludur. Dokuz yaşında ailesiyle İstanbul’un Fatih ilçesine yerleşen Metin Yüksel, eğitim hayatı boyunca öğrenci olaylarında ön saflarda rol aldı ve Akıncılar adı verilen öğrenci hareketinin liderliğine yükseldi.

İslâmî görüşleri ve karşı görüşlü kişi ve örgütlerle mücadeleleriyle bilinmektedir. 12 Eylül Darbesi öncesi dönemin sağ-sol çatışmalarında Millî Selamet kanadının gençlik lideri haline geldi. 26 Ekim 1977 günü Darüşşafaka Lisesi’nin önünde üç arkadaşı ile birlikte sekiz sol görüşlü kişinin saldırısına uğrayan Metin Yüksel, ikisi midesine, biri de dizine olmak üzere üç kurşun yarası almasına rağmen çatışmadan sağ kurtuldu.

23 Şubat 1979 tarihinde Fatih Camii’nin avlusunda bir cuma namazı çıkışında bir grup tarafından kendisine pusu kuruldu. Kurulan pusu sonucunda, Metin Yüksel 21 yaşında şehid edildi.

Abdulkadir Çelebioğlu

Koronavirüs’ten Vefat Edenler Şehit Olur mu? Şartları Var Mıdır?

Öncelikle şehitlik ancak ve ancak Müslüman olanlar için geçerlidir. Kelime mühimdir. Bu kelime İslâmî bir tabirdir. Onun içindir ki, şehit olabilmesi için ilk şart; Mü’min ve Müslüman olmasıdır. Mü’min ve Müslüman olmayan bir kimse şehit olamaz.

Bu virüs ile vefat edenler de iman ve İslâm şartlarına haiz iseler, Allah’ın izniyle şehittirler. Bunu bizzat Alemlere Rahmet (bkz. Enbiya Sûresi, 107. Âyet ve Meâli) olan Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem’den öğreniyoruz.

Zîrâ O Zât (asm) “Taundan ölen şehittir.” (Müslim, İmâre 166) buyurmuştur. Bir diğer Hadîs-i Şerîflerinde ise bunu “tahsis” etmiş ve kimleri kapsadığını şu şekilde izah etmiştir; “Taun, her Müslüman için şehitliktir.” (Buhâri, Cihâd 30, Tıb 30) Yani Müslüman ise ve bu salgın hastalıklar ile vefat ederse Hadîs-i Şerîfin de nassı ile o kimse biiznillah “şehit”tir.

Konuyla ilgili Kur’ân-ı Hakîm’in ve Sahih Hadîslerin bu asırda mânevî bir tefsiri, izahı ve şerhi olan Risale-i Nur’a bakıyoruz ki, şöyle deniliyor; “Evet, hastalıkların bir kısmı var ki eğer ölümle neticelense manevî şehit hükmünde şehadet gibi bir velayet derecesine sebebiyet verir. Ezcümle: Çocuk doğurmaktan gelen hastalıklar {*Hâşiye: Bu hastalığın manevî şehadeti kazandırması, lohusa zamanı olan kırk güne kadardır.} Ve karın sancısıyla, gark ve hark ve taun ile vefat eden, şehid-i manevî olduğu gibi çok mübarek hastalıklar var ki velayet derecesini ölümle kazandırır.” (Lem’alar, s. 259)

Buradan da anlaşılıyor ki, “taun ile vefat eden, şehid-i manevî”dir. Bu ifade yukarıda beyan ettiğimiz Hadîs-i Şerîflerin izahı mahiyetindedir.

Onun için yakınları bu salgın hastalıktan vefat edenler bu dereceyi bilmeli, anlamalı ve İman – İslâm ölçüsü ile bakmalıdırlar. Bu taundan vefat eden ehl-i îmâna, Cenâb-ı Hakk rahmetiyle muamele eylesin ve şehadet makamına nail eylesin inşaAllah. Âmîn. Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Şehitlerimiz

Kur’an-ı Kerim’de Allah(cc) şöyle buyuruyor. 
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin; Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.”
Yine Allah Resulü (sav) efendimiz’de 
 
“Her kim, bugün düşmandan yüz çevirmeyip sebât eder, şehit düşerse, Cenâb-ı Hak elbette onu cennete koyacaktır. Bugün şehit olanlara Firdevs Cenneti hazırdır. Hücûm ediniz, hamle ediniz!”.
“Sizden biriniz, karınca ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehit olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar.”
buyurmaktadır.
Sahabe efendilerimizden Haild b Velid ise;
“Sizin, hayat ve şarabı sevdiğiniz kadar, ölümü seven bir orduyla size geldim.”
diyerek ilahi kelimatullah için savaşmanın ve bu uğurda şehit olmanın ne denli önemli olduğunu anlatmıştır.
 
Âhirette en büyük rütbenin peygamberlikten sonra şehitlik olduğu belirtilmiştir.
 
Türk silahlı kuvvetlerimiz 20 Ocak 2018 saat 17;00 da başlayan zeytin dalı harekâtıyla yurdumuzu, ülkemizi, vatanımızı, müdafaa ve hain terör örgütlerinin sınırımızda yapmış oldukları yığınakları, mevzileri yok etmek için vatanımıza göz dikenlere karşı savaşmaktadır.
Ülkemiz insanı asırlardır vatanına, bayrağına, ezanına, Kur’an-ına sahip çıkmış mezalime ezdirmemiş, namusuna namahrem eli değdirmemiş, bu uğurda bu güne kadar yüz binlerce şehit vermiştir. Sadece pkk ile savaşta 26 yılda 41 bin şehit vermiş olan ülkemiz, bu uğurda kararlılığını göstererek ne kadar düşmanımız varsa hepsine karşı ciddi bir mücadele başlatmıştır.
Sınırda ve sınır ötesinde mücadele eden askerlerimiz kadar milletimiz de yekvücut olarak Mehmetçiğimize tam destek vermektedir. 
Bizlerde Rumeli Anadolu ve Balkanlar İlim ve Eğitim Vakfı olarak, Trakya’nın tüm şehirlerinde ilçelerinde ve diğer yerleşim yerlerinde bulunan temsilciliklerimizde ve Yunanistan, Bulgaristan’da bulunan dershanelerimizde, her hafta okunan hatim dualarıyla Mehmetçiğimize manevi desteğimiz tamdır. Allah Mehmetçiğimize zafer nasip etsin inşallah. 
Çanakkale’de Dumlupınar’da Sakarya’da Sarıkamış’ta daha nice cephelerde şimdide Afrin’de mücadele eden şehit düşen tüm askerlerimize bir kez daha Allah’tan rahmet diliyoruz, sizlere çok şey borçluyuz.
Geride bıraktıkları ana baba evlat ve tüm yakınlarına sabrı cemil diliyoruz.
 
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri “Mektubat” adlı eserinde bu konuya değinerek asrımızın idrakine uygun olarak bu ayeti bizlere tefsir ediyor. Hayatın çeşitli tabakaları olduğunu belirten Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri şehitlerinde kendilerine özgü bir hayat tabakası olduğunu belirtiyor.
”Nass-ı Kur’an’la, şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevilerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı alem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir aleme gittiklerini biliyorlar, kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bakidir; fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez.”
Evet Bediüzzaman Hazretleri, bu ayeti tefsir ederken şehitlerin kendilerini daha iyi bir aleme gittiklerini bildiklerini ve ölümün acısını hissetmediklerini ifade ediyor.
Kabir alemindeki şehitlerinde aldıkları lezzetin farklı farklı olduğunu belirten Bediüzzaman Hazretleri;  
Nasıl ki, iki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir; aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor; hakiki lezzet ile hakiki saadete mazhar olur. İşte, alem-i berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri öyle farklıdır. Diyerek bunu çok güzel bir şekilde ifade etmiş.
Bediüzzaman Hazretleri 1. Dünya Savaşı sırasında Doğu cephesindeyken yaşadığı ilginç durumu şöyle anlatıyor ;
Hatta, ben kendim, Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sadıkada, tahte’l-arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O beni ölmüş biliyormuş; benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor. Fakat Rus’un istilasından çekindiği için, yeraltında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’i rüya, bazı şerait ve emaratla, geçen hakikate bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.
Allah tüm ülkemizin milletimizin silahlı kuvvetlerimizin yar ve yardımcısı olsun. Âmin.
Çetin KILIÇ
Kaynak:
Kur’an-ı Kerim Meali
Hadis Külliyatı
Risale-i Nur Külliyatı

Ah! O 239 şehitten biri olabilmek..

Motosikletini tankın üzerine sürerken vurulanı mı ararsınız, paletlerin altına balıklama atılanı mı? Bu kahramanlık destanlarının tekmili birden 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece yaşandı. Genelkurmay’ın önünde tankın sıkıştırmasıyla viyadükten düşerek hayatlarını kaybedenlerden Boğaz Köprüsü’nde zırh delici mermiye vücutlarını siper edenlere, top ateşine hedef olandan helikopterden vurulana kadar nice gencecik hayat sonsuzluğa kanat açtı o gece.

Yazılacaklar yazıldı, daha da yazılacak ama Namık Kemal’in dediği gibi “Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır“. Bunu bir kere daha gördük içimiz yanarak da olsa. Ben de çok yıllar önce yazdığım bir yazıyı hatırladım. Sadece 9 Osmanlı erinin düşman ordusunun karşısına dikiliş ve teslim olmak yerine şehadet şerbetini içmeyi tercih edişlerinin unutulmaz destanını.

*

Tek söz, tek bir söz kalede bir uğultu halinde duyuluyordu artık: “Allah’a emanet olun kardeşlerim.” Güneş bir mızrak boyu yükselmiş ve kale komutanı, nöbetçilere kapıyı açmalarını emretmişti. İstolni Belgrad Kalesi’nin devasa kapıları gıcırtıyla açıldığında dokuz atlı askerin bir yay gibi gerilmiş bedenleriyle karşılaştı düşman ordusu. O sabah Macaristan’daki İstolni Belgrad Kalesi’nde tanyeri bir türlü ağarmak bilmiyordu. Dokuz er, abdest alacak su bulamadıkları için teyemmümle kıldıkları sabah namazından çıkışta, ellerinde meşaleler tutan arkadaşlarının boyunlarına sarılıyordu teker teker. Helallik dileyen dillerine gözyaşının tuzu karışıyor, günlerdir yıkayamadıkları yüzlerinde, sakallarına doğru ıslak iki çizgi iniyor, düşen damlalar toprağın tenini sızlatıyordu.

Lakin ağlayanlar o dokuz kişi değildi. Onlar bilakis yüzlerinde tunçtan bir ifade, kendileriyle göz göze gelmemeye özen gösteren muharip yoldaşlarını teselli ediyor, metin olmalarını istiyorlardı. Gidenler kendileriydi ama kalanlar ağlıyordu. Pastırma yazı gibi bir sıcak yakıp kavuruyordu Macaristan ovalarını.

İşte nihayet güneş, ıslak gözbebeklerine karşıki dağın üzerinden ilk mızraklarını göndermeye başlamıştı. Tek söz, tek bir söz kalede bir uğultu halinde duyuluyordu artık: “Allah’a emanet olun kardeşlerim.” Güneş bir mızrak boyu yükselmiş ve kale komutanı, nöbetçilere kapıyı açmalarını emretmişti. İstolni Belgrad Kalesi’nin devasa kapıları gıcırtıyla açıldığında dokuz atlı askerin bir yay gibi gerilmiş bedenleriyle karşılaştı düşman ordusu. Atlarını ağır ağır dışarı sürdüler, biraz sonra kapının arkalarından sürgülendiğini ve demir mandalın yerine yerleştiğini duydular. Kalede kim varsa herkes surlara tırmanmış, tarihin çıldırdığı bu ana tanık olmak için sabırsızlanıyordu.

Başlarında Budin’in yeniçeri ağası bulunuyordu. Kendisine “Âdem Ejderhası” adını takmıştı arkadaşları. Yahya Ağa olan asıl ismi ancak resmi yazışmalarda kullanılıyordu. Kuşatılan kaleye yardım için koşup gelmişti yanına aldığı birkaç ‘deli’yle birlikte. Ne ki, geleli daha bir hafta bile olmadan kalenin sarnıcındaki suyun tükenmesi, bütün planlarını altüst etmiş, demir kuşaklı cihan pehlivanlarını mecalsiz bırakmıştı. Güneşin tepelerinde kazan kaynattığı anlarda kuyuların mermerlerindeki nemi yalayarak hararetini gidermeye çalışanlar bile görülüyordu. Girdikleri savaşların sayısını unutan askerler, surlarda bir süre cenk ettikten sonra yere yığılıyor, bayılacak hale geliyorlardı.

Peki bunun sonu nereye varacaktı? Ya kaleyi teslim edecekler ya da susuzluktan kırılacaklar mıydı? 10 bin askerin savunduğu bir kaleyi teslim etmekten ar duyuyordu İstolni Belgrad komutanı. Ama Almanlar kaleyi düşürünce kuyu başlarında kıvranan zavallı bahadırlar bulması daha mı onurlu bir manzara olurdu?
İlk teklif, düşman komutanından gelmişti. Kaleyi ‘vire’ ile teslim ederlerse hiçbirinin kılına dokunulmayacak, eşyalarıyla birlikte çekip gitmelerine izin verilecekti. Danışıldı, konuşuldu, tartışıldı ve barış görüşmesi yapmak için bir heyetin kaleye gelmesine karar verildi. Bunun için iki Osmanlı askeri Almanlara rehin verilecek, buna karşılık iki Alman askeri de kaleye alınacaktı. O zamanlar bir tür garanti anlamına geliyordu bu.
Heyet gelmiş, görüşmeler yapılmış ve ‘vire’ ile teslim şartları üzerinde mutabık kalınmıştı. Görüşmelere Budin Yeniçeri Ağası olan Âdem Ejderhası da katılmış ama misafir olduğu için komuta kademesinin işlerine karışmamayı tercih etmişti. Anlaşma imzalandı. Ertesi sabah kale teslim edilecekti. Lakin o zamana kadar ağzını açmayan Yahya Ağa, tam bu sırada söz aldı ve od düşürdü meclise:

“Kusura bakmayın, siz kabul edebilirsiniz ama ben sadece şahsım adına bu ‘vire’yi kabul etmiyorum. Başımı eğmiş, önüme baka baka kaleyi düşmana bırakıp gidemem ama kalede kalıp susuzluktan köpek gibi de ölemem. Yarın sabah önce ben tek başıma kaleden çıkacak ve düşmanla savaşacağım. Vire anlaşması, ancak benim mukadderatım belli olduktan sonra yürürlüğe girer. Tamam mı?”

Meclise bir meteor düşmüş gibi oldu. Alman heyeti, garip sözler sarf eden bu iki metre boyundaki adamın ağzından çıkanların tercümesini dinliyor, kale komutanı ise başını eğmiş, trajedisinin, başka hangi burçlara savrulacağını bilemediği satırlarını alnının kırışıklıklarıyla yazıyordu. Ama gerçek taş gibi ortadaydı: Yahya Ağa, ta Budin’den yardımına koşup gelmiş bu ‘Âdem Ejderhası’, ‘Ben çıkacak ve tek başıma düşmanla savaşacağım’ diye diretiyordu. Onun bu çıkışı, etrafındaki adamları da etkilemiş ve sekiz yiğit daha, ölene kadar onun yanında olduklarını haykırmışlardı. Göz kapakları kelebek kanatları gibi açılıp kapanıyor ve anlaşmaya bir madde daha ekleniyordu: Bu anlaşma, Yahya Ağa ve sekiz arkadaşı kaleden çıkıp savaşlarını bitirdikten sonra yürürlüğe girecektir.

İşte şimdi kalenin kapısı önünde, düşman ordusunun karşısındaydılar.

Kaleden yanlarına aldıkları 500 tane demir okun bir tanesini dahi zayi etmeden etraflarını bir demir duvar gibi çevirmiş bulunan düşman askerinin üzerine boşaltıyorlardı. Her bir ok, çift kat zırhları bile deliyor, Alman askerlerinin kalplerini, ciğerlerini paralıyordu. Çember giderek daralıyor ve oklar tükeniyordu. Oklar biterse, kılıçlar devreye girerdi. O dokuz er, bu defa kılıçlarını çekip tam 40 bin askerin içine çılgınca daldılar. Ya vuruşarak safları yaracaklar ya da şehit olacaklardı. Alman komutanların hayret ve hayranlık dolu bakışları önünde dokuz koldan safların arasına dalan erlerin attığı sayhalar burçlarda yankılandı, yankılandı ve sonunda bir telin kopması gibi aniden kesildi. Budin Ejderhası’nın kolları budanmış gövdesi yerde yatıyor, son kez gözlerini açtığında başında birikmiş elleri mızraklı ve kılıçlı askerleri değil, hatta artık tepesine çökmüş güneşi de değil, Cânan’ını seyrediyordu.
Olanları kaleden ağlayarak seyredenler, utançlarından başları önlerinde topladılar denklerini ve çıkıp gittiler. Arkalarına son bir kez baktıklarında, Alman komutanın, bu muhteşem yeniçerilerin cenazelerini toplattığını ve saygıyla eğilmiş sancakların önünden geçirterek kalenin yakınlarındaki bir tepeye törenle gömdürdüğünü gördüler.

Ya o dokuz er, 90, 900, 9000 er olarak çıksaydı kapıdan, önlerinde kim durabilirdi dersiniz?

Kaleyi ‘vire’ ile düşmana terk edenlerin yüzleri artık silik bir hatıradır şimdi. Ve o dokuz erin bize anlattığını hangi kütüphaneler hangi okyanuslarda yıkansa anlatabilir ki?

*

Değişen bir şey var mı?

Mustafa Armağan

YeniŞafak

Şehit Bekir’im!

Aralık ayı bana hüznü ve sevinci hatırlatır. Sanmayın eskiyen ve bitmeye yüz tutan bir yılın ayrılığının hüznü, gelen yeni yılın sevincini. Bundan daha farklı benimki!

Risale-i Nur derslerini beraber mütalâa ettiğimiz kardeşim, işyerimde kıymetli personelim, iş mesaisi dışında dostum ve arkadaşım Bekir Hacıismailoğulları’ndan bahsetmek istiyorum, size.

Bunca zaman niçin bekledin dediğinizi hissediyorum, ama izin verin önce, bir okuyun sonra sorarsınız.

Sevdiğim, saydığım ciddi insan ve müşterim Ali Karakuş isimli ağabeyimizin, şehâdete gitmeden önceki son görüşmesinde; Gel oğlum Bekir! Çukurca’ya gidiyorsun,  ne olur ne olmaz helalleşelim.” ifadesi hepimizi şaşırtmıştı doğrusu.

Çukurca’ya gitmeden önce Foça’da jandarma komandosu eğitimini başarıyla tamamlamıştı. Aydın’dan gelen arkadaşı ile sabah erkenden İzmir’den uçakla gideceklerdi. Gecenin son saatlerinde ikisini de alıp havaalanına götürdüm, ama içim hüzünlü idi. İşlemler esnasında gözümle, inceden inceye Bekir kardeşimi hasretle süzüyordum. Çok sevinçli idi, hayret! Arkadaşına bir şeyler anlatıyordu. Bir ara sessizce ikisi dışarı çıktılar ve biraz sonra geldiler. Kokularından anladım ki tüttürmüşler, benim yanımda içmeyecek kadar terbiyeli ve hassas idi. Nihayet polis noktasındayız ve artık ayrılacağız. Kolundan adeta sürüklercesine usulca bir kenara çektim: “Bekir’im, bir şey demek istiyorum…” ama boğazımda düğümlendi kelimelerim. Zorlanarak tekrarladım, “demek istemem o ki sıcak temasa geçtiğinizde, operasyonda, şeye, heyecanınıza biraz dikkat etsen, kendini biraz tutarak daha temkinli olsan…” dememe izin vermeyip “Ne diyorsun sen Hacı Abi! Yanında arkadaşın vurulmuş, yere serilmiş yatıyor, sen kendini ne kadar tutabilirsin?” deyince,  nefes borumda nefesim durdu, kalbimin atışı tavan yaptı. İçimden “Bu çocuk gidici.”dedim.

Kucaklaştık, helalleştik ve hayırla uğurladım.

Buraya kadar hüznüm.

Beraber derslerimizi mi hatırlayayım? Şirketimin kuruluşundaki yardımcı gayretlerini mi hatırlayayım? Dersteki ciddi muhataplılığını mı hatırlayayım? Anadolu’nun orta yerinden, yiğitin harman olduğu Yozgat’ın yiğit delikanlısı Bekir’imin daha hangi özelliklerini hatırlayayım bu hüzünlü ayrılığın ardından, sorarım size?

Neyse…

1993 yılının Aralık ayının 12’sinin ertesi günü sabah dükkânı açarken yan komşum seslenerek bana şehadetini söyleyince, kepenk yukarı, anahtar aşağıya gitti.

Meğer Bekir’im, dün şehadet şerbetini içmiş. Dışı hüzünlü olan sevincimi nasıl anlatayım şimdi size dostlar? Yanındaki arkadaşına mermi verirken sol böğründen yemiş, hastaneden tabutunu alırken komutanlarından öğrendiğime göre. Kabre indirirken ellerimle, kısık gözüyle sevinç mutluluğunu hissettim. Âdeta,Hacı Abi, bu hayat nihayet sona erecek değil mi? İşte ben de bu genç yaşımda şehit olarak ayrılıyorum dünyanızdan. Anam ve babam önce Allah’a sonra sana emanet.” dediğini hissettim gibi.

Gülsüm Teyze annemiz, Salih Amca babamızdı artık! Bayraklıda, onlarla beraberce ismi verilen Parkın açılışında bulunduk. İnternet aramalarımda Çukurca’nın Gündeş Köyü ilkokulunun adının Şehit Asteğmen Bekir Hacı İsmailoğulları olduğunu buruk sevinçle öğrendim.

Allah, Bekir kardeşime rahmet eylesin ama galiba bunu öğrenmem için mi bu anmayı geciktirdim, bilemedim doğrusu…

Mehmet Çetin